Latin Amerika’da kamu yararı doğrultusunda, su için
verilen mücadele, maden çıkartma, sanayi, otoban ve enerji projelerinin
tetiklediği çevreyle alakalı tüm çatışma alanlarında sürmekte, aynı zamanda
özelleştirme, kıtlık, hıfzıssıhha sorunları vb.ye karşı kentlerde ve işçiler
arasında oluşturulan hareketlerin ajandasının belirli bir kısmını teşkil
etmektedir.
Kamu yararı ve insanî bir hak olarak suyun üzerinde
yaşadığımız dünyanın temel bir parçasını teşkil etmesi, aynı zamanda gezegenle
ve birbirimizle nasıl ilişki kurduğumuza dair bir olgu olması sebebiyle, tüm bu
mücadelelerin ortaya çıkması asla şaşırtıcı değil. İnsanlar suyu tüketiyor ve
yönetiyor; su hayatın yeniden üretilmesinde kullanılıyor; su akan ve evrimleşen
canlı bir varlık; kutsal bir olgu veya alan: suya dair tüm bu algı biçimleri
suyu bir meta olarak gören, onu finansal bir varlık veya “kaynak” şeklinde
değerlendiren görüşlerle radikal bir çatışma içerisinde.
Cochabamba Su Savaşı
Suyun özelleştirilmesi sadece kamu yararının temellük
edilmesinin değil, ayrıca halkın kolektif bir biçimde yönettiği su
sistemlerinin yıkılmasının bir delilidir. Bu yıkımın sonuçları fizikî mülkiyet
kaybının ötesine geçer: bu eylemlerin amacı söz konusu örgütler etrafında inşa
edilmiş halk iktidarının çözülmesidir. 2000’de Bolivya’da yaşanan Cochabamba Su
Savaşı’nı tetikleyen de işte bu tip motiflerdir.
Gümrük vergilerinde yüzde iki yüzü aşan artışın,
özyönetime dayalı su sistemlerinin temellük edilmesinin ve kasten belirli bir
kararla buradaki yetkilerin alınmasının ardından muhtelif toplumsal, işçi,
köylü ve mahalle örgütü harekete geçti. Mücadeleye dâhil olan farklı
örgütlerarası koordinasyonun ve gösterilerle geçen günlerin ardından Su ve
Hayatı Savunma Koordinasyon Komitesi [Coordinadora por la defensa del agua y
la vida] kuruldu.
Koordinasyon komitesi o dönemde yaratıcı bir örgüttü.
Hiyerarşik ve hatta belli ölçüde otoriter olan sendikacılık mantığını terk
etmişti. Amacı, doğrudan demokrasi temelli karar alma süreçleri oluşturmaktı.
Konseyler ve meclisler aracılığıyla komite her düzeyde, üst ve orta sınıflar
arasında bile yaygın bir toplumsal meşruiyet elde etti, zira ne bir lider ne de
şef tanıyordu. Komite herkesin kendisini bulabileceği bir alan olarak inşa
edildi.
Sonuçta halk direnişi hükümetin kararlılığından daha
güçlü olduğunu kanıtladı, böylelikle hükümet çokuluslu su şirketi Bechtel ile
imzaladığı sözleşmeleri feshetmek ve suyu halka iade etmek zorunda kaldı. Bu
tarihsel olay Güney Amerika’daki ve dünyadaki birçok hareket için önemli bir
referans noktası hâline geldi. Özelleştirme karşıtı mücadelelerinde zaferler
elde eden hareketler öncelikle bu gelişmeye baktılar. En önemli örneklerine
Uruguay, İtalya ve Fransa’da tanık olundu.
Neoliberalizme Karşı Bir Direniş Dalgası
Gelgelelim hikâyenin sonu bu şekilde bitmedi. Zira her
halk isyanında bir önce ve bir de sonra vardı. Cochabamba olayından sonra
“savaşı kazandık ama suyu kaybettik” dedik. Koordinasyon komitesinin toplumsal,
özyönetime dayalı, gerçekten demokratik bir şirketi kurmaya dönük büyük
gayretlerine rağmen bürokrasinin labirentleri ve devlet kurumları bunun meydana
gelmesine izin vermediler.
Belediye İçme Suyu ve Kanalizasyon Hizmetleri SEMAPA
kamu şirketi hâline geldi. Ama her zaman olduğu gibi verimsiz, yolsuzluğa
gömülmüş bir kurum olduğunu kanıtladı. Özerk su sistemleri su kaynaklarının
kontrolünü bırakmadı, devletten tek kuruş destek almadı, sadece özyönetim
üzerinden varlığını sürdürdü. Ancak kanalizasyon arıtma, suyun kalitesi ve
planlama sorunları ortadan kaldırılamadı.
Gene de savaş kazanılmış, halkın şerefi ve direnme
becerisi yeniden kendisini göstermişti. Su savaşı ardından Bolivya hiçbir zaman
aynı olmadı; neoliberalizmin mülksüzleştirme politikalarına karşı süren direniş
dalgası tüm ülkeye yayıldı. Protestolar her gün görülen birer olgu hâlini aldı,
arka arkaya gelip giden hükümetler halktaki huzursuzlukta yaşanan artışı
enselerinde hissettiler.
En önemli yıl 2003’tü. Bu yılda gaz savaşı patlak
verdi. Toplumsal hareketler gaz kaynaklarının açgözlü ulusötesi şirketlerin
elinden almak için mücadele ettiler. Ülke genelinde yol kapatmalar ve açlık
grevleri gibi eylemlerle süren kavganın ardından devlete diz çöktürtüldü. Bu
olaylarda seksen gösterici öldürüldü, devletse çökmenin eşiğine geldi. Sonunda
Cumhurbaşkanı Gonzalo Sánchez de Lozada ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Bolivya’da yeni bir dönem başladı.
Birkaç yıl sonra yerli halktan olan, koka
yetiştiricileri [cocalero] liderlerinden Evo Morales cumhurbaşkanı seçildi.
Kısa bir sonra ise kurucu meclis ülkeyi yeniden kurmak için toplandı. Ta
kurulduğu günden beri koordinasyon komitesinin hedeflerinden biri buydu.
Latin Amerika’nın İlerici Hareketleri
Son on yıl içerisinde Latin Amerika hegemonya
düzleminde bir istikrarsızlık dönemine tanıklık etti. Her bir ülke kendi özel
sürecini yaşadı, tek tek her bir ülkede yaşanan isyanlara kendi özellikleri
damgasını vurdu.
Bilhassa Ekvador ve Bolivya’da devlet ve devletin
toplumla ilişkisine dair söylemde ciddi bir değişiklik yaşandı. Bu
değişiklikler neoliberalizmin dayatıldığı yirmi yıllık süreç boyunca halk
sınıflarının kesintisiz örgütlenme, direniş ve seferberlik çabalarının bir
sonucuydu. Ülkelerinde “ilerici hükümetler”in kurulmasını mümkün kılanlar
onlardı. Bu bağlamda su savunması hareketleri toplum üzerinde her ne kadar
yetersiz ve sınırlı olsa da önemli hukukî zaferler elde ettiler.
Kıtadaki ilerici hükümetler millileştirme çabaları,
ulusötesi şirketlerle imzalanmış sözleşmelerde tadilata görme, hükümet
harcamalarının sıkı biçimde kontrol edilmesi ve sanayi ile zirai-sınai
sektörler kadar finans sektörleri ile iyi ilişkiler kurmak suretiyle ekonomi
alanında belirli bir istikrarı sağladılar.
Diğer yandan ortaya yeni bir politik panorama çıktı.
Burada politik merkezin çevresine sürülmüş semboller ve söylemden istifade
edildi. Halkın yerli halkların tanınması, doğal kaynakların millileştirilmesi,
toprak ananın korunması ve özyönetimi veya iyi yaşamanın [buen vivir]
teşvik edilmesi gibi talepleri politik gündeme dâhil edildi.
Aynı zamanda neoliberalizme, sömürgeciliğe Batı’nın
kültürel hegemonyasına meydan okuyan, kültürlerarası etkileşimi, çoklu
milletçiliği ve sömürgesizleşmeyi öngören yeni tahayyüller ortaya çıktı. Bu
yeni söylemsel yapı politika yapma tarzını dönüştürdü.
Bu bağlamda yeni hukukî düzlem oluştu, anayasal
reformlar yapıldı, yeni anayasalar yürürlüğe girdi. Bu yeni hukukî çerçeveler
hak ve özgürlükleri genişletti, öte yandan ulusal ekonomileri koruyup refah
devletine özgü tedbirler alınmasını, yardımlarını artmasını vb. sağladı. Tüm
bunlar petrol, maden, elektrik, telekomünikasyon ve su gibi stratejik
teşebbüslerin devletin kontrolüne geçirilmesi sayesinde mümkün oldu.
Dünya İktidarı Alarak mı Değiştirilecek?
Ama politik ve ekonomik düzeyde meydana gelen,
yıllarca sürmüş toplumsal mücadelelerinin ve halk örgütlenmelerinin ürünü olan
bu değişikliklere rağmen kapitalist dünya sistemine alternatif olacak kurumlar
yaratılamadı. Esasında Güney Amerika’daki radikal hükümetlerin çoğu hegemonik
politik iktidarlar lehine olan, halkın çıkarlarına muhalif politikalar
uygulamaya devam ediyor.
Ama politik merkezin kalbinde, başka bir deyişle
devlette meydana gelen dönüşümlerin sınırları nelerdir?
Analiz başlıkları şu şekilde sıralanabilir:
İlerici hükümetlerin kurulması sonrası imza edilen
yeni toplumsal sözleşmelerin sistematik biçimde ihlal edilmesi: basit bir
biçimde ifade etmek gerekirse, hükümetler bir eliyle verdiklerini diğer eliyle
geri almakta epey mahirler.
Özel yağmadan devlet yağmasına geçilmesi: Örneğin
Bolivya’da anayasa suyu kamu yararı olarak tanıyor, onun korunmasını devlete
ait bir yükümlülük olarak kabul ediyor. Sonuçta bağımsız, özyönetime dayalı su
sistemlerinin temellük edilmesini sağlayan kanunlar daha da incelikli bir hâl
aldı. Başka bir deyişle insanların kendi ihtiyaçlarını özyönetim üzerinden
yönetme becerisinin azaltılması bir risk olarak varlığını hâlâ muhafaza ediyor.
Kurumsal çerçeve dönüşüme yol açacak bir değişime
imkân vermiyor: Su ile alakalı deneyimleme imkânı bulduğumuz, bilhassa suyun
bir “kamu” yararı olarak geri kazanılması alanında yaşanan tüm ilerlemeye
karşın toplumsal hareketlerin beklentileri ile gerçeklik arasında hâlâ bir
uçurum var.
Aşağıdan yukarıya doğru hareketi esas alan özgürlükçü
perspektifin ürettiği pratik değişimler toplumsal dönüşümü engellemek, yoldan
çıkartmak ve onu başka bir yola sokmak amacı güden neoliberalizmden miras
kalmış kurumsal çerçeveyi parçaladı. Kurumlardaki değişimin izleği mücadele
içerisindeki insanların izleğinden çok farklı.
Hareketler İktidarın İçinde mi Olmalı Yoksa Ona Karşı
mı Olmalı?
Ekvador ve Bolivya gibi “demokratik devrimler”in
yüzleştiği sorunların bir kısmı toplumsal değişimi uygulamaya sokacak “hukukî
çerçevenin” yokluğundan, yasaların resmi planda, sistematik biçimde ihlalinden
ve toplumun arkasından müzakere edilen ya da tümüyle sönük kanunların kendisini
yavaştan açığa vurmasından muzdaripti.
Yoldan çıkmış, giderek hissizleşmiş devlet bürokrasisi
hayal kırıklığının genelleşmesine katkı sundu: kimilerine yüksekte tutulmuş
olan beklentiler gerçeklikle çatışma içerisine girdi. Pratikte kurumsal
süreçler ve (milletvekilleri, senatörler, hükümet görevlileri gibi) failleri
bir kez daha karar alma süreçlerinde halkın yerini aldı. Tüm yönetimler er ya
da geç bu mantığı halk adına olacak faydaların düzeyine göre benimsedi ve
küresel pazarla daha iyi bağ kurma yolları arandı.
Esasında Bolivya’da ilk başta hükümet politikalarını
doğrudan etkileyen toplumsal hareketler büyük ölçüde teslim alındı ve resmi
söylemi aktaran birer sözcüye, yani kamu politikalarının meşrulaştırılmasına
dönük birer araca dönüştürüldü. Bu politikaların ister istemez halka faydalı
olması gerekmediğini burada ifade etmek gerek. Buna ek olarak bu patronaj
ilişkisinin ve şirket yanlısı yaklaşımın parçası olmak istemeyen toplumsal
gruplar ise politik saldırıların ve yıldırma çabalarının sürekli hedefi oldular.
Bu noktada ilerici hükümetlerin sorunları, hataları ve
kusurlarının “başka olası dünyalar” inşa etme mücadelemizde önemli birer
tarihsel ders olarak işgörebileceğine işaret etmemiz gerek. Bu sorunlar ve
çelişkiler sadece kötü kararlar veya devrimci amaçlara ihanet edilmesinden
kaynaklanmadı, bunlar ayrıca devlet aygıtının yapısıyla da ilişkiliydi.
Bu anlamda toplumsal hareketlerin “iktidarın içinde”
mi yoksa sadece “iktidara karşı” mı olması gerektiği üzerine kafa patlatmak
gerekli.
Maalesef tıpkı doğa hayat dışında bir yere izin
vermemesi gibi (ki en sert iklimlerde bile mikroorganizmalara rastlıyoruz)
politika da politik iktidarda boşluklara izin vermiyor. Örneğin İspanya’daki 15
Mayıs Hareketi ülkede seçimlerde boykot çağrısı yaptı, böylece farkında olmadan
Rajoy’un proto-faşist sağının iktidara gelmesine katkıda bulunmuş oldu. Guarani
halkının önerisine uysak daha iyi bir hâlde olacağımız kesin: “Kendi düşmanımı
kendim seçmeyi tercih ederim.”
Aynı zamanda bizim “kamusal olanın toplumsal planda
yeniden ele geçirilmesi”ne işaret eden stratejilerin oluşturulmasının,
toplumsal kontrolün, özyönetimin sahip olduğu öneme de vurgu yapmamız gerek.
Maden Çıkartma Konusunda Geliştirilen Yeni Anlayışın
Sınırları
Genel manada Güney Amerika’da toprak ananın [pachamama]
korunması ile ilgili olarak “solcu” hükümetlerin geliştirdiği söylem krizde,
zira bu hükümetler en azından kısa ya da orta vadede mevcut duruma alternatif
olacak yolların keşfedilmesine dönük tek bir adım bile atmıyorlar.
Kalkınma ve kalkınma üzerinden geliştirilen, maden
çıkartmayla ilgili yeni öğreti takip edilmesi gereken bir yol olarak sunuluyor.
Bu senaryo dâhilinde toprak anaya ve yerli halklara yönelik saldırılar
“çoğunluk için elde edilecek faydalar” için feda edilmesi gereken şeyler olarak
ya da “iyi hayat”a kavuşma temelinde meşrulaştırılıyor.
Diğer yandan bu ülkelerde devlet söyleminin teşvik
ettiği yenilenmiş “ulusal bilinç” de maden çıkartma konusunda geliştirilen yeni
anlayışın meşrulaştırılması için bir araca dönüştürülüyor. Maden çıkartma
konusunda devlet merkezî bir role kavuşuyor ki bu da nihayetinde servetin
yeniden dağıtılmasına dair yeni formlar üretiyor. Teşvikler ve sosyal yardımlar
gibi programlar maden çıkartma faaliyetlerince destekleniyor, böylelikle bu
programlar yoksulluğun azaltılması ve devletin meşrulaştırılmasına dönük bir mekanizma
hâlini alıyor.
Hâsılı, bu ekonomik modelin toplumsal-ekolojik
sonuçları kabul edilse de bunun sadece daha iyi hayat koşulları baskın olana
dek aşılması gereken bir geçiş süreci olduğu söyleniyor. Bu da kaçınılmaz
olarak bu kalkınma modelinin daha iyi hayat tarzlarına doğru atılmış bir model
olup olmadığına dair soruların sorulmasına neden oluyor. Zira ilgili model
devletle toplum arasında kurulacak yeni ilişkiye ek olarak kurumsal ve
toplumsal yapılara dair yeni bir temeli teşkil ediyor.
Madencilikle ilgili yeni anlayış bugün herkes için bir
bayramı vaat etse de onun ileride kıtlığa ve esarete yol açacağı kesin.
Cochabamba Dersleri
Su savaşı bizlere Latin Amerika’nın bugünkü
gerçekliğine dair, nispeten daha fazla önem arz eden, oldukça kıymetli dersler
sundu. Hareketlerin bağımsızlığını korumak, bu hareketlerle politikanın geri
kazanılması arasında bağlar kurmak bu tip derslerden.
Suyun ve hayatın savunulması için mücadele eden
toplumsal hareketler, partiler karşısındaki özerkliğini ve kendi politik
bağımsızlıklarını ne pahasına olursa olsun korumalıdırlar. Bunun sebebi, asıl
meselenin devlet iktidarının ele geçirilmesi değil, halk hareketlerinin yukarı
uzanacağı yeni patikalar açmak olmasıdır.
Oscar Olivera
9 Aralık 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder