Jale Meydanı’nda Kara Cuma olaylarının yaşandığı 8
Eylül 1978 tarihinden kısa bir süre sonra Michel Foucault, İran Devrimi üzerine
haber yapmak için Tahran’a gelir. İlk geçtiği haberler tipik gazeteci
haberleridir. İran ordusu içerisindeki dağılmayı inceler, İran modernleşmesinin
ekonomik ve politik tarihini izah eder ve İslam ile protesto hareketi
arasındaki bağı ortaya koyar. Foucault’nun tespitine göre İranlılar, askerlerin
kendilerine makineli tüfeklerle ateş açabileceği gerçeğini görmekte, ama asla
geri adım atmamaktadırlar. O günlerde İranlılar, İran askeri yerine, havadan
Tahran’a atılacak İsrailli savaşçıları karşılarında bulmayı tercih ettiklerini
söylemektedirler.
İran’daki politik dönüşüme dair vizyon, Şah'ın,
rejiminin ve onun temsil ettiği her şeyin tümden reddine dayanmaktadır.
Foucault’nun tespitine göre, “İran’daki ayaklanma geleneksel toplumun
modernizasyonunun her yana yayılması sürecine uyum sağlayamaması değil, İran
toplumunun “bir arkaizm olarak modernizasyonu reddetmesinden
kaynaklanmıştır.” Foucault geçtiği haberlerde, İran’da modernizasyonun ve
çürümenin bir ve aynı şey olduğu üzerinde durur. Ona göre tüm yaşananların
sorumlusu Şah ve ailesidir. Modernizasyon akıntısına karşı bir direnci temsil
eden İslam, Foucault’nun kanaatine göre, İranlılara bir tür politik kimlik
kazandırmış, bu kimlik, Şah ve ordusuna karşı çıkma noktasında İran halkına
sahip olduğu kolektifliği müthiş bir güce dönüştürme imkânı sunmuştur.
Foucault, İran Devrimi üzerine haber geçmeye devam
eder. Sonraki yazıları ilk geçtiği haberlerden artık farklıdır. Duygusal bir
içeriğe ve bağlılığa sahiptir. Foucault, orduya karşı şiddete dayalı olmayan,
duygusal ve cesaretli bir muhalefet gerçekleştirdikleri için İranlıları över ve
devrimin ruhani lideri olarak Ayetullah Humeyni’nin mistik niteliğini yüceltir.
Gelecek için somut bir program sunulması bağlamında Foucault yanlış bir tespit
yapar, ayaklanmanın bir Humeyni hükümeti veya hiyerarşik bir dinî rejimle
sonuçlanmayacağını söyler. Bu dönemde ayrıca Foucault’nun yazılarının köktenci
İslam’ı eleştirmeden tasdiklediğini söyleyen Parisli aydınlara karşı bir
savunma içerisine girer. Bu noktada Foucault, ilgili eleştirilerin İslam’a ait
tüm biçimleri “kendi bütünlükleri içerisinde bin yıllık bir ‘fanatizm’ lekesine
indirgemekte” olduğunu, oysa "İslam’ı anlamak için öncelikle nefretle işe
başlamamak gerektiğini” söyler.
Foucault’yu büyüleyen, İran’da yaşanan olayları içine
yerleştirdiği üç paradokstur: ilk olarak silâhsız bir ayaklanma, dünyadaki en
kudretli ordulardan birini çaresiz bırakmıştır; ikinci olarak protesto hareketi
iç ayrışmalar veya çatışmalar yüzünden dağılmamıştır; üçüncü olarak Şah'ın
iktidardan indirilmesinin ötesinde, belirli uzun vadeli hedeflerin yokluğu
hareketin zayıf değil, güçlü yanıdır. Foucault, İranlıların dinî yapıları
kullanma yöntemlerini takdir eder. Mollalar, camiler arasında oluşmuş şebeke
üzerinden kasetler dağıtmakta ve hükümetin sansürüne karşı istihbarat temin
etmektedirler. Foucault’nun tespitine göre İranlılar, “mükemmelen cem olmuş bir
müşterek irade” sergilemişlerdir. Sonrasında verdiği bir mülâkatta Foucault,
İran’a gitmezden önce müşterek iradenin “Tanrı veya ruh gibi, bir insanın asla
karşılaşamayacağı bir şey” olduğunu düşündüğünü söyler.
Devrimci olayların bitmeye yüz tuttuğu dönemde
Foucault, İran’da yaşanan olayların bir felaketle sonuçlandığını anlar. Şah
sonrasına kilitlenmiş, despotik bir rejimin, köktenci bir İslamî teokrasinin
kurulduğunu görür. İktidarın başında ise Humeyni vardır. 14 Nisan 1979’da
Foucault, İran’ın yeni başbakanı Mehdi Bezirgan’a bir mektup yazarak, ona
İranlıların “bir mollalar hükümeti” tarafından yönetilmek istemediklerini
anımsatır. Politik muhaliflerin, eşcinsellerin ve diğer istenmeyen kişilerin
idamına atıfta bulunan Foucault, Bezirgan’ı insan haklarını korumanın hükümetin
yükümlülüğü olduğu, eğer bu yükümlülük ihlal edilecek olursa, yeni rejimi var
eden aynı dinin o hükümete karşı kullanılacağı konusunda uyarıda bulunur.
Foucault, 11-12 Mayıs 1979’da İsyan Etmek Beyhude
mi? isimli çalışmasını yayımlar. Bu çalışmanın ardından da İran Devrimi
konusunda tümüyle sessizliğe gömülür. İlgili eserde Foucault, İranlıların Şah'a
karşı gelmesini sağlayan kuvveti muhafaza etmek ister: “Köktenci molla
sınıfının eli kanlı hükümetindeki maneviyatla ölümün üzerine üzerine yürüyen
kitlelerin maneviyatı asla aynı değildi.” Foucault, sarfettiği onca sözden
caymanın gerekli olmadığına kanaat getirir ve İranlılara verdiği desteğin yeni
rejime yönelik eleştirisiyle uyumlu olduğunu söyler:
“Bir
insanın görüşlerini değiştirmesinde utanılacak bir şey yok ama o kişi, dün
SAVAK’ın işkencelerine karşı olduktan sonra, bugün de ellerin kesilmesine karşı
çıktığında, görüşlerini değiştirdiğini söylemesine bile gerek yoktur.”
Foucault’nun izahına göre bir aydın olarak sahip
olduğu ahlâk, stratejik olmaktan imtina eden bir ahlâktır. Devrimin ortaya
çıkardığı sonuçları yargılamanın veya onları ahlâkî yönden değerlendirmenin
kendisine ait bir sorumluluk olduğunu düşünmediğini ifade eder: “Devlet,
evrensel değerleri ihlal eder etmez bir tekillik ortaya çıkıp tüm uzlaşmazlığı
ile hareket ettiğinde, o tekilliğe saygı duyulmalıdır.” 11 Mayıs 1979’dan sonra
Foucault, İran Devrimi’ni ağzına bir daha almaz. Devrimle ilgili yazıları da
kariyeri boyunca sıklıkla tartışmalara yol açar.
Visam Şaibi
0 Yorum:
Yorum Gönder