10 Nisan 2020

,

Virüs ve Yarının Dünyası


Koronavirüs sistemimizi sınava tabi tutuyor. Gördüğümüz kadarıyla Asya, salgını Avrupa’ya göre daha iyi kontrol altına alıyor. Hong Kong, Tayvan ve Singapur’da bulaş sayısı çok az. Tayvan’da 108, Hong Kong’da 193 vaka var.
Öte yandan Almanya’da kısa sürede (20 Mart itibarıyla) bu rakam 15.320’e, İspanya’da 19.980’e çıktı. Salgının başladığı Çin bile salgını kontrol altına aldı. Tayvan ve Kore evden çıkışlara yasak getirmedi, dükkânları, mağazaları ve restoranları kapatmadı.
Bu süreçte Asyalılar, Avrupa’dan kaçmaya başladılar. Çinliler ve Koreliler bugün kendilerini daha güvende hissedeceklerini düşündüklerinden, kendi ülkelerine dönmek istiyorlar. Ama uçak biletlerinin fiyatları ikiye katlandı. Çin ve Kore bileti bulmak, artık çok zor.
Avrupa bu süreçte başarısız. Bulaş sayısı katlanarak artıyor. Avrupa, salgını kontrol altına alamıyor. İtalya’da her gün yüzlerce insan ölüyor. Yaşlılara takılan suni solunum cihazları çıkartılıp gençlere takılıyor.
Bir yandan da hiçbir işe yaramayan, aşırı tepkiler veriliyor. Sınırların kapatılması, egemen devletlerin ümitsizliğine dair bir ifade. Galiba o eski egemenlik çağına geri döndük. Olağanüstü hâle karar veren, egemenler. Sınırları onlar kapatıyor. Ama bu temaşanın hiçbir işe yaramadığı açık. Avrupa’da işbirliği, sınırları kapatmaktan daha fazla katkı sağlayacak bir tutum.
Avrupa, bir yandan da yabancılara yasak getirdi. Aslında bu, kimsenin gelmek istemediği bir yer olarak Avrupa için atılmış çok saçma bir adımdı. Asıl Avrupalıların kıtayı terk etmelerine yasak getirilmeliydi ki dünya Avrupa’dan korunabilsin. Çünkü bugün Avrupa, salgının ana merkezi.
Asya’nın Avantajları
Avrupa’ya kıyasla Asya’daki sistem, salgınla mücadele konusunda ne tür avantajlara sahip? Japonya, Kore, Çin, Hong Kong, Tayvan ve Singapur gibi Asya ülkelerinde otoriter bir akıl hâkim ki bu, esasen Konfiçyüsçülük gibi kültürel öğelerden kaynaklanan bir durum. Burada insanlar daha az şey talep ediyor, düzene daha fazla bağlı kalıyor. Devletlerine daha fazla güveniyorlar. Sadece Çin’de değil Kore ve Japonya’da da gündelik hayat Avrupa’ya kıyasla daha fazla katı kurallara tabi.
Virüsle mücadele noktasında Asyalılar, dijital gözetleme faaliyetlerine daha fazla bel bağlıyorlar. Daha fazla sayıda verinin salgına karşı kendilerini koruyacağını düşünüyorlar. Asya’da salgınla sadece virologlar ve epidemiyologlar değil, bilgisayar mühendisleri ve makroveri uzmanları da mücadele ediyor. Bu paradigma farklılığı, Avrupa’nın henüz idrak edebildiği bir husus değil. Dijital gözetleme faaliyetlerini savunanlar büyük veri birikiminin insanların hayatını kurtarabileceğini söylüyorlar.
Asya ise bu faaliyetleri hiç eleştirmiyor. Verilerin korunmasından artık kimse bahsetmiyor. Japonya ve Kore gibi liberal devletler bile bunu mesele etmiyorlar. Kimse, devletlerin veri toplamasına kızmıyor.
Bu koşullarda Çin, Avrupalıların tahayyül bile edemeyeceği bir sosyal kredi sistemini dereye soktu. Bu sistem, yurttaşların kapsamlı bir biçimde incelenip değerlendirilmesini mümkün kılıyor. Her yurttaş, toplumsal davranışına göre değerlendirmeye tabi tutuluyor. Çin’de gündelik hayat dâhilinde gözlenmeyen, izlenmeyen tek bir an yok. İnternetteki her bir tıklama, her alışveriş, her temas, sosyal ağlardaki her bir faaliyet izleniyor. Kırmızı çizgiyi geçenlerin, rejimi eleştirenlerin, sosyal medyada eleştirel yorumlar yazanların puanları düşürülüyor. Böylelikle hayat, daha da tehlikeli bir hâl alıyor.
İnternetten sağlıklı gıda ürünleri alanlar veya rejimle bağlantılı gazeteleri okuyanlar, yüksek puanlar alıyorlar. Yeterince puanı olanlara vize veya düşük kredi veriliyor. Belirli bir puanın altına düşünlerse işlerini kaybetme riskiyle yüzleşiyorlar.
Çin’de toplumsal gözetim, internet ve cep telefonu şirketlerinin devlete ellerindeki verileri sınırsız bir biçimde teslim etmeleri sayesinde mümkün olabiliyor. Veriler hiçbir şekilde korunmuyor. “Özel alan” tabirine Çincede rastlanmıyor.
Çin’de faal 200 milyon kadar gözetleme kamerası var. Bunların önemli bir bölümünde yüz tanıma teknolojisi de var. Bunlar, yüzdeki benleri bile tespit edebiliyor. Bu kameralardan kaçış mümkün değil. Yapay zekâ ile donatılmış olan bu kameralar, kamusal alanda, mağazalarda, sokaklarda, istasyonlarda ve havalimanlarında her bir yurttaşı gözlüyor ve değerlendirmeye tabi tutuyor.
Dijital gözetleme için kurulmuş olan tüm altyapının salgının kontrolünde epey etkili olduğu görüldü. Pekin istasyonundan ayrılan birini bu kişinin vücut sıcaklığını ölçen kamera otomatik olarak yakalıyor. Bu sıcaklık endişe verici ise onunla aynı araçta oturan tüm insanların cep telefonlarına uyarı mesajı gönderiliyor. Sistem, trende oturan herkesi tanıma imkânını bu sayede belirli bir amaç için kullanabiliyor.
İnternet haberlerine bakılacak olursa karantina altındaki insanların izlenmesinde dronlar bile kullanılıyor. Karantinadan gizlice çıkan biri varsa dron ona yaklaşıyor ve eve dönmesi talimatı veriyor. Hatta belki de makbuz basıp bu kişiye atıyordur, kimbilir!
Bu, Avrupalılar için distopik bir durumu ifade ediyor ama Çin’de bu türden gelişmelere pek itiraz edene rastlanmıyor. Çin’in yanında Güney Kore, Hong Kong, Singapur, Tayvan ve Japonya da verilerin dijital ortamda izlenmesine eleştirel yaklaşmıyor. Dijitalleşme onları doğrudan ele geçiriyor. Ayrıca bu, belirli bir kültürel sebebe dayanıyor. Asya’da kolektivizm hâkim. Kimsenin ağzından bireyciliğe dair bir ifade dökülmüyor. Ama bireycilik bencillik demek değil, zaten bencillik de Asya’da epey yaygın.
Veri birikiminin virüsle mücadelede kullanılmasının sınır kapatma girişimlerinden daha etkili olduğu görüldü. Veri koruma politikası sebebiyle Avrupa, virüsle dijital ortamda mücadele edemedi. Çin’de ise cep telefonu ve internet sağlayıcıları, müşterilerinin hassas verilerini güvenlik kurumlarına ve sağlık bakanlığına teslim ediyor. Bu sayede devlet, benim nerede olduğumu, kiminle buluştuğumu, ne yaptığımı, ne aradığımı, ne düşündüğümü, ne yediğimi, ne satın aldığımı, nereye gittiğimi biliyor. Gelecekte devlet, vücut sıcaklığını, ağırlığını, kan şekeri düzeyini vs. kontrol edebilecek. Bugün insanları kontrol eden dijital psikopolitikaya dijital biyopolitika eşlik ediyor.
Virüs bulaşmış olması muhtemel kişilerin sadece teknik veriler üzerinden taranabilmesi için Vuhan’da binlerce dijital araştırma ekibi kuruldu. Makroveri analizi üzerinden bu ekipler, virüsün kimlere bulaşmış olabileceğini anlamaya, kimlere bulabileceğini görmeye ve kimlerin karantinaya alınmasına ihtiyaç duyulacağını belirlemeye çalışıyorlar. Salgına bağlı olarak gelecek yüzünü pratikte dijitalleşmeye dönüyor. Bu bağlamda egemenlik de yeniden tanımlanıyor. Egemen, verilere sahip olanları ifade etmeye başlıyor. Avrupa ise olağanüstü hâl ilân ediyor, sınırları kapatıyor ve hâlen daha eski egemenlik modellerine bağlı kalıyor.
Salgınla mücadelede dijital gözetleme faaliyetlerini sadece Çin değil diğer Asya ülkeleri de kullandı. Tayvan’da devlet, aynı anda tüm yurttaşlarına SMS gönderip virüs bulaşmış insanlarla temas kurmuş insanların evde kalmasını istedi veya onlara virüs bulaşmış kişilerin adreslerini ve konumlarını bildirdi.
Erken bir aşamada Tayvan, muhtelif veri bağlantılarını kullanarak, virüs bulaşmış kişilerin yerini yaptıkları yolculuklar üzerinden belirledi. Kore’de virüs bulaşmış kişinin bulunduğu binaya yaklaşan kişilere APP-Crown uygulaması üzerinden sinyal gönderildi. Virüslü binaların ve konumların tamamı uygulamaya kaydedildi. Bu noktada verilerin korunması ve gizlilik kuralları hiçbir biçimde dikkate alınmadı. Kore’de binaların her bir katına, bürolara ve mağazalara kamera yerleştirildi. Kamusal alanda kameraya görünmeden hareket etmek imkânsızlaştı. Cep telefonu ve video kaynaklı verilerle virüs bulaşmış kişinin profili çıkartıldı. Bu kişilerin hareketleri yayımlandı. Bu sebeple gizli aşk ilişkileri açığa çıktı. Kore Sağlık Bakanlığı çalışanlarına “takipçi” denmeye başlandı. Bu insanlar, gece gündüz videoları izliyor, virüs bulaşmış kişilerin ve bunların temas kurduğu kişilerin profillerini çıkartmak için uğraşıyor.
Asya ve Avrupa arasında görülen çarpıcı bir farklılık da koruyucu maskeyle ilgili. Bunları tedavi esnasında doktorlar da takıyor. Son birkaç hafta içerisinde Kore, halka maske dağıtımını öncelikli gündem maddesi olarak ele almaya başladı. Eczaneler önünde uzun kuyruklar oluştu. Siyasetçiler herkese maske dağıtmadıkları için eleştirildi. İmalat için hızla yeni makineler imal edildi. Şuan maske tedarikinin iyi düzeyde olduğu görülüyor. Bana kalırsa yaygın maske dağıtımı, salgının kontrol altına alınmasına ciddi bir katkı sundu.
Koreliler, koruyucu maskeleri işyerlerinde de takıyor. Hatta siyasetçiler de halkın karşısına maskeyle çıkıyorlar. Kore cumhurbaşkanı, her basın konferansında maske takıyor. Kore’de maske takmayanlar, ağır bir biçimde eleştiriliyorlar. Avrupa’da ise bu iş ciddiye alınmıyor ki bu, saçma bir tutum. O zaman doktorlar neden takıyorlar?
Maskelerin sık sık değiştirilmesi lazım. Islandıklarında filtreleme işlevini yitiriyor. Koreliler bir yıkanabilen, nanofiltreli koronavirüs maskesi bile ürettiler. Maskenin insanları virüsten bir ay süreyle koruyabileceğinden söz ediliyor. Aşının veya ilâcın henüz ortada olmadığı koşullarda bu maske gayet iyi bir çözüm.
Avrupa’da ise doktorlar, maske almak için Rusya’ya gitmek zorunda kalıyorlar. Macron, sağlık emekçilerine dağıtmak için maskelere el koydu. Daha sonra normal filtresiz maskeler dağıtıldı ve ortaya bunların virüsten koruduğu yalanı atıldı. Avrupa mücadelede başarısız.
Avrupa’da insanlar, en yoğun saatlerde metroyu ve otobüsleri tıka basa dolduruyorsa mağazalar ve restoranlar neden kapalı? Gerekli mesafe nasıl sağlanabilir? Bu mesafeyi sağlamak süpermarketlerde asla mümkün değil. Sonuçta iki sınıf varlığını her yerde hissettiriyor. Arabası olan, virüse daha az maruz kalıyor.
Avrupa ülkelerinde maske takan insan sayısı çok yüksek değil. Ama aynı şey Asya için söylenemiyor. Hatta Avrupalılar takanlara tuhaf bakıyorlar. İki kıta arasında belirli bir kültürel farklılık söz konusu. Avrupa’da bireycilik maske konusunda da kendi alışkanlığını dayatıyor. Maske takanlara suçluymuş gibi bakılıyor. Kore’de ise maskeli insan görmek olağan bir durum.
Geçmişte maske, birçok başka ürün gibi Çin’den alınıyordu. Bugün Avrupa’da maske bulunmamasının sebebi bu. Asya devletleri ise halklarına koruyucu maske temin etmek için uğraşıyor. Çin’de maske bittiğinde başka ürün üreten fabrikaların maske üretmesi sağlanıyor.
Avrupa’da sağlık emekçileri bile bu maskeleri bulamıyor. İnsanlar, otobüsleri ve metroyu maske takmadan doldurmaya devam ettiği sürece “evde kal” hamlesinin hiçbir anlamı olmayacak.
Salgından alınacak bir ders de şu: Avrupa, koruyucu maske, ilâç ve tıbbi teçhizat üretimini kıtanın dışından kendi topraklarına taşımak zorunda.
Riskleri yanında virüs, o risklerle orantısız bir paniğe yol açtı. Daha fazla ölüme neden olmuş olan İspanyol gribi, ekonomiyi bu kadar mahvetmemişti. Peki bunun sebebi ne? Dünya, virüse neden bu kadar aşırı bir panikle cevap veriyor? Hatta Emmanuel Macron savaştan, yenmek zorunda olduğumuz görünmez düşmandan söz ediyor.
Düşman geri mi döndü? İspanyol gribi salgını, Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında patlak vermişti. O dönemde herkes herkese düşmandı. Kimse salgını savaşla veya düşmanıyla ilişkilendirmedi. Ama bugün tümüyle farklı bir toplumda yaşıyoruz.
Uzun zamandır düşmanımız yoktu. Soğuk Savaş, uzun zaman önce sona erdi. İslamî terörizm de uzak diyarlara sürülmüş gibi görünüyor. Yorgunluk Toplumu kitabımda belirttiğim gibi bugün düşmanın olumsuzluğu üzerine kurulu bağışıklık paradigmasının geçersizleştiği bir dönemde yaşıyoruz.
Soğuk Savaş döneminde bağışıklığı esas alarak örgütlenen topluma sınırlar ve çitler damgasını vuruyordu. Bu durum da mal ve sermaye dolaşımına mani oluyordu. Küreselleşme, bağışıklığı güçlendiren tüm bu eşikleri sermayenin elini rahatlatmak adına ortadan kaldırdı.
Bugün hayatın tüm alanlarına yayılmış olan gelişigüzellik ve serbestlik, bilinmeyendeki veya düşmandaki olumsuzluğu silip attı. Bugün tehlike, düşmanın olumsuzluğunda değil aşırı olumlu oluşunda. Bu özellik, kendisini aşırı performansta, aşırı üretimde ve aşırı iletişimde ifadesini buluyor. Düşmandaki olumsuzluk, şuan sahip olduğumuz sınırları olmayan serbestlik üzerine kurulu toplumumuzda kendisine yer bulamıyor. Başkalarının uyguladığı baskılar yerini bunalıma bırakırken, başkalarının sömürü pratiği yerini insanların kendilerini gönüllü olarak sömürdüğü, kendilerini en iyi seviyeye taşımak için uğraştığı bir gerçekliğe bırakıyor. Performansın önem arz ettiği bir toplumda insanlar, her şeyin ötesinde, kendisiyle savaşıyorlar.
Bağışıklık Sağlayan Eşikler ve Sınırların Kapatılması
Virüs, küresel kapitalizmin bağışıklığını iyice zayıflattığı bir toplumda ortaya çıktı. Panikle birlikte bağışıklık için duvarlar ördük, sınırları kapattık. Düşman geri dönmüştü. Artık kendimizle değil, dışarıdan gelen görünmez düşmanla savaşıyorduk.
Virüs karşısında açığa çıkan aşırı panik, toplumun hatta dünyanın yeni düşmana dönük bağışıklık tepkisidir. Bu tepki öyle şiddetli ki uzun zamandır düşmansız, olumluluk yüklü bir toplumda yaşıyorken virüs bizim tarafımızdan kalıcı dehşet olarak algılandı.
Lâkin bu paniğin başka bir sebebi daha var: Dijitalleşme. Dijitalleşme gerçekliği sildi. Gerçeklik, acı verebilen bir direnişin kaynağı olarak görülüyor. “beğeni” üzerine kurulu dijitalleşme kültürü, direnişteki olumsuzluğu ortadan kaldırıyor. Sahte haberler, sahte videolar döneminde gerçekliğe karşı bir ilgisizlik açığa çıkıyor.
Ama artık ortada gerçek bir virüs var ve bu bilgisayar virüsü değil. Böylelikle gerçeklik ve direniş, bir kez daha virüs denilen düşman formunda yeniden hissediliyor. Virüse yönelik şiddetli ve abartılı paniği gerçeğin herkesin yüzüne çarpması olarak yorumlamak mümkün.
Finans piyasaları da salgına panikle cevap verdi. Esasen bu da zaten bu piyasalarda varolan paniğin bir ifadesi. Dünya ekonomisindeki büyük şoklar, onu iyice kırılgan bir hâle sokuyor. Borsalarda endeks eğrisi sürekli yükselmesine rağmen emisyon bankalarının yürüttüğü riskli para politikası, son yıllarda zaten beklenen bir paniğin açığa çıkmasını sağlamıştı.
Muhtemelen virüs, bardağı taşıran son damla. Finans piyasasındaki panik, virüs korkusuyla değil piyasanın kendisiyle ilgili korkusuyla bağlantılı. Virüs olmasaydı da piyasalarda ağır bir kriz açığa çıkacaktı zaten. Muhtemelen virüs, daha büyük bir krizin girizgâhı olarak rol oynuyor.
Žižek, virüsün kapitalizme ölümcül bir darbe indirdiğini ve komünizmin yeniden gündeme geleceğini iddia ediyor. Hatta Žižek, virüsün Çin rejiminin yıkılmasına sebep olacağını söylüyor. Žižek yanılıyor.
Bunların hiçbiri yaşanmayacak. Çin artık dijital polis devletini salgına karşı başarılı bir model olarak satma imkânı buluyor. Sisteminin üstünlüğünü herkese gururla ispatlıyor.
Salgından sonra kapitalizm, yoluna daha da güçlenerek devam edecek. Turistler yeryüzünü arşınlamayı sürdürecek.
Virüs aklın yerini alamaz. Çin tarzı dijital polis devleti bile Batı’da karşılık bulacak. Naomi Klein’ın da dediği gibi yeni bir yönetim sisteminin inşa edilmesi için en uygun vakittir. Bildiğimiz gibi, neoliberalizm de çalkantılara yol açan krizlerin arından tesis edilmişti. Kore ve Yunanistan’da yaşanan bu.
Umalım ki bu virüsün sebep olduğu şokun ardından Çin tipi bir dijital polis rejimi Avrupa’nın kapısını çalmasın. Eğer Giorgio Agamben’in de korktuğu bu durum yaşanırsa olağanüstü hâl kural hâlini alır, yerleşikleşir. Böylelikle virüs, İslamî terörizmin bile başaramadığı şeyi başarır.
Virüs kapitalizmin sırtını yere çalmayacak. Viral devrim hiçbir zaman yaşanmayacak. Hiçbir virüs devrim yapamaz. O bizi tecrit edip bireyselleştirir. Asla güçlü kolektif duygular üretmez.
Bugün bir biçimde herkes, sadece kendisinin hayatta kalmasıyla ilgileniyor. Birbirimize mesafe almaktan ibaret olan dayanışma, farklı, barışçıl ve adil bir toplum hayalini kurmamıza imkân sağlamaz.
Devrimi virüsün ellerine teslim edemeyiz. Umalım ki virüs çekip gittiğinde geride insanî bir devrim bıraksın.
Biz, akıl bahşedilmiş varlıklar olarak, kendimizi, iklimi, güzel gezegenimizi kurtarmak için yıkımlara yol açan kapitalizmi ve sınırsız, tahripkâr hareket etme becerimizi sınırlamayı düşünmek ve bu konuda adımlar atmak zorundayız.
Byung-Chul Han
22 Mart 2020

0 Yorum: