11 Nisan 2020

Marksistler İnsan Haklarına İnanabilirler mi?



Marx-Engels ve Marksistler hukuk meselesini nasıl anladılar?

Marx’a göre hukukî ilişkiler, “tıpkı devlet biçimleri gibi, ne kendileri ne de insan ruhunun evrensel gelişimi denilen şey üzerinden anlaşılmalı. Bu ilişkiler, Hegel’in ‘sivil toplum’ terimi üzerinden bütünlüğünü kavradığı hayatın maddi koşullarından kaynaklanırlar.”[1]

Engels ise şunları yazar:

“Neyin sosyal adalet neyin sosyal adaletsizlik olduğuna karar veren, politik ekonomi bilimi anlamında, üretimin ve mübadelenin maddi olgularını ele alan bilimdir.”[2]

Dolayısıyla hukuk ilkeleri, toplumsal ilişkileri değerlendirme noktasında başvurulacak bağımsız rasyonel ölçütler kümesi bağlamında nesnel kurallar olarak anlaşılmamalı, toplumsal ilişkileri kontrol eden ve onlardan kaynaklanan şeyler olarak izah edilmelidirler.[3]

Marksistler hukuka karşı çıkarlar. Bunun ilk nedeni, hukukun doğası gereği ideolojik olmasıdır. Hukuk, neyin adil neyin insaflı olduğunu belirleyen nesnel ilkeler öne sürdüğünü iddia eder ve haklarla yükümlülükleri tanımlar. Bu hakların ve yükümlülüklerin evrensel düzeyde geçerli olduklarını ve toplumun tüm üyelerinin çıkarlarına (belki de her toplumun üyelerine) hizmet ettiğini söyler; ayrıca belirli kesimlerin veya partilerin çıkarlarının dışında olduğu iddiasında bulunur.

Oysa Marksistler, tüm bu iddiaların gerçek dışı ve temelsiz olduğunu söylerler. Burada amaç, hukukun ilkelerinin gerçek işlevini gizlemektir. Sonuçta hukukun amacı, mevcut düzendeki toplumsal ilişkileri korumaktır. Bu görev ise en iyi, ilgili iddialar en geniş kesimlerce kabul edildiği ölçüde ifa edilebilir.

Dolayısıyla Marksistler, hukukun kendisi ile ilgili anlayışın üzerindeki örtüyü kaldırmaya çalışırlar, bu amaç doğrultusunda da hukukun gerçek işlevlerini ve dayandığı burjuva çıkarları ifşa ederler.

Ama buradan komünistlerin her türden burjuva hakkı ve yükümlülüğü ihlal eden ahlaksızlar olması gerektiği iddiasında bulunulamaz. Bu, her hâlükârda zayıf bir taktik olacaktır.

Asıl önemli olan, hukuk ilkelerinin komünistler için akli planda bir şeyleri yapmaya zorlayıcı bir otorite olmaması gerektiğini görmektir. Bu anlamda komünistlerin, kapitalizmi hukuk ilkelerine uygun hareket etmediği, adil olmadığı, işçilerin haklarını ihlal ettiği için eleştirmelerinin bir anlamı yoktur. Bu eleştirilerin sadece taktik bağlamında bir anlamı vardır.

Komünistler, hukuka daha köklü sebeplere bağlı olarak itiraz ederler. Bu noktada da hukukun ilkelerinin hangi soruna cevap bulduğu sorusunu sorarlar. Hukukçular ve felsefeciler bu soruya farklı cevaplar verseler de verilen cevapların ortak bir hayat anlayışlarına dayandığını söylemek mümkündür.

Buna göre hayat çelişkilerle, felâketlere yol açabilecek çatışmalarla yüklüdür. Dolayısıyla otorite tesis etmeye dönük kurallar çerçevesine, kuralların baskıcı yöntemlerle uygulanmasına ihtiyaç vardır. Sonuçta bu kurallar ve yöntemler, “herkes kendi çıkarına hizmet eder” tespiti üzerinden meşrulaştırılırlar.

Hukuk, insanî koşulun doğasında olan “ahlâk koşulları”na yönelik bir cevaptır. Bu koşulların ciddiyet düzeyine bağlı olarak cevap da farklı toplumlarda farklı biçimler alır. Bu noktada David Hume’un ahlâk koşulları ile ilgili, kendi teorisini özetleyen değerlendirmesine bakılabilir. Hume’a göre adalet, “insandaki bencillikten ve sınırlı cömertlikten, doğanın insanın isteklerini yeterince karşılamamasından kaynaklanır.”[4]

Etikle ilgili kitabında John Mackie, Hume’un ifadesi yanında Sofistlerin kurucusu filozofu Protagoras ile Hobbes’un cümlelerini alıntılar. Bu çalışmasında Mackie, hukuk olarak görebileceğimiz “dar ahlâk anlayışı”nı ameller üzerindeki kısıtlamalar üzerine kurulu sistem şeklinde tarif eder. Yazara göre bu kısıtlamalar, fail değil de şahıs olarak insanların çıkarlarını korumak gibi bir işlev görür. Bunlar, kişilerin doğal eğilimleri veya kendiliğinden yönelimleri üzerinde kontrol sağlarlar.

Mackie de Hume gibi ahlâkın insanın yüzleştiği badire dâhilinde karşısına çıkan şu temel meseleyi çözüme kavuşturmak için gerekli olduğunu söyler: Sınırlı kaynaklar ve sınırlı ilgiler birlikte rekabete yol açar, rekabetse çatışmaya ayrıca her iki tarafın fayda sağlayacağı işbirliğinin ortadan kaybolmasına sebep olur.[5]

Ayrıca John Rawls’un benim “ahlâk koşulları”, kendisinin “adalet şartları” dediği hususla ilgili değerlendirmesine de bakılabilir: Bunlar, insanî işbirliğinin mümkün ve gerekli hâle geldiği olağan koşulları ifade ederler ve bu şartlar, insanlar kıtlık durumunda toplumsal avantajların belirli bir bölümü üzerinde hak iddiasında bulunduklarında geçerlilik kazanırlar.[6]

Marksizmse kendisine has bir biçimde, ahlâk koşullarının hayata has olduğu iddiasına karşı çıkar. Ona göre kısıtlı diğergâmlık ve kısıtlı kaynaklar, insanî koşula has özellikler değildir. bilâkis diğergâmlık da kaynaklar da tarihin belirlenimi altındadır, sınıflı toplumlara hastır ve her an ortadan kaybolabilirler. İnsanların yüzleştikleri badirelerin temelinde ne sınırlı kaynaklar, ne sınırlı ilgiler ne de genel çıkar çatışmaları ve uzlaşmaz toplumsal ilişkiler yatar. Böyle olduğu iddiası, hukukun yayıp durduğu ideolojik bir yanılsamadır. Bu iddia, ideolojik planda sınıflara tabi mevcut toplumsal düzenin kalıcılaşmasına hizmet eder.

Marksizmse şunu söyler: bolluk üzerine kurulu, birlik içinde bir toplum oluşturulmalı, bu hedef tarihsel gündemin başına yazılmalıdır. Bu toplumu kuracak, kurabilecek sınıf ise işçi sınıfıdır.

Hukuk, ideolojik olmanın ötesinde sınıflı toplumları istikrara kavuşturur, sınıfsal çıkarları gizler, rakip hak iddiaları arasında hakemlik yapar, özgürlükleri kısıtlar, maliyetleri ve faydaları, insaflı, nesnel ve taraflar için avantajlı olacak şekilde dağıtır. Hukuk, aynı zamanda Marksizmin redde tabi tuttuğu koşullara dair değerlendirmeye sırtını yaslar.

Marksizmin tespitine göre tüm önemli çıkar çatışmalarının ana kaynağı, sınıfsal ayrışmadır. Bu noktada Marx ve Engels, komünizmin insanla doğa ve insanla insan arasındaki çelişkinin gerçek mânâda çözüldüğü yer olduğunu söyler[7] ve toplumsal barışın toplumsal savaşın ardından gerçekleşeceği iddiasında bulunur.[8]

Trotsky ise “toplumsal çelişkilerin bulunmadığı geleceğin toplumunun yalansız ve şiddetsiz bir toplum olacağını” söyler. Marksistler, genel anlamda toplumsal veya psikolojik her türden çelişkinin temelinin sınıf olduğundan gayrı bir şey söylemezler. Çatışan hak iddialarını ve çıkarları düzene sokacak ilkeleri belirlemek suretiyle hukuk sınıfsal uzlaşmayı beslerler, böylelikle hukuka ihtiyaç duymayacak bir toplumsal hayatı mümkün kılması muhtemel devrimci değişimi geciktirir, zira ahlâkın koşulları veya adaletin şartları hiçbir zaman geçerli olmayacaktır.

Bu anlamda Marx’ın hukuku ahlâkla ilgili bir görüş olarak değerlendiren yaklaşımı ile onun dinle ilgili yaklaşımı paralellik arz eder. Marx, “dinin insanların hayali bir saadeti olarak ilga edilmesinin gerçek saadet talebi olduğunu” söyler. Ona göre “insanların tabi oldukları koşullarla ilgili yanılsamaları terk etme çağrısı, yanılsamalara ihtiyaç duyan koşulun terk edilmesine dönük bir çağrıdır.”[8] Aynı şekilde “insanın hakları” ve “adalet”le ilgili yanılsamaların terk edilmesi çağrısı da adaletin şartları ve ahlâkın koşullarını terk çağrısıdır.

Peki bir Marksist, insan haklarına inanabilir mi?

Böylesi bir inanç, hedeflerin veya stratejinin ihtiyaçları ile hak iddiaları arasındaki çatışmadan kaynaklanır. O zaman bir Marksist, haklara dönük ihtiyacın ortadan kaldırılmasını içeren hedeflerle bu hakların çeliştiği durumlarda bu hakları koruyup savunmalı mıdır?

Birçok Marksistin insan haklarını alnının akıyla ve kahramanca savunduğuna hiç şüphe yok. Ama Marksistler bu işi, mücadelelerinin hedefleri ile bu savundukları haklar çelişmediği durumlarda yaparlar.

Örneğin bu noktada faşizme yönelik direnişe, ırkçılık ve sömürgecilikle mücadeleye, Latin Amerika’daki diktatörlüklerde solun yükselttiği muhalefete ya da Troçkistlerin Sovyetler’de ve Doğu Avrupa’da yürüttükleri faaliyetlere bakılabilir.

İnsan haklarına yönelik inancın asıl sınanacağı yer, mücadelenin hedeflerinin veya stratejinin hak savunusuyla çeliştiği momenttir. Görebildiğim kadarıyla elimizdeki Marksist külliyat, insan haklarını korumak için herhangi bir gerekçe öne sürmemekte hatta tam tersini yapmak gerektiğini söylemektedir.

Sonuçta Marksistler insan haklarına inanamazlar. Riyakârlık etmeyen, kendisini aldatmayan Marksistler, insan haklarına iman ettikleri takdirde bu tarz bir imanla çelişen Marksist külliyatın temel ilkelerini terk eden veya çöpe atan birer revizyoniste dönüşürler.

Steven Lukes

[Kaynak: Praxis International, Sayı 4 (1981), s. 341-344.]

Dipnotlar:
[1] Marx, “Preface to a Contribution to the Critique of Political Economy,” Selected Works, Cilt. 1, s. 362 (değiştirilmiş çeviri, -S.L.).

[2] Marx ve Engels, Kleine Ökonomische Schriften (Berlin, 1955), s. 412, aktaran: Allen Wood, “The Marxist Critique of Justice,” Philosophy and Public Affairs, Bahar 1972, s. 15.

[3] Bkz. A.g.e., ve Allen Wood, Karl Marx (Londra, 1981), 3. Bölüm, “Marxism and Morality.”

[4] David Hume, A Treatise of Human Nature, III. Kitap, II. Kısım, II. Bölüm, L. A. Selby- Biggs, od. (Oxford, 1888), s. 495. 32 J. L. Mackie, Ethics: Inventing Right and Wrong (Harmondsworth, 1977), s. 106, 111. Ayrıca bkz. J. L. Mackie, “Can There be a Right-based Moral Theory?” Midwest Studies in Philosophy içinde, Cilt. III, Studies in Ethical Theory, 1978 (Minneapolis, 1980).

[5] John Bawls, A Theory of Justice (Oxford, 1972), s. 126, 128.

[6] Karl Marx, Early Writings, Çev. Bottomore, s. 155 (değiştirilmiş çeviri - S.L.).

[7] Bkz. Paul Phillips, Marx and Engels on Law and Laws (Oxford, 1980), 4. Bölüm.

[8] Marx, “A Contribution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Right: Introduction”, Karl Marx, Early Writings içinde, çev. Bottomore, s. 44.

0 Yorum: