Marx-Engels ve Marksistler hukuk meselesini nasıl
anladılar?
Marx’a göre hukukî ilişkiler, “tıpkı devlet
biçimleri gibi, ne kendileri ne de insan ruhunun evrensel gelişimi denilen şey
üzerinden anlaşılmalı. Bu ilişkiler, Hegel’in ‘sivil toplum’ terimi üzerinden
bütünlüğünü kavradığı hayatın maddi koşullarından kaynaklanırlar.”[1]
Engels ise şunları yazar: “Neyin sosyal adalet
neyin sosyal adaletsizlik olduğuna karar veren, politik ekonomi bilimi
anlamında, üretimin ve mübadelenin maddi olgularını ele alan bilimdir.”[2]
Dolayısıyla hukuk ilkeleri, toplumsal ilişkileri
değerlendirme noktasında başvurulacak bağımsız rasyonel ölçütler kümesi bağlamında
nesnel kurallar olarak anlaşılmamalı, toplumsal ilişkileri kontrol eden ve
onlardan kaynaklanan şeyler olarak izah edilmelidirler.[3]
Marksistler hukuka karşı çıkarlar. Bunun ilk
nedeni, hukukun doğası gereği ideolojik olmasıdır. Hukuk, neyin adil neyin
insaflı olduğunu belirleyen nesnel ilkeler öne sürdüğünü iddia eder ve haklarla
yükümlülükleri tanımlar. Bu hakların ve yükümlülüklerin evrensel düzeyde
geçerli olduklarını ve toplumun tüm üyelerinin çıkarlarına (belki de her
toplumun üyelerine) hizmet ettiğini söyler; ayrıca belirli kesimlerin veya
partilerin çıkarlarının dışında olduğu iddiasında bulunur.
Oysa Marksistler, tüm bu iddiaların gerçek dışı ve
temelsiz olduğunu söylerler. Burada amaç, hukukun ilkelerinin gerçek işlevini
gizlemektir. Sonuçta hukukun amacı, mevcut düzendeki toplumsal ilişkileri
korumaktır. Bu görev ise en iyi, ilgili iddialar en geniş kesimlerce kabul
edildiği ölçüde ifa edilebilir.
Dolayısıyla Marksistler, hukukun kendisi ile ilgili
anlayışın üzerindeki örtüyü kaldırmaya çalışırlar, bu amaç doğrultusunda da
hukukun gerçek işlevlerini ve dayandığı burjuva çıkarları ifşa ederler.
Ama buradan komünistlerin her türden burjuva hakkı
ve yükümlülüğü ihlal eden ahlaksızlar olması gerektiği iddiasında bulunulamaz.
Bu, her hâlükârda zayıf bir taktik olacaktır.
Asıl önemli olan, hukuk ilkelerinin komünistler
için akli planda bir şeyleri yapmaya zorlayıcı bir otorite olmaması gerektiğini
görmektir. Bu anlamda komünistlerin, kapitalizmi hukuk ilkelerine uygun hareket
etmediği, adil olmadığı, işçilerin haklarını ihlal ettiği için eleştirmelerinin
bir anlamı yoktur. Bu eleştirilerin sadece taktik bağlamında bir anlamı vardır.
Komünistler, hukuka daha köklü sebeplere bağlı
olarak itiraz ederler. Bu noktada da hukukun ilkelerinin hangi soruna cevap
bulduğu sorusunu sorarlar. Hukukçular ve felsefeciler bu soruya farklı cevaplar
verseler de verilen cevapların ortak bir hayat anlayışlarına dayandığını
söylemek mümkündür.
Buna göre hayat çelişkilerle, felâketlere yol
açabilecek çatışmalarla yüklüdür. Dolayısıyla otorite tesis etmeye dönük
kurallar çerçevesine, kuralların baskıcı yöntemlerle uygulanmasına ihtiyaç
vardır. Sonuçta bu kurallar ve yöntemler, “herkes kendi çıkarına hizmet eder” tespiti
üzerinden meşrulaştırılırlar.
Hukuk, insanî koşulun doğasında olan “ahlâk
koşulları”na yönelik bir cevaptır. Bu koşulların ciddiyet düzeyine bağlı olarak
cevap da farklı toplumlarda farklı biçimler alır. Bu noktada David Hume’un
ahlâk koşulları ile ilgili, kendi teorisini özetleyen değerlendirmesine
bakılabilir. Hume’a göre adalet, “insandaki bencillikten ve sınırlı
cömertlikten, doğanın insanın isteklerini yeterince karşılamamasından
kaynaklanır.”[4]
Etikle ilgili kitabında John Mackie, Hume’un
ifadesi yanında Sofistlerin kurucusu filozofu Protagoras ile Hobbes’un
cümlelerini alıntılar. Bu çalışmasında Mackie, hukuk olarak görebileceğimiz “dar
ahlâk anlayışı”nı ameller üzerindeki kısıtlamalar üzerine kurulu sistem şeklinde
tarif eder. Yazara göre bu kısıtlamalar, fail değil de şahıs olarak insanların
çıkarlarını korumak gibi bir işlev görür. Bunlar, kişilerin doğal eğilimleri
veya kendiliğinden yönelimleri üzerinde kontrol sağlarlar.
Mackie de Hume gibi ahlâkın insanın yüzleştiği
badire dâhilinde karşısına çıkan şu temel meseleyi çözüme kavuşturmak için
gerekli olduğunu söyler: Sınırlı kaynaklar ve sınırlı ilgiler birlikte rekabete
yol açar, rekabetse çatışmaya ayrıca her iki tarafın fayda sağlayacağı
işbirliğinin ortadan kaybolmasına sebep olur.[5]
Ayrıca John Rawls’un benim “ahlâk koşulları”,
kendisinin “adalet şartları” dediği hususla ilgili değerlendirmesine de bakılabilir:
Bunlar, insanî işbirliğinin mümkün ve gerekli hâle geldiği olağan koşulları
ifade ederler ve bu şartlar, insanlar kıtlık durumunda toplumsal avantajların belirli
bir bölümü üzerinde hak iddiasında bulunduklarında geçerlilik kazanırlar.[6]
Marksizmse kendisine has bir biçimde, ahlâk
koşullarının hayata has olduğu iddiasına karşı çıkar. Ona göre kısıtlı diğergâmlık
ve kısıtlı kaynaklar, insanî koşula has özellikler değildir. bilâkis
diğergâmlık da kaynaklar da tarihin belirlenimi altındadır, sınıflı toplumlara
hastır ve her an ortadan kaybolabilirler. İnsanların yüzleştikleri badirelerin
temelinde ne sınırlı kaynaklar, ne sınırlı ilgiler ne de genel çıkar çatışmaları
ve uzlaşmaz toplumsal ilişkiler yatar. Böyle olduğu iddiası, hukukun yayıp
durduğu ideolojik bir yanılsamadır. Bu iddia, ideolojik planda sınıflara tabi
mevcut toplumsal düzenin kalıcılaşmasına hizmet eder.
Marksizmse şunu söyler: bolluk üzerine kurulu, birlik
içinde bir toplum oluşturulmalı, bu hedef tarihsel gündemin başına
yazılmalıdır. Bu toplumu kuracak, kurabilecek sınıf ise işçi sınıfıdır.
Hukuk, ideolojik olmanın ötesinde sınıflı
toplumları istikrara kavuşturur, sınıfsal çıkarları gizler, rakip hak iddiaları
arasında hakemlik yapar, özgürlükleri kısıtlar, maliyetleri ve faydaları,
insaflı, nesnel ve taraflar için avantajlı olacak şekilde dağıtır. Hukuk, aynı
zamanda Marksizmin redde tabi tuttuğu koşullara dair değerlendirmeye sırtını
yaslar.
Marksizmin tespitine göre tüm önemli çıkar
çatışmalarının ana kaynağı, sınıfsal ayrışmadır. Bu noktada Marx ve Engels, komünizmin
insanla doğa ve insanla insan arasındaki çelişkinin gerçek mânâda çözüldüğü yer
olduğunu söyler[7] ve toplumsal barışın toplumsal savaşın ardından
gerçekleşeceği iddiasında bulunur.[8]
Trotsky ise “toplumsal çelişkilerin bulunmadığı
geleceğin toplumunun yalansız ve şiddetsiz bir toplum olacağını” söyler. Marksistler,
genel anlamda toplumsal veya psikolojik her türden çelişkinin temelinin sınıf
olduğundan gayrı bir şey söylemezler. Çatışan hak iddialarını ve çıkarları
düzene sokacak ilkeleri belirlemek suretiyle hukuk sınıfsal uzlaşmayı
beslerler, böylelikle hukuka ihtiyaç duymayacak bir toplumsal hayatı mümkün
kılması muhtemel devrimci değişimi geciktirir, zira ahlâkın koşulları veya
adaletin şartları hiçbir zaman geçerli olmayacaktır.
Bu anlamda Marx’ın hukuku ahlâkla ilgili bir görüş
olarak değerlendiren yaklaşımı ile onun dinle ilgili yaklaşımı paralellik arz
eder. Marx, “dinin insanların hayali bir saadeti olarak ilga edilmesinin gerçek
saadet talebi olduğunu” söyler. Ona göre “insanların tabi oldukları koşullarla
ilgili yanılsamaları terk etme çağrısı, yanılsamalara ihtiyaç duyan koşulun
terk edilmesine dönük bir çağrıdır.”[8] Aynı şekilde “insanın hakları” ve “adalet”le
ilgili yanılsamaların terk edilmesi çağrısı da adaletin şartları ve ahlâkın
koşullarını terk çağrısıdır.
Peki bir Marksist, insan haklarına inanabilir mi?
Böylesi bir inanç, hedeflerin veya stratejinin
ihtiyaçları ile hak iddiaları arasındaki çatışmadan kaynaklanır. O zaman bir
Marksist, haklara dönük ihtiyacın ortadan kaldırılmasını içeren hedeflerle bu
hakların çeliştiği durumlarda bu hakları koruyup savunmalı mıdır?
Birçok Marksistin insan haklarını alnının akıyla
ve kahramanca savunduğuna hiç şüphe yok. Ama Marksistler bu işi,
mücadelelerinin hedefleri ile bu savundukları haklar çelişmediği durumlarda yaparlar.
Örneğin bu noktada faşizme yönelik direnişe, ırkçılık
ve sömürgecilikle mücadeleye, Latin Amerika’daki diktatörlüklerde solun
yükselttiği muhalefete ya da Troçkistlerin Sovyetler’de ve Doğu Avrupa’da
yürüttükleri faaliyetlere bakılabilir.
İnsan haklarına yönelik inancın asıl sınanacağı
yer, mücadelenin hedeflerinin veya stratejinin hak savunusuyla çeliştiği
momenttir. Görebildiğim kadarıyla elimizdeki Marksist külliyat, insan haklarını
korumak için herhangi bir gerekçe öne sürmemekte hatta tam tersini yapmak
gerektiğini söylemektedir.
Sonuçta Marksistler insan
haklarına inanamazlar. Riyakârlık etmeyen, kendisini aldatmayan Marksistler, insan
haklarına iman ettikleri takdirde bu tarz bir imanla çelişen Marksist
külliyatın temel ilkelerini terk eden veya çöpe atan birer revizyoniste
dönüşürler.
Steven
Lukes
[Kaynak:
Praxis International, Sayı 4 (1981),
s. 341-344.]
Dipnotlar
[1] Marx, “Preface to a Contribution to the
Critique of Political Economy,” Selected
Works, Cilt. 1, s. 362 (değiştirilmiş çeviri, -S.L.).
[2] Marx ve Engels, Kleine Ökonomische Schriften (Berlin, 1955), s. 412, aktaran: Allen
Wood, “The Marxist Critique of Justice,” Philosophy
and Public Affairs, Bahar 1972, s. 15.
[3] Bkz. A.g.e.,
ve Allen Wood, Karl Marx (Londra, 1981), 3. Bölüm, “Marxism and Morality.”
[4] David Hume, A Treatise of Human Nature, III. Kitap, II. Kısım, II. Bölüm, L. A.
Selby- Biggs, od. (Oxford, 1888), s. 495. 32 J. L. Mackie, Ethics: Inventing Right and Wrong (Harmondsworth, 1977), s. 106,
111. Ayrıca bkz. J. L. Mackie, “Can There be a Right-based Moral Theory?” Midwest Studies in Philosophy içinde, Cilt.
III, Studies in Ethical Theory, 1978
(Minneapolis, 1980).
[5] John Bawls, A Theory of Justice (Oxford, 1972), s. 126, 128.
[6] Karl Marx, Early
Writings, Çev. Bottomore, s. 155 (değiştirilmiş çeviri - S.L.).
[7] Bkz. Paul Phillips, Marx and Engels on Law and Laws (Oxford, 1980), 4. Bölüm.
[8] Marx, “A Contribution to the Critique of
Hegel’s Philosophy of Right: Introduction”, Karl Marx, Early Writings içinde, çev. Bottomore, s. 44.
0 Yorum:
Yorum Gönder