Domenico Losurdo Söyleşisi
Konkret
13 Kasım 2017
Öncelikle bu demokrasi meselesini ciddiyetle ele
almamız gerekiyor.
Örneğin Clinton, başkanlık konuşmasında ABD’nin
ilk demokrasi olduğunu dolayısıyla dünyayı yönetmenin Amerikalıların ortak
kaderi olduğunu söyledi. Hatta “bizim misyonumuz asla sona ermez” dedi.
Bizce demokrasi meselesi önemli. Clinton ABD’nin
ilk demokrasi olduğunu söylediğinde ona ilk demokrasinin siyahların köleleştirildiği,
Kızılderililerin yok edildiği yer olduğu hatırlatılmalı.
Dolayısıyla Clinton ve onun gibilerin ırkçı
oldukları yüzlerine söylenmeli. Çünkü bu insanlar, siyahların ve
Kızılderililerin kaderinin ihmal edilebilecek bir unsur olarak görüyorlar. Onu
önemsiz görüyorlar. Buna beyazların ve Batı’nın üstünlüğü fikri bu tespit
üzerine inşa ediliyor. Ama bu yaklaşım demokrasiye aykırı. Tekrar ediyorum:
aykırı.
Demokrasi meselesi, uluslararası ilişkilerin
demokratikleştirilmesidir. Eğer bir ülke veya ülkeler grubu, Birleşmiş
Milletler Güvenlik Kurulu’nun yetkisi olmaksızın bir savaşı hatta bir dünya
savaşını başlatmaya hakkı olduğunu söylerse esasen burada Batı’nın insanlığın
geri kalanına despotluk yapma hakkı bulunduğunu söyleyen teori dil buluyordur.
Bu, aleni biçimde despotizmdir.
ABD ve Batı, dünyanın her bir köşesine askerî
müdahale gerçekleştirme hakkına sahip olduğunu açıktan beyan etmiştir. Bu despotluktur.
Örneğin Suriye’yi ele alalım. Birçok kişi çıkıp Suriye’deki savaştan
bahsediyor. Oysa ABD’de “neokonservatif devrim” olarak anılan yaklaşımı
benimseyenler, ta yüzyılın başında Beşşar Esad’ın devrilmesi gerektiğini söylemişlerdi
zaten. Bu insanlar, Suriye’de rejimin değişmesi gerektiğini söylediler, çünkü
Esad İsrail’e ve Batı’ya karşıydı. Bu despotluktur. Bu tür bir despotluğa karşı
mücadele edenlerse demokrasinin gerçek savunucularıdır.
Şunu da görmeli: ABD, Ortadoğu’da Suudi Arabistan
veya Körfez ülkelerine savaş açmıyor. Amerika, her zaman geçmişinde
sömürgecilik ve feodalizm karşıtı devrimler kayıtlı olan ülkeleri hedef alıyor.
Irak, Libya ve Suriye gibi ülkelerin şu veya bu
yönünü eleştirmek tabii ki mümkün ama bu ülkelerle Suudi Arabistan ve Körfez
ülkeleri arasında ne tür farklar bulunduğunu sorgulamak lazım. Bu ülkeler, ne
sömürge ne de feodalizm karşıtı bir devrime tanıklık etmişler.
ABD ve Batı’nın yürüttüğü yeni sömürgeci savaşlar
ne tür sonuçlara yol açıyor? Bu ülkelerde devlet yıkılmakla kalmıyor, ayrıca bu
savaşlar kaçış esnasında binlerce insanın öldüğü mülteci akınlarına yol açıyor.
Ortadoğu’da kadınların durumuna da bakılabilir. İyileşti
mi yoksa daha da mı kötüye gitti? Batı medyası bile Ortadoğu’da kadınların
köleleştirildiği durumlara yeniden tanık olunduğundan bahsediyor. Kaddafi
devrildikten sonra Libya çokeşliliğin hâkim olduğu bir yer hâline geldi. Belki de
postmodernistler bu gelişmeyi zafer nidalarıyla ile karşılıyorlardır! Pratikte
emperyalizm, kadınların yaşam koşullarının kötüleşmesini ifade eder.
Demokrasi meselesi, tüm bu yönleriyle birlikte ele
alınmalı. Hegel’in şu sözüne bakmak lazım “Hakikat bütünlüktedir.” Clinton, ABD’nin
dünyanın ilk demokratik ülkesi olduğunu söylediğinde bütünlüğe değil beyazların
statüsüne bakıyordu. Aynı şekilde bir de “İsrail Ortadoğu’nun ilk demokrasisi”
deniliyor. Oysa İsrail de Filistinlilere zorbalık eden despotik bir güç.
Filistinlilerin hukuku nerede, bu soru sorulmalı.
Filistinliler tutsak edilebilecek, mallarına el
konulabilecek, öldürülebilecek unsurlar olarak görülüyor. Her bir Filistinlinin
kaderine İsrail ordusu karar veriyor. Demokrasiyi tüm yönleriyle ele
aldığımızda emperyalizmin demokrasinin düşmanı olduğunu görürüz.
L'ipocondria dell'impolitico [Politik Olmayanın
Pimpirikli Hâli] isimli kitabında aydının politik konumu üzerinde duruyorsun ve
aydının politik bir konuma sahip olsa bile sık sık bu konumdan kaçtığını,
tarafsız, antipolitik veya apolitik olmaya çalıştığını söylüyorsun. Ayrıca tüm
çalışmalarında olduğu gibi bu kitabında da Gramsci’ci bir yön var. Buradan şunu
sormak istiyorum: gazetecenin değil de neden aydının rolünü irdeliyorsun ve bu
meseleyi nasıl ele alıyorsun?
Aydınları tasnif etmemiz lazım. Bazı aydınlar
profesyonel birer manipülatör. Emperyalizm bunları satın almış. Bugün gazetecilere
kaç para akıtıldığını anlatan kitaplar çıkıyor. Bu, zaten bilinen bir durum. Ama
bir de kendisini kapitalist olarak görmeyen toplumlarda mevcut düzeni yıkma
arzusunda olan aydınlar var. Ama bu aydınların çoğu politik eylemin ne olduğunu
hiç anlamıyorlar. Kitapta da bahsini ettiğim üzere Hegel politikanın ne
olduğunu izah eden ilk büyük felsefeci.
L'ipocondria
dell'impolitico’da Hegel’le Lenin’i
kıyaslıyorum. İkisi de laf ebeliğiyle, söyleyişe odaklanan yaklaşımla mücadele
ediyor. Yani duyguların nasıl ifade edildiğine odaklanmıyor, somut durumu
incelemeye çalışıyor. Lenin bu noktada “Marksizm somut durumun somut tahlilidir”
diyor.
Ama birçok aydın, somut durumun somut analizini
gerçekleştiremiyor. Daha önce izah ettiğim üzere, birinci, ikinci ve muhtemel
üçüncü savaş birbirinden farklı. Somut durumun somut analizi
gerçekleştirilmeli. Devrimcilik duyguyla sınırlı olmamalı. Gerçekliği sadece
duygularla dönüştüremezsiniz.
Gramsci konusunda şunu söyleyeyim: bugün herkes
ondan bahsetmeyi seviyor.
Stalinistler bile!
Aslında Gramsci, millet meselesinin önemini gören
bir felsefeci ve devrimci bir militandı. Millet meselesi üzerinde durmazsanız
hegemonya diye bir şeyden de söz edemezsiniz. Sadece millet meselesi üzerinde
duran bir parti hegemonya kurabilir. Bunu ilk gören Marx ve Engels’tir. Bu iki
isim, devrimci proletaryadan bahsetti ama çalışmalarına baktığımızda Polonya,
İrlanda gibi ülkelerdeki millet meseleleri üzerine kalem oynattı. Peki neden?
Kendi ülkelerindeki millet meselesini görmemek için mi bu ülkelere baktılar?
Hayır! Somut devrimci mücadele somut durumu gözetmelidir, sonuçta da somut
durum milletlere göre farklılık arz eder.
Gramsci, İtalya’nın birliğini hedefleyen devrim
hareketi (Risorgimento) ile ilgili birçok
yazı yazmış. Çünkü hegemonya kurmak gerekiyorsa somut durumu dikkate almak
lazım. Gramsci’nin düşüncesini şu olay gayet iyi özetliyor. Askerî mahkeme
kendisini mahkûm edince Gramsci şunu söylüyor: “İtalyan milletinin mahvına sebep
oluyorsunuz, onu biz komünistler yeniden inşa edeceğiz.”
Gramsci, Mussolini’nin “yeni Roma İmparatorluğu’nu
kurmaya çalıştığını söylediğinde kehanette bulunmuyordu. O dönemde Mussolini, “Roma
tepelerinde imparatorluk bayrağı yeniden dalgalanacak” sloganı üzerinden
Etiyopya’ya savaş açtı. Yani Mussolini, İtalya’nın Roma’da yeniden imparatorluk
kuracağını söylüyordu. Mussolini’nin asıl arzusu buydu. Bu, tam çılgınlıktı.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ülke, Nazi ordusunca işgal edildi. İmparatorluk
olmak isteyen İtalya, Nazilerin sömürgesi hâline geldi, bağımsızlığını yeniden
elde edebilmesi için antifaşist direnişe ihtiyaç duyuldu. Bu direnişe İtalyan
Komünist Partisi öncülük etti. Gramsci durumu net olarak görmüştü. Önde gelen
aydınların belirli bir dönemde işçilerin partisi olarak komünist parti, fikri
düzlemde hegemonya tesis etmeyi bildi.
Peki komünistler
ellilerde iktidarı neden almadılar? Silâhları vardı, büyük bir halk desteğine
sahipti. İtalya’da savaş sonrasında yapılan ilk seçimde CIA’in etkili olduğunu,
Hristiyan Demokratlara para verildiğini biliyoruz.
Sadece para da değil. CIA’in açık ettiği belgeler
sayesinde artık şunu biliyoruz: komünistler seçimi kazansaydı CIA, İtalyan
devletine zarar vermek adına Sardinya ve Sicilya’nın bağımsızlığını ilân
edecekti. Togliatti, bir yandan da Yunanistan’da yaşandığı gibi ülkede bir iç
savaşın tetiklenmesine mani olmak için uğraştı. Durumu kavradı, kaybedecekleri
savaşa girmektense başka bir yola girdi. Amerikan askerlerinin ülkedeki
sayısını dikkate alarak Togliatti, başka bir strateji benimsedi ve bu strateji,
sosyalist kampın tarihsel yenilgisi üzerinden sonuçsuz kaldı.
Yani sen
“tarihsel uzlaşma”nın esasen yanlış olmadığını mı söylüyorsun?
Tarihsel uzlaşma stratejisini formüle eden isim İKP’li
Enrico Berlinguer’di. Şili’deki darbeden sonra geliştirilen bu stratejide CIA’in
parmağı vardı. Şili’deki darbenin de ortaya koyduğu biçimiyle küçük bir
azınlığın güç sahibi olması kâfi gelmeyecekti. Evet bu türden bir azınlık
seçimi kazanıp hükümet olabilirdi, ama CIA’in de kanlı bir karşı-devrim
gerçekleştirmesi mümkündü. Berlinguer, bu durumun oluşmasına mani olmak için
uğraştı. Sonrasında kriz açığa çıktı, Sovyetler’de Gorbaçev teslim oldu, tüm
dünyada durum kökten değişti.
Hegel
bugün neden çok önemli? Bugün Hegel neden okunmalı?
Önce şunu görmek lazım: Lenin, Togliatti, Gramsci,
hatta Mao, doğrudan veya dolaylı olarak Hegel okudu. Lenin, “Hegel’siz Marx’ın
çalışmalarını anlayamayız” diyordu ki haklıydı. Aynı şeyi Togliatti de
söylüyor, hatta Togliatti, Hegel’in bazı kitaplarını İtalyancaya tercüme etti. Büyük
bir politik lider olarak hareket etti, hiç vakti olmamasına rağmen bu türden
tercüme faaliyetlerine girdi.
Lenin’in de epey kıymet verdiği devrimci demokrat
bir isim olarak Herzen, Hegel’in mantığının devrimin cebiri olduğunu söylüyor. Bence
Herzen haklı. Hegel, devrimin cebirini kaleme alan isimdi.
Fransız Devrimi bu konuda önemli bir örnek. Bu devrim
sadece Fransa’da değil Haiti’de de yaşandı. Haiti’de devrimi köle sahiplerine
karşı siyah köleler gerçekleştirdiler. Bu, büyük bir tarihsel krizdi. Peki bu
krizi nasıl anlamak lazım?
Tocqueville gibi büyük liberal düşünürlere
baktığımızda bu isimlerin tümüyle farklı bir devrim tarif ettiklerini
görüyoruz. Çünkü Fransa’da bir devrimin yanında karşı-devrim de yaşandı. Tocqueville,
meselenin Jakobenlerin deliliği olduğu kanaatindeydi. Bugün de birçok kişi
Bolşeviklerin deliliğinden dem vuruyor. Hatta Putin’in deli olduğunu
söyleyenler de var! Birçok kişi, tarihsel krizleri psikopatolojik açıdan izah
ediyor ve “delilik” üzerinden anlıyor.
Hegel tam da bu paradigmayı eleştiriyor ve nesnel
çelişkileri ele alıyor. Devrim gibi büyük tarihsel krizleri izah ediyor. Tinin Görüngübilimi isimli çalışmasında
Hegel, hakikatin bütünlükte olduğunu söylüyor. Hegel, ABD ve Fransa’nın
yürüdüğü güzergâhları incelerken ABD’nin barışçıl yoldan geliştiği, öte yandan Fransa’nın
ise devrime, karşı-devrime ve yeni devrime tanık olduğu üzerinde duruyor.
Tocqueville ise köleliği görmezden gelerek Amerikalıların
pratik ve ahlâklı insanlar olduklarını söylüyor. Hegel, bu meseleyi şaşırtıcı
bir yaklaşımla ele alıyor, Batı’nın genişlemesine işaret ediyor, Batı’da
beyazların güç alanını genişletmesinin proleterlerin toprak sahiplerine
dönüşmesini mümkün kıldığını söylüyor.
Bu toprak sahipleri ise Kızılderililerin mallarına
el koyuyor, bu insanları sürgün ediyor ya da yok ediyor. Hegel, yanlış
anlamanın aksine, idealist değildi. Tarih konusunda hiç de idealist değildi. Örneğin
Tarihin Felsefesi isimli çalışması,
tarihte coğrafyanın yeri ile ilgili materyalist tespitler içeren bir bölümle
başlar.
Hegel, “İngiltere ve ABD’de
hukuk düzeni neden gelişti?” sorusuna şu cevabı veriyor: bu ülkelerin coğrafi
koşulları gelişimin daha güvenli bir biçimde gerçekleşmesini sağladı. Rusya’da veya
Sovyetler’de coğrafi durum çok farklıydı. Ülke birçok tehlikeyle yüzleşti. Materyalistlerin
Hegel’den öğrenecekleri çok şey var.
0 Yorum:
Yorum Gönder