İkinci Enternasyonal kongrelerinin büyük bir
kısmında sömürgeler meselesi incelendi ve bu incelemelerin üzerinden hiçbir
vakit uygulamaya konulamayacak kararlar alındı. Ayrıca bu meseleler, çoğunlukla
geri kalmış ülkelerin temsilcilerinin katılımı olmaksızın tartışıldı ve belirli
kararlara varıldı.
Dahası, Rus ve İngiliz cellâtlar, ilk İran
devrimini ezdiklerinde ve İran sosyal demokrasisi yardım almak için yüzünü o
dönemde İkinci Enternasyonal’in temsil ettiği Avrupa işçi sınıfına döndüğünde, sömürgeler
meselesiyle ilgili karar oylandığı vakit ona oy kullanma hakkı bile verilmedi.
Bugün Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresinde
bu mesele, ilk kez kapsamlı bir biçimde ele alındı, dahası bu değerlendirmeye
doğunun ve Amerika’nın sömürge veya yarı-sömürge ülkelerinin neredeyse tamamının
temsilcileri katıldı.
Komisyonumuzun kabul ettiği karar, ezilen halklara
mensup emekçi kitlelerin beklentilerini tümüyle karşılamakta olup bilhassa bu
ülkelerde sovyet hareketini canlandırma ve teşvik etme noktasında önemli bir
işlev görmüştür. İlk bakışta özel olarak tümüyle veya kısmen bağımlı
ülkelerdeki sovyet hareketinden bahsediliyormuş gibi görünebilir. Lâkin bu
ülkelerin toplumsal konumuna yakından bakıldığında tüm şüphelerimiz
kaybolmaktadır.
Yoldaş Lenin, Başkir ve Kırgızistan’da genel
olarak Türkistan’da Rus Komünist Partisi’nin deneyimlerinden söz etti. Eğer sovyet
sistemi bu ülkelerde olgunlaşmayı başarırsa, sovyet hareketi, Hindistan ve İran’da,
sınıfsal ayrımların hızla netleştiği ülkelerde tüm gücüyle yayılma imkânı
bulacaktır.
1870’te tüm bu ülkelere ticaret sermayesi hâkimdi.
Bu durum az da olsa değişti. Büyük güçlerin yürüttükleri sömürgeci politikalar,
söz konusu ülkelerin ulusal sanayilerinin gelişimine mani olmak suretiyle
onları büyük Avrupa merkezleri için birer hammadde kaynağına ve birer pazara
dönüştürdü. Avrupa kaynaklı tüketim mallarının sömürgelere ihracı, sömürge
ülkelerin yerli sanayiini öldürdü.
Avrupa ülkelerinde eski zanaatkâr kitlesi
kapitalist sanayiinin hızlı büyümesi sonucu proleterleşti ve yeni bir ideoloji edindi,
ama binlerce talihsiz insanın Avrupa’ya ve Amerika’ya göç etmek zorunda bırakan
koşulların hüküm sürdüğü doğuda böylesi bir gelişme yaşanmadı. Bu sömürge veya
yarı-sömürge ülkelerde köylü kitleleri yaşama imkânlarını neredeyse yitirdiler.
Doğulu halklar vergi yükü altında eziliyorlar. Sadece köylüler yiyecek üretiyorlar,
dolayısıyla tüccarları, sömürücüleri, işverenleri ve zalimleri onlar beslemek
durumunda kalıyorlar.
Doğuda zulüm gören bu sınıf, güçlü bir devrimci
parti örgütleyememiştir. Yönetici sınıflar farklı talepler dillendirmektedir. Tüccarlar
çıkarları gereği büyük güçlerin sömürgeci politikalarının sürmesinden yanadırlar,
burjuvazi ise dış müdahale sebebiyle çıkarlarının zarar gördüğünü
düşünmektedir. Din adamları, farklı dinî inançlara sahip ülkelere mal ihracına
karşı çıkmaktadır. Tüccarlar ise bu ülkelerle ittifak kurma konusunda zerre
tereddüt etmemektedirler. Yönetici sınıflar arasında bir birlik söz konusu
değildir, olması da imkânsızdır.
Bahsi edilen gerçekler, devrimci bir ortamın
oluşmasını sağlamıştır. Bahsi geçen ülkelerde milliyetçiliğin estirdiği yeni
fırtınanın hızla toplumsal bir devrime doğru evrilmesi mümkündür. Asya
ülkelerinin büyük bir kısmı en genel mânâda bu hâldedir.
Peki buradan, Yoldaş Roy’un dediği gibi, komünizmin
kaderinin doğuda toplumsal devrimin elde edeceği zafere bağlı olduğunu söyleyebilir
miyiz? Kesinlikle söyleyemeyiz.
Türkistan’daki birçok yoldaş da bu yanlışa düştü. Sömürgelerde
kapitalistlerin yaklaşımlarının devrimci bir ruhu canlandırdığını iddia etmek
tabii ki mümkündür. Ama aynı şekilde şunu da söyleyebiliriz: bu ülkelerde kapitalist
sömürüye işçi aristokrasisi içerisinde oluşan karşı-devrimci ruh eşlik etmektedir.
Kapitalizm, küçük bir imtiyazlı işçi katmanını
kendi safına kazanmak için devrime bilinçli bir biçimde destek veriyormuş gibi
görünür. Varsayalım ki Hindistan’da komünist devrim süreci başladı. Bu ülkedeki
işçiler, İngiltere ve Avrupa’daki büyük devrimci hareketin yardımı olmaksızın tüm
dünya burjuvazisinin saldırısına direnebilecek mi? Elbette ki direnemeyecek.
İran ve Çin’de devrimin bastırılması, bu gerçeğin
apaçık kanıtıdır. Türkiye ve İran’daki devrimciler, bugün kolları her yana
uzanan İngiltere’ye meydan okuyorlar, bunun sebebi ise bu devrimcilerin güçlü
olmaları değil emperyalist haydutların güçsüz olmalarıdır.
Batıda başlayan devrim, bir yandan da Türkiye ve
İran’daki toprağı da ısıtmış, buradaki devrimcileri güçlendirmiştir. [Başını
genç subayların çektiği 1908 tarihli Jöntürk Devrimi Sultan’ı anayasa
hazırlanmasına mecbur etti ve modernleşme ile sekülerleşme sürecini başlattı. Bu,
tümüyle milliyetçi bir hareketti. İran’da ise 1908 yılında Şah’ın iki yıl önce
kurulmasını emrettiği meclis, İranlı Kazak Tugayları eliyle kapatıldı. Bu gelişme
üzerine kitlelerin iştirak edecekleri toplumsal ve politik kalkışma süreci
başladı.] Dünya devriminin fitili ateşlendi.
Lenin’in geliştirdiği sömürge ve millet tezleri,
bana kalırsa, geri kalmış ülkelerdeki burjuva-demokrat harekete destek veriyor,
ama sadece bu hareketin henüz ilk aşamasında olduğu ülkelere atıfta bulunuyor.
Ne var ki hareketin on yıldan fazla deneyime sahip
olduğu veya hareketin zaten iktidara geldiği ülkelerde bu tezlere göre hareket
etmeye kalkışılsa kitleler, karşı-devrimin kollarına teslim edilir.
Bu noktada asıl görev, burjuva-demokrat
harekete karşı saf bir komünist partinin oluşturulup yol almasını sağlamaktır. Mevcut
gerçekler konusunda varılacak başka her türden hüküm, bizi pişman olacağımız
sonuçlara sürükleyecektir.
Avetis Sultanzade
28 Temmuz 1920
Kaynak
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder