Bu
yazı, ilk olarak PRT’nin [“İşçilerin Devrimci Partisi”] yayın
organı El Combatiente’nin [“Savaşçı”] Ocak-Şubat 1971 tarihindeki
54. ve 55. sayılarında yayımlanmıştır. Ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen
PRT’nin neşriyatından çevirdiğimiz bu yazıyı, öncü nezdinde küçük burjuvazinin
devrimci süreçte oynadığı rolü aydınlığa kavuşturması sebebiyle ve ideolojik
mücadele ile siyasi eğitime atıflarından dolayı güncel ve yararlı bulduğumuz
için çevirdik. Yazar, Julio Parra mahlasıyla, PRT neşriyatında Peronizm,
ileri bir zamanda çevireceğimiz Ahlak ve Proleterleşme ile burada size
sunduğumuz Küçük Burjuvazi ve Devrim gibi başlıklarda birtakım önemli
yazılar kaleme almıştır. Bu yazılardan Küçük Burjuvazi ve Devrim ile
Ahlak ve Proleterleşme yazıları, daha sonra ayrı bir kitapçık hâlinde
basılarak PRT-ERP militanlarının siyasi eğitimi için dağıtılmış ve
okutturulmuştur.
● ● ●
Devrimci
süreçte küçük burjuvazi, tarihsel planda ikili bir rol oynar. Bir yanda olumlu;
öte yanda olumsuzdur bu rol. Şimdi bunun neden olduğunu görelim.
Lenin’in belirttiği gibi işçiler, reformizmin sınırlarını kendiliğinden aşmazlar. Çünkü işçi sınıfının maruz kaldığı sömürü ve baskı, sadece ekonomik zeminde kalmaz.
Bu sömürü ve baskı, hayatlarının her köşesindedir. İşçi sınıfının kültüre
erişimi, seyahat edip diğer halkların tecrübelerini öğrenmesi, sosyalizmin
teorik unsurlarını doğrudan uygulaması kısıtlıdır.
Bu yüzden de işçilere devrimci teori, en azından siyasi eğitimlerinin ilk safhasında da olsa, kendi sınıflarının “dışından” iletilmelidir. Bu, küçük burjuvazinin oynadığı rolün olumlu yanıdır. İşçileri sosyalist teoriyle tanıştıran bu dış güç, tarihsel olarak genelde küçük burjuva kökenli aydınlardır.
İlk sosyal-demokrat propagandaların ardından Lenin’in Bolşevik
Partisi’nin doğumuna tanık olan Rusya’da böyle oldu. Çin’de, Kore’de,
Vietnam’da, Küba’da da benzer bir süreç yaşandı. Ülkemizde de durum bu şekildedir.
Fakat
tarihsel olarak işçi sınıfının öncüsü, küçük burjuvaziye bu katkısından dolayı
ağır bir bedel ödemiştir. Devrimciler, devrimci teoriyle birlikte, işçi
hareketine kendi sınıfsal niteliklerini de taşır. Bunlar bireycilik, ukalalık,
büyük karar vermede çekince, sahip oldukları dar siyasi görüşten dolayı
hizipçiliğe savrulma, şablonculuk, tali meseleler üzerinde sert tartışmalar ve
şahsi kin olarak özetlenebilir.
Bundan
dolayı da bütün devrimci partilerin tarihinde, bunların ilk zamanlarındaki
fraksiyon ayrılıkları, sürekli bölünmeler ve büyük retorik ifadelerle
sarmalanmış küçük tartışmalar belirgindir. Bu sebeple bu devrimci partiler,
ancak işçi sınıfının öncüsü onlara müdahil olduğunda, nüfuz ettiğinde gerçek
proleter partilere dönüşürler. O zaman devrimci parti içinde ikili bir süreç
meydana gelir: Bir tarafta öncü işçiler, kendilerine küçük burjuva aydınlar
tarafından iletilmiş olan, kendi sınıflarına ait ideolojiyi kavrarlar. Diğer
tarafta ise Parti’deki işçi sınıfı unsurları, aydın yoldaşlarından, onların
sahip olduğu sınıfsal ilişkileri kopararak hem varlıklarında hem de
yaşayışlarında proleterleşmelerini; kitlelerin bakış açısını ve sınıfsal
niteliklerini kabul ederek onlarla birlikte çalışmalarını, yaşamalarını ve
savaşmalarını isterler.
Fakat
böyle bir şey kendi şahısları için büyük bir kopuş olacağından dolayı, tüm
aydınlar ve diğer küçük burjuva unsurlar bunu kabul etmezler. Bu kişiler, kendi
hayatlarına ve varlıklarına yapışık kalmaya devam ederler ve işçi sınıfının
öncüsü müdahil oldukça, devrimden uzaklaşırlar. Araya böyle mesafe koymak,
yalnızca şahsi değildir. Küçük burjuvazi, kendisinin gerçek devrimci” olduğunu
savunur, bir önceki safhada paternalizmle renklendirerek tadını çıkarttıkları
liderliğe yine sahip olmak ister.
Dolayısıyla
devrimde çeşitli küçük burjuva eğilimler meydana gelir: tarafsızlık ve
hareketçilik[*], reformizm ve sendikacılık; darbecilik ya da militarizm.
Proletarya devrim yolunda ilerledikçe, küçük burjuvazinin büyük hizipleri,
kendi sınıflarının hain rolünü oynarlar: kapitalist toplum çerçevesinde kendi
hayat tarzlarını ve küçük burjuva âdetlerine tehdit teşkil ettiği için, işçi
sınıfının ve halk kitlelerinin ilerleyişini yavaşlatırlar ve yolundan
saptırırlar.
Bunlardan
pek çoğu, zamanla yapmış oldukları hatayı anlayıp proletaryanın safına geri
döner. Fakat diğerleri böyle bir şeyi yapamaz ve olumsuz rollerini oynamaya
devam eder. Bu olumsuz roldekiler, vermeleri gereken büyük kararlarla karşı
karşıyadırlar, en sonunda kendilerini düşmana açıktan hizmette bulurlar. Rus
Devrimi’nin ardından Menşeviklerin ve sağ kanattaki SR’ların beyaz
karşı-devrimcilerle ve emperyalizmin yayılmacı birlikleriyle nasıl işbirliği
yaptığını görüyoruz.
Çin’de
ise küçük burjuva gruplar, Komünist Parti’den ayrılarak Çan-Kay-Şek ile ya da
Japon kuklası hükümet ile işbirliği yapmışlardı. Küba’da, Aníbal Escalante’nin
ilk duruşması esnasında görüldü ki, Sosyalist Halk Partisi’nin [Partido
Socialista Popular] eski unsurları, 26 Temmuz militanlarını ve Fidel
Castro’yu Batista’nın polisine teşhir edecek kadar ileri gitmişlerdi.
Şimdi
ülkemizde küçük burjuvazinin kendi sınıfsal rolünü hem olumlu hem de olumsuz
manada nasıl oynadığını görelim.
Peron’dan
Önce Marksizm
Marksizm
bizim ülkemize geldiğinde, Avrupa’da bu fikri destekleyen uluslararası örgütler
çoktan yozlaşmıştı.
İkinci
Enternasyonal’in iyice dağıldığı ve Avrupa burjuvazisinin çoktan emperyalist
sermayeye sahip olduğu bir zamanda ilk Marksist gruplar, Juan B. Justo’nun
Sosyalist Parti’sinde örgütlenmişlerdi. Böylece, bizimki gibi sömürge ülkelerin
çelişkilerini “ihraç” etmiş oldular. Avrupa’daki Sosyalist Partiler, burjuva
parlamentarizminin ve I. Dünya Savaşı öncesi ekonomik patlamanın cazibesine
kapılarak, açıkça sınıflarına ihanet etmişlerdi.
Rus
Devrimi’nin ardından, Avrupa işçi sınıfının yeniden yükselişinin bir ifadesi
olarak Üçüncü Enternasyonal kurulmuştu. Fakat burjuvazi, fırtınayı dindirmeyi
becermişti ve 1924’te Lenin’in ölümünün ardından Stalin’in liderliğindeki Rus
Komünist Partisi, ciddi bir bürokratik yozlaşma içindeydi. Rus Komünist
Partisi’nin ek bir bölümü hâline gelen Üçüncü Enternasyonal de aynı yolu
izledi.
Ülkemizde
1918’de kurulan Komünist Parti, Enternasyonal’in Stalin’in elinde uysal bir
araç hâline geldiği dönemdeki gücü ve itibarı üzerinde yükseliyor.
Bu
Komünist Parti, CGT’yi [Genel İşçi Sendikası] kurarak 1930’ların ortasında emek
hareketinin liderliğine erişmişti. Ancak daha sonra bu liderliği, onu devrimci
bir anlayışla kavramaktan yoksun oldukları yeni bir gerçeklik dâhilinde
yitirdi.
O
zaman işçi sınıfı da sınıfsal alternatifini yitirdi. Onun öncesinde, Marksist
lafızların ardına sığınan ya da sığınmayan çeşitli burjuva ve küçük burjuva
reformist akımlar ortaya çıkmıştı. İşçi sınıfı da bu akımlardan ilgisini en çok
çekene yöneliyordu.
On
yıldan fazla bir süredir Peronizm, bağımsız bir Marksist-Leninist parti yaratma
çabalarını hasıraltı etmektedir.
Çeşitli
uluslararası olayların ışığında sunulan bu çerçeve, Marksizmin Arjantin’deki
ilk 80 yılındaki bir sorunu aydınlığa kavuşturmaktadır: küçük burjuva aydınlar,
birlikte hareket etmek zorunda olduğu işçi sınıfının niteliğini
anlayamamışlardı. Küçük burjuva aydınların ülkemizde proleter parti kurma
çabalarının her birisi, başarısız olmuştu. Bu uyuşmazlık en iyi bir şekilde,
1946 seçimlerinde iki sınıf karşı karşıya geldiği vakit gün yüzüne çıkmıştı.
Peron
Döneminin Marksizmi
“Hiçbir kitle
hareketine bağlanamayan ufak gruplar, hemen hüsrana uğramıştı. Ne kadar bilgiye
sahip ve dinç oldukları önemli değildi. Eğer pratik için imkân bulamazlarsa,
sonsuz bölünmelere ve karşılıklı aforozlara yol açan yoğun anlaşmazlıklarda ve
yoğun şahsi düşmanlıklarda güçlerini boşa harcamaya mahkûm kalıyorlardı.
Çeşitli hiziplerin arasındaki bu tür çatışmalar da tabii ki devrimci hareketin
ilerleyişine etki ediyordu. Fakat canlı bir hareketi yavan bir hizipten ayıran
şey, ilkinin zaman içinde, tartışmaların ve bölünmelerin içinden gerçek bir
kitle siyasi hareketine sağlıklı bir şekilde geçiyor oluşuydu.”
Isaac
Deutscher’in Troçki: Sürgündeki Peygamber eserinden yapılan bu alıntı,
Peronist Arjantin’deki ve post-Peronist yıllardaki Marksist gruplara tamı
tamına uyuyor.
Akıntıya
karşı yüzmek zorunda olan bu gruplar, işçi sınıfından giderek uzaklaşıyorlar,
işçi sınıfını daha da anlamaz hâle geliyorlar, işçi sınıfıyla hareket
edemiyorlar ve en sonunda kendi iç tartışmalarıyla birlikte karaya vuruyorlar.
Böylesi
bir uyuşukluktan yalnızca bir grup, Komünist Parti içinde örgütlenmiş bir grup
kurtulabildi. Fakat onların elindeki o ufak güç, işçi sınıfının gücü değildi,
suni bir güçtü. Bu güç, Moskova’dan yönlendirilen, Stalin’in ve onun
haleflerinin siyasetinin inişlerini ve çıkışlarını aynen takip eden bir güçtü.
İşçi
sınıfı ise bu yeraltı mücadelelerinden çok az çıkar sağlıyor. Pek çok işçi,
yolun sonunda gorillerin 16 Eylül’ün rövanşı için beklediğinden habersiz bir
şekilde, Peronizmi “kendi” hükümetleri olarak görüyorlar ve Peronist
bakanlıkların zaferlerini pervasızca kutluyorlar.
Peron’dan
Sonra Marksizm
Bu
dönemdeki denge, bir önceki dönemdekinden daha olumsuzdur: küçük burjuva
aydınlar, Peronist işçi sınıfına karşı açıktan saf alıp, muhalif burjuva
partileriyle işbirliği yaptılar.
Ancak
1955’ten sonra, dolambaçlı ve zor yollar geçildiğinde Marksist aydınlar, işçi
sınıfının öncüsüyle ilişkiye geçmeye başladılar. Aynı zamanda yine dolambaçlı
ve zor yollardan geçerek ve çeşitli tecrübeler yaşayarak, yavaş yavaş işçi
sınıfının öncüsü de doğuyordu.
Bu
tecrübelerden birisi “sol Peronizm” ya da diğer bir deyişle, “Peronizme sızma”
idi. Bu tecrübenin çeşitli şekilleri, bazı Marksist aydınların Peronist
harekete, işçi sınıfının bu hareketin içinde kalan parçasıyla çalışmak üzere
“sızmasını” ve bazı işçilerin de bu yolla –tamamen olmasa bile- kendi
sınıflarının ideolojisini anlamasını ifade eder.
Bu
siyasetin taşıdığı kısıtlılık oportünist niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu
siyaset, emek hareketi üzerindeki burjuva etkiye ve sınıf uzlaşması tezine
karşı ideolojik savaş yürütmez. Yine de bu siyaset, bazı işçi bölümleri içinde
önemli siyasi gelişmeler kaydettiği için dikkate değerdir.
Bu
grupların ortak kaderi, kendi varlıklarına rağmen bir başarı göstermiş
olmalarıdır: bu grupların etkisinden bağımsız olarak işçiler ideolojik olarak
ilerledikçe, onlardan uzaklaşıp yeni yollar aradılar. Ama tekrar ediyoruz,
serptikleri tohumların pek çoğu verimli topraklara düştü ve meyve verdi.
Diğer
tarafta ise, çoğu Komünist Parti’den kopmuş olan Marksist aydınların
faaliyetleri durur. Bunlar, işçi sınıfına doğrudan sosyalist fikirlerle
yaklaşmaya çalışmıştır.
Onların
kaderi bir öncekine benziyordu: işçi sınıfının bazı bölümlerinin ilerlemesine
yardımcı oldular, ancak bu ilerlemede kendileri de boğulmuşlardı ve ataletle
ortadan kayboldular.
Her
iki duruma da bakarsak en iyi tecrübeler, açık bir şekilde silahlı mücadele
yolunu tutmuş olan gruplar tarafından yakalandı.
1955’in
başlarında ve 1959’daki Küba Devrimi’nden epey sonra Marksistlerin, Marksist
grupların arasındaki en önde gelen kişiler, güç kazanmanın tek yolunun rejime
karşı açıktan ve doğrudan, elde silahla cephe almak olduğunu anladılar.
Yeni
çeşit bir savaşın tüm öncüleri gibi onlar da hata yaptılar ve düşmana yenik
düştüler. Fakat Arjantin’de silahlı mücadelenin gelişmesinin yolunu açtılar.
Her telden reformistin itici bulduğu devrimci şiddeti, her daim devrimci
gündemlerinde tuttular.
Böylece
Uturuncoların, Peronizmin terörist gruplarının, Angel Bengochea’nın ve Jorge
Masetti liderliğindeki Halkın Gerilla Ordusu’nun [Ejercito Guerrillero del
Pueblo] tecrübeleriyle tanıştık. Savaşarak düşen bu ilk silahlı
savaşçıların hatırası, halkın hafızasından hiçbir zaman silinmeyecektir.
Başarılarıyla ve hatalarıyla onlar, ülkemizde devrimci savaşın yolunu açtılar.
Bizim
için 16 Eylül 1955’ten 29 Mayıs 1969’a kadar giden süreçteki denge, önceki
dönemlere nispetle daha olumluydu. Devrimci küçük burjuvazi, tarihsel rolünün
olumlu yanına hayat veriyordu. Kendilerine “Peronist” diyen ya da açıkça
ideolojilerinin ne olduğunu ilan eden Marksist gruplar, işçi sınıfına
yaklaşmaya, onlara sosyalist fikirleri taşımaya başlamışlardı.
Küçük
fakat önemli bazı işçi kesimleri ise kendi sınıflarının ideolojisini anlayarak,
bu aydın gruplarıyla ilişki kurmuş ve onları proleterleştirmeye çalıştırmıştır.
Öte yanda bir bütün olarak işçi sınıfı ise, kapitalist rejime karşı geniş
seferberlikler geliştiriyor, örgütlenme ve mücadelede geleneksel yöntemleri
kullanıyor –temel olarak sendikalar- fakat aynı zamanda her gün yeni
ihtiyaçların da farkına varıyordu.
Savaş,
ilerlemeler ve çekilmelerle birlikte kendi ritmini tutturmuştu. Fakat bu,
tarihin bize izin verdiği kadarıyla geriye baktığımızda, sınıf savaşında girmiş
olduğumuz daha büyük bir safhaya işaret ediyordu. Kısacası, en iyi aydınlar ve
işçi sınıfının en iyi öncüleri ellerine silah alarak sınıf düşmanlarına karşı
devrimci savaşın ilk hurucunu gerçekleştiriyordu.
Mayıs’tan
Sonra
Mayıs
1969 itibariyle Arjantin’deki devrimci sürecin yeni bir safhaya geçtiğini
görüyoruz. Açıkçası, bu yeni safhayı niteleyen unsurlar, bundan biraz bir zaman
önce oluşmaya başlamıştı. Fakat eski sürecin tam olarak hangi momentte
bittiğini ve yeni sürecin hangi momentte doğduğunu, yahut Mao Zedung’un
sözleriyle söylersek, eskinin içinden yeninin hangi momentte meydana geldiğini
kestirmek çok zordu. Öte yanda ise bu farklı unsurlar eşitsiz bir şekilde
gelişmişti, her birinin kendi ritmi vardı. Bunun için de Mayıs patlamasını,
açık olarak bir safhayla öbür safhanın arasına; emek hareketinin durgunluğuyla
kitlelerin devrimci yükselişinin; küçük-burjuvazinin reformizmiyle kitlelerin
proleter uyanışının; pasifizmle devrimci savaş safhasının arasına duvar çeken
bir moment olarak almak doğru olur.
Yeni
safhayı eksiksiz niteleyen unsurlar şunlardı: kitle hareketinin geniş ve
sürekli yükselişi, ideolojik ilerleme, devrimci şiddetin gelişimi ve doğrudan
silahlı mücadeleye dönüşümü.
Devrimci
küçük burjuvazi bu süreçte nasıl bir rol oynuyor? Mayıs'tan hemen önceki ve
sonraki yılları oluşturan bu geçiş döneminde, başlangıçta bahsettiğimiz
devrimci burjuvazinin çifte rolü açıkça görülmektedir.
Bir
yanda, radikalleşen küçük burjuva unsurlar bu sürecin ortaya çıkmasında ve
gelişmesinde aktif ve olumlu bir rol oynamıştır. Öte yanda, aynı radikalleşmiş
küçük burjuva unsurlar, kitlelerin yolundaki her türlü sapmaya neden olur ve
kendilerinin de açılmaya katkıda bulundukları yol boyunca kitlelerin kararlı
bir şekilde hareket etmeye direnirler.
Her
iki yöne daha ayrıntılı olarak bakalım. Kitlesel eylem düzeyinde, devrimci
küçük burjuvazinin iki katkısına dikkat çekmeliyiz. Birincisi, devrimci
aydınların ve öğrenci hareketinin kitlelere getirdiği kalıcı mayalanmadır.
İkincisi, öğrenci hareketinin Mayıs ayındaki mücadelelerde oynadığı tetikleyici
roldür.
Bununla
birlikte, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin, aydınların ve öğrencilerinkinden
çok daha canlı olan kendi dinamikleri, kendi ritimleri vardır.
İşçi
sınıfı halk mücadelelerinin liderliğini üstlendiği için, aydınların ve
öğrencilerin seferberlikteki rolü giderek daha tali bir konuma itilmektedir.
Öte
yandan, soldaki küçük burjuva eğilimlerin en iyi ürediği alanların öğrenci
hareketinin coşkusuyla biçimlenen alanlar olduğunu unutmamalıyız.
Koşullara
bağlı liderliklerin ılgımından sonra devrimci küçük burjuvazinin liderleri,
öğrenci hareketindeki takipçileriyle kendilerini kolayca kuşatırlar, daha sonra
bu liderliği işçi sınıfının koynuna nakletmeye çalışırlar. Bu şekilde küçük
burjuvazinin sınıfsal özellikleri, öğrenci hareketinin sıcağında sürekli olarak
yeniden doğar ve yeni bir güç ve kök kazanır.
Mayıs'tan
önce durum böyleydi ve böyle olmaya da devam ediyor. Aradaki fark, küçük
burjuva “öğrenci” gruplarının üniversite kapsamı dışında kalan etkilerinin
gittikçe azalıyor olmasıdır.
Aynı
şey, kitle mücadelelerin kısa liderliği sırasında ideolojik düzlemde de
geçerlidir; devrimci küçük burjuvazi, Stalinizm ve onun kütüphane ve
müzelerdeki halefleri ile proleter ve halk kitleleri arasında yer alan
Marksist-Leninist teori arasındaki tek köprüdür.
Fakat
işçi sınıfı ideolojik olarak büyük adımlarla ilerledikçe, öncü işçiler ciddi
bir çalışmaya, devrimci teoriye ve dünya devriminin büyük deneyimlerinin ciddi
incelemelerine yönelik artan bir isteklilik gösterdikçe; büyük düşünürlerin ve
Marksist liderlerin gerçek bir proleter dirilişi meydana gelecektir.
Bu
diriliş, küçük burjuva Marksistler tarafından büyük bir entelektüel haz ile
yetiştirilen ikinci el Marksizmin yanında yetersiz kalıyor. “Azgelişmiş”
diyerek gözümüzü boyayan, Avrupa ve Amerika'da ortaya çıkan bu düşüncenin
entelektüel işçiliği, Arjantin ve Latin Amerika devriminin büyük sorunlarını
çözmek için açıkça yetersizdir. Marx, Engels, Lenin, Troçki, Mao Zedung’un
eserleri tüm boyutlarıyla burada yeniden ortaya çıkıyor işte; Vietnam, Kore ve
Küba devrimlerinin paha biçilmez katkıları; Che’nin berrak insanlığı burada
ortaya çıkıyor.
Arjantin
işçi sınıfı, Marksizm ile yeniden bir araya gelirken aydınlarımız, etraflarında
neler olduğunu anlamaya çalışarak şaşkın bir şekilde kütüphanelerine geri
dönüyorlar. Daha da açık olanı, silahlı mücadele alanındaki devrimci küçük
burjuvazinin bocalaması ve kafa karışıklığıdır. Masetti ve Bengochea gibi
kişiler, hava hâlâ karanlık ve pusluyken bize yol gösterdiler. Ancak
haleflerinin çoğu, bugün bir çelişkiler denizinde tereddütte boğuluyor. Tüm
halk adına silah kuşanan, paternal liderlikteki küçük burjuva gruplarına
alışkın olan bu aydınlar, yüzlerce işçinin ellerine Che'nin tüfeğini alma
eğiliminde olduğu gerçeğini anlayamıyorlar. Bu, onları şaşırtan, önceden
tasarlanmış şemalarını kıran ve silahları, onları tutmaya hevesli ellere
veremeyen bir şeydir.
Küçük-Burjuva
Sapmalarla Savaşalım
Analizimizi
sentezlerken, şu anda kitlelerin devrimci hareketinin gelişimini
engelleyebilecek ve saptırabilecek üç temel sapmanın olduğunu gösterebiliriz:
sendikacılık, militarizm ve tarafsızlık.
Her
üçünün de ortak bir özelliği vardır: üçü de tipik küçük burjuva düşüncesidir.
Sınıf mücadelesindeki iki büyük aktör arasında (burjuvazi ve proletarya) kalıcı
olarak bocalamaya mahkûm edilen bir sınıfın tereddüdünü, sersemliğini, siyasi
cüret eksikliğini yansıtırlar.
Militarizm/darbecilik,
küçük burjuva paternalizminin kendi gücüne olan güven duygusunu ve işçi
sınıfının devrimci süreçteki öncü rolünün hafife alınmasını yansıtır. Devrimci
savaşta kitlelerin rolünü bir kenara koyma ya da küçümseme eğilimi ile
nitelenir. Devrimci savaşı sadece bazı silahlı grupların doğrudan çatışması
olarak görürler. Halktaki yaratıcılığın bahşettiği daha fazla kaynaklara sahip
olan silahsız kitlelerin eşsiz mücadelesinin farkına varmazlar. Devrimci
savaşın açık bir gelişim çizgisinde olduğunu anlamazlar: silahlı öncünün ve
silahsız kitlelerin mücadeleleri ilk başta birbirine paralel yürür, fakat süreç
ilerledikçe pek çok noktada kesişirler; savaşın sonlarına doğru artık geniş,
güvenli, tek bir yol vardır; silahlanmış halk, sınıf düşmanıyla bir bütün
olarak yüzleşir.
Militarist
anlayış, askerî saha şöyle tezahür eder: dikkatlice hazırlanmış gizli aygıtın
abartılması ve devrimciler için en iyi örtü, en iyi aygıt olan kitlelerin
küçümsenmesi; halkı derhal seferber edebilecek eylemleri bir tarafa bırakırsak,
silahlı eylemler için kitle çizgisinin ve böyle bir aygıtın yaratılması için
gereken silah, para, belgeler vs. şeylerin eksikliği. Burada doğrunun ve
yanlışın ne olduğunu göstermek için Vietnam halkının yürüttüğü savaştan örnek
vermek, neredeyse lüzumsuzdur. Gazeteci Wilfred Burchett, Vietkong Neden
Muzaffer Oluyor? isimli kitabında şöyle diyor:
“Askerî kariyerlerine
1959’da köylerin etrafında iri çivi tuzakları hazırlayarak başlayan birimler,
Ocak 1968’in sonlarında şehirlere saldıran ya da Kasım 1967’deki Dark To
Muharebesi’nde Birleşik Devletler’in seçkin paraşütçü birliklerini darmaduman
eden deneyimli taburlar hâline geldiler.”
Reformizm
de hatalara düşmektedir ve bunlardan en yoğun görüleni sendikacılıktır.
Reformizm,
silahlı mücadelenin rolünü küçümser, onu belirsiz bir geleceğe erteler ya da
reddeder. Kitlelerin siyasi mücadelelerini ekonomik talepleriyle karıştırır.
Bu, partiyle sendikaların yerini değiştirmek demektir.
Deutscher
tarafından bahsedilen “verimsiz hizipler” sıklıkla bu hataya düşer. Güçlü ve
olgun bir devrimci partinin yokluğunda, proletaryanın iradesini inşa etme
kabiliyetinden yoksundurlar. Küçük burjuvazinin tipik politik utangaçlığı, bir
kahve teorisi olan “dişliler tezi” ile en kısa yolu seçmeyi tercih ediyor. Bu
teoride parti, daha büyük bir dişliyi, sendikaları ve sırayla kitleleri hareket
ettiren daha küçük bir dişlidir.
Bundan
daha yanlış bir şey yoktur. Devrimci partinin kitlelere propagandası, politik
ajitasyonu ve örgütleyici faaliyeti ile ulaşmak için herhangi bir aracıya
ihtiyacı yoktur.
Parti,
kitlelerin hiçbir ihtiyacını yadsımaz. Parti, kitlelerle birlikte çalışır,
onlarla birlikte yaşar, öğrenir, savaşır ve onların ihtiyacını giderir. Parti,
kitlelerin acil talepleri için yarattığı, sendikalar da dâhil tüm
örgütlenmelere iştirak eder, onlara siyasi olarak rehberlik ve liderlik etmek
için uğraşır.
Fakat
her şeyden öte Parti, kitlelerin en büyük ihtiyacını karşılar. İşçi ve halk
hükümeti için verilen mücadelede, sosyalizm için savaşta kitleleri öncü
proleter partiden başka bir güç yönlendiremez, onlara başkası rehberlik edemez.
Bunu yapmaktan kaçınan partinin var olmaya da hakkı yoktur.
Bu
politik reformizmin sendikalardaki karşılığı, hizipçi ve aşırı sol maceracı
sendikacılıktır. Sendikalara partinin görevlerini yükledikleri için,
sendikaların kendi görevlerini yerine getirmelerini engellerler. Sendikalar ve
diğer örgütlenmeler doğası gereği geniş ve açıktır. Sendikalar, acil talepler
üzerinden kitleleri sınıf düşmanlarına karşı savaşa sokmalı, onları örgütlemeli
ve yönlendirmelidir.
Bu
mücadelelerin siyasi düzleme getirilmesine ve onları özgün sınıf mücadelelerine
dönüştürmesine olanak sağlayacak olan, partinin devrimci yönlendirmesidir. Aynı
zamanda bu devrimci yönlendirme, sendikaların, bürokratik sektörlerin aşırı uç
eğilimlerine teslim olmadan, amaçlarının gerçekleştirilmesinde en esnek
taktikleri kullanmalarına izin verir.
Sonuç
olarak, “devrimci sendikacılar” veya “sendikacı devrimciler”, kitle hareketini
iki kez engellerler: sendikanın olmayan görevleri sendikaya yükleyerek partinin
rolünü yabana atarlar ve aynı zamanda sendikaların kendi özel işlevlerini
yerine getirmesini önlerler.
Devrimci
süreçteki üçüncü küçük burjuva eğilimi, tarafsızlık veya hareketçiliktir.
Komünist Parti’nin zaten reddedilmiş olan hatalarına yaslanarak devrimci
partinin tarihsel işlevine karşı çıkarlar.
Bu
görüşe göre, Bolşevik Parti'nin, Üçüncü Enternasyonal'in ve dünyanın tüm
komünist partilerinin bürokratikleşmesi tarihsel bir olgu değildir. Bunlara
göre böyle bir olgu, tarihte belli bir zamanda Sovyetler Birliği ve Avrupa'nın
somut koşullarından doğmamıştır, her parti oluşumunda kaçınılmaz bir durumdur.
Yine
bunlara göre parti örgütü, doğası gereği bürokratikleşmeye yol açar, hizipçidir
ve bunlar da onun kitleler tarafından reddedilmesine neden olur. Temelde küçük
burjuvazinin kitlelerin kendiliğindenliğine teslim olması anlamına gelen
kavramdır bu. Proleter bir parti inşa etmeden ve bilimsel sosyalizmi emek
hareketi ile bütünleştirmenin zorlu ve sabırlı görevinden feragat edilmesi
anlamına gelir.
Devrimci
hareket içindeki en yaygın üç küçük burjuva sapmaya, bir dördüncüsünü eklemek
de gerekir: düz burjuva reformizmi. Komünist Parti gibi örgütlerde ya da “La
Verdad” gibi hiziplerde bulduğumuz bu sapma, halk kitlelerine burjuva
reformizmini doğrudan Marksist-Leninist bir anlatımla tanıtır.
Görünüşte
Marksizme dayanan bu örgütler, burjuva pasifist bir tutum sergiliyorlar, halkı
sahte “seçim çözümü”ne yönlendirmeye çalışıyorlar ve açıkça “aşırı solcular”
olarak adlandırdıkları gerçek devrimcilerle mücadele ediyorlar.
Bu
sapmalar yoluyla bir sınıf olarak küçük burjuvazi, sınıf mücadelesini emek
hareketinin koynuna, proleter öncülere ve kitlelere taşıyor.
Diğer
bir deyişle hiçbir zaman proleter yolu kabul etmeyen devrimci küçük burjuvazi,
burjuvazinin ve diğer düşman kesimlerin toplumsal baskılarını devrimci harekete
taşıyarak, devrimci hareketi engelleyerek ya da saptırarak kendi sınıfının
gerektirdiğini yapar.
Böylece,
proletaryanın yolunu tutmayan küçük burjuvazi, saflarımızda düşman sınıfların
ajanlığını, onların sınıfsal baskılarının, fikirlerinin ve olumsuz
niteliklerinin taşıyıcılığını yaparak açık bir sınıfsal rol oynar.
Bu
kavramların sıcağında, genelde kitle hareketinin kafasını karıştıran siyasi
kısaltmalar çoğalır. Sosyalist bir çıkış arayan işçi, artık imza dışında bir
broşürü diğerinden ayırt edemez ve “verimsiz hizipler” arasındaki bu kadar çok
anlaşmazlığın ve bölünmenin nedenini anlayamaz. İşçi haklıdır. Sınıfının,
düşmana karşı açık bir alternatife ihtiyacı vardır. İşçi sınıfını ve halk
kitlelerini iktidarın fethine götürecek olan tek, sağlam, güçlü ve olgun bir
proleter partisidir bu. Kısaltmaların bolluğu, birçok aydına bir gün belki
kendi partilerinin de olabileceğine dair hayaller kurdurabilir, fakat işçiye,
kendi sınıfının kavgasında fayda etmez.
İşçilerin
Devrimci Partisi [Partido Revolucionario de los Trabajadores], kendi
içindeki bu tür küçük burjuva eğilimlere karşı savaşmış, sosyalist ve proleter
örgütün devrimci savaş yolunda kesin bir şekilde yürümek istemeyenleri
saflarından atmak için yaşadığı tartışmalarla ve bölünmelerle ağır bir bedel
ödemiştir.
Bu
tartışmalar ve bölünmeler bize, verimsiz hiziplerden ayrılan canlı bir siyasi
hareketin yolunda olumlu bir denge sağladı, tecrübe kattı ve sağlam bir irade
verdi.
Tüm
tutarlı devrimcileri de aynı yolda yürümeye, Arjantin işçi sınıfının işçi ve
halk iktidarı için, sosyalizmin inşası için yürütülen devrimci savaşı
yönlendirmek için ihtiyaç duyduğu devrimci proleter partinin inşasına katılmaya
çağırıyoruz.
Saflarımızdaki
küçük burjuva eğilimlerle savaşmaya, öncü işçileri birleştirmeye ve dürüst,
namuslu devrimci aydınları proleterleştirmeye çağırıyoruz.
Kapitalist
toplumu destekleyen burjuva anlayışların taşıma bandı olarak iş gören küçük
burjuvazinin hatalı anlayışlarını ortadan kaldırarak, düşman sınıfların
içimizdeki tüm ideolojik etkilerini tasfiye etmeye çağırıyoruz.
Bu
doğrultuda atacağımız her bir adım, zafere doğru atılmış sağlam bir adım olarak
iş görecektir.
Julio Parra
Şubat 1971
Kaynak
Dipnot:
[*] Hareketçilik, toplumun ve siyasetin esas çıkarlarının hareketin
zeminine bağlandığı, mevzu bahis mantığın yeniden üretildiği, resmi ve gayrı
resmi kurumsal bağlamın aşındırılmasına varan bir siyasettir.
0 Yorum:
Yorum Gönder