20 Nisan 2020

, ,

Küçük Burjuvazi ve Devrim

Bu yazı, ilk olarak PRT’nin [İşçilerin Devrimci Partisi] yayın organı El Combatiente’nin Ocak-Şubat 1971 tarihindeki 54. ve 55. sayılarında yayınlanmıştır. Ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen PRT’nin neşriyatından çevirdiğimiz bu yazıyı, öncü nezdinde küçük burjuvazinin devrimci süreçte oynadığı rolü aydınlığa kavuşturması sebebiyle ve ideolojik mücadele ile siyasi eğitime atıflarından dolayı güncel ve yararlı bulduğumuz için çevirdik. Yazar, Julio Parra mahlasıyla, PRT neşriyatında Peronizm, ileri bir zamanda çevireceğimiz Ahlak ve Proleterleşme ile burada size sunduğumuz Küçük Burjuvazi ve Devrim gibi başlıklarda birtakım önemli yazılar kaleme almıştır. Bu yazılardan Küçük Burjuvazi ve Devrim ile Ahlak ve Proleterleşme yazıları, daha sonra ayrı bir kitapçık hâlinde basılarak PRT-ERP militanlarının siyasi eğitimi için dağıtılmış ve okutturulmuştur.
● ● ●
Devrimci süreçte küçük burjuvazi tarihsel olarak ikili bir rol oynar. Bir yanda olumlu; öte yanda olumsuzdur bu rol. Şimdi bunun neden olduğunu görelim.
Lenin’in belirttiği gibi işçiler, reformizmin sınırlarını kendiliğinden aşmazlar. Çünkü işçi sınıfının maruz kaldığı sömürü ve baskı, sadece ekonomik zeminde kalmaz. Bu sömürü ve baskı, hayatlarının her köşesindedir. İşçi sınıfının kültüre erişimi, seyahat edip diğer halkların tecrübelerini öğrenmesi, sosyalizmin teorik unsurlarını doğrudan uygulaması kısıtlıdır.
Bu yüzden de işçilere devrimci teori, en azından siyasi eğitimlerinin ilk safhasında da olsa, kendi sınıflarının “dışından” iletilmelidir. Bu, küçük burjuvazinin oynadığı rolün olumlu yanıdır. İşçileri sosyalist teoriyle tanıştıran bu dış güç, tarihsel olarak genelde küçük burjuva kökenli aydınlardır. İlk sosyal-demokrat propagandaların ardından Lenin’in Bolşevik Partisi’nin doğumuna tanık olan Rusya’da böyle oldu. Çin’de, Kore’de, Vietnam’da, Küba’da da benzer bir süreç yaşandı. Ülkemizde de durum bu şekildedir.
Fakat tarihsel olarak işçi sınıfının öncüsü, küçük burjuvaziye bu katkısından dolayı ağır bir bedel ödemiştir. Devrimciler, devrimci teoriyle birlikte, işçi hareketine kendi sınıfsal niteliklerini de taşır. Bunlar bireycilik, ukalalık, büyük karar vermede çekince, sahip oldukları dar siyasi görüşten dolayı hizipçiliğe savrulma, şablonculuk, tali meseleler üzerinde sert tartışmalar ve şahsi kin olarak özetlenebilir.
Bundan dolayı da bütün devrimci partilerin tarihinde, bunların ilk zamanlarındaki fraksiyon ayrılıkları, sürekli bölünmeler ve büyük retorik ifadelerle sarmalanmış küçük tartışmalar belirgindir. Bu sebeple bu devrimci partiler, ancak işçi sınıfının öncüsü onlara müdahil olduğunda, nüfuz ettiğinde gerçek proleter partilere dönüşürler. O zaman devrimci parti içinde ikili bir süreç meydana gelir: Bir tarafta öncü işçiler, kendilerine küçük burjuva aydınlar tarafından iletilmiş olan, kendi sınıflarına ait ideolojiyi kavrarlar. Diğer tarafta ise Parti’deki işçi sınıfı unsurları, aydın yoldaşlarından, onların sahip olduğu sınıfsal ilişkileri kopararak hem varlıklarında hem de yaşayışlarında proleterleşmelerini; kitlelerin bakış açısını ve sınıfsal niteliklerini kabul ederek onlarla birlikte çalışmalarını, yaşamalarını ve savaşmalarını isterler.
Fakat böyle bir şey kendi şahısları için büyük bir kopuş olacağından dolayı, tüm aydınlar ve diğer küçük burjuva unsurlar bunu kabul etmezler. Bu kişiler, kendi hayatlarına ve varlıklarına yapışık kalmaya devam ederler ve işçi sınıfının öncüsü müdahil oldukça, devrimden uzaklaşırlar. Araya böyle mesafe koymak, yalnızca şahsi değildir. Küçük burjuvazi, kendisinin gerçek devrimci” olduğunu savunur, bir önceki safhada paternalizmle renklendirerek tadını çıkarttıkları liderliğe yine sahip olmak ister.
Dolayısıyla devrimde çeşitli küçük burjuva eğilimler meydana gelir: tarafsızlık ve hareketçilik[*], reformizm ve sendikacılık; darbecilik ya da militarizm. Proletarya devrim yolunda ilerledikçe, küçük burjuvazinin büyük hizipleri, kendi sınıflarının hain rolünü oynarlar: kapitalist toplum çerçevesinde kendi hayat tarzlarını ve küçük burjuva âdetlerine tehdit teşkil ettiği için, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin ilerleyişini yavaşlatırlar ve yolundan saptırırlar.
Bunlardan pek çoğu, zamanla yapmış oldukları hatayı anlayıp proletaryanın safına geri döner. Fakat diğerleri böyle bir şeyi yapamaz ve olumsuz rollerini oynamaya devam eder. Bu olumsuz roldekiler, vermeleri gereken büyük kararlarla karşı karşıyadırlar, en sonunda kendilerini düşmana açıktan hizmette bulurlar. Rus Devrimi’nin ardından Menşeviklerin ve sağ kanattaki SR’ların beyaz karşı-devrimcilerle ve emperyalizmin yayılmacı birlikleriyle nasıl işbirliği yaptığını görüyoruz.
Çin’de ise küçük burjuva gruplar, Komünist Parti’den ayrılarak Çan-Kay-Şek ile ya da Japon kuklası hükümet ile işbirliği yapmışlardı. Küba’da, Aníbal Escalante’nin ilk duruşması esnasında görüldü ki, Sosyalist Halk Partisi’nin [Partido Socialista Popular] eski unsurları, 26 Temmuz militanlarını ve Fidel Castro’yu Batista’nın polisine teşhir edecek kadar ileri gitmişlerdi.
Şimdi ülkemizde küçük burjuvazinin kendi sınıfsal rolünü hem olumlu hem de olumsuz manada nasıl oynadığını görelim.
Peron’dan Önce Marksizm
Marksizm bizim ülkemize geldiğinde, Avrupa’da bu fikri destekleyen uluslararası örgütler çoktan yozlaşmıştı.
İkinci Enternasyonal’in iyice dağıldığı ve Avrupa burjuvazisinin çoktan emperyalist sermayeye sahip olduğu bir zamanda ilk Marksist gruplar, Juan B. Justo’nun Sosyalist Parti’sinde örgütlenmişlerdi. Böylece, bizimki gibi sömürge ülkelerin çelişkilerini “ihraç” etmiş oldular. Avrupa’daki Sosyalist Partiler, burjuva parlamentarizminin ve I. Dünya Savaşı öncesi ekonomik patlamanın cazibesine kapılarak, açıkça sınıflarına ihanet etmişlerdi.
Rus Devrimi’nin ardından, Avrupa işçi sınıfının yeniden yükselişinin bir ifadesi olarak Üçüncü Enternasyonal kurulmuştu. Fakat burjuvazi, fırtınayı dindirmeyi becermişti ve 1924’te Lenin’in ölümünün ardından Stalin’in liderliğindeki Rus Komünist Partisi, ciddi bir bürokratik yozlaşma içindeydi. Rus Komünist Partisi’nin ek bir bölümü hâline gelen Üçüncü Enternasyonal de aynı yolu izledi.
Ülkemizde 1918’de kurulan Komünist Parti, Enternasyonal’in Stalin’in elinde uysal bir araç hâline geldiği dönemdeki gücü ve itibarı üzerinde yükseliyor.
Bu Komünist Parti, CGT’yi [Genel Emek Sendikası] kurarak 1930’ların ortasında emek hareketinin liderliğine erişmişti. Ancak daha sonra bu liderliği, onu devrimci bir anlayışla kavramaktan yoksun oldukları yeni bir gerçeklik dâhilinde yitirdi.
O zaman işçi sınıfı da sınıfsal alternatifini yitirdi. Onun öncesinde, Marksist lafızların ardına sığınan ya da sığınmayan çeşitli burjuva ve küçük burjuva reformist akımlar ortaya çıkmıştı. İşçi sınıfı da bu akımlardan ilgisini en çok çekene yöneliyordu.
On yıldan fazla bir süredir Peronizm, bağımsız bir Marksist-Leninist parti yaratma çabalarını hasıraltı etmektedir.
Çeşitli uluslararası olayların ışığında sunulan bu çerçeve, Marksizmin Arjantin’deki ilk 80 yılındaki bir sorunu aydınlığa kavuşturmaktadır: küçük burjuva aydınlar, birlikte hareket etmek zorunda olduğu işçi sınıfının niteliğini anlayamamışlardı. Küçük burjuva aydınların ülkemizde proleter parti kurma çabalarının her birisi, başarısız olmuştu. Bu uyuşmazlık en iyi bir şekilde, 1946 seçimlerinde iki sınıf karşı karşıya geldiği vakit gün yüzüne çıkmıştı.
Peron Döneminin Marksizmi
“Hiçbir kitle hareketine bağlanamayan ufak gruplar, hemen hüsrana uğramıştı. Ne kadar bilgiye sahip ve dinç oldukları önemli değildi. Eğer pratik için imkân bulamazlarsa, sonsuz bölünmelere ve karşılıklı aforozlara yol açan yoğun anlaşmazlıklarda ve yoğun şahsi düşmanlıklarda güçlerini boşa harcamaya mahkûm kalıyorlardı. Çeşitli hiziplerin arasındaki bu tür çatışmalar da tabii ki devrimci hareketin ilerleyişine etki ediyordu. Fakat canlı bir hareketi yavan bir hizipten ayıran şey, ilkinin zaman içinde, tartışmaların ve bölünmelerin içinden gerçek bir kitle siyasi hareketine sağlıklı bir şekilde geçiyor oluşuydu.
Isaac Deutscher’in Troçki: Sürgündeki Peygamber eserinden yapılan bu alıntı, Peronist Arjantin’deki ve post-Peronist yıllardaki Marksist gruplara tamı tamına uyuyor.
Akıntıya karşı yüzmek zorunda olan bu gruplar, işçi sınıfından giderek uzaklaşıyorlar, işçi sınıfını daha da anlamaz hâle geliyorlar, işçi sınıfıyla hareket edemiyorlar ve en sonunda kendi iç tartışmalarıyla birlikte karaya vuruyorlar.
Böylesi bir uyuşukluktan yalnızca bir grup, Komünist Parti içinde örgütlenmiş bir grup kurtulabildi. Fakat onların elindeki o ufak güç, işçi sınıfının gücü değildi, suni bir güçtü. Bu güç, Moskova’dan yönlendirilen, Stalin’in ve onun haleflerinin siyasetinin inişlerini ve çıkışlarını aynen takip eden bir güçtü.
İşçi sınıfı ise bu yeraltı mücadelelerinden çok az çıkar sağlıyor. Pek çok işçi, yolun sonunda gorillerin 16 Eylül’ün rövanşı için beklediğinden habersiz bir şekilde, Peronizmi “kendi” hükümetleri olarak görüyorlar ve Peronist bakanlıkların zaferlerini pervasızca kutluyorlar.
Peron’dan Sonra Marksizm
Bu dönemdeki denge, bir önceki dönemdekinden daha olumsuzdur: küçük burjuva aydınlar, Peronist işçi sınıfına karşı açıktan saf alıp, muhalif burjuva partileriyle işbirliği yaptılar.
Ancak 1955’ten sonra, dolambaçlı ve zor yollar geçildiğinde Marksist aydınlar, işçi sınıfının öncüsüyle ilişkiye geçmeye başladılar. Aynı zamanda yine dolambaçlı ve zor yollardan geçerek ve çeşitli tecrübeler yaşayarak, yavaş yavaş işçi sınıfının öncüsü de doğuyordu.
Bu tecrübelerden birisi “sol Peronizm” ya da diğer bir deyişle, “Peronizme sızma” idi. Bu tecrübenin çeşitli şekilleri, bazı Marksist aydınların Peronist harekete, işçi sınıfının bu hareketin içinde kalan parçasıyla çalışmak üzere “sızmasını” ve bazı işçilerin de bu yolla –tamamen olmasa bile- kendi sınıflarının ideolojisini anlamasını ifade eder.
Bu siyasetin taşıdığı kısıtlılık oportünist niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu siyaset, emek hareketi üzerindeki burjuva etkiye ve sınıf uzlaşması tezine karşı ideolojik savaş yürütmez. Yine de bu siyaset, bazı işçi bölümleri içinde önemli siyasi gelişmeler kaydettiği için dikkate değerdir.
Bu grupların ortak kaderi, kendi varlıklarına rağmen bir başarı göstermiş olmalarıdır: bu grupların etkisinden bağımsız olarak işçiler ideolojik olarak ilerledikçe, onlardan uzaklaşıp yeni yollar aradılar. Ama tekrar ediyoruz, serptikleri tohumların pek çoğu verimli topraklara düştü ve meyve verdi.
Diğer tarafta ise, çoğu Komünist Parti’den kopmuş olan Marksist aydınların faaliyetleri durur. Bunlar, işçi sınıfına doğrudan sosyalist fikirlerle yaklaşmaya çalışmıştır.
Onların kaderi bir öncekine benziyordu: işçi sınıfının bazı bölümlerinin ilerlemesine yardımcı oldular, ancak bu ilerlemede kendileri de boğulmuşlardı ve ataletle ortadan kayboldular.
Her iki duruma da bakarsak en iyi tecrübeler, açık bir şekilde silahlı mücadele yolunu tutmuş olan gruplar tarafından yakalandı.
1955’in başlarında ve 1959’daki Küba Devrimi’nden epey sonra Marksistlerin, Marksist grupların arasındaki en önde gelen kişiler, güç kazanmanın tek yolunun rejime karşı açıktan ve doğrudan, elde silahla cephe almak olduğunu anladılar.
Yeni çeşit bir savaşın tüm öncüleri gibi onlar da hata yaptılar ve düşmana yenik düştüler. Fakat Arjantin’de silahlı mücadelenin gelişmesinin yolunu açtılar. Her telden reformistin itici bulduğu devrimci şiddeti, her daim devrimci gündemlerinde tuttular.
Böylece Uturuncoların, Peronizmin terörist gruplarının, Angel Bengochea’nın ve Jorge Masetti liderliğindeki Halkın Gerilla Ordusu’nun [Ejercito Guerrillero del Pueblo] tecrübeleriyle tanıştık. Savaşarak düşen bu ilk silahlı savaşçıların hatırası, halkın hafızasından hiçbir zaman silinmeyecektir. Başarılarıyla ve hatalarıyla onlar, ülkemizde devrimci savaşın yolunu açtılar.
Bizim için 16 Eylül 1955’ten 29 Mayıs 1969’a kadar giden süreçteki denge, önceki dönemlere nispetle daha olumluydu. Devrimci küçük burjuvazi, tarihsel rolünün olumlu yanına hayat veriyordu. Kendilerine “Peronist” diyen ya da açıkça ideolojilerinin ne olduğunu ilan eden Marksist gruplar, işçi sınıfına yaklaşmaya, onlara sosyalist fikirleri taşımaya başlamışlardı.
Küçük fakat önemli bazı işçi kesimleri ise kendi sınıflarının ideolojisini anlayarak, bu aydın gruplarıyla ilişki kurmuş ve onları proleterleştirmeye çalıştırmıştır. Öte yanda bir bütün olarak işçi sınıfı ise, kapitalist rejime karşı geniş seferberlikler geliştiriyor, örgütlenme ve mücadelede geleneksel yöntemleri kullanıyor –temel olarak sendikalar- fakat aynı zamanda her gün yeni ihtiyaçların da farkına varıyordu.
Savaş, ilerlemeler ve çekilmelerle birlikte kendi ritmini tutturmuştu. Fakat bu, tarihin bize izin verdiği kadarıyla geriye baktığımızda, sınıf savaşında girmiş olduğumuz daha büyük bir safhaya işaret ediyordu. Kısacası, en iyi aydınlar ve işçi sınıfının en iyi öncüleri ellerine silah alarak sınıf düşmanlarına karşı devrimci savaşın ilk hurucunu gerçekleştiriyordu.
Mayıs’tan Sonra
Mayıs 1969 itibariyle Arjantin’deki devrimci sürecin yeni bir safhaya geçtiğini görüyoruz. Açıkçası, bu yeni safhayı niteleyen unsurlar, bundan biraz bir zaman önce oluşmaya başlamıştı. Fakat eski sürecin tam olarak hangi momentte bittiğini ve yeni sürecin hangi momentte doğduğunu, yahut Mao Zedung’un sözleriyle söylersek, eskinin içinden yeninin hangi momentte meydana geldiğini kestirmek çok zordu. Öte yanda ise bu farklı unsurlar eşitsiz bir şekilde gelişmişti, her birinin kendi ritmi vardı. Bunun için de Mayıs patlamasını, açık olarak bir safhayla öbür safhanın arasına; emek hareketinin durgunluğuyla kitlelerin devrimci yükselişinin; küçük-burjuvazinin reformizmiyle kitlelerin proleter uyanışının; pasifizmle devrimci savaş safhasının arasına duvar çeken bir moment olarak almak doğru olur.
Yeni safhayı eksiksiz niteleyen unsurlar şunlardı: kitle hareketinin geniş ve sürekli yükselişi, ideolojik ilerleme, devrimci şiddetin gelişimi ve doğrudan silahlı mücadeleye dönüşümü.
Devrimci küçük burjuvazi bu süreçte nasıl bir rol oynuyor? Mayıs'tan hemen önceki ve sonraki yılları oluşturan bu geçiş döneminde, başlangıçta bahsettiğimiz devrimci burjuvazinin çifte rolü açıkça görülmektedir.
Bir yanda, radikalleşen küçük burjuva unsurlar bu sürecin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde aktif ve olumlu bir rol oynamıştır. Öte yanda, aynı radikalleşmiş küçük burjuva unsurlar, kitlelerin yolundaki her türlü sapmaya neden olur ve kendilerinin de açılmaya katkıda bulundukları yol boyunca kitlelerin kararlı bir şekilde hareket etmeye direnirler.
Her iki yöne daha ayrıntılı olarak bakalım. Kitlesel eylem düzeyinde, devrimci küçük burjuvazinin iki katkısına dikkat çekmeliyiz. Birincisi, devrimci aydınların ve öğrenci hareketinin kitlelere getirdiği kalıcı mayalanmadır. İkincisi, öğrenci hareketinin Mayıs ayındaki mücadelelerde oynadığı tetikleyici roldür.
Bununla birlikte, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin, aydınların ve öğrencilerinkinden çok daha canlı olan kendi dinamikleri, kendi ritimleri vardır.
İşçi sınıfı halk mücadelelerinin liderliğini üstlendiği için, aydınların ve öğrencilerin seferberlikteki rolü giderek daha tali bir konuma itilmektedir.
Öte yandan, soldaki küçük burjuva eğilimlerin en iyi ürediği alanların öğrenci hareketinin coşkusuyla biçimlenen alanlar olduğunu unutmamalıyız.
Koşullara bağlı liderliklerin ılgımından sonra devrimci küçük burjuvazinin liderleri, öğrenci hareketindeki takipçileriyle kendilerini kolayca kuşatırlar, daha sonra bu liderliği işçi sınıfının koynuna nakletmeye çalışırlar. Bu şekilde küçük burjuvazinin sınıfsal özellikleri, öğrenci hareketinin sıcağında sürekli olarak yeniden doğar ve yeni bir güç ve kök kazanır.
Mayıs'tan önce durum böyleydi ve böyle olmaya da devam ediyor. Aradaki fark, küçük burjuva “öğrenci” gruplarının üniversite kapsamı dışında kalan etkilerinin gittikçe azalıyor olmasıdır.
Aynı şey, kitle mücadelelerin kısa liderliği sırasında ideolojik düzlemde de geçerlidir; devrimci küçük burjuvazi, Stalinizm ve onun kütüphane ve müzelerdeki halefleri ile proleter ve halk kitleleri arasında yer alan Marksist-Leninist teori arasındaki tek köprüdür.
Fakat işçi sınıfı ideolojik olarak büyük adımlarla ilerledikçe, öncü işçiler ciddi bir çalışmaya, devrimci teoriye ve dünya devriminin büyük deneyimlerinin ciddi incelemelerine yönelik artan bir isteklilik gösterdikçe; büyük düşünürlerin ve Marksist liderlerin gerçek bir proleter dirilişi meydana gelecektir.
Bu diriliş, küçük burjuva Marksistler tarafından büyük bir entelektüel haz ile yetiştirilen ikinci el Marksizmin yanında yetersiz kalıyor. “Azgelişmiş” diyerek gözümüzü boyayan, Avrupa ve Amerika'da ortaya çıkan bu düşüncenin entelektüel işçiliği, Arjantin ve Latin Amerika devriminin büyük sorunlarını çözmek için açıkça yetersizdir. Marx, Engels, Lenin, Troçki, Mao Zedung’un eserleri tüm boyutlarıyla burada yeniden ortaya çıkıyor işte; Vietnam, Kore ve Küba devrimlerinin paha biçilmez katkıları; Che’nin berrak insanlığı burada ortaya çıkıyor.
Arjantin işçi sınıfı, Marksizm ile yeniden bir araya gelirken aydınlarımız, etraflarında neler olduğunu anlamaya çalışarak şaşkın bir şekilde kütüphanelerine geri dönüyorlar. Daha da açık olanı, silahlı mücadele alanındaki devrimci küçük burjuvazinin bocalaması ve kafa karışıklığıdır. Masetti ve Bengochea gibi kişiler, hava hâlâ karanlık ve pusluyken bize yol gösterdiler. Ancak haleflerinin çoğu, bugün bir çelişkiler denizinde tereddütte boğuluyor. Tüm halk adına silah kuşanan, paternal liderlikteki küçük burjuva gruplarına alışkın olan bu aydınlar, yüzlerce işçinin ellerine Che'nin tüfeğini alma eğiliminde olduğu gerçeğini anlayamıyorlar. Bu, onları şaşırtan, önceden tasarlanmış şemalarını kıran ve silahları, onları tutmaya hevesli ellere veremeyen bir şeydir.
Küçük-Burjuva Sapmalarla Savaşalım
Analizimizi sentezlerken, şu anda kitlelerin devrimci hareketinin gelişimini engelleyebilecek ve saptırabilecek üç temel sapmanın olduğunu gösterebiliriz: sendikacılık, militarizm ve tarafsızlık.
Her üçünün de ortak bir özelliği vardır: üçü de tipik küçük burjuva düşüncesidir. Sınıf mücadelesindeki iki büyük aktör arasında (burjuvazi ve proletarya) kalıcı olarak bocalamaya mahkûm edilen bir sınıfın tereddüdünü, sersemliğini, siyasi cüret eksikliğini yansıtırlar.
Militarizm/darbecilik, küçük burjuva paternalizminin kendi gücüne olan güven duygusunu ve işçi sınıfının devrimci süreçteki öncü rolünün hafife alınmasını yansıtır. Devrimci savaşta kitlelerin rolünü bir kenara koyma ya da küçümseme eğilimi ile nitelenir. Devrimci savaşı sadece bazı silahlı grupların doğrudan çatışması olarak görürler. Halktaki yaratıcılığın bahşettiği daha fazla kaynaklara sahip olan silahsız kitlelerin eşsiz mücadelesinin farkına varmazlar. Devrimci savaşın açık bir gelişim çizgisinde olduğunu anlamazlar: silahlı öncünün ve silahsız kitlelerin mücadeleleri ilk başta birbirine paralel yürür, fakat süreç ilerledikçe pek çok noktada kesişirler; savaşın sonlarına doğru artık geniş, güvenli, tek bir yol vardır; silahlanmış halk, sınıf düşmanıyla bir bütün olarak yüzleşir.
Militarist anlayış, askerî saha şöyle tezahür eder: dikkatlice hazırlanmış gizli aygıtın abartılması ve devrimciler için en iyi örtü, en iyi aygıt olan kitlelerin küçümsenmesi; halkı derhal seferber edebilecek eylemleri bir tarafa bırakırsak, silahlı eylemler için kitle çizgisinin ve böyle bir aygıtın yaratılması için gereken silah, para, belgeler vs. şeylerin eksikliği. Burada doğrunun ve yanlışın ne olduğunu göstermek için Vietnam halkının yürüttüğü savaştan örnek vermek, neredeyse lüzumsuzdur. Gazeteci Wilfred Burchett, Vietkong Neden Muzaffer Oluyor? isimli kitabında şöyle diyor:
“Askerî kariyerlerine 1959’da köylerin etrafında iri çivi tuzakları hazırlayarak başlayan birimler, Ocak 1968’in sonlarında şehirlere saldıran ya da Kasım 1967’deki Dark To Muharebesi’nde Birleşik Devletler’in seçkin paraşütçü birliklerini darmaduman eden deneyimli taburlar hâline geldiler.”
Reformizm de hatalara düşmektedir ve bunlardan en yoğun görüleni sendikacılıktır.
Reformizm, silahlı mücadelenin rolünü küçümser, onu belirsiz bir geleceğe erteler ya da reddeder. Kitlelerin siyasi mücadelelerini ekonomik talepleriyle karıştırır. Bu, partiyle sendikaların yerini değiştirmek demektir.
Deutscher tarafından bahsedilen “verimsiz hizipler” sıklıkla bu hataya düşer. Güçlü ve olgun bir devrimci partinin yokluğunda, proletaryanın iradesini inşa etme kabiliyetinden yoksundurlar. Küçük burjuvazinin tipik politik utangaçlığı, bir kahve teorisi olan “dişliler tezi” ile en kısa yolu seçmeyi tercih ediyor. Bu teoride parti, daha büyük bir dişliyi, sendikaları ve sırayla kitleleri hareket ettiren daha küçük bir dişlidir.
Bundan daha yanlış bir şey yoktur. Devrimci partinin kitlelere propagandası, politik ajitasyonu ve örgütleyici faaliyeti ile ulaşmak için herhangi bir aracıya ihtiyacı yoktur.
Parti, kitlelerin hiçbir ihtiyacını yadsımaz. Parti, kitlelerle birlikte çalışır, onlarla birlikte yaşar, öğrenir, savaşır ve onların ihtiyacını giderir. Parti, kitlelerin acil talepleri için yarattığı, sendikalar da dâhil tüm örgütlenmelere iştirak eder, onlara siyasi olarak rehberlik ve liderlik etmek için uğraşır.
Fakat her şeyden öte Parti, kitlelerin en büyük ihtiyacını karşılar. İşçi ve halk hükümeti için verilen mücadelede, sosyalizm için savaşta kitleleri öncü proleter partiden başka bir güç yönlendiremez, onlara başkası rehberlik edemez. Bunu yapmaktan kaçınan partinin var olmaya da hakkı yoktur.
Bu politik reformizmin sendikalardaki karşılığı, hizipçi ve aşırı sol maceracı sendikacılıktır. Sendikalara partinin görevlerini yükledikleri için, sendikaların kendi görevlerini yerine getirmelerini engellerler. Sendikalar ve diğer örgütlenmeler doğası gereği geniş ve açıktır. Sendikalar, acil talepler üzerinden kitleleri sınıf düşmanlarına karşı savaşa sokmalı, onları örgütlemeli ve yönlendirmelidir.
Bu mücadelelerin siyasi düzleme getirilmesine ve onları özgün sınıf mücadelelerine dönüştürmesine olanak sağlayacak olan, partinin devrimci yönlendirmesidir. Aynı zamanda bu devrimci yönlendirme, sendikaların, bürokratik sektörlerin aşırı uç eğilimlerine teslim olmadan, amaçlarının gerçekleştirilmesinde en esnek taktikleri kullanmalarına izin verir.
Sonuç olarak, “devrimci sendikacılar” veya “sendikacı devrimciler”, kitle hareketini iki kez engellerler: sendikanın olmayan görevleri sendikaya yükleyerek partinin rolünü yabana atarlar ve aynı zamanda sendikaların kendi özel işlevlerini yerine getirmesini önlerler.
Devrimci süreçteki üçüncü küçük burjuva eğilimi, tarafsızlık veya hareketçiliktir. Komünist Parti’nin zaten reddedilmiş olan hatalarına yaslanarak devrimci partinin tarihsel işlevine karşı çıkarlar.
Bu görüşe göre, Bolşevik Parti'nin, Üçüncü Enternasyonal'in ve dünyanın tüm komünist partilerinin bürokratikleşmesi tarihsel bir olgu değildir. Bunlara göre böyle bir olgu, tarihte belli bir zamanda Sovyetler Birliği ve Avrupa'nın somut koşullarından doğmamıştır, her parti oluşumunda kaçınılmaz bir durumdur.
Yine bunlara göre parti örgütü, doğası gereği bürokratikleşmeye yol açar, hizipçidir ve bunlar da onun kitleler tarafından reddedilmesine neden olur. Temelde küçük burjuvazinin kitlelerin kendiliğindenliğine teslim olması anlamına gelen kavramdır bu. Proleter bir parti inşa etmeden ve bilimsel sosyalizmi emek hareketi ile bütünleştirmenin zorlu ve sabırlı görevinden feragat edilmesi anlamına gelir.
Devrimci hareket içindeki en yaygın üç küçük burjuva sapmaya, bir dördüncüsünü eklemek de gerekir: düz burjuva reformizmi. Komünist Parti gibi örgütlerde ya da “La Verdad” gibi hiziplerde bulduğumuz bu sapma, halk kitlelerine burjuva reformizmini doğrudan Marksist-Leninist bir anlatımla tanıtır.
Görünüşte Marksizme dayanan bu örgütler, burjuva pasifist bir tutum sergiliyorlar, halkı sahte “seçim çözümü”ne yönlendirmeye çalışıyorlar ve açıkça “aşırı solcular” olarak adlandırdıkları gerçek devrimcilerle mücadele ediyorlar.
Bu sapmalar yoluyla bir sınıf olarak küçük burjuvazi, sınıf mücadelesini emek hareketinin koynuna, proleter öncülere ve kitlelere taşıyor.
Diğer bir deyişle hiçbir zaman proleter yolu kabul etmeyen devrimci küçük burjuvazi, burjuvazinin ve diğer düşman kesimlerin toplumsal baskılarını devrimci harekete taşıyarak, devrimci hareketi engelleyerek ya da saptırarak kendi sınıfının gerektirdiğini yapar.
Böylece, proletaryanın yolunu tutmayan küçük burjuvazi, saflarımızda düşman sınıfların ajanlığını, onların sınıfsal baskılarının, fikirlerinin ve olumsuz niteliklerinin taşıyıcılığını yaparak açık bir sınıfsal rol oynar.
Bu kavramların sıcağında, genelde kitle hareketinin kafasını karıştıran siyasi kısaltmalar çoğalır. Sosyalist bir çıkış arayan işçi, artık imza dışında bir broşürü diğerinden ayırt edemez ve “verimsiz hizipler” arasındaki bu kadar çok anlaşmazlığın ve bölünmenin nedenini anlayamaz. İşçi haklıdır. Sınıfının, düşmana karşı açık bir alternatife ihtiyacı vardır. İşçi sınıfını ve halk kitlelerini iktidarın fethine götürecek olan tek, sağlam, güçlü ve olgun bir proleter partisidir bu. Kısaltmaların bolluğu, birçok aydına bir gün belki kendi partilerinin de olabileceğine dair hayaller kurdurabilir, fakat işçiye, kendi sınıfının kavgasında fayda etmez.
İşçilerin Devrimci Partisi [Partido Revolucionario de los Trabajadores], kendi içindeki bu tür küçük burjuva eğilimlere karşı savaşmış, sosyalist ve proleter örgütün devrimci savaş yolunda kesin bir şekilde yürümek istemeyenleri saflarından atmak için yaşadığı tartışmalarla ve bölünmelerle ağır bir bedel ödemiştir.
Bu tartışmalar ve bölünmeler bize, verimsiz hiziplerden ayrılan canlı bir siyasi hareketin yolunda olumlu bir denge sağladı, tecrübe kattı ve sağlam bir irade verdi.
Tüm tutarlı devrimcileri de aynı yolda yürümeye, Arjantin işçi sınıfının işçi ve halk iktidarı için, sosyalizmin inşası için yürütülen devrimci savaşı yönlendirmek için ihtiyaç duyduğu devrimci proleter partinin inşasına katılmaya çağırıyoruz.
Saflarımızdaki küçük burjuva eğilimlerle savaşmaya, öncü işçileri birleştirmeye ve dürüst, namuslu devrimci aydınları proleterleştirmeye çağırıyoruz.
Kapitalist toplumu destekleyen burjuva anlayışların taşıma bandı olarak iş gören küçük burjuvazinin hatalı anlayışlarını ortadan kaldırarak, düşman sınıfların içimizdeki tüm ideolojik etkilerini tasfiye etmeye çağırıyoruz.
Bu doğrultuda atacağımız her bir adım, zafere doğru atılmış sağlam bir adım olarak iş görecektir.
Julio Parra
Şubat 1971
Dipnot
[*] Hareketçilik, toplumun ve siyasetin esas çıkarlarının hareketin zeminine bağlandığı, mevzu bahis mantığın yeniden üretildiği, resmi ve gayrı resmi kurumsal bağlamın aşındırılmasına varan bir siyasettir.

0 Yorum: