Çevirmenin
Notu:
Sosyalist bir toplum ve sosyalist bir iktisat, ancak sosyalist bir ahlak
üzerinde yükselebilir. Çoğu kez aile, aşk, çocuk yetiştirme gibi konularda
sosyalistler ya görüşlerini o an için kendilerine saklamışlar ya da bunları
devrimden sonrasına bırakmışlar. Daha önce aynı broşürden bir başka yazısını çevirdiğimiz PRT-ERP neşriyatından
çıkan bu yazıda bu konu üzerine kavganın sıcağında değiniliyor. Kimi
akademisyenler ve devrimciler tarafından “Arjantin’in Vietnam tipi Marksist
partisi” olarak da tanımlanan PRT-ERP, tüm bu tespitlerinde bu eksikliği
doldurmaktan başka, Komutan Guevara’nın “Yeni İnsan” çağrısına kulak vermenin
ve yarının toplumunu inşa etmenin sorumluluğuyla hareket etmiş.
♦ ♦ ♦
1.
Problemin Önemi ve Sınırı
Bugün burjuvazinin kendi sınıfının
diktatörlüğünü, yani işçi sınıfı ve tüm halk üzerindeki egemenliğini
uyguladığına dair Leninist iddia, devrimci alanda genel olarak kabul görür.
Ancak toplumda burjuvazinin sınıf hegemonyası kavramı, daha az bilinen bir
yöndür, toplumsal pratikteki egemenliği tamamlayan bir kategoridir. Bu Leninist
anlayış, Gramsci'nin “Machiavelli Üzerine Notlar adlı eserinde kesin bir şekilde
tanımlanmış olup, devletin “egemen sınıfın egemenliğini meşru kıldığı ve
sürdürdüğü, aynı zamanda aktif olanı elde etmeyi de başardığı pratik ve teorik
etkinlikler kompleksi” olarak ifade edilmektedir.
Altını çizdiğimiz bu son paragrafta Gramsci
hegemonya konusuna açıkça işaret ediyor. Bu demektir ki, eğer burjuvazi bizi
hâlâ kontrol altında tutuyorsa, bu, sadece onların baskıcı aygıtları sayesinde
değil, aynı zamanda ve her şeyden önce, halkın önemli bir kısmının burjuva
anlayışlarına bağlı kalmaya devam etmesi ve neredeyse tüm halkın, burjuvazinin
kurduğu yaşam sistemine göre yaşamaya devam ediyor olması nedeniyledir. Örneğin
burjuva hegemonyası, günlük olarak egemen sınıfın ideolojisini yalnızca genel
politik zeminde değil, günlük yaşamın her alanında, reklâm ve radyo tiyatrosu
yoluyla, çizgi romanlarla, spor haberleriyle vs. burjuva “rol modelleri”
sağlayan kitle iletişim araçlarında kendini gösterir. Bu hegemonya, kapitalist
rejim tarafından yutulan sendikalarda toplumsal gerilimlerden bir kaçış valfi
olarak kendini gösterir. Hegemonya, kendisini kiliselerde, kulüplerde, sporda,
insan hayatının her alanında gösterir.
Hegemonya sorununun etik ve ahlak sorunuyla
bağlantılı olduğu yer de işte burasıdır. Bu, Che'nin Yeni İnsan'ın inşası için
tutkulu çağrısıyla ortaya attığı sorudur. Bu, Çin Kültür Devrimi'nin sayısız seferberliğinin
ortaya çıkardığı sorudur. Bu, kadrolarının ve militanlarının proleterleşmesi
çağrılarıyla Arjantin'de ortaya çıkmaya başlayan devrimci eğilimlerin sorusudur
ve bu soru, Che'yi basit bir romantik efsaneye dönüştürmeye çalışan kişileri
iddia ettikleri için, salt arzuların bir arzusu olarak alınamaz. Bazı
kişilerinin zanlarının aksine bu soru, cevaplanması iktidarı ele geçirdikten
sonraya bırakılabilecek bir soru değildir. Aksine bu, devrimci savaşa ait
sorunların tam merkezinde yer alan bir sorudur.
Lenin, proletaryanın kendi sınıfının
diktatörlüğünü, toplum içinde kendi sınıfının hegemonyasını kurmadıkça, yani
halkın ve işçi sınıfının kalplerini ve akıllarını kazanmadıkça tesis
edemeyeceğini, politik iktidarı ele geçiremeyeceğini açıkça belirtmiştir. Eğer
yukarıda önerdiğimiz gibi proleter hegemonyasını doğru anlarsak, bunun yalnızca
halkın çoğunluğunun proletaryanın önerdiği fikirlere ve politik programa
bağlılığından ibaret olmadığını, aynı zamanda “yeni bir ahlak” sorununu da
ortaya attığını görürüz.
Bu sorun, dünya devriminin şu anki aşamasında
özellikle önemli hâle geliyor. Emperyalizm, egemenliğinin nihai ve geri
döndürülemez krizi içindedir. Sosyalist sahanın genişlemesi ve kabul görmesi, sömürge
halklarının devrimci savaşı, emperyalizmin nihai yenilgisinin mümkün olduğunu
ispatlayan bir gerçeğin oluşmasını sağladı. Fakat tam da karşı karşıya kaldığı
krizi ve nihai yenilgisi nedeniyle emperyalizm, egemenlik sahasının her
zerresini dişiyle ve tırnağıyla dövüşerek savunacaktır. Devrimci savaş, ülkemizde
ve dünyada, pratikte gösterildiği gibi, giderek daha vahşi, zalim ve sert hâle
gelecektir. Savaşın pratiği içinde yeni insanın, o savaşta savaşabilecek ve
savaşı kazanabilecek insanın inşasına başlamaya karar vermezsek, savaşı
kazanmayı aklımızın ucundan dahi geçiremeyiz.
Aklı başında birisi olan Avustralyalı
gazeteci Wilfred Burchett, Vietkong Neden
Muzaffer Oluyor? adlı kitabında, bu “siyah pijamalı küçük sarı adamların”
tarihin bildiği en korkunç savaş makinesi hâline geldiklerini, “çünkü kalpleri
ve akılları fethetmeyi bildiklerini” açıkça belirtiyor. Onlar, halkın kalbini
ve aklını fethetmeyi bildiler, çünkü ilk andan itibaren kendi kadrolarının,
savaşçılarının ve halklarının politik ve ahlakî formasyonlarının
oluşturulmasına önem verdiler. Hegemonya sorunu, yani kitlelerin kalplerinin ve
akıllarının fethi ve bu sorunun etik yönü, savaşın diyalektiğinin tam da
merkezine yerleştirilmişti.
Yeni bir ahlakın inşası, ideolojik, ekonomik
ve politik-askerî mücadele kadar değerli ve önemli bir devrimci zafer aracıdır,
onlarla bağlantılıdır ve öte yandan bu yeni ahlak, ancak savaşın pratiğinde
inşa edilebilir. Fakat bu “savaş pratiği” terimini politik ve askerî savaş
zamanlarında olduğu gibi sınırlı bir anlamda değil, daha geniş ve daha derin
bir anlamda anlamalıyız. Bu savaş pratiğini, savaşın etrafında
arkadaşlarımızla, eşimizle ve çocuklarımızla, ailemizle ve genel olarak
çevremizdeki diğer insanlarla, düşmanla bütünlüğün bir örgütlenmesi olarak ele
almalıyız. Ancak bu şekilde şimdi ve burada devrimci bir ahlaka, yarının
sosyalist ahlakına gerekli geçişi oluşturan bir savaş ahlakına ulaşabiliriz. Vietnam
destanının kalbi budur.
Eğer bu insanların günlük hayatlarını
köklerine kadar yıkıp onu yeni devrim eksenine göre ayarlayıp örgütlediklerini,
örgütlendiklerini anlamazsak, bir halkın neredeyse kırk yıl boyunca hiç
durmadan savaşıyor olmasını anlayabilmek imkânsızdır. Eğer Che’mizin istediği
gibi Latin Amerika’da yeni Vietnamlar yaratmak istiyorsak, Vietnam tecrübesini
yalnızca askerî strateji ve taktiklerin, ideolojik eğitimin ve politik
çalışmanın pratiğinde değil, aynı zamanda devrimci ahlak sahasında da yaratıcı
bir şekilde uygulamasını bilmeliyiz.
2.
Burjuva Ahlakının Özü Olarak Bireycilik
Nasıl ki sosyalist toplum, kapitalist
toplumun diyalektik olarak aşılmasıysa, sosyalist ahlak ve onun embriyosu olan
devrimci ahlak da, ancak burjuva ahlakının diyalektik bir aşılması olarak
görülebilir. Bir şeyin üstesinden gelmek için ise işe önce onu bilerek
başlamalıyız.
Öyleyse burjuva ahlakı nedir? Burjuva ahlakı,
insanlar arasındaki günlük ilişkiler ve onlara karşı tutumlarının, kapitalist
üretim ilişkilerinin ifadesidir. Marx, kapitalist toplumun temelde bir meta üreticileri
topluluğu olduğunu ve ticari üretimin anarşik ve anonim doğasının, diğer
sonuçlarının yanı sıra, insan ilişkilerini nesneleştirme meziyetine sahip
olduğunu keşfetti.
Gerçekten insanlar arasındaki toplumsal
ilişkiler, nesneler arasındaki ilişkiler olarak ya da daha özele dair bir
ifadeye başvuracak olursak, herkesin ve her şeyin çok özel bir şeyle olan ilişkisi
şeklinde tezahür eder. Örneğin tüm eşyanın şahı ve zamanımızın tanrısı olan
para gibi. Genel bir meta alışverişi ve dolaşımının neticesinde para - ve genel
olarak meta- bir yaşam aracı hâline gelir. Buna sahip olmak ya da olmamak,
kıyafet, gıda gibi diğer metalara sahip olmak ya da olmamak demektir. Buna göre
ya yaşarsın ya da ölürsün, ya sefillik içinde hayatta kalmaya çalışırsın ya da
bereket içinde yüzersin. Çalışmak eylemi, para elde etmenin basit bir aracı hâline
gelmek için, yaratıcı faaliyetini, yani insanın belirli ve üstün faaliyetinin
karakterini kaybeder ve metaya sahip olmak hayatın sonu olur.
Kendilerini hayatta kalmak için rekabet
etmeye zorlayan, orman gibi saran anonim kapitalist piyasada her insan
böyledir. İşçi, bir iş bulmak, işine sahip çıkabilmek, daha fazla para kazanmak
için sınıf kardeşleriyle rekabet etmeye zorlanır. Kapitalist, müşteri kazanmak,
kendi kârını başkalarının zararı pahasına artırmak için diğer kapitalistlerle
vahşice rekabet eder. Kendi aralarında küçük burjuvalar, bize bazen hayatta
kalmak, bazen “sivrilebilmek”, bazen de “hayatta ilerleme kaydetmek” için rekabet
ederler.
Anonim ve düşman bir güç olarak görünen
piyasa ile herkesin herkese karşı olduğu bu vahşi rekabet içinde, kişinin kendi
bireyciliğinden başka hareket noktası yoktur. Herkes, bir başka insandan başka
bir şey olmayan piyasadaki düşmanlarına karşı hayatta kalmak ve başarmak için
mücadele verir. Aynı şekilde kendisi de bir başkası için düşmandır. Bu nedenle
de bireycilik, kapitalist üretim ilişkilerinin ticarî karakterinden
kaynaklandığı için burjuva ahlakının temel özelliğini oluşturur.
Bu bireycilik nasıl gelişir ve tezahür eder?
Üretim ilişkilerinde kapitalist hegemonya ve dolayısıyla toplumdaki burjuva
hegemonyası istikrarlı hâle geldiğinde, bireycilik de insan ilişkilerinin
baskın özelliği hâline gelir. Yetişkinler, bunu bilinçli ya da bilinçsiz olarak
çocuklarına aktarırlar ve böylece çocuklar, bireyciliği anne sütünden aldıkları
ilk yudumla emmeye başlarlar. Bebek, yemek ve ebeveyn ilgisi için kardeşleriyle
rekabet edecektir. Daha sonra oyuncaklar için, sonra okulda en iyi notlar için,
oyunlarda kendisinin ya da sporda kendi takımının zaferi için yarışacaktır.
Sonunda bir yetişkin olarak, kendisini
sanayide, ticarette, bilimde, sanatta, politikada, savaşta şiddetli bir rekabet
içinde bulacaktır. Böylelikle bireycilik, onun kişiliğine işlemiş olarak, kapitalizmin
rekabetçi kalıbında şekillenen kişiliğinin temel iskeleti hâline gelir.
Böyle olunca da bireycilik, yalnızca şeyler
hakkındaki bilinçli düşünceler, ortak görüşler ve fikirler düzeyinde değil,
aynı zamanda çevre tarafından koşullandırılan duygular, hisler ve refleksler
düzeyinde, herhangi bir düşüncenin daha doğuş aşamasında bilinçsizce,
kendiliğinden bir şekilde de işliyor olacaktır.
Bireyci olmanın özellikleri ve yolları,
herkesin kişiliğinde, burjuva hegemonyasının kitle iletişim araçları, okul gibi
aygıtlarla takviye etmekten sorumlu olduğu günlük rutin içinde, bir varoluş
şekli olarak işlenir.
İşte sorunun boyutu böyledir. Bu yüzden
bireycilikle savaşmak çok zordur. Devrimci olmak için sorunların en genel
bilincini, işçi sınıfının bütün fikirlerini bilinçli olarak kabul etmek yeterli
değildir. Aksine, kendi içimizde bir devrim yapmamız gerekir. Bu devrim,
zevklere ve en yaygın şeylere karşı tutumlarımızı, çevremizdeki herkese karşı
en sıradan hareketlerimizi radikal bir şekilde değiştirmek demektir. Kısacası
bu, bireyci kişiliğimizi parçalayarak, onu devrimci proleter eksene göre
yeniden kurmaktır.
Fakat bu görevin zorluğu, onun öneminden ve
aciliyetinden bir şey eksiltmez. Hatta bu bireycilik, bizim yaptığımız her şeyi
yerle bir eden bir kangren gibidir. Hâlen daha güçlü ve zalim, uzun bir savaş
yürütmeye hazır olan düşman gücünü, onun burjuva ve küçük burjuva bireyciliği
aracılığıyla yürüttüğü, kalbimizdeki ve aklımızdaki ilerleyişini durdurmadıkça
çok zor yeneriz.
3.
Proleterleşme ve Kitlelerle Bağ Kurma
Bireycilikle savaşmanın, kişiliğimizi tamamen
devrimcileştirmek ve bunu devrimci eksene entegre etmek için gerekli olduğunu
ve bunun sadece iç gözlem ile, kendi içimizde ızdırap duymayla değil,
etrafımızı saran herkesle bir bütün olarak ilişkilerimizi devrimcileştirerek ve
dönüştürerek olacağını belirttik.
Toplumsal pratik, özne ile onun nesnesi
arasında diyalektik bir ilişki kurar: İnsan, gerçekliği yaptığı işle,
insanlarla kurduğu ilişkilerle, gerçekleştirdiği herhangi bir eylemle kurup
dönüştürdükçe, nesne de aynı faaliyetler şartlar üzerinden özneyi kurar ve
dönüştürür. Bu, Marx'ın “varoluş, bilinci belirler” düsturunun özüdür. Bir
işçinin toplumsal pratiğine sahip olan kişi, bir işçinin bilincine sahiptir.
Bir polisin toplumsal pratiğine sahip olan kişi, bir polis gibi düşünür. İşte
bu, proleterleşme meselesinin ilk anahtarıdır.
Peki işçiler, sırf bu gerçekten ötürü bu
sinsi bireycilikten azade midirler? Kategorik olarak hayır. İşçilerin ücretli
emeği, ticarî üretimin temelidir, çünkü aynı iş/emek, kapitalistler tarafından
satın alınan ve kullanılan, onların sermayesinin temelini oluşturan artı değer
elde etmede bir meta olarak kabul edilir.
Bu nedenle de işçiler ticarî baskıdan muaf
değildirler, hatta bu baskıdan dolayı herkesten çok daha fazla acı çekerler ve
toplumdaki burjuva hegemonyası da onların kişiliklerinde bireycilik yaratma
eğilimindedir. Fakat işçinin ticarî üretimde oynadığı rol, onda bunun zıttı bir
eğilimi doğurur.
Gerçekte, kapitalist sanayide, özellikle
üretim hatları etrafında örgütlenmiş büyük modern fabrikalarda, farklı kısmi
işlerin karşılıklı bağımlılığı o kadar yakındır ki, işçi, kendi sınıfı
tarafından yaratılan üretimin toplumsal karakterinin ve bu karakter ile metanın
özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin farkına kendi üretim hatları etrafında
kolayca varma eğilimindedir.
Kolektif çalışma pratiği ve onun özel
yabancılaşmasının patentli adaletsizliği işçide, bir bütün olarak toplumun empoze
ettiği bireyci eğilime aykırı bir eğilim doğurur. Bu olumlu ve üstün eğilim, toplumsal
pratiğin diğer birçok unsuru tarafından da pekiştirilir.
Toplu hâlde işçiler, evlerinde ve
mahallelerinde yetersiz beslenme, yetersiz barınma ve sağlık bakımı, toplumun
resmi kültürüne çok az erişim veya erişimin engellenmesi şeklinde toplumsal
baskıların sonuçlarından muzdariptir. Toplu hâlde kovulurlar veya greve giderler,
protestolarını göstermek istediklerinde toplu olarak polisle çarpışırlar ve
sınıf mücadelesi geliştiğinde toplu olarak itilip kakılmaya veya
bombardımanlara maruz kalırlar. Böylece sömürü durumunun kendisi, işçide derin
bir sınıf nefreti doğurur ve burjuva ve küçük burjuva bireyciliğinin inkârını
ve üstesinden gelmeyi amaçlayan eşitlikçilik eğilimine kapı açar.
Marx, burada yakın zamana kadar yayınlanmamış
olan Kapital'in birinci cildinin VI.
bölümünde şunları söylerken bu hususlara açıkça işaret ediyor:
“Burada
işçi, kapitalistten daha baştan daha yüksek bir düzlemdedir, çünkü kapitalist, bu
(işten kaynaklanan yabancılaşma sürecine kök salmıştır ve onda mutlak tatmin
bulurken, tam tersine bir işçi ise bu sürecin bir kurbanı olarak, kendisini bir
isyan durumunda bulur ve bunu bir boyun eğme süreci olarak hisseder.
İşçinin bilincinde iki eğilimden hangisi hâkimdir,
toplumdaki burjuva hegemonyası tarafından kendisine empoze edilen bireyci,
olumsuz eğilim mi yoksa sömürülen karakterinden kaynaklanan olumlu, kolektivist
eğilim mi? Bu, sınıf mücadelesi içinde çözümlenen bir sorundur, dolayısıyla da
daha az politik gelişime sahip işçiler arasında bireyci özelliklerin daha
yaygın olduğunu görürüz. Öte yandan diğerlerinde ise alçakgönüllülük, sadelik,
sabır, fedakârlık ruhu, geniş ölçütler, kararlılık, azim, öğrenme arzusu,
cömertlik, komşusunu sevmek gibi erdemler hâkimdir.
Ancak bu erdemlerin her bir kişilikte galip
olup olmama meselesi ne olursa olsun, önemli olan, nesnel olarak, üretimdeki
rolünün doğası gereği, işçinin durumunun, bireyciliğin, bunun özelliklerin ve
bakış açılarının üstesinden gelme olanaklarını içermesidir. Özetle
proleterleşme meselesinin özü budur, proletaryanın özelliklerini ve bakış
açılarını özümsemek demektir. Fakat bunlar teker teker, patronları kadar
burjuva olabilecek olan Juan ya da Pedro gibi işçilerin öznel bakış açısı
olarak anlaşılmamalıdır. Bu, sınıf karakterlerinden dolayı nesnel olarak ortaya
çıkan, tarihsel olarak insanlığı kurtarmakla ve tüm sınıfları tasfiye etmekle
alakalı bir bakış açısı olarak ele alınmalıdır.
Proleterleşme ise, bireycilikle savaşmak ve
onu tasfiye etmek için temel şartı oluşturur. Proleterleşme, politik iktidarın
fethi için vazgeçilmez bir ön adım olarak, burjuva hegemonyasının tüm
tezahürlerine karşı toplumda proleter hegemonyayı tesis etmek demektir.
O hâlde nasıl proleterleşeceğiz? Bunu
söylemek basmakalıp görünse de, devrimci örgütlerin proleterleşmesinin temel
yolu, kendi saflarındaki işçilerin oranını sürekli artırmak ve giderek artan
bir şekilde, sınıflarının gerçek erdemlerini yansıtan öncü işçileri
kazanmaktır. Aslında bu apaçık basmakalıp olan sözler, tekrar edilmeyi hak
ediyor, çünkü her ne kadar devrimci yoldaşlar bu ihtiyacı teoride kabul ediyor
olsalar bile, devrimci saflara işçileri doldurmak için pratikte tutarlı bir
şekilde çabalamıyorlar.
Devrimci örgütler, ancak temellerinde ve
önderliklerinde işçiler açık bir çoğunluğu sağladığında, tarihsel görevlerini
yerine getirmek için gerekli politik olgunluğa sahip olacaklardır.
Bireysel olarak, proleter kökenden gelmeyen
devrimciler için ise proleterleşme, öncelikle işçi sınıfının toplumsal
pratiğini, yaşam tarzını ve işleyişini paylaşmaktır.
İşçi sınıfının ideolojisini benimsemenin ve
onun özelliklerini, bakış açısını kazanmak için savaşmanın yeterli olduğuna
inanmak ise yanlıştır. Günlük yaşantımız burjuva ya da küçük burjuva toplumsal
pratiği çerçevesine giriyorsa, silaha sarılmak bile yetersizdir.
Fakat yukarıda belirtildiği gibi, bir
fabrikada çalışmanın veya işçi sınıfı mahallesinde yaşamanın proleterleşmeye
yeteceğine inanmak da bir hatadır. Bir yandan işçi sınıfının durumu, kendi
içinde olumlu bir eğilim yaratsa da, öte yandan burjuvazi, işçiler de dâhil
olmak üzere tüm topluma zıt bir hegemonik baskı uygulamakta ve böylelikle
bireycilik eğilimi yaratmaktadır.
Bu nedenle proleterleşmek ve yeni ahlakı
geliştirmek, daha eksiksiz ve derin bir süreçtir ve işçiler de dâhil olmak
üzere her devrimci eylemciyi, ama her şeyden önce işçi olmayanları
ilgilendirir. Bunlar, kişinin hayatını çalışma koşullarına sokmakla başlar,
ancak burada bitmez. Hatta aksine, devrimci kendi hayatını, çalışmasını,
mücadelesini proleter şartların çerçevesine soktukça, tüm bunların içinde yeni
talepler uzun bir yol şeklinde formüle edilir. Bu uzun yol, sadece halkları
özgürleştirmek değil, aynı zamanda herkesi teker teker bireyciliğin dar
hücresinden çekip çıkarmaktır aynı zamanda.
Tam olarak Leon Troçki'nin söylediği gibi: “Bir
gün devrim, insanı sınırlanmış benliğimin kara gecesinden kurtaracaktır.”
İnsanı zincirlerinden kurtaracak olan bu uzun
ve destansı devrim yolu, tüm devrimcilerin ve devrimci örgütlerin zafere giden
yürüyüşlerini başlatmak için gerekli olan bir başlangıç noktasından
başlayacaktır.
Onlar sınıfın içinde her gün değer
yaratıyorlar, tarihin çarklarını elleriyle, akıllarıyla ve kalpleriyle çeviriyorlar.
Kapitalist toplum bunu acımasızca reddetse
bile halk kitleleri, işlerine yabancılaşmaktan öylesine muzdariptir ki bunun
acısı bağırsaklarında zonklar. Fakat devrimin her eylemiyle insanın temel
değerleri kurtarılacaktır. Bu değerler aynı zamanda iştir, çocuklarımızın
geleceğidir ve büyük insan kardeşliğidir.
Devrimci
Örgütlerde Bireycilik
Devrimci eğilimler içinde, her biri proletaryanın
ve halkın örgütleri üzerindeki burjuva hegemonyasını farklı nüanslarla yansıtan
bireycilik türleri vardır. Ancak proleterleşmemizin pratik gelişiminde, sürekli
eleştiri ve özeleştiri uygulamasında hepsini tanımaya ve düzeltmeye
başlayabiliriz.
Burada yalnızca en önemlilerini, Arjantin'de
proleter-devrimci örgüt kurma çabalarını en göze çarpan şekilde aşındıranlara
değineceğiz. Bunlar öznelcilik, kendi kendine yeterlilik, itibar düşkünlüğü, camarilla ruhu[*], liberalizm ve sadece
kendileri için kaygılanmak şeklinde bireyciliğin tezahür bulan türleridir.
Bireyciliğin bu ve diğer tezahürleri,
tarihsel süreci, işçi sınıfını ve halkı değil, kendilerini referans noktası
olarak ele alarak, bireyin kendi düşüncesini ve önlemlerini devrimin
çıkarlarının üzerine yerleştirmekten oluşan ortak bir özelliğe sahiptir.
Öznelcilik
Bireyciliğin bu türü, Marksizmin öğretilerini
takip ederek ve buna karşılık, elde ettiğimiz sonuçlar istenmedik şekilde gelse
bile bunun yerine yöntemi saptırmak ve onu kendi kişisel isteklerimize ya da
tasarılarımıza uygun rötuşlamaktır.
Bu nedenle de bazı yoldaşlar, mesela belli
bir çalışma alanını ya da cephesini, devrimci faaliyet için pek elverişli
olmadığını söylüyorlar, çünkü o sahada militanlık yapmak ya da militanlıklarını
sürdürmek istemiyorlar ya da bunun tam tersi bir durumda, kendi hatalarını
meşru kılmak ve kendi kişisel isteklerini yerine getirmek için özellikle o
sahada bulunmak istiyorlar.
Bu ciddi sapma, kendi rahat burjuva ve küçük
burjuva varoluşlarına dönebilmek adına bütün bir tarihsel aşamanın ana
niteliğini yoldan saptırabilir, saptırıyor da. Öznelcilik, kendisini aynı
zamanda kendi hatalarımızı ve sınırlarımızı açık bir şekilde kabul etmemekle ve
bunları başkalarının hatalarıyla, yanlış yorumlarıyla örtmeye çalışmakla da gösterir.
Kendi Kendine Yeterlilik
Bireyciliğin bu türünde kişi, kendi
kabiliyetini abartırken, diğer yoldaşlarının ve kitlelerin kabiliyetini
küçümser. Kendi kendine yeten bir yoldaş, her zaman her şeyi kendisinin
bildiğini, her şeyin nasıl yapılabileceğini ancak kendisinin bildiğini düşünür.
Diğer yoldaşlarının ya da kitlelerin görüşlerine pek kulak asmaz. Onlardan
öğreneceği hiçbir şey olmadığına inanır ve kendi bilimini onların üstüne
alelacele bir şekilde boca eder.
Acelecilik, düşüncesizlik, bilgiçlik, bu
faaliyeti tamamlar. Sonuç olarak bu kendi kendine yeten yoldaş, diğerlerinin
kendisine duyduğu saygıyı ve güveni, doğru bir gerçeklik algısını kaybeder, bu
da kendisini, hatalarını meşrulaştırmak adına öznelciliğe yöneltir ve
dolayısıyla da devrimci gelişme içinde son derece zararlı bir kısır döngüyü
doğurur.
İtibar Düşkünlüğü
Bu, genel olarak önceki iki türü tamamlayan
ve bireyin kendisini devrimin çıkarlarının önüne koymasıyla daha açık bir
şekilde gösteren bireyciliktir.
İtibar düşkünler, işlerini iyi yapmaya
çalışırken bunu devrimci görevlere yarar olsun diye değil, liyakat için,
pohpohlanmak ve kendilerine olan öz-sevgilerini arttırmak için yaparlar. Bu,
her seviyede meydana gelse de, üst kademelerdeki yoldaşlar arasında daha
belirgindir ve zarar vericidir.
Bireyciliğin bu türünün ağına düşen alt kademedeki
militanlar, bir sonraki “terfi” için tebrik edilmek ve dikkate alınmak niyetiyle
amirlerinin karşısına çıkarlar. İtibar arayışındaki orta kadrolar ise bir
yandan bu tabandaki militanlar tarafından takdir ve saygı görmek ister, tabanı
amacına ulaşma noktasında bir “zemin” olarak kullanır, diğer yandan ise yönetici
organlardan birine yerleşebilmek için bunların karşısına çıktığında onlardan
değer görmeyi bekler. Son olarak, bu ciddi sapmadan muzdarip olan yöneticiler
ise birer caudillo[**] gibi
davranacak, diğer militanların takdirini kazanmaya çalışacak ve kendileriyle eş
konumdaki militanlarla güç için rekabete girecektir.
Bireyciliğin bu türü, devrimci örgütlerin
saflarında ciddi sorunlar doğurur. Öncelikle itibar düşkünlüğünün pençesine
düşen yoldaşların arasında bir rekabet havası doğar, karşı karşıya gelmeler ve
problemler, sapmalar yaşanır. Bu yoldaşlar, kolektif başarıya sessiz, sakin,
mütevazı bir biçimde katkı sunmaktansa, daha parlak ve kolay gözüken görevleri
kendi üstlerine alıp diğerlerine daha karanlık ve zor görevleri kakalayarak
onların alçalması pahasına kendileri tek başına yükselmek, sivrilmek isterler.
Kendi yaptıkları hataları düzeltmek yerine, bunları kedinin pisliğini örttüğü
gibi örterken, diğerlerinin yaptıkları hatalara işaret ederler, hatta bazı
durumlarda bilerek onların hataya düşmelerine göz bile yumarlar.
Bunların hepsini kendi başarılarını öne
çıkartmak veya kendi hatalarını örtmek için yaparlar. Raporlar ve bakış açıları
çarpıtılır, başkalarının faaliyetlerinin ve fikirlerinin olumsuz yönleri
vurgulanır, kendi başarıları ise sürekli olarak şişirilir.
Örneğin, diğer yoldaşların yürüttüğü bir
faaliyeti ele alırken, kısa vadede görevin ilerleyişi hakkında mükemmel bir
rapor sunmak için birden fazla hata ve eksikliğe işaret eden olumsuz bir rapor
hazırlanacaktır. Böylece bilgi kaynağı saldırıya uğramış olur.
Bir örgütün birçok bilgi kaynağı vardır,
bunlar örgütün militanlarıdır. Fakat eğer faaliyetin bilgisini tutanak hâlinde
merkezîleştirmek sorumlu organlar, bunu çarptıran militanlardan ya da
hazırlamakla sorumlu kollardan yararlanırsa, gerçekliğin çarptırılmasına bağlı
olarak, bütünüyle örgütü de etkileyecek olan hatalı değerlendirmeler yapar.
Nihayetinde tüm bu itibar düşkünlüğü,
hiziplerin kurulmasına ve bürokratik pratiklere yol açar.
Camarilla Ruhu
Bireyciliğin bu türü, öncekilerin doğrudan
bir ürünüdür. Bu tür, bireysel düzeydeki itibar düşkünlüğünün ne anlama
geldiğini grup düzeyinde yeniden üretir ve üyeleri için farklılıklar veya
ayrıcalıklar arayan aşağı yukarı kapalı grupların inşasından oluşur. Temel
organlarda bu “Ekip Şovenizmi” olarak kendini gösterir. Her temel organizma, her
birinin rolünün, bütünün iyi şekilde gelişimine karşılık geldiğini unutarak “en
iyi” olarak öne çıkmaya çalışır.
Bu sapma, faaliyet için gerekli
materyallerin, en iyi savaşçıların, çalışma cephelerinin vs. merkezîleştirilmesi
konusunda ekipler arasında bir rekabete yol açar. Bu sapmaya düşen ekipler bazı
faaliyetlerde işbirliği yapmak zorunda olsalar bile, her birisi, bir başka
ekibi kendine tabi kılıp gerçekleştirmekte oldukları görevin en iyi parçasını
almak ve sivrilmek ister.
Bu sapma kendisini, aynı zamanda
hemşehricilik olarak da gösterir. Buenos Airesliler, Rosariolular,
Cordobalılar, Tucumanlılar gibi. Bunların her birisi, devrimin ulusal ve
enternasyonal bir mesele olduğunu unutarak, diğerlerinin arasında en iyisi
olmaya çalışır. Böylece yukarıda genel hatları verilen sorunları daha geniş
ölçekte üreten bölgesel rekabetler ortaya çıkar. Organik düzeyde camarilla ruhu diyebileceğimiz şey de
budur.
Camarilla ruhu,
daha önceden tanışan ya da militanlık ilişkisi dışında ilişkileri bulunan
yoldaşların, örgütsel yapı haricinde teşkil ettikleri gruplardan doğar. Bu,
bireyciliğin en tehlikeli türüdür, çünkü bölücüdür ve her türlü sorunu yaratır.
Bu camarillaları oluşturan yoldaşlar,
dedikoduları ve sorunları bir organizmadan diğerine taşır ve getirir, örgütün
güvenliğini ve iyi işleyişini tehlikeye atar, hatta hakiki iç baskı grupları
oluşturacak kadar da ileri giderler.
Fakat bunun en tehlikeli ifadesi, orta ve
lider kadrolarda görülen camarilla
ruhudur. Bu seviyelerde camarillalar
kaçınılmaz olarak bürokratik uygulamalara ve ciddi sorunlara yol açar. Kendisini
masum bir şekilde göstermeye başlayan bu sapma, lider kadroların, daha
aşağıdaki yoldaşların anlamayacağı ya da erişimlerinin olmayacağı belli
gerçeklere ve metinlere belli yorumlar ve alıntılar yapacağı “kendine has”
belli bir dil geliştirmesiyle ortaya çıkar. Böylece bu camarillalar, sıradan fanilerin erişemeyeceği bir “inisiyatifler
çemberi” hâline gelir.
Tabandaki üyelerle ilişkiler paternalist bir biçim
alır, onlara bazı şeylerin kendileri için uygun olmadığı söylenir ve tabandaki
üyeler, eğer iyi bir iş başarırlarsa o inisiyatif çemberine girebileceklerine dair
boş vaatlerle oyalanırlar. Eğer bu hata, zamanında yoldaşlar ya da örgüt
tarafından düzeltilmezse, bu camarilla
gittikçe büyür. Camarilla’nın her bir
üyesi bir diğerini kollar, birbirlerinin hatalarını saklarlar ve kendilerinden
olmayan yoldaşların hatalarını herkesin gözüne sokarlar.
Camarilla gittikçe
tabandan ayrılarak bürokratik bir grup hâline gelir, yönetici organlar arasında
farklı bir fraksiyon teşkil eder. Bu noktaya gelindiğinde camarilla artık taktiksel farklılıkları bile şiddetle kanalize
edebilecek bir araç olmuştur. Bu farklılıklar artık pratikte çözülebilen kriter
farklılıkları değildir, örgüt içinde sınıf savaşı yürütme bahanesiyle kendi
gruplarının çıkarlarını korurlar. Fakat camarilla
daha doğuş aşamasında bile, ilerleyen zamanlarda daha işlevsel hâle geldiği
için değil de; güvensizlik, kin, rekabet, genel olarak örgütün çıkarlarını
ihmal etmek gibi şeylerden dolayı aşırı derecede tehlikelidir ve camarilla ruhunun daha embriyo hâli olan
ahbaplık gibi durumlara karşı uyanık olunmalıdır.
Bu uyanıklığı kolaylaştırmak için, özellikle
de liderlik makamındaki yoldaşların kendi aralarında ve tabandaki yoldaşlarla
ilişkiler daha ayık ve politik tutulmalıdır. Bizler hâliyle soğukkanlı, ruhsuz
rahipler gibi olamayız, olmamalıyız da. Yoldaşlar arasında birbirine duyulan
sağlıklı sevgi, dostluk, iyi bir mizah anlayışı gibi şeyleri dışarıda
bırakamayız, ancak bunun kayırmacılığa ve özel bir tür ahbaplığa dönüşmemesi,
tarihsel görevlerin ve devrimin üstün çıkarından başka bir şeye dayanmaması
için özen gösterilmelidir.
Liberalizm
Mao Zedung, o meşhur “Liberalizm Üzerine”
başlıklı yazısında, liberalizmi bilimsel ve kapsamlı bir şekilde ele almıştır.
Burada liberalizmi daha genel hatlarıyla ele alacağız ve özel olarak da
Arjantin'deki devrimci örgütlere ciddi zararlar veren bir noktaya, güvenlik
meselesindeki liberalizme değineceğiz.
Liberalizmi ifade edecek olursak bu, öznelciliğe
ve kendi kendine yetmeye dayanır ve kişinin kendi iradesini abartmaktan,
düşmanın iradesini ise küçümsemekten ibarettir. Ancak bu temel biçimin
üzerinde, pratikte, bireyciliğin şablonculuk (sürekli rutine bağlı kalma),
görevlere ilgisizlik, en az çaba çizgisini uygulama eğilimi vb. gibi diğer
tezahürleri ortaya çıkar. Bunu haklı çıkarmak için, genellikle bu sorunların
faaliyetin gerekli sonuçları olduğu, politik-askerî faaliyet zayıf olduğunda da
güvenliğin sağlanabileceği üzerinde durulur.
Bundan daha yanlış bir şey yoktur. Tabii bu
arada reformistler ve savaştan korkanlar da kitlelerle birlikte savaşmamak, onların
içinde çalışmamak için güvenliği bir bahane olarak kullanırlar. Fakat gerçekten
devrimci pratiğe sahip olan örgütlerin tecrübesi gösteriyor ki, faaliyetin
yoğunluğu ile güvenlik, bir çatışma içinde değildir. Hatta aksine, güvenlik
sorunları hâlledildiğinde, faaliyetler de devamlılık ve sağlamlık içinde sürer.
Öbür taraftan güvenlik ihmal edildiğinde ise, faaliyetlerin kısa ve uzun vadede
sürdürülmesini olumsuz etkileyen “zincirleme reaksiyonlar” gerçekleşir.
Güvenliğin teknik boyutu üzerinde durmayacağız,
çünkü her örgütün bu konuda bugüne kadar yaşadıkları zengin tecrübelere dayalı
olarak kuşkusuz çok sayıda malzemesi vardır. Vurgulamak istediğimiz şey, bu
liberalizmin, bazı yoldaşların çoğu zaman inandığının aksine, proleter cesaret
ve kararının bir göstergesi olmaktan uzak olduğudur.
Burjuva ve küçük burjuva bireyciliğinin
tehlikeli bir tezahürü olarak liberalizm, buna düşen yoldaşlar arasında ciddi
hatalara ve sapmalara yol açar ve örgütün etkililiğini, gelişimini olumsuz
etkiler.
Kendisi İçin Kaygılanmak
Kişinin kendisi için duyduğu korku, sıklıkla
maddi planda bireyciliğin her türden tezahürünün ömrünü uzatır. Bireycilik
özelliklerini koruyan kişi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, örgütten çok kendisini
önemseme eğilimindedir; bireycinin başvurduğu nihai gerekçe de tüm projeleri ve
arzuları için başvurduğu referans noktası da kendisidir.
Bireyci, içtenlikle devrim için savaşabilir, ancak
onun meyvelerini şahsen tatmak ister. Hayatınızı kaybetme veya fiziksel veya
zihinsel olarak ciddi şekilde yaralanma korkusu, sizi bilinçli veya bilinçsiz
olarak yıpratır.
Zor zamanlarla karşılaşıldığında, pek çok
kişinin çalışması tehlikeye düştüğünde, düşman ateşi altında ileriye ya da
geriye gitme kararı veya işkencede ihanet etmek ya da sessiz kalmak kendilerine
kaldığında, ani bir tehdit ya da muhtemel ölüm karşısında, bireyci kişi, zayıf
olma eğiliminde olacaktır.
Günlük pratikte görünüşte mükemmel
akranlarında küçük kusurlar olarak görünen şey, şimdi kendisini tüm
büyüklüğüyle, herhangi bir örgütün gerçek kanseri gibi, en iyi niyetli
devrimciler için felâkete yol açabilecek bir belayı ortaya çıkaracaktır.
Bireyciliğin
Düzeltilmesi
Konuyla ilgili bir tarif kitabı yazamayız. O
yüzden, kitlelerin içindeki devrimci pratikte bu kötülüğü düzeltmenin en iyi
yollarını çıkaracağız. Ancak zaten kazanılan deneyimlerden açıkça ortaya çıkan
bazı temel kurallar vardır.
Her şeyden önce, devrimci saflarda bireyciliğin
gerçek rolü ve gerçek boyutu konusunda net bir farkındalığa sahip olmak
gerekir. Sorunu hafife almayın ve tüm yoldaşlarla, özellikle de yönetici
yoldaşlarla sürekli ve ciddi bir karşılıklı uyanıklık ilişkisi sürdürün. İkinci
olarak, daha önce açıkladığımız gibi, örgütün, her devrimcinin sürekli
proleterleşmesi için çabalayın. Üçüncüsü, faaliyetin tüm yönleri hakkında
sürekli olarak eleştiri ve özeleştiri yöntemini uygulayın, her zaman
bireyselliği ve çeşitli tezahürlerini pratik ve özel bir yön olarak ele alın.
Eleştiri ve özeleştiri konusunda ise
değinilecek birkaç husus var. Teorik olarak, herkes devrimcilerin bu büyük
normunun değerini kabul eder. Ancak bu, pratikte her zaman hakkıyla uygulanmaz
ve bazen eleştiri, bir başkasının itibarını sarsmakla ilgilenen yoldaşları
eleştirirken kişisel bir saldırı biçimine, bazen ise kendi hataları görünmesin
diye başkalarının hatalarına işaret etmek biçimine, yani iki sapmadan birine
düşer.
Yine bazı zamanlar ise, arkadaşlarla ve
yoldaşlarla olan tartışmalarda bu iki sapmaya aynı anda düşülür. Aynısı
eleştirilirken de olur. Eleştirilen yoldaşlar sıkça kızar ya da küser,
eleştirilere karşı cevap vermeye ya da o eleştirilerde kusur bulmaya
çalışırlar.
Eleştiriye ve özeleştiriye elverişli bir
ortam yaratmak, sorunların yüzümüze çarpmasını beklemeden onları tedavi etmeye
başlamak için bu yöntemi günlük ve sistematik olarak uygulamak gerekir.
Bu noktada Vietkong Neden Muzaffer Oluyor? isimli kitabında Burchett'in
anlattığı üzere Vietnamlıların ne yaptıklarını görmek, ilginçtir:
“Vietkong'un
temel hücresi üç kişiliktir. Her gün bu üçlü bir araya gelir ve o günün
faaliyetini analiz ederler. Bu toplantılar, genelde eleştiri ve özeleştiri
seanslarından oluşur. Bu tür toplantılar her hafta manga, iki haftada bir
müfreze, aylık olarak ise bölük düzeyinde tekrarlanır. Bu toplantılarda her bir
yoldaşın eleştiriden ziyade özeleştiriyi uygulaması yaygın görülen bir
durumdur.”
Devrimci
Perspektiften Aile
Yukarıda burjuva hegemonyasının etik
sahasındaki esas özelliklerinden biri olan bireyciliğin bazı tezahürlerini
gösterdik. Şimdi ise bu tezahürlerin çift ilişkileri, aile ilişkileri ve çocuk
yetiştirme gibi daha özel alanlardaki karşılığını göstermek istiyoruz.
Ailenin,
Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli eserinde Engels, ailenin
sınıfsal karakterini gösterirken, aynı zamanda bunun “doğal” bir kurum, “insan
doğası”nın bir karakteristiği olduğu yönündeki hatalı görüşleri de çürütmüştür.
Bu anlamda kendisi, bizim bildiğimiz ailenin aslında tarihsel olarak
belirlenmiş bir olgu, kapitalist toplumun bir karakteristiği olduğunu
göstermiştir.
Fakat Engels, sosyalist bir çiftin ya da
ailenin nasıl olması gerektiğine dair bir kelam etmemiştir, edememiştir. Çünkü
aile toplumsal ilişkilerin bir unsuru olduğu için, sosyalist aile de ancak
sosyalist üretim ilişkilerinin maddi temeli üzerinde tartışılabilir. Bundan
dolayı da biz devrimciler bu sorunu, diğer etik sorunlarda olduğu gibi,
kapitalizmden sosyalizme tarihsel geçiş çağında şu an bizim yaşadığımız gibi,
ancak bir geçiş ahlakı içinde ele alabiliriz. Engels’in burjuva tek eşli
ilişkiyi bir kenara ayırıp bunu sosyalist aile öncesindeki diğer ilişkilerden
üstün tuttuğunu da buraya not etmeliyiz.
Aslında, insanın özgürlüğü, ahenkli gelişimi,
bu aile biçiminde tam olarak elde edilmemiş olsa da, ondan önceki çok eşlilik,
çok kocalılık, grup evlilikleri ve önüne gelenle yatma gibi biçimlere göre daha
uygulanabilirdir. Engels'in bu teorik doğrulaması, işçi devletlerinin
pratiğinde de doğrulanmaktadır. Hepsinde de yeni bir ailenin inşası, sosyalist
ailenin bir yapı birimi olarak üstün karakterini gösteren temel bir hücre
olarak tek eşli çiftten başlar. Hâlen daha düşmanın elinde olan ülkelerin
devrimcileri olarak bizler, kendi geçiş biçimlerimizi de burjuva toplumu
içinde, ona karşı inşa etmeye başlamalıyız.
Şu zamanda bazı yorumcuların “cinsel devrim”
dedikleri şeyin, yani geleneksel burjuva ahlakının kendisini devrimcileştiriyor
olması, önemlidir. Bu sahte devrim, esasında aile, çift ve aşk gibi geleneksel
burjuva kavramları baş aşağı ediyor. Fakat iki temel sorun üzerinden hâlen daha
burjuva hegemonyasının içinde kalıyor. Bunlar, insan ilişkilerinin kemikleşmesi
ve kadının erkeğe boyun eğmesidir.
Geleneksel burjuva ahlakı, çift ilişkilerini
kemikleştirir, kadını erkeğe tabi kılar, onu ataerkil hane içine hapseder ve
bekâret, sadakat vb. gibi tabularla onun diğer alanlardaki gelişimini kısıtlar.
Dayatılması amaçlanan burjuva hegemonya biçimi ise bunun tam tersi şekilde
ilerler. Görüşüne göre bu, kadınları geleneksel tabiiyetten kurtaracak olan
sözde “özgür aşk”ı vaaz eder. Ancak gerçekte bunun getirdiği şey, kadının
köleleşmesinin ve cinsiyetlerarası ilişkilerin kemikleşmesinin yeni
şekilleridir.
Bir yandan aşk, onu bir yönden kemikleştirmek
ve tek taraflı hâle getirmek için çift aracılığıyla insan kişiliğinin çeşitli
yönleri arasındaki uyumlu ilişkiden, en temel tezahürleriyle cinsel ilişkinin
ayrılmaz karakterinden sıyrılır. Böylece cinsel ilişki, hayvanî bir seviyeye indirgenir
ve bu bozulmuş ilişki, tüm kötülüklerin her derde devası olarak sunulur.
Öte yandan cinsiyet ve özellikle de kadın
cinsi, burjuva hegemonyasını ve üstyapının işleyişini sağlamaya çalışan kendi
imajında, pazarın genişlemesinde kapitalist sistemin hizmetine yerleştirilir. Bu,
genel olarak kadın ve cinsiyet imajının reklâm, moda, kitle iletişim araçları
ve sözde halkla ilişkilerde oynadığı rolde açıkça görülmektedir.
Bu yeni cinsel ahlakı ve aile ahlakını inşa
etmek için devrimcilerin kökten zıt bakış açılarından yola çıkmaları gerekir.
İlk olarak, çift ilişkisi ve aile ilişkileri, pazar üretiminin tüm ilişkilere
dayattığı genel kemikleşmeden arındırılmalıdır. Eşimizin ya da çocuklarımızın
kendi arzularımız ya da ihtiyaçlarımız için birer nesne olmadıklarını, fakat
kendilerinin de tek yönlü olmayan kişiliğe sahip birer özne ve insan
olduklarını anlamalıyız. Eğer bunu anlarsak, bu alanda ilerleyebilmek için
cinsiyetlerarası mutlak eşitlik ve çiftin veya ailenin kişisel ilişkilerinin
ayrılmaz karakteri gibi bir temele sahip oluruz.
O hâlde kendimize ikinci bir soruyu
sormalıyız. Gönül ilişkisinin maddi temeli nedir? Cinsel ilişki mi yoksa
toplumsal faaliyet mi? İki cins arasındaki bir ilişkinin cinsel ilişkiye
dayandığı yönündeki kanı, bilinçli ya da bilinçsiz olarak pek çok kişide, hatta
devrimci çiftlerde bile görülür. Fakat modern psikoloji ve pek çok deneyim,
bunun tersini gösteriyor. Öyle ki, bir çift ancak diğer alanlarda uyumlu bir
ilişki kurabildiğinde aynı zamanda cinsel tatmine erişme imkânı buluyor.
Bunun aksine ise, cinsel ilişki üzerine
kurulan her ilişki, cinsel ilişki de dâhil olmak üzere her açıdan hayal
kırıklığı yaşatıyor. Bu nedenle de bir çiftin ilişkisi, maddi temeli toplumsal
faaliyetleri ve toplumda oynadıkları rol olmak üzere, ancak toplumun diğer
üyeleriyle aralarındaki bütünsel bir ilişki üzerinde yükselebilir, aynı
devrimci militanlarda olduğu gibi. Bundan dolayı da devrimci bir çiftin
ilişkisi, aynı eksen üzerinde devrimci faaliyeti paylaşan iki kişi arasındaki
bir bütün ilişkidir.
Bir gönül ilişkisi, çiftin eşlerinin devrimci
olarak ilerlemesine ve devrimci örgütle, işçi sınıfıyla, halkla, devrimci
sürecin bütünüyle ilişkilerinin zenginleşmesine katkı sağladığı ölçüde uyumlu
ve olumlu olacaktır. Bu arada bu söylediklerimiz, “iyi bir çift oluşturmak için
aynı örgüte üye olmak ve iyi bir militan olmak yeterlidir” gibi şematik bir
tarzda yorumlanmamalıdır.
Buna ek olarak, başka yönlerin, başka
yakınlıkların, başka duygulanımların da gerekli olduğu açıktır. Ama onu
diyalektik anlamda yorumlamalıyız. Devrimciler için çiftin, tüm politik ilişkileri
ve faaliyetlerinden ayrı olarak “kişisel” bir varlık olmadığını anlamalıyız.
Öte yandan flört de bir politik faaliyettir.
Flört eden kişiler, politik faaliyetin kendilerinin tüm ilişkileriyle
bütünleşmiş temel bir hücresini bulabilirler, bulmalıdırlar da. “Temel hücre'”
diyoruz çünkü bu faaliyette bulunan kişiler, devrimci ilerleyişlerine karşı ilk
unsurla ve onu sürdürmek için ilk destek noktasıyla yüzleşeceklerdir.
Fakat biz başından beri bunların tüm
ilişkilerle bir bütün olmasını söylüyoruz, çünkü devrimci bir çift, her şeyi
kendi içinde başlatıp bitiren kapalı bir birim olmamalıdır, ilişkilerini tüm
örgütle, işçi sınıfıyla, halkla ve devrimci sürecin tamamıyla
bütünleştirmelidirler. Esasen devrimci bir çift (durum gerektirdiğinde) kendi
akranlarıyla aynı haneyi paylaşarak bir topluluk yaşam tarzına da entegre
olabilirler.
Bu grup, yalnızca örgütün politik-askerî
faaliyetinin değil, aynı zamanda gelecekteki sosyalist yaşam tarzına doğru yeterli
bir geçiş oluşturan bir yaşam tarzının da temel hücresini oluşturmaktadır. Evin
organizasyonunda çift olan ve olmayan yoldaşlar, günlük hayatlarının tüm
unsurlarını paylaşacaklardır.
Bu yoldaşlar, sadece devrimci faaliyetlerde
değil, sahip oldukları kaynakları dönüşümlü olarak kullanarak, ev işi, grubun
sıradan günlük yaşantısı, kısacası genel olarak boş zaman, eğlence, çalışma vs.
gibi günlük hayatlarının unsurlarıyla evin içinde de birleşmişlerdir.
Bu embriyo hâlindeki ortak yaşam projesinde kurulan
devrimci çift, grubun istikrarına katkıda bulunur ve toplumsal ilişkiler
kümesindeki kendi ilişkilerini olumlu bir şekilde yansıtmak için yeterli araçlara
sahip olur. Fakat bu “politik-aile hücresi” bile kendini çevreleyen
gerçeklikten bağımsız olamaz.
Böyle bir şey yapmak, devrimci örgütü
toplumun geri kalanından ayırarak onu saksıda çiçek yetiştirir gibi
örgütlemektir. Biz, hiçbir devrimci örgütü bu şekilde inşa etmeyeceğiz.
Devrimci örgüt, Lenin'in de belirttiği gibi,
örgütsel düzeyde kitlelerle arasına sınır koymalıdır, fakat yine Lenin'in “kitleleri
eğitmek için önce onlardan öğrenmemiz gerektiği”ne ilişkin tespiti üzerinden,
politik olarak onlara açık olmalıdır. Buna ek olarak, örgütler yeterince olgun
olmadıkları koşullarda, kitlelere bir şey öğretmek yerine onlardan
öğreneceğimiz çok şeyin olduğu görülmelidir. Bu, aynı zamanda çiftler ve
aileler için yeni etik konusunda da geçerlidir.
Yoldaşların teşkil ettiği, aynı haneyi
paylaşan politik-aile hücreleri, sadece genel politik ilişkilerinde değil, aynı
zamanda günlük yaşantılarında da kesintisiz bir şekilde kitlelere açık
olmalıdırlar. Yukarıda yoldaşların ev işlerini paylaşmaları, boş zamanlarını
değerlendirmeleri, çalışmaları vb. gibi eylemler, sadece kendi aralarında
değil, aynı zamanda kitlelerle, yani proleter çevrelerle de paylaşılan bir şey
olarak anlaşılmalıdır.
Devrimciler, aile birliklerini komşularına,
çevremizdeki kitlelere açarak ve onlarla bütünleşerek kitlelerden öğrenecekler,
pratiklerinin ve bakış açılarının başarıları ve başarısızlıkları ile yüzleşecekler
ve devrimci olarak gerçekleştirdikleri meşru ilerlemeyi kitlelere
ulaştırabilecektirler. Hazır buna değinmişken, güvenliği doğru şekilde garanti
altına almanın tek yolunun da bu olduğunu belirtmiş olalım.
Çocukların
Yetiştirilmesi
Çocuk yetiştirme sorunu da bu yeni etiğin
çerçevesine girer. Öncelikle, bazı yoldaşların paylaştığı gibi, “çocuk sahibi
olmanın kendilerinin devrimciliklerini sınırladığı” yönündeki yanlış düşünce,
bir kenara bırakılmalıdır. Bu ifade yanlıştır.
Çocukları hakkında kaygılandıkları için
düşman karşısında zayıflık belirtileri gösteren, onlar yüzünden devrimci faaliyetlerini
ihmal eden yoldaşlarla alakalı vakalardan elbette ki bahsedilebilir. Ancak bu
demek değildir ki çocuklar bu bireyci tutumların nedenidir. Tam tersine, onlar
burjuva ve küçük-burjuva bireyciliğin bir başka sonucu ve tezahürüdürler.
Burada bireyciliğin bu tezahürü, çocuklar için kaygılanmak ya da onların uğruna
görevlerde yapılan dikkatsizliklerdir. Diğer durumlarda olduğu gibi bireycilik,
burada da kendisini farklı şekillerde gösterir.
Devrimci, ancak tam bir insan olduğu ve
insanlık durumunu bütünsel olarak geliştirdiği müddetçe devrimcidir. Öte
yandan, bu kişinin devrimci faaliyeti, kişiliğinin bütünsel gelişiminin temel
koşuludur. Bu anlamda insanın doğal ve içgüdüsel olarak kendi türünün varlık
süresini uzatma eğilimi devrimci bir şekilde ele alınabilir ve ele alınmalıdır.
Bu elbette, harika bir baba ya da anne olma yükümlülüğüne, her yönüyle devrimci
olma zorunluluğun işaret etmez, tam tersine, iyi bir baba ya da anne olmaya
karşı çıkılmadığını, bunun tam bir devrimcinin oluşumuyla tamamlandığını
söyler.
Fakat bunun için önce çocuklara yönelik
mevcut bireyci tutumdan kurtulmak gerekir. Bu bireyci tutum içinde
ebeveyn-çocuk ilişkisi tek taraflı bir hâle gelir, tıpkı diğer insan
ilişkilerinde insanın tek bir yönünü ele alan tek taraflılık gibi. Bu durumda
ise mevzu bahis olan çocuklarımızdır.
Çocuklara yönelik bu mevcut tutum, burjuva
hegemonyasına özgü bireyciliğin doğal bir uzantısıdır. Bu hegemonya altında
insanın değerlerinin merkezî ve referans noktası, kendi bireyselliğidir ve
çocuklar da içlerinde kendimizin en samimi unsurlarını taşıyan tek insanlardır.
Bu bireysel tutumu ortadan kaldırmak için
öncelikle çocuklarımızın sadece çocuksu bir karaktere, yani tek bir yöne değil,
diğer insanlar gibi tek bir yönden fazlasına sahip olduklarını, onların da
insan olduklarını ve kendi kişisel gelişme ihtiyaçları olduğunu anlamalıyız.
Doğal olarak çocuklar söz konusu olduğunda,
bu ihtiyaçların çok özel nitelikleri vardır, çünkü küçük yaşları yetişkinlerden
özel koruma gerektirir ve birçok konuyu anlamalarını engeller. Bu anlamda,
erkek çocuklarının kısa yetişkinler değil, çocuklar, yani yetişkinlerden farklı
temel özelliklere sahip insanlar olduğunu anlayarak başlamalıyız.
Sonuç olarak, onlara karşı ilk
yükümlülüğümüz, onlara her durumda yaşlarına uygun koşullarını anlama
unsurlarını zayıflıklarının gerektirdiği korumayı sağlamaktır. Bu ilgiyi
bireyci değil, devrimci bir şekilde sağlamalıyız. Yani kolektif hayata dayalı
bir etik bakış açısıyla.
Bu, bir yandan çocukların dikkatinin bir
devrimcinin tüm faaliyetlerine karşı çıkamayacağı, ancak bunlarla bütünleştirilebileceği
anlamına da gelir. Devrimcilerin çocukları, ebeveynlerinin hayatlarının tüm
yönlerini, hatta bazen risklerini paylaşmalıdır. Bu arada, çocuklara genç
yaşlarına uygun özel koruma sağlamaya çalışırken bunun ancak devrimin çıkarlarıyla
çelişmediği sürece olduğuna dikkat etmeliyiz.
Yanındaki silahla çocuğunu emziren Vietnamlı annenin,
bazı afişlerde ve dergilerde gördüğümüz o güzel görüntüsü, çocuklara yönelik bu
yeni devrimci tavrın bir sembolüdür. Vietnamlılar çocuklara her türlü özel
ilgiyi gösterir, ancak bazen savaşın risklerini paylaşmaları gerektiğinde
ebeveynleri bunu yapmaktan çekinmez. Çocuklara yönelik bu devrimci tavrın
mümkün olabilmesi için, yukarıda belirttiğimiz çift kavramı ve aile birliği
anlayışını içselleştirmek gerekmektedir.
Ebeveynliğin en temel pratik yönlerinde bile “bir
annenin işi” olduğu fikrini sonsuza dek ortadan kaldırmalıyız. Çocuk
yetiştirmek, çiftin ortak görevidir ve sadece çiftin değil, aynı evi paylaşan
arkadaş grubunun da ortak görevidir. Bu bağlamda, aktif olarak yeni bir tutum
geliştirmeliyiz.
Ortak evlerde sadece grubun politik-askerî faaliyetini
değil, aynı zamanda çalışma, boş zaman kullanımı ve günlük yaşamın ortak
görevlerini paylaşmaktan bahsederken, bu ortak görevlerin içinde evi paylaşan
yoldaşların çocuklarını yetiştirme görevi de olmalıdır.
Bu bakımdan Küba'nın devrimci halkının Çam Adası'nda
[Gençlik Adası] yaşadıkları üzerinde durmak ilginç olacaktır. Orada genç
çiftler, diğer pratiklerin yanı sıra, çocukları ortak yetiştirme anlayışı
üzerine kurulu uygulamalarla yeni bir toplum yaşamı modelini hayata
geçiriyorlar.
Deneyim, hem ebeveynler hem de çocuklar için
oldukça tatmin edicidir, böylece pratikte psikolojinin teorik olarak neyi
kurduğunu gösterir: Çocukların ihtiyacı olan şey, “babaları” ve “anneleri”
değil, anne ve babanın imajıdır. Yani, bunların sevgi, koruma, destek, öğrenme
için kişiliğin tanımlanması vb. anlamında ifade ettiği her şey. Bu imajlarla değişim
doğru yapıldığında, çocuk ebeveynlerinin biyolojik olarak ne/kim olduğunu ayırt
etse bile, bu imajları tamamen birbirinin yerine kullanabilir.
Toplumun mevcut uygulamasında ebeveynleriyle
büyümeyen çocuklar her türlü sorunu yaşıyorlarsa, bu ebeveynlerinin
kendilerinin eksikliğinden değil, onların yerine geçenlerin devrimci baba
rolünü oynamadığı nedeniyledir.
Yani bireycilik, başka çocuklara kendi
çocukları muamelesi yapmaya izin vermez. Bunun aksine ise, kendi çocuğumuza gösterilecek
tüm şefkat ve ilgi başka bir çocuğun yetiştirilmesine de verilirse, o çocuk
herhangi bir sıkıntı yaşamaz. Çocuklara zarar veren şey, onlar arasında yapılan
ayrımdır.
Çocuk yetiştirmeye yönelik bu devrimci tavır
tamamen mümkündür ve bunu, bir hane birimini paylaşan yoldaş grubundan oluşması
gereken bu gerçek yeni aile birimi çerçevesinde teşvik etmeliyiz. Bunu yapmak,
diğer politik-askerî görevler kadar önemli olan gerçek bir görevdir, çünkü bu
görev, omuzlarında sosyalizmi inşa etme sorumluluğu olacak olan gelecek
devrimci nesillerin eğitiminden başka bir şey değildir.
Son olarak bu tutum, devrimci örgütlerin ölen
yoldaşlarının veya tutsaklarının çocuklarının bakımına vermesi gereken ciddi
dikkat ile tamamlanmalıdır. Örgüt, sadece bu bakımın en acil maddi yönleriyle
ilgilenmekle kalmayacak, aynı zamanda çocuğun örgüt içindeki yeni bir aile
birimine entegrasyonunu teşvik etme eğiliminde de olacaktır.
Bu, özellikle proleter kökenden olmayan
eşlerin çocukları için önemlidir. Genelde bu çocuklar büyükanne ve
büyükbabaların ya da amcaların ellerine bırakılır ve böylece çocuklar,
ebeveynlerinin burjuva ve küçük burjuva bireyciliğine karşı mücadelede geliştirdiği
her şeyi, büyükanne veya büyükbabalarının veya amcalarının evinde tekrar
burjuva hegemonyasının etkisine girdiklerinde kaybederler.
Bu yönü de kitlelerin yaşamına entegre etmek
gerekiyor. Çocuklar, işçilerin çocuklarıyla oynayarak ve onlarla yaşayarak,
kendileri için mümkün olan şekilde kitlelere entegre edilmelidir. Ebeveynler
birbirlerinin ebeveynlik sorunlarıyla ilgilenmelidir. Komşularınızla, onların
uygulamaları ve bakış açıları ile yüzleşin, çocuklarımızın ve onların
çocuklarının yetiştirilmesini onlarla paylaşın, “kendi çocukları ile diğerleri”
arasında iğrenç farklılıklar oluşturmadan çocukların sorunlarına genel bir
dikkat gösterin.
Böylelikle çocuklar, her çocuğun yaşına uygun
olarak politik bir eğitimle tamamlamamız gereken bir proleter eğitim ekseninde
ilerleyeceklerdir.
Kadının
Rolü
Yukarıda belirtilen genel kriterler
temelinde, burada ve şimdi özel durumlarını da anlayarak, özellikle kadın
sorununu analiz etmeliyiz.
Burjuva toplumda kadınlar, özellikle çalışan
kadınlar, genel sömürü veya baskı altında özellikle sömürülen bir kesimi meydana
getirir. Bu durumda biyolojik olarak onun anne rolünden kaynaklanan
farklılıkları ve tamamen toplumsal olan unsurları ayırt etmeliyiz. Bunu
yaparken ilkini, yürüttüğümüz etik yaklaşıma entegre etmeli ve ikincisiyle
mücadele etmeliyiz.
İlk bakışta, hamilelik ve emzirme döneminde
anneliğin özel yükümlülükler getirdiği açıktır. Yoldaşlar, bu gerçeği kabul
etmeli ve anne oldukları vakit yine aynı şekilde militanlık yapabileceklerini
zannetmemelidirler. Alışılmış pratik faaliyetler için mantıksal sınırlamalar
olacaktır. Ancak bu sınırlamalar, gelecekteki devrimci kuşakları eğitme ve
bunları çalışma gibi diğer uygulanabilir faaliyetlerle pratik olarak telafi
etme gibi üstün görevin empoze ettiği devrimci bir şekilde anlaşılmalıdır.
Partneriniz ve diğer yoldaşlarınız bu sorunu
anlamalı ve yoldaşları devrimci bir şekilde desteklemeli, bu pratik
sınırlamaları anlamalarına ve aşmalarına yardımcı olmalıdır. Bu, günlük
yaşamımızın kitlelerin yaşamına entegre olduğu ölçüde de sağlanabilir. Örneğin,
proleter kadınlardan birbirlerinin çocuklarına ve birbirlerine diğer birçok yoldan
nasıl baktıklarını öğrenmek gibi.
Öte yandan, kadınlara yönelik diğer sınırlama
ve baskı biçimleri, yukarıda belirttiğimiz gibi, burjuva hegemonyasının
tezahürleridir. Bu tezahürlerle aktif olarak mücadele edilmelidir. Bunu yapmak
için devrimci örgütler, kadınların, özellikle proleter kadınların kurtuluşunu
talepleri arasına almalıdır.
Burjuva hegemonyasının tezahürleri,
kadınların maruz kaldıkları çifte sömürü, sahip oldukları daha düşük ücretler,
erkeklerden daha kötü çalışma koşulları ve hatta işverenlerin veya hiyerarşik
personelin kendilerinin namuslarına yönelik saldırıları şeklinde açıkça
görülmektedir.
Fakat diğer bir taraftan bu yaklaşım, ancak
ilgili taraf, yani proleter kadınlar devrimci örgütlere girdiği ölçüde
uygulanabilir.
Burjuva hegemonyasının, kadın işçilerin büyük
açığıyla, örgütlerimiz içinde nasıl tezahür ettiği çok açık. Örgütlerin ve
özellikle yoldaşların bir bütün olarak proleter kadınları saflarımıza çekmekle,
onları devrimci kadrolara yükseltmekle ve kendilerini proleterleştirmekle
ilgilenmeleri çok önemlidir.
Çalışan kadınların belirli sorunlarını
gündeme getirmeli ve bunları, bu talepler ve tüm devrimci hedefler için
savaşmaya saflarımıza çağırarak ele almalıyız. Tüm örgütler için talep
ettiğimiz proleterleşmeye, dişil unsurlar arasında özel bir vurgu yapılmalıdır.
Ancak bu şekilde kadınlara yönelik çifte
baskı sorununu pratikte çözebilir ve bu konuyu etik yönüyle devrimci bir ahlak
inşa etme çabalarımıza bir bütün olarak entegre edebiliriz.
Özeleştiri
Yukarıda yazdıklarımızın hepsinde, aşk ve
aile alanında burjuva ahlakına yönelik eleştiri getirmeye çalıştık. Bu
eleştiriyi, bu ahlakın saflarımızdaki yansımalarına yönelik bir özeleştiri ile
tamamlamalıyız. Pratik durumlar çoktur, bu nedenle bunları birkaç standart
durumda özetlemeye çalışacağız.
İlk olarak, çiftin anlaşmazlıklarının pratik
militanlığa yansıması oluyor. Uyumsuz bir ilişkisi olan yoldaşların
militanlıklarını gevşetmesi çok yaygın görülen bir durumdur. Bu, çift
ilişkisini militanlığın bütününden ayrılmış bir varlık olarak görmekten
kaynaklanan bir bireycilik tezahürüdür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi çift,
bir politik aile hücresi olarak ele alınarak aşılmalıdır.
İkincisinde ise bunun tam tersi bir durum
var. Eşler, görevlerde birbirlerini tehlikeye atmamaya çalışarak ya da düşmanın
karşısında eşlerinin güvenliğinden ya da fiziksel durumundan açıkça endişe edip
zayıflıklarını göstererek eşlerini “koruyor”lar. Bu durum, bir diğerinin
devrimci kişiliğine gerçekten bir saygı eksikliğidir ve öncekiyle aynı bireyci
kökene sahiptir.
Çiftlerin arasında eşe karşı bir başka saygı
eksikliği ise, görevler nedeniyle veya eşlerden birinin veya her ikisinin
düşmanın eline geçmesi nedeniyle geçici bir ayrılık olduğunda ortaya çıkar. Bu
durumda eşler genellikle yeni ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, doğrudan kendi
eksikliklerini çözmenin rahat bir yoludur ve devrimin üstün çıkarları açısından
başlayarak, kendinizi diğerinin yerine koymamak ve olaylara bir bütün olarak
bakmamak, güçlü bir bireycilik tezahürüdür.
Bu da yukarıdakiler gibi aynı kökten
beslenir, bunun yanı sıra bir çift ilişkisinin maddi temelinin toplumsal
faaliyet değil, cinsel ilişki olduğuna dair bilinçli veya bilinçsiz bir inanca
sahiptir.
Bu demek değildir ki belirli durumlarda yeni
bir ilişki başlatmanın meşruluğu ya da olumlu bir yanı yoktur. Ancak bu, her
zaman tüm unsurların dikkatli bir analizinden sonra yapılmalıdır, düşüncesizce,
kaygısızca, aceleyle ya da durumsal ve yüzeysel dürtülere bağlı olarak değil.
Tüm bu sapmalar, ancak yukarıda belirtilen
kriterlerle düzeltilebilir ve bunların düzeltilmesi, yeni bir ahlakın inşasına
ve devrimci örgütlerin ilerlemesine katkı sağlayacaktır.
Julio Parra
Temmuz 1972
[*] Camarilla ruhu: Camarilla, bir yöneticinin ya da politikacının, kendisiyle aynı amacı paylaşan kişilerden oluşturduğu dar bir çevre/klik olarak ifade edilebilir. Aynı amacı paylaşan bu grup için hizipçilik ve torpilcilik tanımları da yerinde olur.
[**] Caudillo: Latin Amerika ülkelerinde kitleleri peşinden sürükleme yeteneğine sahip, otoriter nitelikli askerî-politik liderlere verilen isim.
0 Yorum:
Yorum Gönder