17 Şubat 2021

, ,

Ahlak ve Proleterleşme


Çevirmenin Notu: Sosyalist bir toplum ve sosyalist bir iktisat, ancak sosyalist bir ahlak üzerinde yükselebilir. Çoğu kez aile, aşk, çocuk yetiştirme gibi konularda sosyalistler ya görüşlerini o an için kendilerine saklamışlar ya da bunları devrimden sonrasına bırakmışlar. Daha önce aynı broşürden bir başka yazısını çevirdiğimiz PRT-ERP neşriyatından çıkan bu yazıda bu konu üzerine kavganın sıcağında değiniliyor. Kimi akademisyenler ve devrimciler tarafından “Arjantin’in Vietnam tipi Marksist partisi” olarak da tanımlanan PRT-ERP, tüm bu tespitlerinde bu eksikliği doldurmaktan başka, Komutan Guevara’nın “Yeni İnsan” çağrısına kulak vermenin ve yarının toplumunu inşa etmenin sorumluluğuyla hareket etmiş.

1. Problemin Önemi ve Sınırı

Bugün burjuvazinin kendi sınıfının diktatörlüğünü, yani işçi sınıfı ve tüm halk üzerindeki egemenliğini uyguladığına dair Leninist iddia, devrimci alanda genel olarak kabul görür. Ancak toplumda burjuvazinin sınıf hegemonyası kavramı, daha az bilinen bir yöndür, toplumsal pratikteki egemenliği tamamlayan bir kategoridir. Bu Leninist anlayış, Gramsci'nin “Machiavelli Üzerine Notlar adlı eserinde kesin bir şekilde tanımlanmış olup, devletin “egemen sınıfın egemenliğini meşru kıldığı ve sürdürdüğü, aynı zamanda aktif olanı elde etmeyi de başardığı pratik ve teorik etkinlikler kompleksi” olarak ifade edilmektedir.

Altını çizdiğimiz bu son paragrafta Gramsci hegemonya konusuna açıkça işaret ediyor. Bu demektir ki, eğer burjuvazi bizi hâlâ kontrol altında tutuyorsa, bu, sadece onların baskıcı aygıtları sayesinde değil, aynı zamanda ve her şeyden önce, halkın önemli bir kısmının burjuva anlayışlarına bağlı kalmaya devam etmesi ve neredeyse tüm halkın, burjuvazinin kurduğu yaşam sistemine göre yaşamaya devam ediyor olması nedeniyledir. Örneğin burjuva hegemonyası, günlük olarak egemen sınıfın ideolojisini yalnızca genel politik zeminde değil, günlük yaşamın her alanında, reklâm ve radyo tiyatrosu yoluyla, çizgi romanlarla, spor haberleriyle vs. burjuva “rol modelleri” sağlayan kitle iletişim araçlarında kendini gösterir. Bu hegemonya, kapitalist rejim tarafından yutulan sendikalarda toplumsal gerilimlerden bir kaçış valfi olarak kendini gösterir. Hegemonya, kendisini kiliselerde, kulüplerde, sporda, insan hayatının her alanında gösterir.

Hegemonya sorununun etik ve ahlak sorunuyla bağlantılı olduğu yer de işte burasıdır. Bu, Che'nin Yeni İnsan'ın inşası için tutkulu çağrısıyla ortaya attığı sorudur. Bu, Çin Kültür Devrimi'nin sayısız seferberliğinin ortaya çıkardığı sorudur. Bu, kadrolarının ve militanlarının proleterleşmesi çağrılarıyla Arjantin'de ortaya çıkmaya başlayan devrimci eğilimlerin sorusudur ve bu soru, Che'yi basit bir romantik efsaneye dönüştürmeye çalışan kişileri iddia ettikleri için, salt arzuların bir arzusu olarak alınamaz. Bazı kişilerinin zanlarının aksine bu soru, cevaplanması iktidarı ele geçirdikten sonraya bırakılabilecek bir soru değildir. Aksine bu, devrimci savaşa ait sorunların tam merkezinde yer alan bir sorudur.

Lenin, proletaryanın kendi sınıfının diktatörlüğünü, toplum içinde kendi sınıfının hegemonyasını kurmadıkça, yani halkın ve işçi sınıfının kalplerini ve akıllarını kazanmadıkça tesis edemeyeceğini, politik iktidarı ele geçiremeyeceğini açıkça belirtmiştir. Eğer yukarıda önerdiğimiz gibi proleter hegemonyasını doğru anlarsak, bunun yalnızca halkın çoğunluğunun proletaryanın önerdiği fikirlere ve politik programa bağlılığından ibaret olmadığını, aynı zamanda “yeni bir ahlak” sorununu da ortaya attığını görürüz.

Bu sorun, dünya devriminin şu anki aşamasında özellikle önemli hâle geliyor. Emperyalizm, egemenliğinin nihai ve geri döndürülemez krizi içindedir. Sosyalist sahanın genişlemesi ve kabul görmesi, sömürge halklarının devrimci savaşı, emperyalizmin nihai yenilgisinin mümkün olduğunu ispatlayan bir gerçeğin oluşmasını sağladı. Fakat tam da karşı karşıya kaldığı krizi ve nihai yenilgisi nedeniyle emperyalizm, egemenlik sahasının her zerresini dişiyle ve tırnağıyla dövüşerek savunacaktır. Devrimci savaş, ülkemizde ve dünyada, pratikte gösterildiği gibi, giderek daha vahşi, zalim ve sert hâle gelecektir. Savaşın pratiği içinde yeni insanın, o savaşta savaşabilecek ve savaşı kazanabilecek insanın inşasına başlamaya karar vermezsek, savaşı kazanmayı aklımızın ucundan dahi geçiremeyiz.

Aklı başında birisi olan Avustralyalı gazeteci Wilfred Burchett, Vietkong Neden Muzaffer Oluyor? adlı kitabında, bu “siyah pijamalı küçük sarı adamların” tarihin bildiği en korkunç savaş makinesi hâline geldiklerini, “çünkü kalpleri ve akılları fethetmeyi bildiklerini” açıkça belirtiyor. Onlar, halkın kalbini ve aklını fethetmeyi bildiler, çünkü ilk andan itibaren kendi kadrolarının, savaşçılarının ve halklarının politik ve ahlakî formasyonlarının oluşturulmasına önem verdiler. Hegemonya sorunu, yani kitlelerin kalplerinin ve akıllarının fethi ve bu sorunun etik yönü, savaşın diyalektiğinin tam da merkezine yerleştirilmişti.

Yeni bir ahlakın inşası, ideolojik, ekonomik ve politik-askerî mücadele kadar değerli ve önemli bir devrimci zafer aracıdır, onlarla bağlantılıdır ve öte yandan bu yeni ahlak, ancak savaşın pratiğinde inşa edilebilir. Fakat bu “savaş pratiği” terimini politik ve askerî savaş zamanlarında olduğu gibi sınırlı bir anlamda değil, daha geniş ve daha derin bir anlamda anlamalıyız. Bu savaş pratiğini, savaşın etrafında arkadaşlarımızla, eşimizle ve çocuklarımızla, ailemizle ve genel olarak çevremizdeki diğer insanlarla, düşmanla bütünlüğün bir örgütlenmesi olarak ele almalıyız. Ancak bu şekilde şimdi ve burada devrimci bir ahlaka, yarının sosyalist ahlakına gerekli geçişi oluşturan bir savaş ahlakına ulaşabiliriz. Vietnam destanının kalbi budur.

Eğer bu insanların günlük hayatlarını köklerine kadar yıkıp onu yeni devrim eksenine göre ayarlayıp örgütlediklerini, örgütlendiklerini anlamazsak, bir halkın neredeyse kırk yıl boyunca hiç durmadan savaşıyor olmasını anlayabilmek imkânsızdır. Eğer Che’mizin istediği gibi Latin Amerika’da yeni Vietnamlar yaratmak istiyorsak, Vietnam tecrübesini yalnızca askerî strateji ve taktiklerin, ideolojik eğitimin ve politik çalışmanın pratiğinde değil, aynı zamanda devrimci ahlak sahasında da yaratıcı bir şekilde uygulamasını bilmeliyiz.

2. Burjuva Ahlakının Özü Olarak Bireycilik

Nasıl ki sosyalist toplum, kapitalist toplumun diyalektik olarak aşılmasıysa, sosyalist ahlak ve onun embriyosu olan devrimci ahlak da, ancak burjuva ahlakının diyalektik bir aşılması olarak görülebilir. Bir şeyin üstesinden gelmek için ise işe önce onu bilerek başlamalıyız.

Öyleyse burjuva ahlakı nedir? Burjuva ahlakı, insanlar arasındaki günlük ilişkiler ve onlara karşı tutumlarının, kapitalist üretim ilişkilerinin ifadesidir. Marx, kapitalist toplumun temelde bir meta üreticileri topluluğu olduğunu ve ticari üretimin anarşik ve anonim doğasının, diğer sonuçlarının yanı sıra, insan ilişkilerini nesneleştirme meziyetine sahip olduğunu keşfetti.

Gerçekten insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler, nesneler arasındaki ilişkiler olarak ya da daha özele dair bir ifadeye başvuracak olursak, herkesin ve her şeyin çok özel bir şeyle olan ilişkisi şeklinde tezahür eder. Örneğin tüm eşyanın şahı ve zamanımızın tanrısı olan para gibi. Genel bir meta alışverişi ve dolaşımının neticesinde para - ve genel olarak meta- bir yaşam aracı hâline gelir. Buna sahip olmak ya da olmamak, kıyafet, gıda gibi diğer metalara sahip olmak ya da olmamak demektir. Buna göre ya yaşarsın ya da ölürsün, ya sefillik içinde hayatta kalmaya çalışırsın ya da bereket içinde yüzersin. Çalışmak eylemi, para elde etmenin basit bir aracı hâline gelmek için, yaratıcı faaliyetini, yani insanın belirli ve üstün faaliyetinin karakterini kaybeder ve metaya sahip olmak hayatın sonu olur.

Kendilerini hayatta kalmak için rekabet etmeye zorlayan, orman gibi saran anonim kapitalist piyasada her insan böyledir. İşçi, bir iş bulmak, işine sahip çıkabilmek, daha fazla para kazanmak için sınıf kardeşleriyle rekabet etmeye zorlanır. Kapitalist, müşteri kazanmak, kendi kârını başkalarının zararı pahasına artırmak için diğer kapitalistlerle vahşice rekabet eder. Kendi aralarında küçük burjuvalar, bize bazen hayatta kalmak, bazen “sivrilebilmek”, bazen de “hayatta ilerleme kaydetmek” için rekabet ederler.

Anonim ve düşman bir güç olarak görünen piyasa ile herkesin herkese karşı olduğu bu vahşi rekabet içinde, kişinin kendi bireyciliğinden başka hareket noktası yoktur. Herkes, bir başka insandan başka bir şey olmayan piyasadaki düşmanlarına karşı hayatta kalmak ve başarmak için mücadele verir. Aynı şekilde kendisi de bir başkası için düşmandır. Bu nedenle de bireycilik, kapitalist üretim ilişkilerinin ticarî karakterinden kaynaklandığı için burjuva ahlakının temel özelliğini oluşturur.

Bu bireycilik nasıl gelişir ve tezahür eder? Üretim ilişkilerinde kapitalist hegemonya ve dolayısıyla toplumdaki burjuva hegemonyası istikrarlı hâle geldiğinde, bireycilik de insan ilişkilerinin baskın özelliği hâline gelir. Yetişkinler, bunu bilinçli ya da bilinçsiz olarak çocuklarına aktarırlar ve böylece çocuklar, bireyciliği anne sütünden aldıkları ilk yudumla emmeye başlarlar. Bebek, yemek ve ebeveyn ilgisi için kardeşleriyle rekabet edecektir. Daha sonra oyuncaklar için, sonra okulda en iyi notlar için, oyunlarda kendisinin ya da sporda kendi takımının zaferi için yarışacaktır.

Sonunda bir yetişkin olarak, kendisini sanayide, ticarette, bilimde, sanatta, politikada, savaşta şiddetli bir rekabet içinde bulacaktır. Böylelikle bireycilik, onun kişiliğine işlemiş olarak, kapitalizmin rekabetçi kalıbında şekillenen kişiliğinin temel iskeleti hâline gelir.

Böyle olunca da bireycilik, yalnızca şeyler hakkındaki bilinçli düşünceler, ortak görüşler ve fikirler düzeyinde değil, aynı zamanda çevre tarafından koşullandırılan duygular, hisler ve refleksler düzeyinde, herhangi bir düşüncenin daha doğuş aşamasında bilinçsizce, kendiliğinden bir şekilde de işliyor olacaktır.

Bireyci olmanın özellikleri ve yolları, herkesin kişiliğinde, burjuva hegemonyasının kitle iletişim araçları, okul gibi aygıtlarla takviye etmekten sorumlu olduğu günlük rutin içinde, bir varoluş şekli olarak işlenir.

İşte sorunun boyutu böyledir. Bu yüzden bireycilikle savaşmak çok zordur. Devrimci olmak için sorunların en genel bilincini, işçi sınıfının bütün fikirlerini bilinçli olarak kabul etmek yeterli değildir. Aksine, kendi içimizde bir devrim yapmamız gerekir. Bu devrim, zevklere ve en yaygın şeylere karşı tutumlarımızı, çevremizdeki herkese karşı en sıradan hareketlerimizi radikal bir şekilde değiştirmek demektir. Kısacası bu, bireyci kişiliğimizi parçalayarak, onu devrimci proleter eksene göre yeniden kurmaktır.

Fakat bu görevin zorluğu, onun öneminden ve aciliyetinden bir şey eksiltmez. Hatta bu bireycilik, bizim yaptığımız her şeyi yerle bir eden bir kangren gibidir. Hâlen daha güçlü ve zalim, uzun bir savaş yürütmeye hazır olan düşman gücünü, onun burjuva ve küçük burjuva bireyciliği aracılığıyla yürüttüğü, kalbimizdeki ve aklımızdaki ilerleyişini durdurmadıkça çok zor yeneriz.

3. Proleterleşme ve Kitlelerle Bağ Kurma

Bireycilikle savaşmanın, kişiliğimizi tamamen devrimcileştirmek ve bunu devrimci eksene entegre etmek için gerekli olduğunu ve bunun sadece iç gözlem ile, kendi içimizde ızdırap duymayla değil, etrafımızı saran herkesle bir bütün olarak ilişkilerimizi devrimcileştirerek ve dönüştürerek olacağını belirttik.

Toplumsal pratik, özne ile onun nesnesi arasında diyalektik bir ilişki kurar: İnsan, gerçekliği yaptığı işle, insanlarla kurduğu ilişkilerle, gerçekleştirdiği herhangi bir eylemle kurup dönüştürdükçe, nesne de aynı faaliyetler şartlar üzerinden özneyi kurar ve dönüştürür. Bu, Marx'ın “varoluş, bilinci belirler” düsturunun özüdür. Bir işçinin toplumsal pratiğine sahip olan kişi, bir işçinin bilincine sahiptir. Bir polisin toplumsal pratiğine sahip olan kişi, bir polis gibi düşünür. İşte bu, proleterleşme meselesinin ilk anahtarıdır.

Peki işçiler, sırf bu gerçekten ötürü bu sinsi bireycilikten azade midirler? Kategorik olarak hayır. İşçilerin ücretli emeği, ticarî üretimin temelidir, çünkü aynı iş/emek, kapitalistler tarafından satın alınan ve kullanılan, onların sermayesinin temelini oluşturan artı değer elde etmede bir meta olarak kabul edilir.

Bu nedenle de işçiler ticarî baskıdan muaf değildirler, hatta bu baskıdan dolayı herkesten çok daha fazla acı çekerler ve toplumdaki burjuva hegemonyası da onların kişiliklerinde bireycilik yaratma eğilimindedir. Fakat işçinin ticarî üretimde oynadığı rol, onda bunun zıttı bir eğilimi doğurur.

Gerçekte, kapitalist sanayide, özellikle üretim hatları etrafında örgütlenmiş büyük modern fabrikalarda, farklı kısmi işlerin karşılıklı bağımlılığı o kadar yakındır ki, işçi, kendi sınıfı tarafından yaratılan üretimin toplumsal karakterinin ve bu karakter ile metanın özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin farkına kendi üretim hatları etrafında kolayca varma eğilimindedir.

Kolektif çalışma pratiği ve onun özel yabancılaşmasının patentli adaletsizliği işçide, bir bütün olarak toplumun empoze ettiği bireyci eğilime aykırı bir eğilim doğurur. Bu olumlu ve üstün eğilim, toplumsal pratiğin diğer birçok unsuru tarafından da pekiştirilir.

Toplu hâlde işçiler, evlerinde ve mahallelerinde yetersiz beslenme, yetersiz barınma ve sağlık bakımı, toplumun resmi kültürüne çok az erişim veya erişimin engellenmesi şeklinde toplumsal baskıların sonuçlarından muzdariptir. Toplu hâlde kovulurlar veya greve giderler, protestolarını göstermek istediklerinde toplu olarak polisle çarpışırlar ve sınıf mücadelesi geliştiğinde toplu olarak itilip kakılmaya veya bombardımanlara maruz kalırlar. Böylece sömürü durumunun kendisi, işçide derin bir sınıf nefreti doğurur ve burjuva ve küçük burjuva bireyciliğinin inkârını ve üstesinden gelmeyi amaçlayan eşitlikçilik eğilimine kapı açar.

Marx, burada yakın zamana kadar yayınlanmamış olan Kapital'in birinci cildinin VI. bölümünde şunları söylerken bu hususlara açıkça işaret ediyor:

“Burada işçi, kapitalistten daha baştan daha yüksek bir düzlemdedir, çünkü kapitalist, bu (işten kaynaklanan yabancılaşma sürecine kök salmıştır ve onda mutlak tatmin bulurken, tam tersine bir işçi ise bu sürecin bir kurbanı olarak, kendisini bir isyan durumunda bulur ve bunu bir boyun eğme süreci olarak hisseder.

İşçinin bilincinde iki eğilimden hangisi hâkimdir, toplumdaki burjuva hegemonyası tarafından kendisine empoze edilen bireyci, olumsuz eğilim mi yoksa sömürülen karakterinden kaynaklanan olumlu, kolektivist eğilim mi? Bu, sınıf mücadelesi içinde çözümlenen bir sorundur, dolayısıyla da daha az politik gelişime sahip işçiler arasında bireyci özelliklerin daha yaygın olduğunu görürüz. Öte yandan diğerlerinde ise alçakgönüllülük, sadelik, sabır, fedakârlık ruhu, geniş ölçütler, kararlılık, azim, öğrenme arzusu, cömertlik, komşusunu sevmek gibi erdemler hâkimdir.

Ancak bu erdemlerin her bir kişilikte galip olup olmama meselesi ne olursa olsun, önemli olan, nesnel olarak, üretimdeki rolünün doğası gereği, işçinin durumunun, bireyciliğin, bunun özelliklerin ve bakış açılarının üstesinden gelme olanaklarını içermesidir. Özetle proleterleşme meselesinin özü budur, proletaryanın özelliklerini ve bakış açılarını özümsemek demektir. Fakat bunlar teker teker, patronları kadar burjuva olabilecek olan Juan ya da Pedro gibi işçilerin öznel bakış açısı olarak anlaşılmamalıdır. Bu, sınıf karakterlerinden dolayı nesnel olarak ortaya çıkan, tarihsel olarak insanlığı kurtarmakla ve tüm sınıfları tasfiye etmekle alakalı bir bakış açısı olarak ele alınmalıdır.

Proleterleşme ise, bireycilikle savaşmak ve onu tasfiye etmek için temel şartı oluşturur. Proleterleşme, politik iktidarın fethi için vazgeçilmez bir ön adım olarak, burjuva hegemonyasının tüm tezahürlerine karşı toplumda proleter hegemonyayı tesis etmek demektir.

O hâlde nasıl proleterleşeceğiz? Bunu söylemek basmakalıp görünse de, devrimci örgütlerin proleterleşmesinin temel yolu, kendi saflarındaki işçilerin oranını sürekli artırmak ve giderek artan bir şekilde, sınıflarının gerçek erdemlerini yansıtan öncü işçileri kazanmaktır. Aslında bu apaçık basmakalıp olan sözler, tekrar edilmeyi hak ediyor, çünkü her ne kadar devrimci yoldaşlar bu ihtiyacı teoride kabul ediyor olsalar bile, devrimci saflara işçileri doldurmak için pratikte tutarlı bir şekilde çabalamıyorlar.

Devrimci örgütler, ancak temellerinde ve önderliklerinde işçiler açık bir çoğunluğu sağladığında, tarihsel görevlerini yerine getirmek için gerekli politik olgunluğa sahip olacaklardır.

Bireysel olarak, proleter kökenden gelmeyen devrimciler için ise proleterleşme, öncelikle işçi sınıfının toplumsal pratiğini, yaşam tarzını ve işleyişini paylaşmaktır.

İşçi sınıfının ideolojisini benimsemenin ve onun özelliklerini, bakış açısını kazanmak için savaşmanın yeterli olduğuna inanmak ise yanlıştır. Günlük yaşantımız burjuva ya da küçük burjuva toplumsal pratiği çerçevesine giriyorsa, silaha sarılmak bile yetersizdir.

Fakat yukarıda belirtildiği gibi, bir fabrikada çalışmanın veya işçi sınıfı mahallesinde yaşamanın proleterleşmeye yeteceğine inanmak da bir hatadır. Bir yandan işçi sınıfının durumu, kendi içinde olumlu bir eğilim yaratsa da, öte yandan burjuvazi, işçiler de dâhil olmak üzere tüm topluma zıt bir hegemonik baskı uygulamakta ve böylelikle bireycilik eğilimi yaratmaktadır.

Bu nedenle proleterleşmek ve yeni ahlakı geliştirmek, daha eksiksiz ve derin bir süreçtir ve işçiler de dâhil olmak üzere her devrimci eylemciyi, ama her şeyden önce işçi olmayanları ilgilendirir. Bunlar, kişinin hayatını çalışma koşullarına sokmakla başlar, ancak burada bitmez. Hatta aksine, devrimci kendi hayatını, çalışmasını, mücadelesini proleter şartların çerçevesine soktukça, tüm bunların içinde yeni talepler uzun bir yol şeklinde formüle edilir. Bu uzun yol, sadece halkları özgürleştirmek değil, aynı zamanda herkesi teker teker bireyciliğin dar hücresinden çekip çıkarmaktır aynı zamanda.

Tam olarak Leon Troçki'nin söylediği gibi: “Bir gün devrim, insanı sınırlanmış benliğimin kara gecesinden kurtaracaktır.”

İnsanı zincirlerinden kurtaracak olan bu uzun ve destansı devrim yolu, tüm devrimcilerin ve devrimci örgütlerin zafere giden yürüyüşlerini başlatmak için gerekli olan bir başlangıç noktasından başlayacaktır.

Onlar sınıfın içinde her gün değer yaratıyorlar, tarihin çarklarını elleriyle, akıllarıyla ve kalpleriyle çeviriyorlar.

Kapitalist toplum bunu acımasızca reddetse bile halk kitleleri, işlerine yabancılaşmaktan öylesine muzdariptir ki bunun acısı bağırsaklarında zonklar. Fakat devrimin her eylemiyle insanın temel değerleri kurtarılacaktır. Bu değerler aynı zamanda iştir, çocuklarımızın geleceğidir ve büyük insan kardeşliğidir.

Devrimci Örgütlerde Bireycilik

Devrimci eğilimler içinde, her biri proletaryanın ve halkın örgütleri üzerindeki burjuva hegemonyasını farklı nüanslarla yansıtan bireycilik türleri vardır. Ancak proleterleşmemizin pratik gelişiminde, sürekli eleştiri ve özeleştiri uygulamasında hepsini tanımaya ve düzeltmeye başlayabiliriz.

Burada yalnızca en önemlilerini, Arjantin'de proleter-devrimci örgüt kurma çabalarını en göze çarpan şekilde aşındıranlara değineceğiz. Bunlar öznelcilik, kendi kendine yeterlilik, itibar düşkünlüğü, camarilla ruhu[*], liberalizm ve sadece kendileri için kaygılanmak şeklinde bireyciliğin tezahür bulan türleridir.

Bireyciliğin bu ve diğer tezahürleri, tarihsel süreci, işçi sınıfını ve halkı değil, kendilerini referans noktası olarak ele alarak, bireyin kendi düşüncesini ve önlemlerini devrimin çıkarlarının üzerine yerleştirmekten oluşan ortak bir özelliğe sahiptir.

Öznelcilik

Bireyciliğin bu türü, Marksizmin öğretilerini takip ederek ve buna karşılık, elde ettiğimiz sonuçlar istenmedik şekilde gelse bile bunun yerine yöntemi saptırmak ve onu kendi kişisel isteklerimize ya da tasarılarımıza uygun rötuşlamaktır.

Bu nedenle de bazı yoldaşlar, mesela belli bir çalışma alanını ya da cephesini, devrimci faaliyet için pek elverişli olmadığını söylüyorlar, çünkü o sahada militanlık yapmak ya da militanlıklarını sürdürmek istemiyorlar ya da bunun tam tersi bir durumda, kendi hatalarını meşru kılmak ve kendi kişisel isteklerini yerine getirmek için özellikle o sahada bulunmak istiyorlar.

Bu ciddi sapma, kendi rahat burjuva ve küçük burjuva varoluşlarına dönebilmek adına bütün bir tarihsel aşamanın ana niteliğini yoldan saptırabilir, saptırıyor da. Öznelcilik, kendisini aynı zamanda kendi hatalarımızı ve sınırlarımızı açık bir şekilde kabul etmemekle ve bunları başkalarının hatalarıyla, yanlış yorumlarıyla örtmeye çalışmakla da gösterir.

Kendi Kendine Yeterlilik

Bireyciliğin bu türünde kişi, kendi kabiliyetini abartırken, diğer yoldaşlarının ve kitlelerin kabiliyetini küçümser. Kendi kendine yeten bir yoldaş, her zaman her şeyi kendisinin bildiğini, her şeyin nasıl yapılabileceğini ancak kendisinin bildiğini düşünür. Diğer yoldaşlarının ya da kitlelerin görüşlerine pek kulak asmaz. Onlardan öğreneceği hiçbir şey olmadığına inanır ve kendi bilimini onların üstüne alelacele bir şekilde boca eder.

Acelecilik, düşüncesizlik, bilgiçlik, bu faaliyeti tamamlar. Sonuç olarak bu kendi kendine yeten yoldaş, diğerlerinin kendisine duyduğu saygıyı ve güveni, doğru bir gerçeklik algısını kaybeder, bu da kendisini, hatalarını meşrulaştırmak adına öznelciliğe yöneltir ve dolayısıyla da devrimci gelişme içinde son derece zararlı bir kısır döngüyü doğurur.

İtibar Düşkünlüğü

Bu, genel olarak önceki iki türü tamamlayan ve bireyin kendisini devrimin çıkarlarının önüne koymasıyla daha açık bir şekilde gösteren bireyciliktir.

İtibar düşkünler, işlerini iyi yapmaya çalışırken bunu devrimci görevlere yarar olsun diye değil, liyakat için, pohpohlanmak ve kendilerine olan öz-sevgilerini arttırmak için yaparlar. Bu, her seviyede meydana gelse de, üst kademelerdeki yoldaşlar arasında daha belirgindir ve zarar vericidir.

Bireyciliğin bu türünün ağına düşen alt kademedeki militanlar, bir sonraki “terfi” için tebrik edilmek ve dikkate alınmak niyetiyle amirlerinin karşısına çıkarlar. İtibar arayışındaki orta kadrolar ise bir yandan bu tabandaki militanlar tarafından takdir ve saygı görmek ister, tabanı amacına ulaşma noktasında bir “zemin” olarak kullanır, diğer yandan ise yönetici organlardan birine yerleşebilmek için bunların karşısına çıktığında onlardan değer görmeyi bekler. Son olarak, bu ciddi sapmadan muzdarip olan yöneticiler ise birer caudillo[**] gibi davranacak, diğer militanların takdirini kazanmaya çalışacak ve kendileriyle eş konumdaki militanlarla güç için rekabete girecektir.

Bireyciliğin bu türü, devrimci örgütlerin saflarında ciddi sorunlar doğurur. Öncelikle itibar düşkünlüğünün pençesine düşen yoldaşların arasında bir rekabet havası doğar, karşı karşıya gelmeler ve problemler, sapmalar yaşanır. Bu yoldaşlar, kolektif başarıya sessiz, sakin, mütevazı bir biçimde katkı sunmaktansa, daha parlak ve kolay gözüken görevleri kendi üstlerine alıp diğerlerine daha karanlık ve zor görevleri kakalayarak onların alçalması pahasına kendileri tek başına yükselmek, sivrilmek isterler. Kendi yaptıkları hataları düzeltmek yerine, bunları kedinin pisliğini örttüğü gibi örterken, diğerlerinin yaptıkları hatalara işaret ederler, hatta bazı durumlarda bilerek onların hataya düşmelerine göz bile yumarlar.

Bunların hepsini kendi başarılarını öne çıkartmak veya kendi hatalarını örtmek için yaparlar. Raporlar ve bakış açıları çarpıtılır, başkalarının faaliyetlerinin ve fikirlerinin olumsuz yönleri vurgulanır, kendi başarıları ise sürekli olarak şişirilir.

Örneğin, diğer yoldaşların yürüttüğü bir faaliyeti ele alırken, kısa vadede görevin ilerleyişi hakkında mükemmel bir rapor sunmak için birden fazla hata ve eksikliğe işaret eden olumsuz bir rapor hazırlanacaktır. Böylece bilgi kaynağı saldırıya uğramış olur.

Bir örgütün birçok bilgi kaynağı vardır, bunlar örgütün militanlarıdır. Fakat eğer faaliyetin bilgisini tutanak hâlinde merkezîleştirmek sorumlu organlar, bunu çarptıran militanlardan ya da hazırlamakla sorumlu kollardan yararlanırsa, gerçekliğin çarptırılmasına bağlı olarak, bütünüyle örgütü de etkileyecek olan hatalı değerlendirmeler yapar.

Nihayetinde tüm bu itibar düşkünlüğü, hiziplerin kurulmasına ve bürokratik pratiklere yol açar.

Camarilla Ruhu

Bireyciliğin bu türü, öncekilerin doğrudan bir ürünüdür. Bu tür, bireysel düzeydeki itibar düşkünlüğünün ne anlama geldiğini grup düzeyinde yeniden üretir ve üyeleri için farklılıklar veya ayrıcalıklar arayan aşağı yukarı kapalı grupların inşasından oluşur. Temel organlarda bu “Ekip Şovenizmi” olarak kendini gösterir. Her temel organizma, her birinin rolünün, bütünün iyi şekilde gelişimine karşılık geldiğini unutarak “en iyi” olarak öne çıkmaya çalışır.

Bu sapma, faaliyet için gerekli materyallerin, en iyi savaşçıların, çalışma cephelerinin vs. merkezîleştirilmesi konusunda ekipler arasında bir rekabete yol açar. Bu sapmaya düşen ekipler bazı faaliyetlerde işbirliği yapmak zorunda olsalar bile, her birisi, bir başka ekibi kendine tabi kılıp gerçekleştirmekte oldukları görevin en iyi parçasını almak ve sivrilmek ister.

Bu sapma kendisini, aynı zamanda hemşehricilik olarak da gösterir. Buenos Airesliler, Rosariolular, Cordobalılar, Tucumanlılar gibi. Bunların her birisi, devrimin ulusal ve enternasyonal bir mesele olduğunu unutarak, diğerlerinin arasında en iyisi olmaya çalışır. Böylece yukarıda genel hatları verilen sorunları daha geniş ölçekte üreten bölgesel rekabetler ortaya çıkar. Organik düzeyde camarilla ruhu diyebileceğimiz şey de budur.

Camarilla ruhu, daha önceden tanışan ya da militanlık ilişkisi dışında ilişkileri bulunan yoldaşların, örgütsel yapı haricinde teşkil ettikleri gruplardan doğar. Bu, bireyciliğin en tehlikeli türüdür, çünkü bölücüdür ve her türlü sorunu yaratır. Bu camarillaları oluşturan yoldaşlar, dedikoduları ve sorunları bir organizmadan diğerine taşır ve getirir, örgütün güvenliğini ve iyi işleyişini tehlikeye atar, hatta hakiki iç baskı grupları oluşturacak kadar da ileri giderler.

Fakat bunun en tehlikeli ifadesi, orta ve lider kadrolarda görülen camarilla ruhudur. Bu seviyelerde camarillalar kaçınılmaz olarak bürokratik uygulamalara ve ciddi sorunlara yol açar. Kendisini masum bir şekilde göstermeye başlayan bu sapma, lider kadroların, daha aşağıdaki yoldaşların anlamayacağı ya da erişimlerinin olmayacağı belli gerçeklere ve metinlere belli yorumlar ve alıntılar yapacağı “kendine has” belli bir dil geliştirmesiyle ortaya çıkar. Böylece bu camarillalar, sıradan fanilerin erişemeyeceği bir “inisiyatifler çemberi” hâline gelir.

Tabandaki üyelerle ilişkiler paternalist bir biçim alır, onlara bazı şeylerin kendileri için uygun olmadığı söylenir ve tabandaki üyeler, eğer iyi bir iş başarırlarsa o inisiyatif çemberine girebileceklerine dair boş vaatlerle oyalanırlar. Eğer bu hata, zamanında yoldaşlar ya da örgüt tarafından düzeltilmezse, bu camarilla gittikçe büyür. Camarilla’nın her bir üyesi bir diğerini kollar, birbirlerinin hatalarını saklarlar ve kendilerinden olmayan yoldaşların hatalarını herkesin gözüne sokarlar.

Camarilla gittikçe tabandan ayrılarak bürokratik bir grup hâline gelir, yönetici organlar arasında farklı bir fraksiyon teşkil eder. Bu noktaya gelindiğinde camarilla artık taktiksel farklılıkları bile şiddetle kanalize edebilecek bir araç olmuştur. Bu farklılıklar artık pratikte çözülebilen kriter farklılıkları değildir, örgüt içinde sınıf savaşı yürütme bahanesiyle kendi gruplarının çıkarlarını korurlar. Fakat camarilla daha doğuş aşamasında bile, ilerleyen zamanlarda daha işlevsel hâle geldiği için değil de; güvensizlik, kin, rekabet, genel olarak örgütün çıkarlarını ihmal etmek gibi şeylerden dolayı aşırı derecede tehlikelidir ve camarilla ruhunun daha embriyo hâli olan ahbaplık gibi durumlara karşı uyanık olunmalıdır.

Bu uyanıklığı kolaylaştırmak için, özellikle de liderlik makamındaki yoldaşların kendi aralarında ve tabandaki yoldaşlarla ilişkiler daha ayık ve politik tutulmalıdır. Bizler hâliyle soğukkanlı, ruhsuz rahipler gibi olamayız, olmamalıyız da. Yoldaşlar arasında birbirine duyulan sağlıklı sevgi, dostluk, iyi bir mizah anlayışı gibi şeyleri dışarıda bırakamayız, ancak bunun kayırmacılığa ve özel bir tür ahbaplığa dönüşmemesi, tarihsel görevlerin ve devrimin üstün çıkarından başka bir şeye dayanmaması için özen gösterilmelidir.

Liberalizm

Mao Zedung, o meşhur “Liberalizm Üzerine” başlıklı yazısında, liberalizmi bilimsel ve kapsamlı bir şekilde ele almıştır. Burada liberalizmi daha genel hatlarıyla ele alacağız ve özel olarak da Arjantin'deki devrimci örgütlere ciddi zararlar veren bir noktaya, güvenlik meselesindeki liberalizme değineceğiz.

Liberalizmi ifade edecek olursak bu, öznelciliğe ve kendi kendine yetmeye dayanır ve kişinin kendi iradesini abartmaktan, düşmanın iradesini ise küçümsemekten ibarettir. Ancak bu temel biçimin üzerinde, pratikte, bireyciliğin şablonculuk (sürekli rutine bağlı kalma), görevlere ilgisizlik, en az çaba çizgisini uygulama eğilimi vb. gibi diğer tezahürleri ortaya çıkar. Bunu haklı çıkarmak için, genellikle bu sorunların faaliyetin gerekli sonuçları olduğu, politik-askerî faaliyet zayıf olduğunda da güvenliğin sağlanabileceği üzerinde durulur.

Bundan daha yanlış bir şey yoktur. Tabii bu arada reformistler ve savaştan korkanlar da kitlelerle birlikte savaşmamak, onların içinde çalışmamak için güvenliği bir bahane olarak kullanırlar. Fakat gerçekten devrimci pratiğe sahip olan örgütlerin tecrübesi gösteriyor ki, faaliyetin yoğunluğu ile güvenlik, bir çatışma içinde değildir. Hatta aksine, güvenlik sorunları hâlledildiğinde, faaliyetler de devamlılık ve sağlamlık içinde sürer. Öbür taraftan güvenlik ihmal edildiğinde ise, faaliyetlerin kısa ve uzun vadede sürdürülmesini olumsuz etkileyen “zincirleme reaksiyonlar” gerçekleşir.

Güvenliğin teknik boyutu üzerinde durmayacağız, çünkü her örgütün bu konuda bugüne kadar yaşadıkları zengin tecrübelere dayalı olarak kuşkusuz çok sayıda malzemesi vardır. Vurgulamak istediğimiz şey, bu liberalizmin, bazı yoldaşların çoğu zaman inandığının aksine, proleter cesaret ve kararının bir göstergesi olmaktan uzak olduğudur.

Burjuva ve küçük burjuva bireyciliğinin tehlikeli bir tezahürü olarak liberalizm, buna düşen yoldaşlar arasında ciddi hatalara ve sapmalara yol açar ve örgütün etkililiğini, gelişimini olumsuz etkiler.

Kendisi İçin Kaygılanmak

Kişinin kendisi için duyduğu korku, sıklıkla maddi planda bireyciliğin her türden tezahürünün ömrünü uzatır. Bireycilik özelliklerini koruyan kişi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, örgütten çok kendisini önemseme eğilimindedir; bireycinin başvurduğu nihai gerekçe de tüm projeleri ve arzuları için başvurduğu referans noktası da kendisidir.

Bireyci, içtenlikle devrim için savaşabilir, ancak onun meyvelerini şahsen tatmak ister. Hayatınızı kaybetme veya fiziksel veya zihinsel olarak ciddi şekilde yaralanma korkusu, sizi bilinçli veya bilinçsiz olarak yıpratır.

Zor zamanlarla karşılaşıldığında, pek çok kişinin çalışması tehlikeye düştüğünde, düşman ateşi altında ileriye ya da geriye gitme kararı veya işkencede ihanet etmek ya da sessiz kalmak kendilerine kaldığında, ani bir tehdit ya da muhtemel ölüm karşısında, bireyci kişi, zayıf olma eğiliminde olacaktır.

Günlük pratikte görünüşte mükemmel akranlarında küçük kusurlar olarak görünen şey, şimdi kendisini tüm büyüklüğüyle, herhangi bir örgütün gerçek kanseri gibi, en iyi niyetli devrimciler için felâkete yol açabilecek bir belayı ortaya çıkaracaktır.

Bireyciliğin Düzeltilmesi

Konuyla ilgili bir tarif kitabı yazamayız. O yüzden, kitlelerin içindeki devrimci pratikte bu kötülüğü düzeltmenin en iyi yollarını çıkaracağız. Ancak zaten kazanılan deneyimlerden açıkça ortaya çıkan bazı temel kurallar vardır.

Her şeyden önce, devrimci saflarda bireyciliğin gerçek rolü ve gerçek boyutu konusunda net bir farkındalığa sahip olmak gerekir. Sorunu hafife almayın ve tüm yoldaşlarla, özellikle de yönetici yoldaşlarla sürekli ve ciddi bir karşılıklı uyanıklık ilişkisi sürdürün. İkinci olarak, daha önce açıkladığımız gibi, örgütün, her devrimcinin sürekli proleterleşmesi için çabalayın. Üçüncüsü, faaliyetin tüm yönleri hakkında sürekli olarak eleştiri ve özeleştiri yöntemini uygulayın, her zaman bireyselliği ve çeşitli tezahürlerini pratik ve özel bir yön olarak ele alın.

Eleştiri ve özeleştiri konusunda ise değinilecek birkaç husus var. Teorik olarak, herkes devrimcilerin bu büyük normunun değerini kabul eder. Ancak bu, pratikte her zaman hakkıyla uygulanmaz ve bazen eleştiri, bir başkasının itibarını sarsmakla ilgilenen yoldaşları eleştirirken kişisel bir saldırı biçimine, bazen ise kendi hataları görünmesin diye başkalarının hatalarına işaret etmek biçimine, yani iki sapmadan birine düşer.

Yine bazı zamanlar ise, arkadaşlarla ve yoldaşlarla olan tartışmalarda bu iki sapmaya aynı anda düşülür. Aynısı eleştirilirken de olur. Eleştirilen yoldaşlar sıkça kızar ya da küser, eleştirilere karşı cevap vermeye ya da o eleştirilerde kusur bulmaya çalışırlar.

Eleştiriye ve özeleştiriye elverişli bir ortam yaratmak, sorunların yüzümüze çarpmasını beklemeden onları tedavi etmeye başlamak için bu yöntemi günlük ve sistematik olarak uygulamak gerekir.

Bu noktada Vietkong Neden Muzaffer Oluyor? isimli kitabında Burchett'in anlattığı üzere Vietnamlıların ne yaptıklarını görmek, ilginçtir:

“Vietkong'un temel hücresi üç kişiliktir. Her gün bu üçlü bir araya gelir ve o günün faaliyetini analiz ederler. Bu toplantılar, genelde eleştiri ve özeleştiri seanslarından oluşur. Bu tür toplantılar her hafta manga, iki haftada bir müfreze, aylık olarak ise bölük düzeyinde tekrarlanır. Bu toplantılarda her bir yoldaşın eleştiriden ziyade özeleştiriyi uygulaması yaygın görülen bir durumdur.”

Devrimci Perspektiften Aile

Yukarıda burjuva hegemonyasının etik sahasındaki esas özelliklerinden biri olan bireyciliğin bazı tezahürlerini gösterdik. Şimdi ise bu tezahürlerin çift ilişkileri, aile ilişkileri ve çocuk yetiştirme gibi daha özel alanlardaki karşılığını göstermek istiyoruz.

Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli eserinde Engels, ailenin sınıfsal karakterini gösterirken, aynı zamanda bunun “doğal” bir kurum, “insan doğası”nın bir karakteristiği olduğu yönündeki hatalı görüşleri de çürütmüştür. Bu anlamda kendisi, bizim bildiğimiz ailenin aslında tarihsel olarak belirlenmiş bir olgu, kapitalist toplumun bir karakteristiği olduğunu göstermiştir.

Fakat Engels, sosyalist bir çiftin ya da ailenin nasıl olması gerektiğine dair bir kelam etmemiştir, edememiştir. Çünkü aile toplumsal ilişkilerin bir unsuru olduğu için, sosyalist aile de ancak sosyalist üretim ilişkilerinin maddi temeli üzerinde tartışılabilir. Bundan dolayı da biz devrimciler bu sorunu, diğer etik sorunlarda olduğu gibi, kapitalizmden sosyalizme tarihsel geçiş çağında şu an bizim yaşadığımız gibi, ancak bir geçiş ahlakı içinde ele alabiliriz. Engels’in burjuva tek eşli ilişkiyi bir kenara ayırıp bunu sosyalist aile öncesindeki diğer ilişkilerden üstün tuttuğunu da buraya not etmeliyiz.

Aslında, insanın özgürlüğü, ahenkli gelişimi, bu aile biçiminde tam olarak elde edilmemiş olsa da, ondan önceki çok eşlilik, çok kocalılık, grup evlilikleri ve önüne gelenle yatma gibi biçimlere göre daha uygulanabilirdir. Engels'in bu teorik doğrulaması, işçi devletlerinin pratiğinde de doğrulanmaktadır. Hepsinde de yeni bir ailenin inşası, sosyalist ailenin bir yapı birimi olarak üstün karakterini gösteren temel bir hücre olarak tek eşli çiftten başlar. Hâlen daha düşmanın elinde olan ülkelerin devrimcileri olarak bizler, kendi geçiş biçimlerimizi de burjuva toplumu içinde, ona karşı inşa etmeye başlamalıyız.

Şu zamanda bazı yorumcuların “cinsel devrim” dedikleri şeyin, yani geleneksel burjuva ahlakının kendisini devrimcileştiriyor olması, önemlidir. Bu sahte devrim, esasında aile, çift ve aşk gibi geleneksel burjuva kavramları baş aşağı ediyor. Fakat iki temel sorun üzerinden hâlen daha burjuva hegemonyasının içinde kalıyor. Bunlar, insan ilişkilerinin kemikleşmesi ve kadının erkeğe boyun eğmesidir.

Geleneksel burjuva ahlakı, çift ilişkilerini kemikleştirir, kadını erkeğe tabi kılar, onu ataerkil hane içine hapseder ve bekâret, sadakat vb. gibi tabularla onun diğer alanlardaki gelişimini kısıtlar. Dayatılması amaçlanan burjuva hegemonya biçimi ise bunun tam tersi şekilde ilerler. Görüşüne göre bu, kadınları geleneksel tabiiyetten kurtaracak olan sözde “özgür aşk”ı vaaz eder. Ancak gerçekte bunun getirdiği şey, kadının köleleşmesinin ve cinsiyetlerarası ilişkilerin kemikleşmesinin yeni şekilleridir.

Bir yandan aşk, onu bir yönden kemikleştirmek ve tek taraflı hâle getirmek için çift aracılığıyla insan kişiliğinin çeşitli yönleri arasındaki uyumlu ilişkiden, en temel tezahürleriyle cinsel ilişkinin ayrılmaz karakterinden sıyrılır. Böylece cinsel ilişki, hayvanî bir seviyeye indirgenir ve bu bozulmuş ilişki, tüm kötülüklerin her derde devası olarak sunulur.

Öte yandan cinsiyet ve özellikle de kadın cinsi, burjuva hegemonyasını ve üstyapının işleyişini sağlamaya çalışan kendi imajında, pazarın genişlemesinde kapitalist sistemin hizmetine yerleştirilir. Bu, genel olarak kadın ve cinsiyet imajının reklâm, moda, kitle iletişim araçları ve sözde halkla ilişkilerde oynadığı rolde açıkça görülmektedir.

Bu yeni cinsel ahlakı ve aile ahlakını inşa etmek için devrimcilerin kökten zıt bakış açılarından yola çıkmaları gerekir. İlk olarak, çift ilişkisi ve aile ilişkileri, pazar üretiminin tüm ilişkilere dayattığı genel kemikleşmeden arındırılmalıdır. Eşimizin ya da çocuklarımızın kendi arzularımız ya da ihtiyaçlarımız için birer nesne olmadıklarını, fakat kendilerinin de tek yönlü olmayan kişiliğe sahip birer özne ve insan olduklarını anlamalıyız. Eğer bunu anlarsak, bu alanda ilerleyebilmek için cinsiyetlerarası mutlak eşitlik ve çiftin veya ailenin kişisel ilişkilerinin ayrılmaz karakteri gibi bir temele sahip oluruz.

O hâlde kendimize ikinci bir soruyu sormalıyız. Gönül ilişkisinin maddi temeli nedir? Cinsel ilişki mi yoksa toplumsal faaliyet mi? İki cins arasındaki bir ilişkinin cinsel ilişkiye dayandığı yönündeki kanı, bilinçli ya da bilinçsiz olarak pek çok kişide, hatta devrimci çiftlerde bile görülür. Fakat modern psikoloji ve pek çok deneyim, bunun tersini gösteriyor. Öyle ki, bir çift ancak diğer alanlarda uyumlu bir ilişki kurabildiğinde aynı zamanda cinsel tatmine erişme imkânı buluyor.

Bunun aksine ise, cinsel ilişki üzerine kurulan her ilişki, cinsel ilişki de dâhil olmak üzere her açıdan hayal kırıklığı yaşatıyor. Bu nedenle de bir çiftin ilişkisi, maddi temeli toplumsal faaliyetleri ve toplumda oynadıkları rol olmak üzere, ancak toplumun diğer üyeleriyle aralarındaki bütünsel bir ilişki üzerinde yükselebilir, aynı devrimci militanlarda olduğu gibi. Bundan dolayı da devrimci bir çiftin ilişkisi, aynı eksen üzerinde devrimci faaliyeti paylaşan iki kişi arasındaki bir bütün ilişkidir.

Bir gönül ilişkisi, çiftin eşlerinin devrimci olarak ilerlemesine ve devrimci örgütle, işçi sınıfıyla, halkla, devrimci sürecin bütünüyle ilişkilerinin zenginleşmesine katkı sağladığı ölçüde uyumlu ve olumlu olacaktır. Bu arada bu söylediklerimiz, “iyi bir çift oluşturmak için aynı örgüte üye olmak ve iyi bir militan olmak yeterlidir” gibi şematik bir tarzda yorumlanmamalıdır.

Buna ek olarak, başka yönlerin, başka yakınlıkların, başka duygulanımların da gerekli olduğu açıktır. Ama onu diyalektik anlamda yorumlamalıyız. Devrimciler için çiftin, tüm politik ilişkileri ve faaliyetlerinden ayrı olarak “kişisel” bir varlık olmadığını anlamalıyız.

Öte yandan flört de bir politik faaliyettir. Flört eden kişiler, politik faaliyetin kendilerinin tüm ilişkileriyle bütünleşmiş temel bir hücresini bulabilirler, bulmalıdırlar da. “Temel hücre'” diyoruz çünkü bu faaliyette bulunan kişiler, devrimci ilerleyişlerine karşı ilk unsurla ve onu sürdürmek için ilk destek noktasıyla yüzleşeceklerdir.

Fakat biz başından beri bunların tüm ilişkilerle bir bütün olmasını söylüyoruz, çünkü devrimci bir çift, her şeyi kendi içinde başlatıp bitiren kapalı bir birim olmamalıdır, ilişkilerini tüm örgütle, işçi sınıfıyla, halkla ve devrimci sürecin tamamıyla bütünleştirmelidirler. Esasen devrimci bir çift (durum gerektirdiğinde) kendi akranlarıyla aynı haneyi paylaşarak bir topluluk yaşam tarzına da entegre olabilirler.

Bu grup, yalnızca örgütün politik-askerî faaliyetinin değil, aynı zamanda gelecekteki sosyalist yaşam tarzına doğru yeterli bir geçiş oluşturan bir yaşam tarzının da temel hücresini oluşturmaktadır. Evin organizasyonunda çift olan ve olmayan yoldaşlar, günlük hayatlarının tüm unsurlarını paylaşacaklardır.

Bu yoldaşlar, sadece devrimci faaliyetlerde değil, sahip oldukları kaynakları dönüşümlü olarak kullanarak, ev işi, grubun sıradan günlük yaşantısı, kısacası genel olarak boş zaman, eğlence, çalışma vs. gibi günlük hayatlarının unsurlarıyla evin içinde de birleşmişlerdir.

Bu embriyo hâlindeki ortak yaşam projesinde kurulan devrimci çift, grubun istikrarına katkıda bulunur ve toplumsal ilişkiler kümesindeki kendi ilişkilerini olumlu bir şekilde yansıtmak için yeterli araçlara sahip olur. Fakat bu “politik-aile hücresi” bile kendini çevreleyen gerçeklikten bağımsız olamaz.

Böyle bir şey yapmak, devrimci örgütü toplumun geri kalanından ayırarak onu saksıda çiçek yetiştirir gibi örgütlemektir. Biz, hiçbir devrimci örgütü bu şekilde inşa etmeyeceğiz.

Devrimci örgüt, Lenin'in de belirttiği gibi, örgütsel düzeyde kitlelerle arasına sınır koymalıdır, fakat yine Lenin'in “kitleleri eğitmek için önce onlardan öğrenmemiz gerektiği”ne ilişkin tespiti üzerinden, politik olarak onlara açık olmalıdır. Buna ek olarak, örgütler yeterince olgun olmadıkları koşullarda, kitlelere bir şey öğretmek yerine onlardan öğreneceğimiz çok şeyin olduğu görülmelidir. Bu, aynı zamanda çiftler ve aileler için yeni etik konusunda da geçerlidir.

Yoldaşların teşkil ettiği, aynı haneyi paylaşan politik-aile hücreleri, sadece genel politik ilişkilerinde değil, aynı zamanda günlük yaşantılarında da kesintisiz bir şekilde kitlelere açık olmalıdırlar. Yukarıda yoldaşların ev işlerini paylaşmaları, boş zamanlarını değerlendirmeleri, çalışmaları vb. gibi eylemler, sadece kendi aralarında değil, aynı zamanda kitlelerle, yani proleter çevrelerle de paylaşılan bir şey olarak anlaşılmalıdır.

Devrimciler, aile birliklerini komşularına, çevremizdeki kitlelere açarak ve onlarla bütünleşerek kitlelerden öğrenecekler, pratiklerinin ve bakış açılarının başarıları ve başarısızlıkları ile yüzleşecekler ve devrimci olarak gerçekleştirdikleri meşru ilerlemeyi kitlelere ulaştırabilecektirler. Hazır buna değinmişken, güvenliği doğru şekilde garanti altına almanın tek yolunun da bu olduğunu belirtmiş olalım.

Çocukların Yetiştirilmesi

Çocuk yetiştirme sorunu da bu yeni etiğin çerçevesine girer. Öncelikle, bazı yoldaşların paylaştığı gibi, “çocuk sahibi olmanın kendilerinin devrimciliklerini sınırladığı” yönündeki yanlış düşünce, bir kenara bırakılmalıdır. Bu ifade yanlıştır.

Çocukları hakkında kaygılandıkları için düşman karşısında zayıflık belirtileri gösteren, onlar yüzünden devrimci faaliyetlerini ihmal eden yoldaşlarla alakalı vakalardan elbette ki bahsedilebilir. Ancak bu demek değildir ki çocuklar bu bireyci tutumların nedenidir. Tam tersine, onlar burjuva ve küçük-burjuva bireyciliğin bir başka sonucu ve tezahürüdürler. Burada bireyciliğin bu tezahürü, çocuklar için kaygılanmak ya da onların uğruna görevlerde yapılan dikkatsizliklerdir. Diğer durumlarda olduğu gibi bireycilik, burada da kendisini farklı şekillerde gösterir.

Devrimci, ancak tam bir insan olduğu ve insanlık durumunu bütünsel olarak geliştirdiği müddetçe devrimcidir. Öte yandan, bu kişinin devrimci faaliyeti, kişiliğinin bütünsel gelişiminin temel koşuludur. Bu anlamda insanın doğal ve içgüdüsel olarak kendi türünün varlık süresini uzatma eğilimi devrimci bir şekilde ele alınabilir ve ele alınmalıdır. Bu elbette, harika bir baba ya da anne olma yükümlülüğüne, her yönüyle devrimci olma zorunluluğun işaret etmez, tam tersine, iyi bir baba ya da anne olmaya karşı çıkılmadığını, bunun tam bir devrimcinin oluşumuyla tamamlandığını söyler.

Fakat bunun için önce çocuklara yönelik mevcut bireyci tutumdan kurtulmak gerekir. Bu bireyci tutum içinde ebeveyn-çocuk ilişkisi tek taraflı bir hâle gelir, tıpkı diğer insan ilişkilerinde insanın tek bir yönünü ele alan tek taraflılık gibi. Bu durumda ise mevzu bahis olan çocuklarımızdır.

Çocuklara yönelik bu mevcut tutum, burjuva hegemonyasına özgü bireyciliğin doğal bir uzantısıdır. Bu hegemonya altında insanın değerlerinin merkezî ve referans noktası, kendi bireyselliğidir ve çocuklar da içlerinde kendimizin en samimi unsurlarını taşıyan tek insanlardır.

Bu bireysel tutumu ortadan kaldırmak için öncelikle çocuklarımızın sadece çocuksu bir karaktere, yani tek bir yöne değil, diğer insanlar gibi tek bir yönden fazlasına sahip olduklarını, onların da insan olduklarını ve kendi kişisel gelişme ihtiyaçları olduğunu anlamalıyız.

Doğal olarak çocuklar söz konusu olduğunda, bu ihtiyaçların çok özel nitelikleri vardır, çünkü küçük yaşları yetişkinlerden özel koruma gerektirir ve birçok konuyu anlamalarını engeller. Bu anlamda, erkek çocuklarının kısa yetişkinler değil, çocuklar, yani yetişkinlerden farklı temel özelliklere sahip insanlar olduğunu anlayarak başlamalıyız.

Sonuç olarak, onlara karşı ilk yükümlülüğümüz, onlara her durumda yaşlarına uygun koşullarını anlama unsurlarını zayıflıklarının gerektirdiği korumayı sağlamaktır. Bu ilgiyi bireyci değil, devrimci bir şekilde sağlamalıyız. Yani kolektif hayata dayalı bir etik bakış açısıyla.

Bu, bir yandan çocukların dikkatinin bir devrimcinin tüm faaliyetlerine karşı çıkamayacağı, ancak bunlarla bütünleştirilebileceği anlamına da gelir. Devrimcilerin çocukları, ebeveynlerinin hayatlarının tüm yönlerini, hatta bazen risklerini paylaşmalıdır. Bu arada, çocuklara genç yaşlarına uygun özel koruma sağlamaya çalışırken bunun ancak devrimin çıkarlarıyla çelişmediği sürece olduğuna dikkat etmeliyiz.

Yanındaki silahla çocuğunu emziren Vietnamlı annenin, bazı afişlerde ve dergilerde gördüğümüz o güzel görüntüsü, çocuklara yönelik bu yeni devrimci tavrın bir sembolüdür. Vietnamlılar çocuklara her türlü özel ilgiyi gösterir, ancak bazen savaşın risklerini paylaşmaları gerektiğinde ebeveynleri bunu yapmaktan çekinmez. Çocuklara yönelik bu devrimci tavrın mümkün olabilmesi için, yukarıda belirttiğimiz çift kavramı ve aile birliği anlayışını içselleştirmek gerekmektedir.

Ebeveynliğin en temel pratik yönlerinde bile “bir annenin işi” olduğu fikrini sonsuza dek ortadan kaldırmalıyız. Çocuk yetiştirmek, çiftin ortak görevidir ve sadece çiftin değil, aynı evi paylaşan arkadaş grubunun da ortak görevidir. Bu bağlamda, aktif olarak yeni bir tutum geliştirmeliyiz.

Ortak evlerde sadece grubun politik-askerî faaliyetini değil, aynı zamanda çalışma, boş zaman kullanımı ve günlük yaşamın ortak görevlerini paylaşmaktan bahsederken, bu ortak görevlerin içinde evi paylaşan yoldaşların çocuklarını yetiştirme görevi de olmalıdır.

Bu bakımdan Küba'nın devrimci halkının Çam Adası'nda [Gençlik Adası] yaşadıkları üzerinde durmak ilginç olacaktır. Orada genç çiftler, diğer pratiklerin yanı sıra, çocukları ortak yetiştirme anlayışı üzerine kurulu uygulamalarla yeni bir toplum yaşamı modelini hayata geçiriyorlar.

Deneyim, hem ebeveynler hem de çocuklar için oldukça tatmin edicidir, böylece pratikte psikolojinin teorik olarak neyi kurduğunu gösterir: Çocukların ihtiyacı olan şey, “babaları” ve “anneleri” değil, anne ve babanın imajıdır. Yani, bunların sevgi, koruma, destek, öğrenme için kişiliğin tanımlanması vb. anlamında ifade ettiği her şey. Bu imajlarla değişim doğru yapıldığında, çocuk ebeveynlerinin biyolojik olarak ne/kim olduğunu ayırt etse bile, bu imajları tamamen birbirinin yerine kullanabilir.

Toplumun mevcut uygulamasında ebeveynleriyle büyümeyen çocuklar her türlü sorunu yaşıyorlarsa, bu ebeveynlerinin kendilerinin eksikliğinden değil, onların yerine geçenlerin devrimci baba rolünü oynamadığı nedeniyledir.

Yani bireycilik, başka çocuklara kendi çocukları muamelesi yapmaya izin vermez. Bunun aksine ise, kendi çocuğumuza gösterilecek tüm şefkat ve ilgi başka bir çocuğun yetiştirilmesine de verilirse, o çocuk herhangi bir sıkıntı yaşamaz. Çocuklara zarar veren şey, onlar arasında yapılan ayrımdır.

Çocuk yetiştirmeye yönelik bu devrimci tavır tamamen mümkündür ve bunu, bir hane birimini paylaşan yoldaş grubundan oluşması gereken bu gerçek yeni aile birimi çerçevesinde teşvik etmeliyiz. Bunu yapmak, diğer politik-askerî görevler kadar önemli olan gerçek bir görevdir, çünkü bu görev, omuzlarında sosyalizmi inşa etme sorumluluğu olacak olan gelecek devrimci nesillerin eğitiminden başka bir şey değildir.

Son olarak bu tutum, devrimci örgütlerin ölen yoldaşlarının veya tutsaklarının çocuklarının bakımına vermesi gereken ciddi dikkat ile tamamlanmalıdır. Örgüt, sadece bu bakımın en acil maddi yönleriyle ilgilenmekle kalmayacak, aynı zamanda çocuğun örgüt içindeki yeni bir aile birimine entegrasyonunu teşvik etme eğiliminde de olacaktır.

Bu, özellikle proleter kökenden olmayan eşlerin çocukları için önemlidir. Genelde bu çocuklar büyükanne ve büyükbabaların ya da amcaların ellerine bırakılır ve böylece çocuklar, ebeveynlerinin burjuva ve küçük burjuva bireyciliğine karşı mücadelede geliştirdiği her şeyi, büyükanne veya büyükbabalarının veya amcalarının evinde tekrar burjuva hegemonyasının etkisine girdiklerinde kaybederler.

Bu yönü de kitlelerin yaşamına entegre etmek gerekiyor. Çocuklar, işçilerin çocuklarıyla oynayarak ve onlarla yaşayarak, kendileri için mümkün olan şekilde kitlelere entegre edilmelidir. Ebeveynler birbirlerinin ebeveynlik sorunlarıyla ilgilenmelidir. Komşularınızla, onların uygulamaları ve bakış açıları ile yüzleşin, çocuklarımızın ve onların çocuklarının yetiştirilmesini onlarla paylaşın, “kendi çocukları ile diğerleri” arasında iğrenç farklılıklar oluşturmadan çocukların sorunlarına genel bir dikkat gösterin.

Böylelikle çocuklar, her çocuğun yaşına uygun olarak politik bir eğitimle tamamlamamız gereken bir proleter eğitim ekseninde ilerleyeceklerdir.

Kadının Rolü

Yukarıda belirtilen genel kriterler temelinde, burada ve şimdi özel durumlarını da anlayarak, özellikle kadın sorununu analiz etmeliyiz.

Burjuva toplumda kadınlar, özellikle çalışan kadınlar, genel sömürü veya baskı altında özellikle sömürülen bir kesimi meydana getirir. Bu durumda biyolojik olarak onun anne rolünden kaynaklanan farklılıkları ve tamamen toplumsal olan unsurları ayırt etmeliyiz. Bunu yaparken ilkini, yürüttüğümüz etik yaklaşıma entegre etmeli ve ikincisiyle mücadele etmeliyiz.

İlk bakışta, hamilelik ve emzirme döneminde anneliğin özel yükümlülükler getirdiği açıktır. Yoldaşlar, bu gerçeği kabul etmeli ve anne oldukları vakit yine aynı şekilde militanlık yapabileceklerini zannetmemelidirler. Alışılmış pratik faaliyetler için mantıksal sınırlamalar olacaktır. Ancak bu sınırlamalar, gelecekteki devrimci kuşakları eğitme ve bunları çalışma gibi diğer uygulanabilir faaliyetlerle pratik olarak telafi etme gibi üstün görevin empoze ettiği devrimci bir şekilde anlaşılmalıdır.

Partneriniz ve diğer yoldaşlarınız bu sorunu anlamalı ve yoldaşları devrimci bir şekilde desteklemeli, bu pratik sınırlamaları anlamalarına ve aşmalarına yardımcı olmalıdır. Bu, günlük yaşamımızın kitlelerin yaşamına entegre olduğu ölçüde de sağlanabilir. Örneğin, proleter kadınlardan birbirlerinin çocuklarına ve birbirlerine diğer birçok yoldan nasıl baktıklarını öğrenmek gibi.

Öte yandan, kadınlara yönelik diğer sınırlama ve baskı biçimleri, yukarıda belirttiğimiz gibi, burjuva hegemonyasının tezahürleridir. Bu tezahürlerle aktif olarak mücadele edilmelidir. Bunu yapmak için devrimci örgütler, kadınların, özellikle proleter kadınların kurtuluşunu talepleri arasına almalıdır.

Burjuva hegemonyasının tezahürleri, kadınların maruz kaldıkları çifte sömürü, sahip oldukları daha düşük ücretler, erkeklerden daha kötü çalışma koşulları ve hatta işverenlerin veya hiyerarşik personelin kendilerinin namuslarına yönelik saldırıları şeklinde açıkça görülmektedir.

Fakat diğer bir taraftan bu yaklaşım, ancak ilgili taraf, yani proleter kadınlar devrimci örgütlere girdiği ölçüde uygulanabilir.

Burjuva hegemonyasının, kadın işçilerin büyük açığıyla, örgütlerimiz içinde nasıl tezahür ettiği çok açık. Örgütlerin ve özellikle yoldaşların bir bütün olarak proleter kadınları saflarımıza çekmekle, onları devrimci kadrolara yükseltmekle ve kendilerini proleterleştirmekle ilgilenmeleri çok önemlidir.

Çalışan kadınların belirli sorunlarını gündeme getirmeli ve bunları, bu talepler ve tüm devrimci hedefler için savaşmaya saflarımıza çağırarak ele almalıyız. Tüm örgütler için talep ettiğimiz proleterleşmeye, dişil unsurlar arasında özel bir vurgu yapılmalıdır.

Ancak bu şekilde kadınlara yönelik çifte baskı sorununu pratikte çözebilir ve bu konuyu etik yönüyle devrimci bir ahlak inşa etme çabalarımıza bir bütün olarak entegre edebiliriz.

Özeleştiri

Yukarıda yazdıklarımızın hepsinde, aşk ve aile alanında burjuva ahlakına yönelik eleştiri getirmeye çalıştık. Bu eleştiriyi, bu ahlakın saflarımızdaki yansımalarına yönelik bir özeleştiri ile tamamlamalıyız. Pratik durumlar çoktur, bu nedenle bunları birkaç standart durumda özetlemeye çalışacağız.

İlk olarak, çiftin anlaşmazlıklarının pratik militanlığa yansıması oluyor. Uyumsuz bir ilişkisi olan yoldaşların militanlıklarını gevşetmesi çok yaygın görülen bir durumdur. Bu, çift ilişkisini militanlığın bütününden ayrılmış bir varlık olarak görmekten kaynaklanan bir bireycilik tezahürüdür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi çift, bir politik aile hücresi olarak ele alınarak aşılmalıdır.

İkincisinde ise bunun tam tersi bir durum var. Eşler, görevlerde birbirlerini tehlikeye atmamaya çalışarak ya da düşmanın karşısında eşlerinin güvenliğinden ya da fiziksel durumundan açıkça endişe edip zayıflıklarını göstererek eşlerini “koruyor”lar. Bu durum, bir diğerinin devrimci kişiliğine gerçekten bir saygı eksikliğidir ve öncekiyle aynı bireyci kökene sahiptir.

Çiftlerin arasında eşe karşı bir başka saygı eksikliği ise, görevler nedeniyle veya eşlerden birinin veya her ikisinin düşmanın eline geçmesi nedeniyle geçici bir ayrılık olduğunda ortaya çıkar. Bu durumda eşler genellikle yeni ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, doğrudan kendi eksikliklerini çözmenin rahat bir yoludur ve devrimin üstün çıkarları açısından başlayarak, kendinizi diğerinin yerine koymamak ve olaylara bir bütün olarak bakmamak, güçlü bir bireycilik tezahürüdür.

Bu da yukarıdakiler gibi aynı kökten beslenir, bunun yanı sıra bir çift ilişkisinin maddi temelinin toplumsal faaliyet değil, cinsel ilişki olduğuna dair bilinçli veya bilinçsiz bir inanca sahiptir.

Bu demek değildir ki belirli durumlarda yeni bir ilişki başlatmanın meşruluğu ya da olumlu bir yanı yoktur. Ancak bu, her zaman tüm unsurların dikkatli bir analizinden sonra yapılmalıdır, düşüncesizce, kaygısızca, aceleyle ya da durumsal ve yüzeysel dürtülere bağlı olarak değil.

Tüm bu sapmalar, ancak yukarıda belirtilen kriterlerle düzeltilebilir ve bunların düzeltilmesi, yeni bir ahlakın inşasına ve devrimci örgütlerin ilerlemesine katkı sağlayacaktır.

Julio Parra

Temmuz 1972

Kaynak

[*] Camarilla ruhu: Camarilla, bir yöneticinin ya da politikacının, kendisiyle aynı amacı paylaşan kişilerden oluşturduğu dar bir çevre/klik olarak ifade edilebilir. Aynı amacı paylaşan bu grup için hizipçilik ve torpilcilik tanımları da yerinde olur.

[**] Caudillo: Latin Amerika ülkelerinde kitleleri peşinden sürükleme yeteneğine sahip, otoriter nitelikli askerî-politik liderlere verilen isim.

0 Yorum: