Çin’in
Vuhan eyaletinden kontrolden çıkmış yangın misali yayılan Kovid salgını,
hafızalarımıza ömrümüzün en önemli olaylarından biri olarak kaydedilecek.
Virüsün öldürücü etkileri tabii ki önemli, ama sürece asıl damgasını vuran, tüm
dünyanın beklenmedik biçimde, en ağır önlemler eşliğinde evlere kapatılması
idi. Mart 2020’de dünyanın yarısı, virüsün yayılma sürecini durdurma gayreti
dâhilinde, evlere hapsedildi. O günden beri birçok ülke, bu kapatma işlemini
aşamalı olarak devreye soktu. Bu konuda en fazla öne çıkan ülkelerden biri de
ABD.
Devletin
ve medyanın işletmelerin kapanmasına ve herkesin kendisini karantina altına
almasına dönük çağrılara tanık olunduğu dönemde, çok az insan, bu sokağa çıkma
yasaklarının işçi sınıfının canını acıtıp acıtmayacağı, ona bir katkısı olup
olmayacağı üzerinde durdu.
Kovid’in
politik ekonomisini dikkatle incelediğimizde, şu gerçeği açık biçimde
görüyoruz: Sokağa çıkma yasakları ve alınan tüm tedbirler, yapılan propagandada
dile getirilen “hayat kurtarma” vaatlerinin gerçekleşmesini hiçbir şekilde
sağlamadı. Bugün kapanmaların politik faydası üzerinde duran yok, herkes, bu
tedbirlerin insanları cezalandıran bir politik müsamereden ve kapitalist
kontrolün ileriye dönük olarak takviye edilmesinden başka bir şey olmadığını
gördü.
Gelgelelim
bu tedbirlerin vermiş olduğu zarar, artık tespit edilemeyecek düzeyde.
Bu
“Yüzyılda Bir Görülen” Bir Salgın mı?
Sürecin
başında kapitalistler ve burjuva bilim insanları, Kovid virüsünün insanlık için
önemli bir tehdit olduğuna dair korkularını ifade ettiler. New England
Journal of Medicine dergisine yazdığı yazıda Bill Gates hastalığın endişe
verici olduğunu, zira “zaten sağlık sorunları olan yaşlıların yanında sağlıklı
yetişkinleri de öldürebileceğini” söylüyor, “bugüne dek elde edilmiş olan
veriler gösteriyor ki virüsün vakalardaki öldürücülük riski yüzde bir civarında
ki bu oran onun, her yıl görülen mevsimsel gripten daha ağır sonuçlara yol
açabilecek bir virüs olduğunu ortaya koyuyor” diyordu.
Oysa
Kovid bilimi, sürekli değişiyor. Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nin (CDC)
aktardığı tahminler bize, bulaşın öldürücülük oranının yüzde 0,65 düzeyinde
olduğunu söylüyor ki bu yüzde, mevsimsel gribin yaklaşık altı katı. ABD’de
bakımevlerinde kalanları kapsamayan bir analizin tespitine göreyse bu oran,
yüzde 0,26.
Dünya
Sağlık Örgütü’nün Ekim 2020’de yayınladığı meta-analiz, dünya genelinde aynı
öldürücülük oranını yüzde 0,23 olarak hesapladı. En son kim hangi rakamı bulur
bilinmez ama şu husus üzerinde durmak gerekiyor: Kovid’den ölenleri yaşa göre
tasnif ettiğimizde, yetmiş yaşın altındaki insanlarda ölüm oranının mevsimsel
gribin oranıyla ya aynı ya da onun altında olduğunu görüyoruz. Kovid yüzünden
hastaneye yatanların oranında da yaş önemli bir husus. Başka bir ifadeyle,
çalışma yaşındaki yetişkinler ve çocuklarında Kovid, önemsiz bir etkiye sahip.
Buna
karşın yönetici sınıf ve ona bağlı doktorlar ve bilim insanları, sürekli
kitlesel ölümlerden bahsediyor ve bu konuda oluşan korkuyu körüklüyor. Bu
kesim, insanın nefesini kesen bir çark edişle, maskeyle ilgili görüşlerini
değiştirdi ve onu, alelacele, etkili bir önleyici olarak pazarlamak için
uğraştı.
Bugün
bile elimizdeki kanıtlar, hastane ortamında bile, maskelerin solunum yolu
virüslerini durdurduğuna dair bir şey söylemiyorlar. Örneğin Kaliforniya
eyaletinde birinci ve ikinci dalgada vaka sayıları hızla arttı, oysa bu
eyalette maske zorunluluğuna halk büyük ölçüde uymuştu. Kanada’nın Ontario
şehrinde Kovid, yaygın maske kullanımına rağmen, uzun süreli bakım hizmeti
veren bakımevleri türünden kalabalık işyerlerinde hızla yayıldı.
Gelgelelim
gene de virüsün işçi sınıfı için risk teşkil edip etmediğini anlamak için
sadece sağlık verilerine bakmamak gerek. Hikâyenin asıl acı yanını, istihdam ve
üretim verileri ortaya koyuyor.
Kovid
İşçi Sınıfının Çalışma Becerisini Etkiledi mi?
Büyük
kapitalistlerin ve bilim cemaatinin uyarılarını dikkate alan Trump, Mart
2020’de Kovid salgınıyla ilgili olarak ulusal acil durum ilân etti. Birkaç
hafta içinde ABD’de işsizlik oranı aniden yüzde 14,8’e fırladı. Burjuva medya
yemedi içmedi, hemen bu verileri duygusal bir tepki dâhilinde, Büyük Buhran’a
dair verilerle kıyasladı.
Sokağa
çıkma yasağı, işletmelerin kapatılması ve kapalı alanlardaki kısıtlamalar
türünden önlemler, ekonomik hasarın sebebi olarak gösteriliyor. Oysa yakından
bakıldığında, istihdamla ilgili istatistikî veriler, farklı bir hikâye
anlatıyor.
Belirli
sektörlerde belirli kapitalistlerin ve küçük sermayenin önlemlerden
etkilendiğine hiç şüphe yok, ama üretim sahalarında istihdam oranı, kısa süre
içerisinde düştü ama sonra arttı. Madencilik ve ağaç kesim işi, süreci hasarsız
atlattı. Aynı durum, kamu hizmetleri için de geçerli. İmalat ve toptancılık
sektörü, 2008-2009’da tanık olduğu oranın biraz üzerinde bir düşüşü yaşadı, ama
yeniden toparlandı. İnşaat sektöründeki düşüş ise 2008-2009’daki düzeye hiç
yaklaşmadı, o da hızla toparlandı. Nakliye ve depoculuk sahasında da benzer bir
süreç yaşandı. Yasaklar ve önlemler, küçük işletmeleri ve alışveriş
merkezlerini etkilemiş olmasına rağmen, bugün perakende ticaret sektörü,
pandemi öncesi ulaştığı düzeye yaklaşmış durumda.
Salgının
başında işsizlik oranı yüksekti, ama bu durum, daha çok eğlence ve konaklama
sektöründen, aynı zamanda bakım-tamir, kişisel hizmetler, çamaşırhaneler,
dernekler ve örgütler gibi hizmet birimlerinden kaynaklanıyordu. Eğlence ve
konaklama sektöründe istihdam rakamları yüzde 48, diğer hizmet birimlerinde ise
yüzde 22 düzeyinde düştü.
Peki
işçi sınıfının önemli bir kısmının hastalığa yakalanmamasının sebebi, uzaktan
çalışma mıydı? Üretim sektörlerinde faaliyetlerin eski hızıyla sürmesini
buradan açıklayabilir miyiz?
Çalışma
İstatistikleri Bürosu’nun tahminine göre ABD’de uzaktan çalışma imkânı sunan
işlerde çalışan işçilerin oranı, yüzde 44. Bu kesimin yüzde 35’i, salgın
döneminde uzaktan çalışmış. Öte yandan, eğitimi işçi sınıfı için önemli bir
merhale olarak aldığımızda, şu görülüyor: kolej eğitimi bulunmayan işçilerin
yüzde 74’ü, uzaktan çalışma imkânına sahip değil. Uzaktan çalışma pratiğindeki
artış ve katı sosyal mesafe tedbirleri üzerinden bakıldığında, sokaklarda çok
az insanın dolaşma şansı bulduğunu söyleyebiliriz.
Ne
var ki bu sokaklardaki sessizlik, teslimat hizmetleri ve internet alışverişi
ile takviye edildi. Bu da gerekli altyapıya sahip olan Amazon gibi büyük
firmaların işine geldi. Başka bir ifadeyle, işçilerin büyük bir çoğunluğu,
işlerini muhafaza etmekle kalmadı, salgının ilk gününden beri kesintisiz
çalışmayı sürdürdü.
Kovid,
işçi sınıfının çalışma koşullarına pek etki etmedi. Bu süreci aynı zamanda
sınıf mücadelesinin yokluğu da besledi. Maskenin önleyici bir tedbir olarak
propaganda edildiği günlerde işçiler, mücadeleci bir tepki ortaya koydular ve
koruyucu ekipman talep ettiler. Ama bu ekipman kısa sürede temin edilince
mevcut direniş de sönümlendi. Eğitim emekçileri, çoğunlukla sendikaların
öncülüğünde daha mücadeleci bir tepki ortaya koyup işe dönmeyi talep ettiler.
Ne var ki direniş yeterince örgütlenmedi, hatta birçok yerde karşılık bile
bulmadı.
Resesyonun
Sebebi Kovid mi?
Bugün
ekonominin düzeyi salgın öncesi düzeyin altında ama bu, onun felâkete
sürüklendiği anlamına gelmiyor. Kasım 2020’de onca kapanmaya ve yasağa rağmen
istihdam rakamları önemli ölçüde iyileşti. Devletin para dağıtması ile
2008’deki düzeyinden kurtulan GSYİH önceki çeyrekte yüzde 31,4’e çıktıktan
sonra son çeyrekte yüzde 33,1’e yükseldi. 2020’nin son çeyreğinde ikinci
dalganın yol açtığı tehdide rağmen, yüzde 4,1 büyüdü. Öte yandan ulusal
işsizlik oranı, tarihsel planda pek önem arz etmeyen bir düzey olan yüzde
6,7’de çakılıp kaldı.
Amerikan
ekonomisi, kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerilemeye tanıklık ediyor ama bu
gerilemenin en iyi hâliyle olağan bir resesyon olarak görülmesi gerekiyor.
2008’deki
çöküşün üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçti. 2020’nin ilk çeyreği
itibarıyla GSYİH’deki artış oranı gözle görünür bir biçimde düşmeye başladı.
İstihdam oranları endişe verici düzeylere ulaştı. Önceki yılların az çok
üzerine çıkan işsizlik rakamları karşısında büyüme süreci, salgın önlemlerinin
alınmasından aylar önce durağanlaşmış, hatta yavaşlamıştı. Bunlar, eli
kulağında olan krize dair göstergelerdi. Kovid salgınının resesyonun başladığı
ana denk gelmesi, tümüyle tesadüftü. Bu dönemde, Marx’ın “kâr oranlarının düşme
eğilimi” olarak tarif ettiği yeni bir döngünün başlangıcında olduğumuzu bugün
daha iyi anlıyoruz.
Özünde
kapitalizme içkin olan yapısal çelişkiler, kaçınılmaz olarak kârda düşüşe ama
aynı zamanda istihdamda artışa sebep olabiliyorlar. Üretimdeki düşüş,
yatırımcıları paranın musluğunu açıp onun üretimi artıran teknolojilere
akıtmaya itiyor. Bu da sadece kâr oranlarının yaşadığı düşüşü hızlandırıyor.
Kaçınılmaz olarak tek tek kapitalistler, mevcut sermayenin kütlesel olarak yok
olmasına sebep olacak bir hamle dâhilinde, kapılarını kapatıyorlar.
Tutarlı
bir kapitalizm teorisinden yoksun olan ve bu krizlerin neden meydana geldiğini
anlamayan kapitalistler ve burjuva temsilciler, suçu virüsün ve alınan
tedbirlerin sırtına yüklüyorlar.
Küçük
sermayenin belirli kesimleri, dükkânlarını kapattılar ve bu konuda epey gürültü
koparttılar. Ama analizimizi, tek tek kapitalistlerin sahneledikleri oyunlarla
sınırlı tutmamak, durumu mevcut bütünlüğü içinde incelememiz gerekiyor.
İşçi
sınıfı açısından baktığımızda Kovid salgını, önemli bir maddi değişime yol
açmadı. Birçok işçi, zaten kötü sağlık koşullarıyla, işlerini yitirme riskiyle,
borç yüküyle ve başka toplumsal rahatsızlıklarla uzun zamandır boğuşuyordu.
Öte
yandan bir de gelişmiş ülkelerde kâr etme becerisine katkıda bulunan ve salgına
rağmen gündemde olan parasal genişleme meselesine bakmak gerekiyor. Kısa süre
önce ABD Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Richard H. Clarida’nın da teyit
ettiği biçimiyle banka, her yıl milyarlarca dolar parayı emlâk piyasasına
yatırmayı sürdürecek. Bilindiği üzere emlâk sektörü, ABD’de GSYİH’deki büyümede
önemli bir yere sahip. Bu nakit enjeksiyonu sayesinde, 2008’deki çöküşü
tetikleyen, nihayetinde çöküş sürecinin etkisini kıran borç yönetimi
sahasındaki felâkete mani olunmaya devam ediliyor.
Bu
para akışı, kısa vadede gelişmiş ülkelerin ekonomilerini istikrara kavuşturacak
olsa da kapitalizmin çelişkilerini kapitalist adımlarla çözüme kavuşturmak
mümkün değil. Merkez Bankası, bu politikanın ekonomi istikrara kavuşana dek
değiştirilmeyeceğini söylüyor. Ama biz gene de şuna emin olalım: Burjuvazi,
“Kovid salgını kaynaklı durgunluk” hikâyesini ve sisteme akıtılan parayı,
kapitalistlerin güvenini artırmak ve yatırımları teşvik etmek için kullanıyor.
Bu
yönde atılan adımların en önemlisi de krizin başlarında yürürlüğe giren teşvik
paketleri. Toplam 2,9 trilyon doları bulan bu fonların büyük bir kısmı,
işletmeleri ve piyasayı canlandırma amacı güden programlara tahsis edilecek,
yurttaşlara yardım için verilen çeklere değil.
Tek
seferlik yapılan 1200 ve 600 dolarlık teşvik ödemeleri ise sadece kira sektörü
çökmesin diye yapıldı. Bu açıdan bakıldığında teşvik, esasen yatırımcılara
güven aşılamak ve borç ödememe, temerrüde düşme durumlarının oluşmasına mani
olmak için atılmış başarılı bir adımdı.
Aşılar
ve Ekonominin “Kepenklerini Yeniden Açması”
Sol
liberaller, pandemiye ağırlıklı olarak, halkı zor duruma sürükleyecek
tedbirlerin alınmasını talep ederek cevap geliştirdiler. Oysa salgın
tedbirleri, zaten sermayenin feda edebileceği, etmek istediği, hayatın
toplumsal ve dinlenmeyle alakalı yönleri ve sağlık hizmetlerine erişim gibi
şeylerle alakalıydı.
Aylarca
ailesinin ve dostlarının ziyaretlerinden mahrum kalan yaşlı insanlar,
yapayalnız, tek başına ölüp gittiler. Ölmeyenlerin kanser tedavileri,
görüntüleme işlemleri ve ameliyatları başka tarihlere ertelendi. Birçoğunun
akıl sağlığı bozuldu. Bu açıdan, bugün bu kapanma tedbirlerinin sağlık
konusunda önemli bir faydasının olmadığını ortaya koyan çalışmaların sayısının
giderek artıyor olmasına şaşmamak gerek.
İşçi
sınıfının toplumsal ilişkilerinin merkezinde duran akrabalık ve arkadaşlık
bağlarına karşı olan bu tedbirler, iş dışı hayatın inkârından başka bir şey
değil. Başka bir ifadeyle, kapanma tedbirleri, kapitalizm koşullarında elde
kalmış bir avuç piyasa dışı ilişki imkânını da ortadan kaldırdı, hayatı tüketim
ve çalışmanın lehimsiz bir biçimde kaynaştığı bir pratiğe indirgedi. Akıl ve
beden sağlığımıza verdiği hasarın kapsamı kimsenin inkâr edemeyeceği düzeye
ulaştığında, elimize çok daha fazla verinin geçeceğine hiç şüphe yok.
Bu
salgın tedbirleri, sadece sermayenin ekmeğine yağ sürdü. “Pandemi krizi” ile
ilgili anlatılan hikâyelerin yaydığı korku ve yarattığı güvensizlik hissi,
esasen işçi sınıfı ile ilgiliydi ve onu daha fazla sömürmeye dairdi. Üretimi
artıran ve uzun süredir rafta tutulan teknolojilere şirketler daha fazla
yatırım yaptı ve üretimde muazzam artışlara tanık olundu. Böylece Marx’ın
mutlak artı-değer” dediği şey arttı, yani çalışma gününün uzamasıyla, yapılan
işin yoğunluğunun artmasıyla daha fazla artı-değer elde edildi.
Önümüzdeki
birkaç ay boyunca ekonominin yeniden açılacağı ve virüsün aşı yoluyla
yenileceği konusunda anlatılan hikâyeler, yatırımcıların güvenini tazelemek
için kullanılacak. Resesyon sürecinin yol açtığı iş imkânlarıyla birlikte kâr
oranı artacak, zira yeni rezerv işsiz ordusu, mecburen işçinin daha fazla
sömürüldüğü, iş güvencesinin ortadan kaybolduğu bir döneme girecek.
Virüsün
işçi sınıfı için bir tehdit teşkil ettiğine veya onun bir şekilde sınıf
mücadelesinde ileri mevziler elde etmek amacıyla burjuvaziye karşı
kullanılabileceğine inananlar, büyük bir yanlış içerisindeler. Sol liberaller,
test edilmemiş, ispatlanmamış ve tarihsel açıdan daha önce verilmemiş o
tepkilere destek sunmak suretiyle sadece burjuvazinin, o temsil iddiasında
bulundukları insanların hayatlarının daha da kötüleştirmesine katkıda
bulundular.
Kovid
Sonrası Gelecek
Yakın
gelecekte kapitalist sınıf, sömürüyü artırmayla ilgili uzun vadeli stratejisine
geri dönecek. Bu strateji, Kongre’ye veya Beyaz Saray’a hangi partinin hâkim
olduğundan bağımsız olarak uygulanacak. Bu gerçeklikte, Biden yönetiminin
belirlediği ekonomi danışmanlarını incelediğimizde karşımıza, neoliberalizmin
dertlere çare diye önerdiği fikirlere sahip çıkan, ekonomi politikası
bağlamında politik ajanlık yapan isimlerin çıkması, gayet doğal bir durum.
Bir
de aklımıza, Obama döneminde yaratılan iş imkânlarının yüzde 94’ünün yarı
zamanlı, geçici ve esnek çalışma esaslı olduğu gerçeği gelsin. Bu süreçte
2008’deki çöküşün yarattığı devasa işsiz ordusu kullanılmıştı. Aynı durum,
Biden için de geçerli. Onun da elinde on milyon işsiz var. Mevcut eğilim
dâhilinde işçi sınıfı, neredeyse tek kuruş mesainin ödenmediği, işten
çıkartmalara karşı tek bir engelin bile bulunmadığı güvencesiz işlere mahkûm
ediliyor. Bu tür işler, son kırk yıldır Batı ekonomilerinin asli unsuru.
Küresel
kapitalizmin uzun vadede güttüğü amaçta bir değişiklik yok: o, işçi ücretlerini
mümkün olan en düşük seviyeye çekmek istiyor. Pandemi bağlamında bizi asıl
şaşırtması gereken şey, salgın önlemleri veya bu konuda kurulan sahneye emir
verilmeden fırlayan figüranlar değil, bu sürecin kapitalizmin yüzündeki
makyajda bile pek bir değişikliğe yol açmayacak olması.
Leyla Meşuyi
Alexander Davidson
26 Ocak 2021
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder