28 Şubat 2021

,

Başörtüsü Yasağı

1.

Bir gün tüm o sevimlilikleriyle bir avuç cumhuriyetçi, çıkıp kızların başındaki her türden örtüyü yasak eden bir kanunun gerekli olduğunu söyledi. Onlara göre bu yasak, önce okullarda, mümkünse başka yerlerde yürürlüğe girmeliydi. Burada mesele, tek başına bir kanun çıkartmak değildi. Bu sebeple meselenin arka planına bakmak gerekiyor.

Cumhurbaşkanı (Jacques Chirac), her zaman suyun üzerinde kalmayı bilen, ama yetenekleri sınırlı bir siyasetçi. Seçmenlerin yüzde 82’sinin oyunu aldı. Üstelik sosyalistler de ona oy verdiler. Oy verenler arasında bizim bu sevimli cumhuriyetçiler de vardı. Cumhurbaşkanı, bahsini ettiğimiz talebe onay verdi ve başlarına örtü geçiren bin kadar genç kız aleyhine kanun çıkartacağını söyledi. Neticede bu çocuklar, arsız ve iğrenç yaratıklardı! Sedan ve Pétain’in teslim edilmesinde, Cezayir Savaşı’nda, Mitterand’ın çektiği numaralarda, göçmen işçilere karşı çıkartılan rezil kanunlarda olduğu gibi Fransa, bu sefer de dünyayı hayretler içinde bırakmayı bildi. Onca trajediyi gene bir komedi takip etti.

2.

Evet, Fransa nihayet çapına uygun bir sorun bulmuştu: bir avuç kızın başındaki örtü. Böylece bu ülkedeki çürüme sürecinin nihayet sona erdiğini söyleyebilirdik. Le Pen’in uzun zamandır teşhis ettiği o Müslüman işgali, bugün eşi benzeri bulunmayan aydınlarımız tarafından teyit edilmişti. Le Pen, konuşacak birilerini bulduğu için mutlu olmuş olmalıydı. (1356’daki yüzyıl savaşlarında İngiltere ve Fransa arasında cereyan eden –çn) Poitiers Muharebesi, lafı edilecek bir mesele bile değildi, (sekizinci yüzyılda Fransa’yı kral vekili olarak yönetmiş –çn) Charles Martel’in bu sürecin yanında esamisi bile okunmazdı. Neticede Chirac, sosyalistler, feministler ve İslam düşmanı Aydınlanmacı aydınlar, başörtüsü muharebesini kazanmışlardı. Poitiers Muharebesi’nden bugünün başörtüsü muharebesine dek uzanan süreç, hayırla ve önemli bir ilerleme ile neticelenmişti.

3.

O büyük dava, yeni argümanlara muhtaç. Örneğin “erkeğin (babanın ve ağabeyin) genç kızlar ve kadınlar üzerinde tesis ettiği iktidara ait bir gösterge olarak başörtüsü, yasaklanmalı. Bu sebeple, “ısrarla başörtüsü takanları dışlayacağız.” Hâsılı: “bu kızlar ve kadınlar eziliyorlar. Dolayısıyla cezalandırılacaklar.” Bu, şunu söylemek gibi bir şey: “Bu kadın tecavüze uğradı, onu hapse atalım.” Oysa başörtüsü öyle önemli bir olgu ki yeni önermelerin eşlik ettiği bir mantığı hak ediyor.

4.

Veya yasağı savunanlar şunu söylüyorlar: “Başörtüsünü özgürce takmak isteyenler, başıbozuk serseriler! Dolayısıyla bu insanlar cezalandırılacaklar.” İyi de hani bu, erkek zulmüne ait bir simge idi? Baba ile ağabeyin bu işle bir alakası yok mu yani? Peki o vakit bu yasak niye var? “Çünkü bu kişi, dindarlığını göstere göstere yaşıyor. Bu serseriler, inançlarını göze sokuyorlar. Yürüyüşümüze herkes katılsın!”

5.

Ya da baba ve ağabey veya o başörtüsü sökülüp atılmalı. İnancını yaşayan kız defedilmeli, aksi takdirde laiklikten eser kalmayacak. “İyi başörtüsü” diye bir şey yok. Herkesin başı çıplak olmalı! Eskiden Müslüman olmayanların bile dediği gibi: “Herkesin başındaki takke düşsün, kel görünsün.”

6.

Bugün cumhuriyet şunu söylüyor: “Şapkalar yere çalınsın!”

7.

Şu görülmeli: O kızın babası ve ağabeyi, sadece suç ortağı değil. Her zaman dediğimiz gibi: baba aptal bir işçi, köyden göç etmiş, gelip Renault’da montaj hattının başına geçmiş bir yoksul. Eski kafalı. Salak. Ağabeyse torbacı. Modern. Ama ahlâksız. Tekinsiz mahallelerin insanı. Tehlikeli sınıfın mensubu.

8.

İslam dini, diğer dinlerdeki kusurlar yanında, oldukça ciddi bir hakikate sahiptir: Bu ülkede İslam, yoksulların dinidir.

9.

Bu açıdan bakıldığında başörtüsü, yoksulun Allah’ına inanan yoksulun başka bir yoksulu ezmesidir. Küçük burjuva, onu “mide bulandırıcı” bulur. Küçük burjuvazinin sahip olduğu servet bile onun tek başına hayatta kalabileceğine inanmaz.

10.

Burada ettiğim laflarda kendisini hemen tanıyacak, bir vakitler bu başörtüsü meselesini tartıştığım kişi, bana şunu söylemişti: “Yani sen, şimdi saçın belirli amaçlar doğrultusunda gizlenen bir cinsel simge olmasını mı istiyorsun?” Oysa ben, bir şey istiyor değilim. Ama aklıma Baudelaire’in şiirini getirmeden de edemiyorum: “Yapağından farksız saçlar/ Bukle bukle inip omuzlarının kıyısında kıvrılıyor/ İnsanı mahmur eden parfümünün kokusu sinmiş/ Ne büyük bir lütuf! Eşarbını oraya buraya çekiştirmek/ Saçlarında süzülen hatıraları seyre dalmak/ Karanlık ve loş fakirhanemi o hatıralarla doldurmak/ İblis gibi hayallerime sızan o Müslümana sarılmak.”

11.

Hatırlıyorum o kadını, saçlarının örgüsünü çözmüş, o saçlar sessizce omuzlarına dökülmüştü. Böylece aşk dolu olduğunun bilinmesini sağlamıştı. Peki bu kadın, laikliğe edilmiş bir küfür müydü? Kadınlık, onda dört duvar arasına mı hapsedilmişti? Belki de öyledir.

12.

Gözünüzün önüne bir lise müdürü gelsin. Yanında, ellerinde mezura, makas ve ceza kanunu ile ilgili kitaplarla yürüyen müfettişler olsun. Bu insanlar, okula girip başörtülerinin, kippaların ve diğer türden şapkaların fazla gösterişçi olup olmadığını incelesinler. Topuza iliştirilmiş o büyük başörtüsü de kafanın üzerinde iki avroluk demir para büyüklüğündeki takke de şüpheli şeyler. Hatta küçük olan, büyük olana kıyasla daha gösterişçi bulunacaktır. Ama o da ne? Silindir şapka mı o? Eyvah! Oysa tam da Mallarmé’nin dediği gibi, “Böyle bir şeyi kafasına geçiren, onu bir daha asla çıkartamaz. Dünya yıkılır ama o şapka yerinde kalır.” Silindir şapka, sonsuza dek süren bir gösteriş değil de nedir?

13.

Peki laiklik nedir? Paslanmaz bir ilkedir! Otuz-kırk yıl önce okullarda sınıflarda sadece kız veya sadece erkek öğrencilerin bulunması yasaktı, kızların pantolon giymesine izin yoktu, herkes, rahip misali, ilmihale göre hareket ediyordu. Ekmek-şarap ayini, devlet eliyle emredilmiş bir uygulama idi. Ayine erkek çocuklar kırmızı şeritler takarak katılır, yüzlerine tül örtüler geçirirlerdi. Sadece başörtüsü de değil, gerçek örtülerdi bunlar. Peki bu başörtüsünü takmanın suç olduğunu söyleyebilir miyiz? Onu ilerlemeye ayak uydurmamanın, geçmişi hatırlatıp durmanın, geçici bir engelin işareti olarak görebilir miyiz? Ne yani, bugün burada aramızda dolaşan o genç bayanları sürgün mü edelim? Emir şu değil miydi? İlerleyin ki kapitalist makine sonsuza dek devinsin. Gelenlere gidenlere, pişmanlıklara, uzak diyarlardan gelen işçilere aldırış etmeyen kapitalizm, dinlerin ölü tanrılarının yerine emtianın tanrısını ikame ediyor nasılsa.

14.

Bugün gerçek büyük din, ticaret mi yoksa? Bu dinlerine bağlı Müslümanlar, sofu bir azınlık olarak arzı endam etmiyorlar mı sizce? Bu aşağılık görülen dinin gösterişçi sembolleri, Nike, Chevignon, Lacoste gibi etiketlere sahip pantolonlarda, tişörtlerde ve ayakkabılarda karşımıza çıkmıyor mu? Okulda “herkesle yatan bir kadın” olmak, Tanrı’ya inanmaktan daha değersiz bir şey mi? Eğer hedefi on ikiden vurmak zorunda isek, büyük düşünmeye mecbursak, bize neyin gerekli olduğunu bilmemiz şart: marka karşıtı bir kanun. Hadi Chirac, işbaşına! Sermaye’nin o gösterişçi tabelalarını yasakla ve elini asla korkak alıştırma.

15.

Ne yani? Kadının görevi, soyunmak mı? O kalçalar görünecek diye bir kaide mi var? Memeler fora edilmek zorunda mı? Göbek deliklerindeki pirsing ille de görünmeli mi yani? Taşradaki bir kasabada yüzme havuzu, belirli zamanlar sadece kadınlara tahsis ediliyor. Burada dindar kadınlar duş alıyorlar, attıkları kahkahalar duvarlarda çınlıyor. Belediye başkanı, şunu söyleyerek bu duruma son veriyor: “Kadın bedeni gözden ırak olmamalı. Kadınlar çıplak olmalı, ama bunu zarafetle yapmalı!”

16.

Şu hususu biri çıkıp açıklasın. Farklı zamanlarda ve yerlerde bedenin nerelerinin gösterileceğine, nerelerinin gösterilmeyeceğine dair o feminist ve cumhuriyetçi aklı tanımlayan ne? Bildiğim kadarıyla bugün bile okullar dâhil hiçbir yerde meme, kasık kılı veya penis gösterilmiyor. Ne yani, bunlar gözden ırak tutuluyor, saklanıyor diye kızmalı mıyım? O kocalardan, âşıklardan ve ağabeylerden mi şüphe etmeliyim? Yıllar önce Fransa köylerinde, hatta bugün Sicilya gibi yerlerde dul kadınlar, siyah çarşaf, siyah uzun çorap ve başörtüsü giyiyorlar. Bunu yapmak için bir kişinin Müslüman bir teröristin dul eşi olmasına gerek yok.

17.

Bir eğilim olarak yasaklamanın çıplaklıkla ilgili olduğunu anlıyorum. Libération gazetesi, totalitarizm türlerinin yıkılışının bir işareti olarak mini etekleri her daim övmüş bir yayın organı. Ortalıkta çokça mini etek varsa, demek ki insan hakları revaçta. Bu anlamda bedeni aşırı ölçüde örten her şeye şüpheyle yaklaşılmalı. Sahillerde çıplak meme için verilen savaş, nihayet zaferle sonuçlandı. Artık kimse, arabaları, kafes kuşlarını, beton mikserlerini veya bigudilerini çıplak kadın resmi olmadan satamıyor. Yirmi yıl önce “Porno” isimli şarkısında “Pornonun da pornosuyum, şarkıdaki muziplik” diyen Georges Brassens, bugün bir kilise faresinden bile daha bağnaz geliyor insanlara. Üstelik o fareler bile bugün, her biri birinden daha fazla yaygara kopartmak suretiyle, rahipleri için eşcinsel evliliği hakkı talep ediyorlar.

18.

Eskiden feministler “benim bedenim bana ait” diye slogan atarlardı, bugünse fahişelerin sloganını atıyorlar: “Bedenim herkese ait”. İlk slogandaki mülkiyetçilik, ikinci slogandaki o sakat tavsiyeye yol açıyor. Kendilerini mülk olarak görenler, bedenlerini mezada çıkartıyorlar. Ortaya da harika bir sonuç çıkıyor.

19.

Gerçekten tuhaf değil mi? Örneğin Elle dergisi türünden mahfillerde kalem oynatan ve başörtülü bir avuç kıza öfke kusan birçok feminist, işi öyle bir yere vardırdı ki sonrasında Sovyetler’de örneğine rastladığımız türden bir seçimde o zavallı ihtiyar Chirac’ın yüzde 82 oy almasını sağladı, sonra da ondan, o kızları hukuk adına ezmesini istedi. Bunlar olurken kadın bedeni fahişeleşti, her yerde kadını aşağılayan porno ürünleri satıldı, gençlik dergilerinin sayfalarını bedenin cinsel açıdan teşhir edilmesi tavsiyesinde bulunan yazılar süsledi.

20.

Bunun basit bir açıklaması var: Bir kız, satmak zorunda olduğu şeyi göstermeye mecbur. O, piyasaya sunacağı şeyi teşhir etmeli. Bundan sonra bu kız, kadınların piyasadaki dolaşımının, kısıtlanmış bir ekonomiye değil, genelleştirilmiş bir modele itaat etmesi gerektiğini anlamalı. Dolayısıyla sakallı babalara ve ağabeylere küfredilmeli! Yaşasın dünya piyasası! Neticede genelleştirilmiş model, en yüce model.

21.

Bir kadının kendi seçtiği kişi karşısında soyunma konusunda kimsenin ihlal edemeyeceği bir hakka sahip olduğunu, artık herkes kanıksamış durumda. Fakat hayır. Bugün imalı yollardan soyunma meselesine her daim işaret etmek, sürekli bir soyunma hâlinde olmak, zaruri. Kim üstünü başını, piyasada sahip olduğu şeyin üzerini örtüyorsa, piyasaya sadık bir iş kadını olarak görülmüyor.

22.

Peki sakal için edilen laflara ne diyeceğiz? Bizim tüysüz eğitim bakanımız Luc Ferry, beylerde sakalın yasaklanması gibi bir harika hayale sahipti. Eşitlikçilik açısından bakıldığında bu, aslında adil bir yaklaşım: madem kızlar saçlarını göstermeye zorlanıyor, o vakit delikanlıların sakallarını kesmesi neden zorunlu olmasın? Kılın devlet meselesi hâline geldiği andan itibaren mevcut birliğin durumdan istifade ettiğini kimse görmezden gelemez. Oluşan tümüyle yeni hiyerarşi dâhilinde okul berberleri sınıfların içine yerleşti, artık her okulda tıraş kremi mevcut. Aslında kızların örtüsünü kaldırıp atmanın kimseye vaat ettiği cazip ve anlamlı bir şey yok. Elimizde sadece örtü yırtıcılar, soyunup duranlar, striptizciler birliği kaldı. Yazık, doğrusu çok yazık.

23.

Biz, oldukça ilginç olduğunu düşündüğümüz, şu türden bir tespit üzerinde duruyoruz: başörtüsü kanunu, saf anlamda kapitalist bir kanundur. Bu kanun, kadınlığın teşhir edilmesini salık veriyor. Başka bir ifadeyle, kadın bedeninin mevcut dolaşımının zorunlu olarak piyasa paradigmasıyla örtüşmesi gerektiği üzerinde duruyor. Kanun, kadın bedenini saklama meselesini herkese yasak ediyor; yetişkinleri, tüm öznel âlemin duygusal zemininden kopartıyor.

24.

Ünlü bir yönetmen, bir süredir yaptığı açıklamalarda ve çektiği filmlerde yoğun cinsel kayıtsızlığa ve cenaze levazımatçısına has püritenizme yönelik nefretini kusuyor. Tüm bu kılıf altında yönetmenimiz, bugünlerde kaynatılan provokasyon kazanına odun taşıyor. Başörtüsüyle mücadeleyi görev bellemiş olan bu yönetmen, bize şundan başka bir şey söylemiyor: “Demek ki biz, kulak memesini yeni erojen bölge hâline getireceğiz!” İyi de neden, sevgili seks yönetmenimiz? Yeni erojen bölge yaratan veya yeniden oluşturan yönetmen sayesinde ülkemizdeki seks manyakları, nihayet iyi bir haber almış olmalılar!

25.

Bugün her yerde “çarşaf”ın, kadın cinselliği üzerindeki kontrolün asla hoş görülemeyecek sembolü olduğuna dair sözler işitiliyor. Yani siz, kadın cinselliğinin günümüzde ve tüm çağ boyunca ait olduğumuz toplumlarda kontrol altında tutulmadığını mı düşünüyorsunuz? Bu çocuksu yaklaşımı duysa, muhtemelen Foucault gülme krizine girerdi. Sanki kadın cinselliği, kılı kırk yararak incelenmiyormuş, birçok uzman bu konuda tavsiyelerde bulunmuyormuş, o iyi ve kötü kullanımlar arasında yapılan ince ayrımlara tabi tutulmuyormuş gibi konuşuyorlar. Zevk denilen meselenin, tüm netameli hâliyle, yükümlülük hâline geldiğini görmüyorlar. Heyecan verici bulunan şeylerin herkese teşhir edilmesi, Kant’ın ahlak ilkesinden daha katı bir nitelik arz eden bir tür görev hâlini almış durumda. Bir süre önce Lacan, “kendi zevkinize bakın kadınlar” lafıyla büyükannelerinizin “zevkten uzak durun” lafının biçimde aynı olduğunu söylüyordu. Piyasanın kontrolü, patriarkal kontrolden hep daha kesintisiz, kesin ve büyüktür. Zorluklarla yüklü olan, aile eliyle eve hapsedilme denilen şey, fahişeliğin dolaşımından daha yavaş ve daha tekinsiz bir süreç olarak işlemektedir. Yunan komedisinden Moliére’ye uzanan çizgi, bu hapsetme pratiğini hep alaya almış, yüzlerce yıldır insanları güldürmüştür.

26.

Göçebeliği esas alan dünya anlayışıyla bakıldığında insan, bedenlerin kesintisiz dolaşımından ve değiş tokuş edilmesinden keyif alıyor. Oysa bir para da dünyanın en özgür şeyi zannediyor kendisini. Çünkü en fazla o, dolaşıma sokuluyor.

27.

Anne ve fahişe. Bazı yüzyıllarda anne lehine ve fahişe aleyhine olan gerici kanunlar çıkarıldı; bazılarında ise fahişe lehine ve anne aleyhine olan ilerici kanunlar yürürlüğe girdi. Oysa mesele, ikisi arasında seçim yapmaya karşı çıkmaktı.

28.

Meselemiz “ne o, ne o” demek değil. Zira bu yaklaşım, itiraz noktasında savunulan (tıpkı [son seçimde cumhurbaşkanı adayı olan –çn] François Bayrou’nun merkezde durup takındığı tavırda görüldüğü üzere) tarafsızmış gibi görünen zemini idame ettirmekten başka bir işe yaramaz. “Ne anneden ne de fahişeden yana olalım” yaklaşımı, zavallı bir yaklaşımdır. Aynı şekilde, “ne fahişeden ne de yıkıcı olandan yana olalım” tavrı da tümüyle saçmadır, çünkü “fahişe”, genel anlamda yıkıcı bir olgu değildir, onun haklı olması da mümkündür. Geçmişte Fransa’da fahişeler saygın kişiler (les respectueuses) olarak anılırlardı. Asıl mesele, demek ki kamusal yıkıcılardır. “Yıkıcılık” konusunda belki de sadece “paralı fahişeler”e bakılabilir.

29.

Mesele, dönüp dolaşır, gelip şu gerçeğe dayanır: Bugün düşüncenin asıl düşmanı, mülkiyettir. Düşman, inanç değil, ticaret ve ruh türünden şeylerdir. Bugün asıl eksik olan, (politik) inançtır. “Dinî köktencilik”, Batılıların korkuya kapılıp kendi elleriyle akla karşı yürüttükleri yıkım süreci karşısında titremelerine neden olan aynadır. Neticede dinî köktencilik, Batılıların her yerde, ya önemini yitirmiş demokrasiler ya da insanî yardım için sağa sola silâh sıkmak adına iniş yapan paraşütçü birlikleri kılıfı altında örgütlemeye çalıştığı, politik düşünceye yönelik yıkım pratiklerinin neticesidir. Bu tür koşullar altında, farklı bilgi biçimlerinin hizmetinde olduğunu iddia eden laiklik, rekabete saygı gösteren, Batılı normlara göre verilecek eğitim işini üstlenen ve her türden inanca düşmanlık eden, âlimler eliyle işleyen düzenden başka bir şey değildir. Laiklik, havalı tüketicilerin, budala patronların, özgür mülk sahiplerinin ve hayal kırıklığına uğrayacak seçmenlerin yetiştirildiği okuldur.

30.

Tanrı’nın ölümünden beri dinler, öyle güçsüzleştiler ki eskiden (aşkınlık düzleminde aynı seviyeye getirildiklerinde öfkelenen) tanrılarına itaat eden dinler, bugün birbirlerini yeryüzünden silmeye çalışmak yerine, birbirlerine yardım etmek zorunda kalıyorlar. Bir camiyi boş görmek, piskoposun hoşuna gitmiyor artık. İmam, vaiz ve rahip, hüzün yüklü istişarelerde bulunuyor kendi aralarında. Hatta haham ve papa bile birbiriyle temas kuruyor. Ben, iktidarın ve petrodolarların gerçeği gizleyen fesadıyla alakalı hayal oyunları anlamında dinler savaşından veya medeniyetler çatışmasından çok, ölmekte olan inançların Enternasyonal’ine inanıyorum.

31.

Dolayısıyla, bugün İslam karşıtı olduğu aşikâr olan başörtüsü yasağı, ellerine geçirdikleri papaz ödeneklerinin belirli bir kısmını merkezden uzak şehirlerdeki Katolik seçmenlere borçlu olan vekilleri epey rahatsız ediyor. Hedef şaşırtmak adına bu vekiller, gösterişçi politik sembollerin yasaklanması gerektiğine ilişkin hikâyeler uyduruyorlar. Gerçekten de bu türden semboller var mı? Olabileceğine inanan var mı, en uzak köyde, korku verici varoşlarda, karşımıza çıkan orak-çekiçler de bu türden birer sembol mü mesela? Üzerinde Stalin’in, o büyük serdümenin resmi bulunan başörtüler de öyle midir? Ben, öğle aralarında orasına burasına bu türden semboller iliştirmiş insanlarla karşılaşılması gerektiğine inananlardanım. Tüm kalbimle söyleyebilirim ki böylesi insanlarla karşılaşmıyor oluşumuz, beni üzüyor, ama ne yapalım, gerçek bu. Bazen seminerlerimde kitlenin karşısına, üzerinde büyük Lenin’in, bazen de sevgili Mao’nun resmi bulunan rozetlerle çıkıyorum. Ama kimse, bu konuda tek bir yorumda bile bulunmuyor!

32.

Kimse, bireyci feminizmin yörüngesine girdiğinde kendinden geçmez, aklı başından uçmaz. Özgür kadın için verdiği kavga ile bireyci feminizm, bugün özgürlüğün zorunlu olduğunu ve onun sırf kıyafetlerine bir aksesuar iliştirdi diye kızların (ama erkeklerin değil!) okuldan atılmasını gerekli kıldığını söylüyor. Bu tespit karşısında şaşkına dönmemek elde değil!

33.

Cumhuriyetçilerin “Cemaat”le alakalı geliştirdiği tüm jargon ve cemaatçiliğe karşı yürüttüğü, metafizik olduğu kadar öfke yüklü olan cengi, saçmalıktan başka bir şey değil. Bırakın insanlar diledikleri gibi yaşasın, eskiden beri yedikleri şeyleri yesin, türban kullansın, kıyafetlerini giysin, başörtülerini taksın, mini etek giysin, step dansı ayakkabılarını geçirsin ayaklarına. Zaten miadını doldurmuş olan tanrıları huzurunda secdeye varsın, eğilirken kalkarken birileri resimlerini çeksin, rengârenk kelimelerle konuşuversin. Pek de önemli olmayan, bu türden “farklılıklar”, ne düşünceyi engeller ne de ona destek olurlar. Dolayısıyla bu farklılıklara saygı göstermenin de, onları kötülemenin de bir anlamı yoktur. Levinas’ın, sağduyulu teoloji konusunda amatör olan isimlerin ve her yerde karşımıza çıkıp ahlaktan dem vuranların döne dolaşa atıfta bulundukları sözüne atfen, “Öteki, bir miktar farklı yaşayandır” ki bu, esasen öyle üzerine kafa yormamızı gerektiren, fazla çabaya ihtiyaç duyan bir gözlem de değildir.

34.

Aslında geleneklerdeki ve inançlardaki çeşitlilik, insan denilen hayvandaki çeşitliliğin bugüne miras kalmış kanıtıdır. Tıpkı mavi papağanlar veya balinalar gibi hayatın o çok farklı biçimler alan kuvveti de merakımızı celbeder ve bizi büyüler.

35.

İnsan denilen hayvan, kökenlerine göre gruplaşır. Bu, örneğin Fransa’ya gelirken, yüzleşilen kötü koşulların doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur. Saint-Ouen-l'Aumône komünündeki bir pansiyonda sizi sadece bir kuzen veya köylünüz karşılar. Çinlilerin hâlihazırda başka Çinlilerin bulunduğu yerlere gitmesine kızanlar, muhakkak ki anlayışsız kimselerdir. Bu anlayışsızlığı, otuz yıl önce Fransız Komünist Partisi de göstermiştir. Parti, verdiği talimatlarda, göçmen yükünün varoşlardaki komünlere (mahalli idarelere) eşit olarak dağıtılmasını talep etmişti. Yani partiye göre solun ve sağın ayrı komünleri olmalıydı. Buna göre sola “proleter ve enternasyonalist” Araplar düştü. Tüm Arapları bugün de bizim konseylere gönderiyorlar.

36.

Bugün cemaatçiliği zapturapt altına alıp Müslümanların asimile olmasını bekleyenlerin, geçmişte FKP’nin cüret edip attığı adımların ötesine geçmeleri gerekiyor. Şehirdeki her bir büyük kümede biri kalabalık olan en fazla iki Faslı aile, bir mütevazı Malili aile, bir bekâr Türk, bir da yarı Tamil bulunuyor.

37.

Söz konusu kültürel “farklılıklar”daki tek sorun, onların toplumsal varlığı, doğal çevresi, yaptıkları iş, aile hayatı veya okul hayatı değildir. Mesele, sanat, bilim, aşk veya bilhassa siyaset olduğunda, bu farklılıkların aldığı isimlerin de bir anlamı yoktur. Eşyanın tabiatı gereği insan, belirli özelliklere sahiptir. Bu özellik kategorileri, evrensel olduklarını ilân edip özneyi yüceltirlerse, işte o vakit felâkete yol açacak gelişmeler yaşanır. Asıl önemli olansa, özneye isnat edilen şeylerin ayrıştırılmasıdır. Sarı bir donla bir matematik sorusu çözebilirim veya rasta saçlarımla seçime dayalı demokrasiden uzak bir siyaset yapabilirim. Bu, teorinin de sarı olduğu anlamına gelmez, ilettiğimiz talimatın rasta gibi örülü olduğunu söylemez. Hatta belki de mesele, teorinin rasta saçlarının olmamasıdır.

38.

Tersten şu da söylenebilir: politik olsun ya da olmasın, bir hakikat, kendisine “belirli bir olayın ilkesel düzeyde kendisiyle ilgili özel hiçbir şeye sahip olmaması ilkesi” üzerinden bakar. Bu, olayın belirtilmesine neden olan durumun içine kim girerse girsin, kabul edeceği bir şeydir. Politik militanlar, bir teori ortaya atanlar, bir oyun düşleyenler, aşkın hazzını yaşayanlar, maddi ve akli desteği arkasına alıp belirli bir düşünce biçimi üretenler, bu hakikati paylaşırlar. Ne cinsel, ne dilsel, ne dinsel, ne psikolojik ne de etnik özellikler, bir hakikate ulaşma sürecinin parçası olabilirler, ama bunlar, söz konusu sürecin önünde birer köstek olarak da görülemezler. Aziz Paul’ün çok önceleri dillendirdiği, Saint-Just’un yinelediği şu söz önemlidir: “Mesele hakikatse kişisel özelliklerin önemi yoktur.”

39.

Okulların bir avuç kızın başındaki örtü gibi önemsiz bir kişisel özellik yüzünden tehdit altında olduğuna dair iddia, bizi şu konuda şüpheye sürüklemektedir: Burada asıl mesele, hakikat değil, düşük seviyede olan muhafazakâr kimi görüşlerdir. “Okul, yurttaşları eğitmek için vardır” diyen siyasetçileri ve aydınları görmedi mi bu gözler? Üstelik bu iç karartıcı program, yıllarca uygulamada kaldı. Bugünse “yurttaş”, az biraz haz düşkünü, hakikate benzeyen her şeyi dışlayan bir politik sisteme zincirlerle bağlı.

40.

İster alt mevkilerde olalım isterse üst, bugün bizim meşgul olacağımız mesele, bir avuç Cezayirli, Faslı ve Tunuslu kızın başlarında sıkıca örülmüş topuz bulunması, sade tavırları, yorulmak nedir bilmeden çalışmaları, en az onlar kadar ailelerine bağlı olan birkaç Çinli ile birlikte herkese kök söktüren birer sınıf başkanı olması mıdır? Bugün bir olmak için çok fazla diğerkâmlığa ihtiyaç vardır. Bu birlikse demek ki Chirac’ın Sovyetçi tarzda inşa ettiği hukuk düzeninin o çok başarılı öğrencileri okullardan zorla atması ile son bulacaktır.

41.

“Hayatın keyfini özgürce çıkartın!” 1968’de bunu söyleyen aptallık, bilgiyi bir adım ileri taşımadı. Freud sayesinde öğrendiğimiz temel gerekçelerin yanında insanlara aşılanan bir doz gönüllü sofuluk da bilir ki hakikate ait parçalarla öğrenme arasında belirli bir yakınlık söz konusudur. Öyle ki; belki de bir gün başörtüsü faydalı olmaktan çıkacaktır. İnsanın çıraklık döneminde kana kana içtiği ağır içki olarak yurtseverlik eksik olduğunda her türden idealizm, üstelik en ucuz olanları, zihinlere üşüşecektir. En azından bu durum, okul eğitiminin tüketici yurttaşların “eğitilmesiyle” pek bir alakasının olmadığını söyleyenler için geçerli olacaktır.

42.

Başörtüsü karşıtlarının çiğneyip durdukları sakızlar şunlar: “Okul, bizdeki laiklikten önce yok olup gidecek” veya “Kel bir cahil, başörtülü bir dâhiden evladır.”

43.

Hakikat açısından baktığımızda şunu görüyoruz: başörtüsü kanunu, sadece tek bir şeyin ifadesidir: korku. Genelde Batı, özelde Fransızlar, artık korkudan tir tir titreyen korkaklardan başka bir şey değildirler. Peki bu insanların korkularının sebebi ne? Her zaman olduğu gibi, barbarlar. Hem ülke içindeki barbarlar olarak “varoş gençleri”, hem de yurtdışındaki “Müslüman teröristler. Neden korkuyorlar? Çünkü suçlular, ama bir yandan da masum olduklarını iddia ediyorlar. Seksenlerden beri işledikleri suçları reddediyorlar ve her türden özgürlükçü siyasetin, devrimci aklın, olandan başka şeyler söyleyenlerin kökünü kazımak için uğraşıyorlar. Onlar, o sefil imtiyazlarına sarılıp bırakmadıkları için suçlular. Satın aldıkları ürünlerle oynamaya bayılan ufak çocuklar gibi davrandıkları için suçlular. Evet doğrudur, “uzun bir çocukluk döneminin ardından nihayet büyüdüler.” Tam da bu sebeple inatçı bir genç kadın gibi kendilerinden biraz yaşça büyük herkesten ve her şeyden korkuyorlar.

44.

Ama her şeyden önemlisi, genelde Batılılar, özelde Fransızlar, ölümden korkuyorlar. Onlar, artık uğruna kimi riskler almaya değecek bir şeylerin olduğu fikrini bile akıllarına getiremiyorlar. Onların en önemli arzusu, “sıfır ölüm”. Bu yüzden dünyaya bakıp ölümden korkmak için herhangi bir sebebi olmayan milyonlar görüyorlar. O insanların çoğu, neredeyse her gün bir fikir için ölüyorlar. “Medeni insanlar” için bu, nefesi ensede hissedilen terörün kaynağı.

45.

Bugün insanın uğruna ölmeye hazır olacağı fikirlerin genelde pek bir kıymeti olmadığını ben de biliyorum. Tüm tanrıların aramızdan uzun zaman önce çekip gittiğini düşünüyorum, genç kadın ve erkeklerin bir süredir varolmayan bir şeyi matem havası içerisinde zikredip bedenlerini paramparça ediyor oluşları, beni büyük bir üzüntüye sürüklüyor. Biliyorum, o herkese korku salan “şehitler”, mücadele ettiklerini söyledikleri düşmanlardan farksız olan fesatçılar eliyle araçsallaştırılıyorlar. Bin Ladin’in Amerikan gizli servislerinin yarattığı bir isim olduğunu artık tekrarlamaya bile gerek yok. Bu intihar eylemleri ile gerçekleştirilen cinayetlerin saf, yüce veya etkili şeyler olduğuna inanacak kadar toy değilim.

46.

Ama ben, her şeyden önce, aydınların ve işçi sınıfının büyük bir kısmının suç ortaklığında, bilhassa Fransa’da Batılı hegemonlarca tüm politik akıl biçimlerinin büyük bir özenle yok edildiğini, bunun da ağır bir bedel olduğunu söylüyorum. Siz, devrim fikrine dair hafızanın bile silinip gitmesini mi istiyorsunuz? Sizin niyetiniz, “işçi” kelimesini mecaz olarak bile kullandırtmamak mı? Ortaya çıkan sonuç konusunda kimsenin şikâyeti yok anlaşılan. O zaman gidin, dişlerinizi sıka sıka, gebertin yoksulları. Ya da onları Amerikalı dostlarınıza öldürtün!

47.

Bu savaşları biz hak ettik. Korkunun uyuşturduğu bu dünyada büyük haydutlar, hiç acımadan bombalıyorlar ülkeleri, her yanı kan deryasına çeviriyorlar. Medyadaki haydutlarsa canlarını sıkanları hedef alan suikastlar gerçekleştiriyorlar. Küçük haydutlarsa başörtüsü karşıtı kanunlar yapıyorlar.

48.

Çıkıp bir de “bu o kadar da ciddi bir mesele değil” diyorlar. Evet, elbette ki öyle. Hatta aslında o kadar kötü bir şey de değil. Tarihin mahkemesine çıkıp hafifletici sebeplerden istifade etmek isteyeceğiz ve “Bir saç tasarımı uzmanı olarak o, bu meselede küçük bir rol oynadı aslında” diyeceğiz.

49.

Şimdi kendinizi daha iyi hissediyor musunuz?

Alain Badiou
21 Şubat 2004
Kaynak

0 Yorum: