1.
Bir gün tüm o sevimlilikleriyle bir avuç cumhuriyetçi,
çıkıp kızların başındaki her türden örtüyü yasak eden bir kanunun gerekli
olduğunu söyledi. Onlara göre bu yasak, önce okullarda, mümkünse başka yerlerde
yürürlüğe girmeliydi. Burada mesele, tek başına bir kanun çıkartmak değildi. Bu
sebeple meselenin arka planına bakmak gerekiyor.
Cumhurbaşkanı (Jacques Chirac), her zaman suyun
üzerinde kalmayı bilen, ama yetenekleri sınırlı bir siyasetçi. Seçmenlerin
yüzde 82’sinin oyunu aldı. Üstelik sosyalistler de ona oy verdiler. Oy verenler
arasında bizim bu sevimli cumhuriyetçiler de vardı. Cumhurbaşkanı, bahsini
ettiğimiz talebe onay verdi ve başlarına örtü geçiren bin kadar genç kız
aleyhine kanun çıkartacağını söyledi. Neticede bu çocuklar, arsız ve iğrenç
yaratıklardı! Sedan ve Pétain’in teslim edilmesinde, Cezayir Savaşı’nda,
Mitterand’ın çektiği numaralarda, göçmen işçilere karşı çıkartılan rezil
kanunlarda olduğu gibi Fransa, bu sefer de dünyayı hayretler içinde bırakmayı
bildi. Onca trajediyi gene bir komedi takip etti.
2.
Evet, Fransa nihayet çapına uygun bir sorun bulmuştu:
bir avuç kızın başındaki örtü. Böylece bu ülkedeki çürüme sürecinin nihayet
sona erdiğini söyleyebilirdik. Le Pen’in uzun zamandır teşhis ettiği o Müslüman
işgali, bugün eşi benzeri bulunmayan aydınlarımız tarafından teyit edilmişti.
Le Pen, konuşacak birilerini bulduğu için mutlu olmuş olmalıydı. (1356’daki
yüzyıl savaşlarında İngiltere ve Fransa arasında cereyan eden –çn)
Poitiers Muharebesi, lafı edilecek bir mesele bile değildi, (sekizinci yüzyılda
Fransa’yı kral vekili olarak yönetmiş –çn) Charles Martel’in bu sürecin
yanında esamisi bile okunmazdı. Neticede Chirac, sosyalistler, feministler ve
İslam düşmanı Aydınlanmacı aydınlar, başörtüsü muharebesini kazanmışlardı.
Poitiers Muharebesi’nden bugünün başörtüsü muharebesine dek uzanan süreç,
hayırla ve önemli bir ilerleme ile neticelenmişti.
3.
O büyük dava, yeni argümanlara muhtaç. Örneğin
“erkeğin (babanın ve ağabeyin) genç kızlar ve kadınlar üzerinde tesis ettiği
iktidara ait bir gösterge olarak başörtüsü, yasaklanmalı. Bu sebeple, “ısrarla
başörtüsü takanları dışlayacağız.” Hâsılı: “bu kızlar ve kadınlar eziliyorlar.
Dolayısıyla cezalandırılacaklar.” Bu, şunu söylemek gibi bir şey: “Bu kadın
tecavüze uğradı, onu hapse atalım.” Oysa başörtüsü öyle önemli bir olgu ki yeni
önermelerin eşlik ettiği bir mantığı hak ediyor.
4.
Veya yasağı savunanlar şunu söylüyorlar: “Başörtüsünü
özgürce takmak isteyenler, başıbozuk serseriler! Dolayısıyla bu insanlar
cezalandırılacaklar.” İyi de hani bu, erkek zulmüne ait bir simge idi? Baba ile
ağabeyin bu işle bir alakası yok mu yani? Peki o vakit bu yasak niye var?
“Çünkü bu kişi, dindarlığını göstere göstere yaşıyor. Bu serseriler,
inançlarını göze sokuyorlar. Yürüyüşümüze herkes katılsın!”
5.
Ya da baba ve ağabey veya o başörtüsü sökülüp
atılmalı. İnancını yaşayan kız defedilmeli, aksi takdirde laiklikten eser
kalmayacak. “İyi başörtüsü” diye bir şey yok. Herkesin başı çıplak olmalı!
Eskiden Müslüman olmayanların bile dediği gibi: “Herkesin başındaki takke
düşsün, kel görünsün.”
6.
Bugün cumhuriyet şunu söylüyor: “Şapkalar yere
çalınsın!”
7.
Şu görülmeli: O kızın babası ve ağabeyi, sadece suç
ortağı değil. Her zaman dediğimiz gibi: baba aptal bir işçi, köyden göç etmiş,
gelip Renault’da montaj hattının başına geçmiş bir yoksul. Eski kafalı. Salak.
Ağabeyse torbacı. Modern. Ama ahlâksız. Tekinsiz mahallelerin insanı. Tehlikeli
sınıfın mensubu.
8.
İslam dini, diğer dinlerdeki kusurlar yanında, oldukça
ciddi bir hakikate sahiptir: Bu ülkede İslam, yoksulların dinidir.
9.
Bu açıdan bakıldığında başörtüsü, yoksulun Allah’ına
inanan yoksulun başka bir yoksulu ezmesidir. Küçük burjuva, onu “mide
bulandırıcı” bulur. Küçük burjuvazinin sahip olduğu servet bile onun tek başına
hayatta kalabileceğine inanmaz.
10.
Burada ettiğim laflarda kendisini hemen tanıyacak, bir
vakitler bu başörtüsü meselesini tartıştığım kişi, bana şunu söylemişti: “Yani
sen, şimdi saçın belirli amaçlar doğrultusunda gizlenen bir cinsel simge
olmasını mı istiyorsun?” Oysa ben, bir şey istiyor değilim. Ama aklıma
Baudelaire’in şiirini getirmeden de edemiyorum: “Yapağından farksız saçlar/
Bukle bukle inip omuzlarının kıyısında kıvrılıyor/ İnsanı mahmur eden
parfümünün kokusu sinmiş/ Ne büyük bir lütuf! Eşarbını oraya buraya
çekiştirmek/ Saçlarında süzülen hatıraları seyre dalmak/ Karanlık ve loş
fakirhanemi o hatıralarla doldurmak/ İblis gibi hayallerime sızan o Müslümana
sarılmak.”
11.
Hatırlıyorum o kadını, saçlarının örgüsünü çözmüş, o
saçlar sessizce omuzlarına dökülmüştü. Böylece aşk dolu olduğunun bilinmesini
sağlamıştı. Peki bu kadın, laikliğe edilmiş bir küfür müydü? Kadınlık, onda
dört duvar arasına mı hapsedilmişti? Belki de öyledir.
12.
Gözünüzün önüne bir lise müdürü gelsin. Yanında,
ellerinde mezura, makas ve ceza kanunu ile ilgili kitaplarla yürüyen
müfettişler olsun. Bu insanlar, okula girip başörtülerinin, kippaların ve diğer
türden şapkaların fazla gösterişçi olup olmadığını incelesinler. Topuza
iliştirilmiş o büyük başörtüsü de kafanın üzerinde iki avroluk demir para
büyüklüğündeki takke de şüpheli şeyler. Hatta küçük olan, büyük olana kıyasla
daha gösterişçi bulunacaktır. Ama o da ne? Silindir şapka mı o? Eyvah! Oysa tam
da Mallarmé’nin dediği gibi, “Böyle bir şeyi kafasına geçiren, onu bir daha
asla çıkartamaz. Dünya yıkılır ama o şapka yerinde kalır.” Silindir şapka,
sonsuza dek süren bir gösteriş değil de nedir?
13.
Peki laiklik nedir? Paslanmaz bir ilkedir! Otuz-kırk
yıl önce okullarda sınıflarda sadece kız veya sadece erkek öğrencilerin
bulunması yasaktı, kızların pantolon giymesine izin yoktu, herkes, rahip misali,
ilmihale göre hareket ediyordu. Ekmek-şarap ayini, devlet eliyle emredilmiş bir
uygulama idi. Ayine erkek çocuklar kırmızı şeritler takarak katılır, yüzlerine
tül örtüler geçirirlerdi. Sadece başörtüsü de değil, gerçek örtülerdi bunlar.
Peki bu başörtüsünü takmanın suç olduğunu söyleyebilir miyiz? Onu ilerlemeye
ayak uydurmamanın, geçmişi hatırlatıp durmanın, geçici bir engelin işareti
olarak görebilir miyiz? Ne yani, bugün burada aramızda dolaşan o genç bayanları
sürgün mü edelim? Emir şu değil miydi? İlerleyin ki kapitalist makine sonsuza
dek devinsin. Gelenlere gidenlere, pişmanlıklara, uzak diyarlardan gelen
işçilere aldırış etmeyen kapitalizm, dinlerin ölü tanrılarının yerine emtianın
tanrısını ikame ediyor nasılsa.
14.
Bugün gerçek büyük din, ticaret mi yoksa? Bu dinlerine
bağlı Müslümanlar, sofu bir azınlık olarak arzı endam etmiyorlar mı sizce? Bu
aşağılık görülen dinin gösterişçi sembolleri, Nike, Chevignon, Lacoste gibi
etiketlere sahip pantolonlarda, tişörtlerde ve ayakkabılarda karşımıza çıkmıyor
mu? Okulda “herkesle yatan bir kadın” olmak, Tanrı’ya inanmaktan daha değersiz
bir şey mi? Eğer hedefi on ikiden vurmak zorunda isek, büyük düşünmeye
mecbursak, bize neyin gerekli olduğunu bilmemiz şart: marka karşıtı bir kanun.
Hadi Chirac, işbaşına! Sermaye’nin o gösterişçi tabelalarını yasakla ve elini
asla korkak alıştırma.
15.
Ne yani? Kadının görevi, soyunmak mı? O kalçalar
görünecek diye bir kaide mi var? Memeler fora edilmek zorunda mı? Göbek
deliklerindeki pirsing ille de görünmeli mi yani? Taşradaki bir kasabada yüzme
havuzu, belirli zamanlar sadece kadınlara tahsis ediliyor. Burada dindar
kadınlar duş alıyorlar, attıkları kahkahalar duvarlarda çınlıyor. Belediye
başkanı, şunu söyleyerek bu duruma son veriyor: “Kadın bedeni gözden ırak olmamalı.
Kadınlar çıplak olmalı, ama bunu zarafetle yapmalı!”
16.
Şu hususu biri çıkıp açıklasın. Farklı zamanlarda ve
yerlerde bedenin nerelerinin gösterileceğine, nerelerinin gösterilmeyeceğine
dair o feminist ve cumhuriyetçi aklı tanımlayan ne? Bildiğim kadarıyla bugün
bile okullar dâhil hiçbir yerde meme, kasık kılı veya penis gösterilmiyor. Ne
yani, bunlar gözden ırak tutuluyor, saklanıyor diye kızmalı mıyım? O
kocalardan, âşıklardan ve ağabeylerden mi şüphe etmeliyim? Yıllar önce Fransa
köylerinde, hatta bugün Sicilya gibi yerlerde dul kadınlar, siyah çarşaf, siyah
uzun çorap ve başörtüsü giyiyorlar. Bunu yapmak için bir kişinin Müslüman bir
teröristin dul eşi olmasına gerek yok.
17.
Bir eğilim olarak yasaklamanın çıplaklıkla ilgili
olduğunu anlıyorum. Libération gazetesi, totalitarizm türlerinin
yıkılışının bir işareti olarak mini etekleri her daim övmüş bir yayın organı.
Ortalıkta çokça mini etek varsa, demek ki insan hakları revaçta. Bu anlamda
bedeni aşırı ölçüde örten her şeye şüpheyle yaklaşılmalı. Sahillerde çıplak
meme için verilen savaş, nihayet zaferle sonuçlandı. Artık kimse, arabaları,
kafes kuşlarını, beton mikserlerini veya bigudilerini çıplak kadın resmi
olmadan satamıyor. Yirmi yıl önce “Porno” isimli şarkısında “Pornonun da
pornosuyum, şarkıdaki muziplik” diyen Georges Brassens, bugün bir kilise
faresinden bile daha bağnaz geliyor insanlara. Üstelik o fareler bile bugün,
her biri birinden daha fazla yaygara kopartmak suretiyle, rahipleri için
eşcinsel evliliği hakkı talep ediyorlar.
18.
Eskiden feministler “benim bedenim bana ait” diye
slogan atarlardı, bugünse fahişelerin sloganını atıyorlar: “Bedenim herkese
ait”. İlk slogandaki mülkiyetçilik, ikinci slogandaki o sakat tavsiyeye yol
açıyor. Kendilerini mülk olarak görenler, bedenlerini mezada çıkartıyorlar.
Ortaya da harika bir sonuç çıkıyor.
19.
Gerçekten tuhaf değil mi? Örneğin Elle dergisi
türünden mahfillerde kalem oynatan ve başörtülü bir avuç kıza öfke kusan birçok
feminist, işi öyle bir yere vardırdı ki sonrasında Sovyetler’de örneğine rastladığımız
türden bir seçimde o zavallı ihtiyar Chirac’ın yüzde 82 oy almasını sağladı,
sonra da ondan, o kızları hukuk adına ezmesini istedi. Bunlar olurken kadın
bedeni fahişeleşti, her yerde kadını aşağılayan porno ürünleri satıldı, gençlik
dergilerinin sayfalarını bedenin cinsel açıdan teşhir edilmesi tavsiyesinde
bulunan yazılar süsledi.
20.
Bunun basit bir açıklaması var: Bir kız, satmak
zorunda olduğu şeyi göstermeye mecbur. O, piyasaya sunacağı şeyi teşhir etmeli.
Bundan sonra bu kız, kadınların piyasadaki dolaşımının, kısıtlanmış bir
ekonomiye değil, genelleştirilmiş bir modele itaat etmesi gerektiğini anlamalı.
Dolayısıyla sakallı babalara ve ağabeylere küfredilmeli! Yaşasın dünya
piyasası! Neticede genelleştirilmiş model, en yüce model.
21.
Bir kadının kendi seçtiği kişi karşısında soyunma
konusunda kimsenin ihlal edemeyeceği bir hakka sahip olduğunu, artık herkes
kanıksamış durumda. Fakat hayır. Bugün imalı yollardan soyunma meselesine her
daim işaret etmek, sürekli bir soyunma hâlinde olmak, zaruri. Kim üstünü
başını, piyasada sahip olduğu şeyin üzerini örtüyorsa, piyasaya sadık bir iş
kadını olarak görülmüyor.
22.
Peki sakal için edilen laflara ne diyeceğiz? Bizim
tüysüz eğitim bakanımız Luc Ferry, beylerde sakalın yasaklanması gibi bir harika
hayale sahipti. Eşitlikçilik açısından bakıldığında bu, aslında adil bir
yaklaşım: madem kızlar saçlarını göstermeye zorlanıyor, o vakit delikanlıların
sakallarını kesmesi neden zorunlu olmasın? Kılın devlet meselesi hâline geldiği
andan itibaren mevcut birliğin durumdan istifade ettiğini kimse görmezden
gelemez. Oluşan tümüyle yeni hiyerarşi dâhilinde okul berberleri sınıfların
içine yerleşti, artık her okulda tıraş kremi mevcut. Aslında kızların örtüsünü
kaldırıp atmanın kimseye vaat ettiği cazip ve anlamlı bir şey yok. Elimizde
sadece örtü yırtıcılar, soyunup duranlar, striptizciler birliği kaldı. Yazık,
doğrusu çok yazık.
23.
Biz, oldukça ilginç olduğunu düşündüğümüz, şu türden
bir tespit üzerinde duruyoruz: başörtüsü kanunu, saf anlamda kapitalist bir
kanundur. Bu kanun, kadınlığın teşhir edilmesini salık veriyor. Başka bir
ifadeyle, kadın bedeninin mevcut dolaşımının zorunlu olarak piyasa
paradigmasıyla örtüşmesi gerektiği üzerinde duruyor. Kanun, kadın bedenini
saklama meselesini herkese yasak ediyor; yetişkinleri, tüm öznel âlemin
duygusal zemininden kopartıyor.
24.
Ünlü bir yönetmen, bir süredir yaptığı açıklamalarda
ve çektiği filmlerde yoğun cinsel kayıtsızlığa ve cenaze levazımatçısına has
püritenizme yönelik nefretini kusuyor. Tüm bu kılıf altında yönetmenimiz,
bugünlerde kaynatılan provokasyon kazanına odun taşıyor. Başörtüsüyle
mücadeleyi görev bellemiş olan bu yönetmen, bize şundan başka bir şey
söylemiyor: “Demek ki biz, kulak memesini yeni erojen bölge hâline
getireceğiz!” İyi de neden, sevgili seks yönetmenimiz? Yeni erojen bölge
yaratan veya yeniden oluşturan yönetmen sayesinde ülkemizdeki seks manyakları,
nihayet iyi bir haber almış olmalılar!
25.
Bugün her yerde “çarşaf”ın, kadın cinselliği
üzerindeki kontrolün asla hoş görülemeyecek sembolü olduğuna dair sözler
işitiliyor. Yani siz, kadın cinselliğinin günümüzde ve tüm çağ boyunca ait
olduğumuz toplumlarda kontrol altında tutulmadığını mı düşünüyorsunuz? Bu
çocuksu yaklaşımı duysa, muhtemelen Foucault gülme krizine girerdi. Sanki kadın
cinselliği, kılı kırk yararak incelenmiyormuş, birçok uzman bu konuda
tavsiyelerde bulunmuyormuş, o iyi ve kötü kullanımlar arasında yapılan ince
ayrımlara tabi tutulmuyormuş gibi konuşuyorlar. Zevk denilen meselenin, tüm
netameli hâliyle, yükümlülük hâline geldiğini görmüyorlar. Heyecan verici
bulunan şeylerin herkese teşhir edilmesi, Kant’ın ahlak ilkesinden daha katı
bir nitelik arz eden bir tür görev hâlini almış durumda. Bir süre önce Lacan,
“kendi zevkinize bakın kadınlar” lafıyla büyükannelerinizin “zevkten uzak
durun” lafının biçimde aynı olduğunu söylüyordu. Piyasanın kontrolü, patriarkal
kontrolden hep daha kesintisiz, kesin ve büyüktür. Zorluklarla yüklü olan, aile
eliyle eve hapsedilme denilen şey, fahişeliğin dolaşımından daha yavaş ve daha
tekinsiz bir süreç olarak işlemektedir. Yunan komedisinden Moliére’ye uzanan
çizgi, bu hapsetme pratiğini hep alaya almış, yüzlerce yıldır insanları
güldürmüştür.
26.
Göçebeliği esas alan dünya anlayışıyla bakıldığında
insan, bedenlerin kesintisiz dolaşımından ve değiş tokuş edilmesinden keyif
alıyor. Oysa bir para da dünyanın en özgür şeyi zannediyor kendisini. Çünkü en
fazla o, dolaşıma sokuluyor.
27.
Anne ve fahişe. Bazı yüzyıllarda anne lehine ve fahişe
aleyhine olan gerici kanunlar çıkarıldı; bazılarında ise fahişe lehine ve anne
aleyhine olan ilerici kanunlar yürürlüğe girdi. Oysa mesele, ikisi arasında
seçim yapmaya karşı çıkmaktı.
28.
Meselemiz “ne o, ne o” demek değil. Zira bu yaklaşım,
itiraz noktasında savunulan (tıpkı [son seçimde cumhurbaşkanı adayı olan –çn]
François Bayrou’nun merkezde durup takındığı tavırda görüldüğü üzere)
tarafsızmış gibi görünen zemini idame ettirmekten başka bir işe yaramaz. “Ne
anneden ne de fahişeden yana olalım” yaklaşımı, zavallı bir yaklaşımdır. Aynı
şekilde, “ne fahişeden ne de yıkıcı olandan yana olalım” tavrı da tümüyle
saçmadır, çünkü “fahişe”, genel anlamda yıkıcı bir olgu değildir, onun haklı olması
da mümkündür. Geçmişte Fransa’da fahişeler saygın kişiler (les respectueuses)
olarak anılırlardı. Asıl mesele, demek ki kamusal yıkıcılardır. “Yıkıcılık”
konusunda belki de sadece “paralı fahişeler”e bakılabilir.
29.
Mesele, dönüp dolaşır, gelip şu gerçeğe dayanır: Bugün
düşüncenin asıl düşmanı, mülkiyettir. Düşman, inanç değil, ticaret ve ruh
türünden şeylerdir. Bugün asıl eksik olan, (politik) inançtır. “Dinî
köktencilik”, Batılıların korkuya kapılıp kendi elleriyle akla karşı
yürüttükleri yıkım süreci karşısında titremelerine neden olan aynadır. Neticede
dinî köktencilik, Batılıların her yerde, ya önemini yitirmiş demokrasiler ya da
insanî yardım için sağa sola silâh sıkmak adına iniş yapan paraşütçü birlikleri
kılıfı altında örgütlemeye çalıştığı, politik düşünceye yönelik yıkım
pratiklerinin neticesidir. Bu tür koşullar altında, farklı bilgi biçimlerinin
hizmetinde olduğunu iddia eden laiklik, rekabete saygı gösteren, Batılı
normlara göre verilecek eğitim işini üstlenen ve her türden inanca düşmanlık
eden, âlimler eliyle işleyen düzenden başka bir şey değildir. Laiklik, havalı
tüketicilerin, budala patronların, özgür mülk sahiplerinin ve hayal kırıklığına
uğrayacak seçmenlerin yetiştirildiği okuldur.
30.
Tanrı’nın ölümünden beri dinler, öyle güçsüzleştiler
ki eskiden (aşkınlık düzleminde aynı seviyeye getirildiklerinde öfkelenen)
tanrılarına itaat eden dinler, bugün birbirlerini yeryüzünden silmeye çalışmak
yerine, birbirlerine yardım etmek zorunda kalıyorlar. Bir camiyi boş görmek,
piskoposun hoşuna gitmiyor artık. İmam, vaiz ve rahip, hüzün yüklü
istişarelerde bulunuyor kendi aralarında. Hatta haham ve papa bile birbiriyle
temas kuruyor. Ben, iktidarın ve petrodolarların gerçeği gizleyen fesadıyla
alakalı hayal oyunları anlamında dinler savaşından veya medeniyetler
çatışmasından çok, ölmekte olan inançların Enternasyonal’ine inanıyorum.
31.
Dolayısıyla, bugün İslam karşıtı olduğu aşikâr olan
başörtüsü yasağı, ellerine geçirdikleri papaz ödeneklerinin belirli bir kısmını
merkezden uzak şehirlerdeki Katolik seçmenlere borçlu olan vekilleri epey
rahatsız ediyor. Hedef şaşırtmak adına bu vekiller, gösterişçi politik
sembollerin yasaklanması gerektiğine ilişkin hikâyeler uyduruyorlar. Gerçekten
de bu türden semboller var mı? Olabileceğine inanan var mı, en uzak köyde,
korku verici varoşlarda, karşımıza çıkan orak-çekiçler de bu türden birer
sembol mü mesela? Üzerinde Stalin’in, o büyük serdümenin resmi bulunan
başörtüler de öyle midir? Ben, öğle aralarında orasına burasına bu türden
semboller iliştirmiş insanlarla karşılaşılması gerektiğine inananlardanım. Tüm
kalbimle söyleyebilirim ki böylesi insanlarla karşılaşmıyor oluşumuz, beni
üzüyor, ama ne yapalım, gerçek bu. Bazen seminerlerimde kitlenin karşısına,
üzerinde büyük Lenin’in, bazen de sevgili Mao’nun resmi bulunan rozetlerle
çıkıyorum. Ama kimse, bu konuda tek bir yorumda bile bulunmuyor!
32.
Kimse, bireyci feminizmin yörüngesine girdiğinde
kendinden geçmez, aklı başından uçmaz. Özgür kadın için verdiği kavga ile
bireyci feminizm, bugün özgürlüğün zorunlu olduğunu ve onun sırf kıyafetlerine
bir aksesuar iliştirdi diye kızların (ama erkeklerin değil!) okuldan atılmasını
gerekli kıldığını söylüyor. Bu tespit karşısında şaşkına dönmemek elde değil!
33.
Cumhuriyetçilerin “Cemaat”le alakalı geliştirdiği tüm
jargon ve cemaatçiliğe karşı yürüttüğü, metafizik olduğu kadar öfke yüklü olan
cengi, saçmalıktan başka bir şey değil. Bırakın insanlar diledikleri gibi
yaşasın, eskiden beri yedikleri şeyleri yesin, türban kullansın, kıyafetlerini
giysin, başörtülerini taksın, mini etek giysin, step dansı ayakkabılarını
geçirsin ayaklarına. Zaten miadını doldurmuş olan tanrıları huzurunda secdeye
varsın, eğilirken kalkarken birileri resimlerini çeksin, rengârenk kelimelerle
konuşuversin. Pek de önemli olmayan, bu türden “farklılıklar”, ne düşünceyi
engeller ne de ona destek olurlar. Dolayısıyla bu farklılıklara saygı
göstermenin de, onları kötülemenin de bir anlamı yoktur. Levinas’ın, sağduyulu
teoloji konusunda amatör olan isimlerin ve her yerde karşımıza çıkıp ahlaktan dem
vuranların döne dolaşa atıfta bulundukları sözüne atfen, “Öteki, bir miktar
farklı yaşayandır” ki bu, esasen öyle üzerine kafa yormamızı gerektiren, fazla
çabaya ihtiyaç duyan bir gözlem de değildir.
34.
Aslında geleneklerdeki ve inançlardaki çeşitlilik, insan
denilen hayvandaki çeşitliliğin bugüne miras kalmış kanıtıdır. Tıpkı mavi
papağanlar veya balinalar gibi hayatın o çok farklı biçimler alan kuvveti de
merakımızı celbeder ve bizi büyüler.
35.
İnsan denilen hayvan, kökenlerine göre gruplaşır. Bu,
örneğin Fransa’ya gelirken, yüzleşilen kötü koşulların doğal ve kaçınılmaz bir
sonucudur. Saint-Ouen-l'Aumône komünündeki bir pansiyonda sizi sadece bir kuzen
veya köylünüz karşılar. Çinlilerin hâlihazırda başka Çinlilerin bulunduğu
yerlere gitmesine kızanlar, muhakkak ki anlayışsız kimselerdir. Bu
anlayışsızlığı, otuz yıl önce Fransız Komünist Partisi de göstermiştir. Parti,
verdiği talimatlarda, göçmen yükünün varoşlardaki komünlere (mahalli idarelere)
eşit olarak dağıtılmasını talep etmişti. Yani partiye göre solun ve sağın ayrı
komünleri olmalıydı. Buna göre sola “proleter ve enternasyonalist” Araplar
düştü. Tüm Arapları bugün de bizim konseylere gönderiyorlar.
36.
Bugün cemaatçiliği zapturapt altına alıp Müslümanların
asimile olmasını bekleyenlerin, geçmişte FKP’nin cüret edip attığı adımların
ötesine geçmeleri gerekiyor. Şehirdeki her bir büyük kümede biri kalabalık olan
en fazla iki Faslı aile, bir mütevazı Malili aile, bir bekâr Türk, bir da yarı
Tamil bulunuyor.
37.
Söz konusu kültürel “farklılıklar”daki tek sorun,
onların toplumsal varlığı, doğal çevresi, yaptıkları iş, aile hayatı veya okul
hayatı değildir. Mesele, sanat, bilim, aşk veya bilhassa siyaset olduğunda, bu
farklılıkların aldığı isimlerin de bir anlamı yoktur. Eşyanın tabiatı gereği
insan, belirli özelliklere sahiptir. Bu özellik kategorileri, evrensel
olduklarını ilân edip özneyi yüceltirlerse, işte o vakit felâkete yol açacak
gelişmeler yaşanır. Asıl önemli olansa, özneye isnat edilen şeylerin
ayrıştırılmasıdır. Sarı bir donla bir matematik sorusu çözebilirim veya rasta
saçlarımla seçime dayalı demokrasiden uzak bir siyaset yapabilirim. Bu,
teorinin de sarı olduğu anlamına gelmez, ilettiğimiz talimatın rasta gibi örülü
olduğunu söylemez. Hatta belki de mesele, teorinin rasta saçlarının olmamasıdır.
38.
Tersten şu da söylenebilir: politik olsun ya da
olmasın, bir hakikat, kendisine “belirli bir olayın ilkesel düzeyde kendisiyle
ilgili özel hiçbir şeye sahip olmaması ilkesi” üzerinden bakar. Bu, olayın
belirtilmesine neden olan durumun içine kim girerse girsin, kabul edeceği bir
şeydir. Politik militanlar, bir teori ortaya atanlar, bir oyun düşleyenler,
aşkın hazzını yaşayanlar, maddi ve akli desteği arkasına alıp belirli bir
düşünce biçimi üretenler, bu hakikati paylaşırlar. Ne cinsel, ne dilsel, ne
dinsel, ne psikolojik ne de etnik özellikler, bir hakikate ulaşma sürecinin
parçası olabilirler, ama bunlar, söz konusu sürecin önünde birer köstek olarak
da görülemezler. Aziz Paul’ün çok önceleri dillendirdiği, Saint-Just’un
yinelediği şu söz önemlidir: “Mesele hakikatse kişisel özelliklerin önemi
yoktur.”
39.
Okulların bir avuç kızın başındaki örtü gibi önemsiz
bir kişisel özellik yüzünden tehdit altında olduğuna dair iddia, bizi şu konuda
şüpheye sürüklemektedir: Burada asıl mesele, hakikat değil, düşük seviyede olan
muhafazakâr kimi görüşlerdir. “Okul, yurttaşları eğitmek için vardır” diyen
siyasetçileri ve aydınları görmedi mi bu gözler? Üstelik bu iç karartıcı
program, yıllarca uygulamada kaldı. Bugünse “yurttaş”, az biraz haz düşkünü,
hakikate benzeyen her şeyi dışlayan bir politik sisteme zincirlerle bağlı.
40.
İster alt mevkilerde olalım isterse üst, bugün bizim
meşgul olacağımız mesele, bir avuç Cezayirli, Faslı ve Tunuslu kızın başlarında
sıkıca örülmüş topuz bulunması, sade tavırları, yorulmak nedir bilmeden
çalışmaları, en az onlar kadar ailelerine bağlı olan birkaç Çinli ile birlikte
herkese kök söktüren birer sınıf başkanı olması mıdır? Bugün bir olmak için çok
fazla diğerkâmlığa ihtiyaç vardır. Bu birlikse demek ki Chirac’ın Sovyetçi
tarzda inşa ettiği hukuk düzeninin o çok başarılı öğrencileri okullardan zorla
atması ile son bulacaktır.
41.
“Hayatın keyfini özgürce çıkartın!” 1968’de bunu
söyleyen aptallık, bilgiyi bir adım ileri taşımadı. Freud sayesinde
öğrendiğimiz temel gerekçelerin yanında insanlara aşılanan bir doz gönüllü
sofuluk da bilir ki hakikate ait parçalarla öğrenme arasında belirli bir
yakınlık söz konusudur. Öyle ki; belki de bir gün başörtüsü faydalı olmaktan
çıkacaktır. İnsanın çıraklık döneminde kana kana içtiği ağır içki olarak
yurtseverlik eksik olduğunda her türden idealizm, üstelik en ucuz olanları,
zihinlere üşüşecektir. En azından bu durum, okul eğitiminin tüketici
yurttaşların “eğitilmesiyle” pek bir alakasının olmadığını söyleyenler için
geçerli olacaktır.
42.
Başörtüsü karşıtlarının çiğneyip durdukları sakızlar
şunlar: “Okul, bizdeki laiklikten önce yok olup gidecek” veya “Kel bir cahil,
başörtülü bir dâhiden evladır.”
43.
Hakikat açısından baktığımızda şunu görüyoruz:
başörtüsü kanunu, sadece tek bir şeyin ifadesidir: korku. Genelde Batı, özelde
Fransızlar, artık korkudan tir tir titreyen korkaklardan başka bir şey
değildirler. Peki bu insanların korkularının sebebi ne? Her zaman olduğu gibi,
barbarlar. Hem ülke içindeki barbarlar olarak “varoş gençleri”, hem de
yurtdışındaki “Müslüman teröristler. Neden korkuyorlar? Çünkü suçlular, ama bir
yandan da masum olduklarını iddia ediyorlar. Seksenlerden beri işledikleri
suçları reddediyorlar ve her türden özgürlükçü siyasetin, devrimci aklın,
olandan başka şeyler söyleyenlerin kökünü kazımak için uğraşıyorlar. Onlar, o
sefil imtiyazlarına sarılıp bırakmadıkları için suçlular. Satın aldıkları
ürünlerle oynamaya bayılan ufak çocuklar gibi davrandıkları için suçlular. Evet
doğrudur, “uzun bir çocukluk döneminin ardından nihayet büyüdüler.” Tam da bu
sebeple inatçı bir genç kadın gibi kendilerinden biraz yaşça büyük herkesten ve
her şeyden korkuyorlar.
44.
Ama her şeyden önemlisi, genelde Batılılar, özelde
Fransızlar, ölümden korkuyorlar. Onlar, artık uğruna kimi riskler almaya
değecek bir şeylerin olduğu fikrini bile akıllarına getiremiyorlar. Onların en
önemli arzusu, “sıfır ölüm”. Bu yüzden dünyaya bakıp ölümden korkmak için
herhangi bir sebebi olmayan milyonlar görüyorlar. O insanların çoğu, neredeyse
her gün bir fikir için ölüyorlar. “Medeni insanlar” için bu, nefesi ensede hissedilen
terörün kaynağı.
45.
Bugün insanın uğruna ölmeye hazır olacağı fikirlerin
genelde pek bir kıymeti olmadığını ben de biliyorum. Tüm tanrıların aramızdan
uzun zaman önce çekip gittiğini düşünüyorum, genç kadın ve erkeklerin bir
süredir varolmayan bir şeyi matem havası içerisinde zikredip bedenlerini
paramparça ediyor oluşları, beni büyük bir üzüntüye sürüklüyor. Biliyorum, o
herkese korku salan “şehitler”, mücadele ettiklerini söyledikleri düşmanlardan
farksız olan fesatçılar eliyle araçsallaştırılıyorlar. Bin Ladin’in Amerikan
gizli servislerinin yarattığı bir isim olduğunu artık tekrarlamaya bile gerek
yok. Bu intihar eylemleri ile gerçekleştirilen cinayetlerin saf, yüce veya
etkili şeyler olduğuna inanacak kadar toy değilim.
46.
Ama ben, her şeyden önce, aydınların ve işçi sınıfının
büyük bir kısmının suç ortaklığında, bilhassa Fransa’da Batılı hegemonlarca tüm
politik akıl biçimlerinin büyük bir özenle yok edildiğini, bunun da ağır bir
bedel olduğunu söylüyorum. Siz, devrim fikrine dair hafızanın bile silinip
gitmesini mi istiyorsunuz? Sizin niyetiniz, “işçi” kelimesini mecaz olarak bile
kullandırtmamak mı? Ortaya çıkan sonuç konusunda kimsenin şikâyeti yok
anlaşılan. O zaman gidin, dişlerinizi sıka sıka, gebertin yoksulları. Ya da
onları Amerikalı dostlarınıza öldürtün!
47.
Bu savaşları biz hak ettik. Korkunun uyuşturduğu bu
dünyada büyük haydutlar, hiç acımadan bombalıyorlar ülkeleri, her yanı kan
deryasına çeviriyorlar. Medyadaki haydutlarsa canlarını sıkanları hedef alan
suikastlar gerçekleştiriyorlar. Küçük haydutlarsa başörtüsü karşıtı kanunlar
yapıyorlar.
48.
Çıkıp bir de “bu o kadar da ciddi bir mesele değil”
diyorlar. Evet, elbette ki öyle. Hatta aslında o kadar kötü bir şey de değil.
Tarihin mahkemesine çıkıp hafifletici sebeplerden istifade etmek isteyeceğiz ve
“Bir saç tasarımı uzmanı olarak o, bu meselede küçük bir rol oynadı aslında”
diyeceğiz.
49.
Şimdi kendinizi daha iyi hissediyor musunuz?
Alain Badiou
21 Şubat 2004
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder