İtalyan devleti savaş süresince, savaşa yol açan sebeplere bağlı
olarak, temsilcileri eliyle, maddi ürünlerin üretim ve dağıtım
sürecini düzenleme işini üstlendi. Böylelikle devlet, endüstri ve ticaret
üzerinde bir tür tröst hâline geldi, üretim ve mübadele araçları devletin
elinde toplaştı, proleter ve yarı-proleter kitlelerin maruz kaldığı sömürü
düzeyi eşitlendi, bu da devrimci etkilere yol açtı. Dolayısıyla bugünkü mevcut
durumun temel niteliğini, bahsi edilen olguları ve onların sebep oldukları
psikolojik sonuçları dikkate almadan anlamak imkânsızdır.
Kapitalizm açısından hâlen daha geri olan Rusya,
İtalya, Fransa ve İspanya gibi ülkelerde şehirle kır, işçiyle köylü arasında
keskin bir ayrım söz konusudur. Bu ülkelerde tarım, gerçek mânâda feodal olan
ekonomi biçimlerini kendi bünyesinde tutmuş, bu duruma bir yandan da belirli
bir psikoloji eşlik etmiştir.
Modern liberal kapitalist devlet anlayışına aşina
olmayan bu ülkelerde ekonomik ve politik kurumlar, bidayeti olan, belirli bir
tarihsel gelişim sürecinden geçmiş, daha gelişkin toplumsal birliktelik
biçimleri için gerekli koşulların oluşturulması sonrası çözülüp dağılacak tarihsel
kategoriler değil, daha çok, ebedi ve vazgeçilmesi mümkün olmayan doğal kategoriler
olarak ele alınmaktadırlar.
Pratikte bu ülkelerde büyük mülkiyet, serbest
rekabetin dışında tutulmuş, modern devlet, feodal özüne saygılı davranmış, o, her
şeyi kendi sorumluluğuna almak gibi hukukî formüller geliştirmiş, böylece
feodal rejime ait imtiyazları ve bu rejimin varlığını gerçekte bir biçimde
muhafaza etmiştir.
Bu sebeple köylülerin genel zihniyeti, toprağın
hizmetkârı olmanın dışına çıkamamış, bu köylüler, belirli durumlarda ele silâh
alıp “efendiler”ine karşı başkaldırmış, ama kendilerini mülk sahipleri nezdinde
bir milletin, proleterler nezdinde bir sınıfın, yani genel anlamda bir
kolektifin parçası olarak görememiş, belirli bir sisteme sahip eylemlilik
süreci içine girememiş, toplumsal varoluşun dayandığı ekonomik ve politik
ilişkileri değiştirecek kesintisiz bir isyanı tetikleyememiştir.
Bu tarz koşullarda köylülerin psikolojisi asla
kontrol edilemez; sömürü pratiklerine karşı geliştirdikleri savunma sistemi
dâhilinde köylüler, duygularını gizlerler, onları dolaylı olarak ifade ederler,
hatta bazen bu duygular çelişkili bir biçimde ortaya konurlar. Mantıksal sürekliliği
olmayan bir bencillik geliştiren köylülerin duyguları, gerçekte karşılığı olmayan
bir kayıtsızlık ve itaatkârlıkta somutlanır.
Köylüler açısından sınıf mücadelesi, eşkıyalığın,
orman kundaklama eylemlerinin, büyükbaş hayvanları sakatlamanın, kadın ve çocuk
kaçırmanın, belediye mallarına saldırmanın eşlik ettiği bir süreçtir ve bu
süreç, kalıcı ve etkili sonuçlara yol açmayan basit terörizm biçimini almaktadır.
Dolayısıyla buradan, nesnel planda köylülerin
psikolojisini, meclisi esas alan demokratik devletin yol açtığı toplumsal
koşulların sebep olduğu ilkel duygular toplamına indirgemek mümkündür. Tümüyle toprak
sahiplerinin, onlara bağlı dalkavukların ve rüşvetin, yolsuzluğun kölesi olmuş
devlet görevlilerinin insafına kalmış olan köylülerin hayatlarıyla ilgili asıl
endişesi, toprak sahipleri ile devlet görevlilerinin barbarlara has
zorbalığına, suiistimallerine, ayrıca beklenmedik doğal afetlere karşı o
hayatları fiziken korumaktan ibarettir.
Köylüler, her daim hukuk sahasının dışında, hukukî
bir şahsiyetten ve ahlak üzerinden inşa edilmiş bir bireysellikten muaf bir
biçimde yaşamışlardır. Onlarda kargaşaya meyilli bir yan, her an patlamaya
hazır bir öfke vardır. Bu öfke ki hep jandarma ve şeytan korkusu ile zapturapt
altında tutulur.
Köylüler, disiplin nedir bilmezler; tabiatın
elinden o kıt bulunan meyveleri toplarken veya ailesinin hayatı için büyük
fedakârlıklarda bulunurken verdiği tüm o kişisel mücadelesi dâhilinde sabırlı
ve sebatkâr olan köylü, sınıf mücadelesi içerisinde sabırsız, alabildiğine
şiddete meyilli biri olarak çıkar karşımıza. Köylü, sınıf mücadelesi dâhilinde
genel bir amaç belirleyemez, o amacın peşinde sabırla hareket edemez,
sistematik bir mücadele yürütemez.
Siperlerde ve kan deryası içerisinde geçen son
dört yıllık dönem, köylülerin psikolojisini kökten değiştirmiştir. Devrimin
temel koşullarından biri olan bu değişim, kendisini bilhassa Rusya’da açık bir
biçimde ortaya koymaktadır. Söz konusu değişim, sanayileşmenin olağan gelişim
sürecinin sonucu değildir ve esas olarak esasen savaşla birlikte gündeme gelmiştir.
Savaş, kapitalizm açısından en geri olan ulusları,
mekanik araçlara en az sahip olanları, elindeki tüm erkekleri askere almaya
zorlamış, bu uluslar, merkezî imparatorlukların sahip oldukları silâhların
karşısına, canlı kanlı insanlardan oluşan büyük kütlelerle çıkmak zorunda
kalmışlardır.
Rusya açısından savaş, alabildiğine geniş bir
coğrafyada, hep dağınık hâlde yaşamış olan bireyleri bir araya getirmiş,
insanlar, yıllarca kesintisiz bir biçimde fedakârlıklarda bulunmuş, herkes,
ölüm tehlikesiyle yüzleşmiş, eşit ve aynı ölçüde acımasız olan bir disipline göre
yaşamak durumunda kalmıştır. Bu kadar zaman herkesin hep birlikte aynı
koşullara maruz kalması psikolojik açıdan önemli etkilere yol açmış, bu etkiler,
tüm zenginliği ile birlikte, öngörülemeyen sonuçlara sebep olmuşlardır.
Zamanla bireyin bencil dürtüleri silinip gitmiş,
müşterek bir birlikçi ruh peyda olmuş, duygular eşitlenmiş, toplumsal disiplin, alışkanlık hâlini almıştır: Bu sürecin sonunda köylüler devleti, o karmaşık ve
muazzam yapısı dâhilinde ele almaya başlamış, onun ölçüsüz gücünü görmüş,
katmanlı yapısını idrak etmişlerdir. Böylelikle köylüler, dünyanın bilincine
varmışlardır. Artık dünya, köylüler için kâinat kadar büyük veya köydeki kilise
kulesi kadar dar değildir. Oluşan bilinç dâhilinde artık devletler ve halklar,
toplumsal açıdan sahip oldukları güçlü ve zayıf yanlar, ordular ve silâhlar,
zenginlikler ve yoksulluklar zihinde somutlaşmışlardır.
Bu süreçte belki de ancak onlarca yıllık tarihsel tecrübenin
ve kesintili mücadelelerin kazandıracağı dayanışma bağları oluşmuştur. Dört yılda,
siperlerdeki o çamur ve kanın içinde kendisini kalıcı ve dinamik toplumsal
biçimler ve kurumlarda teyit etmeye hevesli olan bir manevi dünya ortaya
çıkmıştır.
Rus cephesinde askerî delege konseyleri, işte bu
şekilde oluşturulmuştur. Köylü askerler, Petrograd ve Moskova’da, aynı zamanda
Rusya’nın diğer sanayi merkezlerinde hayata aktif bir biçimde katılma imkânı
bulmuşlar, işçi sınıfının birliği konusunda belirli bir bilinç edinmişlerdir.
Bunun üzerine Rus ordusu terhis edilip askerler işyerlerine dönünce Vistula’dan
Pasifik Okyanusu’na dek uzanan tüm imparatorluk topraklarını, Rus halkının
yeniden inşa ettiği devletin temel organları olan konseylerin meydana getirdiği
ağ kuşatmıştır.
Bu yeni psikoloji, sanayi şehirlerine aktarılan
komünist propagandanın temelini teşkil etmiş, kolektif devrimci hayatın ortaya
koyduğu deneyimler üzerinden kabul ve teşvik edilen sosyal hiyerarşiler, ilgili
psikolojinin üzerine inşa edilmişlerdir.
İtalya’daki tarihsel koşullar, dün olduğu gibi
bugün de Rusya’daki koşullardan oldukça farklıdırlar. İşçi ve köylü
kitlelerinin birliği meselesi ise aynı gerçeğe tabidir: Bu birlik, sosyalist
devletin fiili pratiği dâhilinde oluşacak ve siperlerde inşa edilen müşterek
hayatın yeni psikolojisini temel alacaktır.
İtalya’da tarım, savaşın sebep olduğu krizden
çıkmak için yürüttüğü tüm faaliyetleri köklü bir biçime dönüştürmek zorundadır.
Makinelerin tarımda kullanılmasıyla hayvancılık sona ermiş, bu da gerekli makinelere
sahip teknik kurumların varlığını esas alan sanayi kültürüne hızla geçişi
zorunlu kılmıştır. Fakat bu türden bir dönüşüm, özel mülkiyet rejiminde, herhangi
bir felâkete yol açmaksızın gerçekleşemez: Bu noktada asıl gerekli olan,
sosyalist devlettir. İlgili dönüşüm, ancak köylülerin ve işçilerin çıkarlarına
halel getirmeyecek biçimde, komünist çalışma birimleri içerisinde kurulan
birliktelik kapsamında gerçekleşebilir.
Makinelerin üretim sürecine dâhil edilmesi, her
daim işsizlik krizine yol açmış, ama bu krizler, emek piyasasındaki esneklikle
yavaş yavaş aşılmışlardır. Bugün çalışma koşulları köklü bir biçimde
değişmektedir: tarım sektöründeki işsizlik, etkili göç sürecinin imkânsız oluşu
sebebiyle, çözümsüz kalmıştır. Tarımın sanayi temelli dönüşümü, ancak sanayi
işçilerinin ve yoksul köylülerin kurduğu konseyleri esas alan bir proletarya
diktatörlüğü üzerinden, yoksul köylülerin rızası ile gerçekleştirilebilir.
Fabrika işçileri ve yoksul köylüler, proleter
devrimi yapacak iki kuvvettir. Bilhassa bu iki sınıf için komünizm, varoluşsal
bir zorunluluğu ifade eder: komünizm hayat ve özgürlük; özel mülkiyetin sürdürülmesine
dönük pratiklerse yok olma tehlikesiyle yüzleşmek, her şeyi fiziksel hayata
kaptırmak demektir. O “her şey”se asli unsur olarak devrimci coşkunun sürekli
kılınmasını, tavizlere karşı demirden iradeyle karşı konulmasını, insanın kendisini
tam anlamıyla gerçekleştirmesine dönük, engellenemez yürüyüşünü, kısmi ve
geçici aksilikler karşısında moralleri bozmamayı, kolay başarılar karşısında
yanılsamaya kapılmamayı içerir.
Bu hasletler, devrimin omurgasıdır, ilerleyen
proleter ordunun demirden müfrezeleridir. O müfrezeler ki engelleri tek darbede
yıkar geçer, bazen de o engelleri, düşmanın kalesini yıpratan, paramparça eden,
yorulmak nedir bilmeyen, feda ile yoğrulmuş emeğin ve sabırlı çalışmanın sel
suyunun önüne katar.
Komünizm, işçilere ve köylülere ait bir kültürdür;
o, işçilerin ve köylülerin, ilerlemenin ve güzelliğin yaratıcı ruhu hâline
gelmelerini sağlayacak şahsiyeti, onuru ve kültürü onlara bahşedecek tarihsel
koşullardan oluşan sistemin adıdır.
Her türden devrimci çalışma, ancak işçi ve
köylülerin hayatına ait ihtiyaçlar ve onların talepleri üzerine kurulu olduğu
sürece başarı şansına sahiptir. Proleter ve sosyalist hareketin liderleri, bu
gerçeği anlamak zorundadırlar. Ayrıca bu liderler, devrimin baş eğmez gücüne
onun genel psikolojisine uygun bir biçimin nasıl kazandırılacağına ilişkin soru
üzerinde de durmalıdırlar.
Savaştan önce kapitalist ekonomi açısından geri
kalmış olan bir ülkede tarladaki işçilerin, sınıf mücadelesine dair doğal
bir anlayış geliştirme noktasında kendilerini eğitecekleri ve kapitalist
felâket sonrası devletin yeniden inşa edileceği süreçte kalıcı bir disiplin
edinecekleri, kökleri sağlam, etki alanı geniş köylü örgütleri kurup
geliştirmeleri mümkün değildi.
Savaş sürecinde ruhlar fethedilmiştir. Dört yıldır,
kan deryası içerisinde emekçiler, komünizmi tecrübe etmiş, bu tecrübe herkesçe
paylaşılmıştır. Lâkin eğer biz, tüm bu bireyleri yeni kolektif hayatı örecek
kurullar içerisinde bir araya getiremezsek, fethedilen o ruhları işlevli kılıp
pratiğe yönlendiremezsek, tüm o bireyler kaybolup gidecektir. Elde edilen
tecrübeler, geliştirilmeli, bütünleştirilmeli, bilinçli bir biçimde somut bir
tarihsel hedefe doğru geliştirilmelidir.
Dolayısıyla köylülerin örgütlenmesi meselesi,
ilerlemenin ve düzenin önemli bir unsuru hâline gelmiştir. Sisteme dayalı,
disiplinli bir eylem geliştirmeleri mümkün olmayan köylüleri kendi hâllerine
bırakırsak, bu insanlar şekilsiz bir kütle hâline gelecek, tutkular kendi
kaotik düzensizliğini dayatacak, bugüne dek tüm ağırlığı ile çekilmiş çileleri
bile gölgede bırakacak, henüz kimsenin işitmediği çilelerden bile daha acımasız
zulümlere yol açacaklardır.
Komünist devrim, temelde bir örgütlenme ve
disiplin sorunudur. İtalyan toplumunun somut ve nesnel koşulları dâhilinde
devrime, fabrika işçilerinden oluşan o yekpare ve homojen kitlesiyle, sanayi
şehirleri önderlik edecektir.
O hâlde bizim dikkatimizi, sınıf mücadelesinin yeni
biçiminin fabrika içerisinde, sanayi üretimi sürecinde yarattığı yeni hayata yöneltmemiz
gerekmektedir. Ne var ki fabrika işçilerinin sahip olduğu güç, devrimin
kendisini somut ve kapsamlı bir biçimde inşa etmesini sağlamayacaktır. Bu anlamda
bizim şehri kırla birleştirmemiz, köylerde yoksul köylülerin kurumlarını
oluşturmamız gerekmektedir. Sosyalist devlet, tarım sahasına makineleri bu
kurumlar aracılığıyla sokacak, tarım ekonomisinin o büyük dönüşüm sürecini
onlar üzerinden işletecektir.
İtalya’da bu çalışma, düşünüldüğünden daha
kolaydır: Savaş süresince köylü nüfusunun büyük bir kısmı şehirlerdeki
fabrikalara taşınmıştır. Bu insanlar arasında yürütülen komünist propaganda
faaliyeti, kısa süre içerisinde kendisine kök bulmuştur. Söz konusu nüfus,
artık şehirle kır arasındaki çimento olarak iş görmeli, güvensizliği ve garezi
yok edecek sıkı propaganda çalışmasını geliştirmek için kullanılmalıdır. Bu noktada
onun köylü psikolojisi, derinlemesine idrak edilmeli, güven meselesi üzerinde
durulmalı, tarlalarda çalışan işçilerin elindeki o muazzam gücü komünist
harekete katacak olan yeni kurumların oluşturulup geliştirilmesi için
çalışılmalıdır.
Antonio
Gramsci
2 Ağustos 1919
0 Yorum:
Yorum Gönder