Geçtiğimiz beş yılda Demokrat Parti etrafında
oluşan koalisyon, bir dizi siyasi tutkunun peşinden sürüklendi. Yoğunluklarına
rağmen bu ahlaki coşkunluk anları haber akışı devam ettikçe sönümlenmeye
eğilimliydi. Yine de bu seçmen kitlesini bir arada tutan çeşitli sloganlardan geriye
kalan bir şey var: “yaşam(lar)” savunuculuğu. Bu sözcük (“yaşamlar”) aralarındaki
bağ normalde güçsüz olan birtakım davaların retoriğini ortaklaştıran bir hat
işlevi görüyor.
Bu davaların en bariz örneği “Siyahların Yaşamları
Önemlidir” hareketi. Bu hareket Obama yönetiminin son yıllarında ortaya çıktı,
ama 2020’de tekrar güç kazanana dek Trump döneminin büyük kısmında köşesine
çekilmiş bir görünüm sundu. Bir de bugünlerde unutulmuş olan “Yaşamlarımız için
Yürüyelim” hareketi var. Bu hareket, 2018’deki Parkland, Florida’da yaşanan
katliam üzerine silahlı şiddete karşı baş gösterdi. Daha yakın zamanlarda Covid-19
pandemisine yönelik alınan önlemlere destek niteliğindeki ifadeler de aynı
sözcükten yararlanıyordu: “evde kalın, hayat kurtarın” ve “maske hayat kurtarır”.
İlk bakışta özellikle bu davalara sempati duyanlar
açısından bu retorik, temel insan haysiyetinin ispat gerektirmeyen bir
dışavurumu gibi görünebilir. Ancak, liberal mesajların içerdiği görece yakın
tarihli bu yenilik bizi şaşırtmalı aslında, zira “yaşam”ın korunması gereğini
vurgulayan sloganlar uzun süredir dinî tutuculukla ilişkilendiriliyordu. Ne de
olsa, kendisini “yaşam”ın yanında konumlandıran oluşumların en bilineni, kürtaj
karşıtı harekettir.
Liberaller kürtaj karşıtlığıyla “yaşam” için
duyulan endişe arasındaki bağlantıyı kabul etmeme eğilimindeler. Onyıllar
boyunca yaşam-yanlısı hareketin fetüsün yaşamına aşırı derecede değer
atfederken anneninkini yeterince değerli görmediğini ve tutucuların aynı anda
hem kürtaja karşı olup hem de -ordunun güçlendirilmesinden ölüm cezasına kadar-
“yaşam”a açıkça düşman olan politikalara destek vermelerinin onların
tutarsızlığını gösterdiğini iddia ettiler. Bu bakış açısına göre yaşam-yanlısı
davanın bütünlüklü bir yaşam algısı bulunmuyor; belirli bir “yaşamlar”
kategorisini çembere alıp onu korunmaya muhtaç ilan ederken yaşamı sürdürülmeye
değer kılan olumlu şeylere dönük arayış hakkına gereken değeri vermiyor.
Ne var ki, son zamanlardaki “yaşamlar” merkezli
liberal davalar da aynı eleştirilere konu edilebilir. Bunların sloganları çok
büyük ahlaki endişelere işaret ediyor, ama pratikte talepleri birtakım
ölümlerin önlenmesinden ibaret. Örneğin kitle katliamları ABD’de silahla
vurulmaktan kaynaklanan ölümlerin çok küçük bir kısmının sorumlusu, ama “Yaşamlarımız
için Yürüyelim” hareketi bu kategoriye bu konudaki tartışmada şişirilmiş bir rol
atfetti. Aynı zamanda, kürtaj tartışmasında olduğu gibi belirli “yaşamlar”ın
korunması talebi, genellikle bu uğurda nelerin feda edildiğini ve başka birtakım
karmaşık öğeleri tartışma dışı tutuyor. Örneğin, sosyal mesafenin bazı
hayatları kurtarmış olmakla beraber diğer bazı hayatları tehlikeye atıyor
olması “evde kal”ınması yönündeki standart çağrı tarafından görünmez kılındı.
Yaşam-yanlısı hareketi eleştirenlerin belirttiği
gibi, yaşam hakkına dönük vurgu diğer değerleri ikincil bir konuma itme riskini
barındırıyor. Dahası bu vurgu, toplumsal faydanın itirazsız gözden
çıkarılmasına da yol açabiliyor. Örneğin, “evde kal, hayat kurtar” çağrıları
devletin organize ve etkili halk sağlığı politikalarını devreye sokma
noktasındaki yetersizliğini mutlak bir durum olarak görüyor. Bu nedenle de pandemiyi
denetim altında tutma sorumluluğunun bireylere yüklenmesi üzerine kurulu
düşünce ve eylemi tahkim ediyor. Bu anlamda yaşamcı politikalar, kemer sıkma
mantığının ahlaki bir dışavurumu niteliğinde.
Net olmak gerekirse, bu mantık gereksiz ölümleri
ve onların nedenlerini önleme talebinden ziyade, bu güdüyü diğer arayış ve
amaçların önüne koyma eğilimi ile ilgili. İtalyan filozof Giorgio Agamben’e
göre, kürtaj ve ötanazi meseleleri etrafında dönen uzun süreli tartışmada da
görüldüğü gibi, bu eğilim siyasetin onun deyimiyle “çıplak yaşam”a doğru
yönlendirilmesinin uzantısı.
Agamben’in eseri, yaşamın salt biyolojik yönünün,
başka bir deyişle, yaşama katkı sunacak olan olumlu şeyler kümesine karşıt
olarak sırf “yaşıyor oluş”un politize edilmesinin bir eleştirisi. Antik dünyada
yaşamın toplumsal ve siyasal boyutu, “polis”teki yurttaşın kamusal yaşamıydı.
Ama Agamben, bizim artık esasen ayrı şeyler olan yaşam ve siyasetin birleşmeye
başladığı bir zamanda yaşadığımızı söylüyor. Biyolojik “çıplak yaşam”ın
korunması siyaseti güdüleyen ana öğe olunca insanlar kaçınılmaz olarak diğer
yurttaşları tehlike ve bulaş taşıyıcıları olarak görmeye başlıyorlar. Bunun muhtemel
sonucu, kendilerini yaşamın koruyucusu olarak gösterenlere hesap vermek zorunda
olmadıkları bir iktidarın bahşedilmesi olacaktır.
Agamben, kapatma uygulamalarının başlarında, bahar
aylarında, tartışmalara yol açacak biçimde Covid-19’un yeni bir “tekno-medikal
despotizm”in temeline dönüştüğünü, “yaşamları kurtarmak” adına tek taraflı
olarak hakların gaspedilip diğer değerlerin ikincil plana itildiğini iddia
etmişti. Bu iddia ona şiddetli eleştirilerin yöneltilmesine yol açtı; bu
eleştiriler ağırlıklı olarak onun soldaki eski müttefiklerinden geldi. Ne var
ki, bu iddia onun iktidarın gidişatı ile ilgili uzun süredir söyledikleriyle
tutarlı. Şimdiki sözleri, onun özellikle 11 Eylül sonrasında gelişen “Teröre Karşı
Savaş”a yönelik daha iyi karşılanmış saldırılarını hatırlatıyor; ki şunu da unutmamak
gerek: bu savaş da yaşamlarımızdan duyduğumuz endişe üzerinden
meşrulaştırılmıştı.
Bu durum Agamben’in fikirlerini temel aldığı
Michel Foucault’nun biyopolitika olarak adlandırdığı modern istisna hali;
biyopolitika, devletin tebaasına biyolojik varlıklar olarak daha çok müdahale
etmesini getiriyor. Biyopolitik iktidarın geniş alana yayıldığı bu rejim,
bireylerin yaşamlarını eğitim ve tıp gibi kurumlar eliyle düzenlerken bir
yandan da devlet ve özel bürokrasiler kitleleri giderek büyüyen ölçeklerde
istatistiğin konusu kılıyor, sınıflandırıyor ve yönetiyor.
Bugün “yaşamlar”la ilgili sloganlar biyopolitik
varsayımların ne dereceye kadar içselleştiğini ortaya koyuyor. Ortak davaların
savunduğu yaşamlar her şeyden önce “çıplak yaşam” olarak ele alınıyor; bunların
ana hedefi, sadece ölümlerin önlenmesi. Dahası, korunmaya muhtaç yaşamlara
bakışları da biyopolitik nüfus yönetimi teknikleri ile uyum içinde. Ne de olsa,
bu davaları bireysel kahramanlıkları öne çıkaran medya anlatıları besliyor
genellikle; onların zamana dayanmasını sağlayan şey ise bu anekdotların
istatistikî modellemelere dönüştürülmesi. Gazeteler, sürekli Covid-19’la ilgili
içlerinde grafiklerin ve tabloların bulunduğu makaleler yayınlıyorlar.
Polislerin işlediği cinayetlerin videoları milyonlarca kere izleniyor, ama bu
videolara siyasi anlamını veren, ırksal adaletsizliklerle ilgili istatistikler
oluyor.
Yaşamları kurtarmaya ya da korumaya çalışan bir
inisiyatifin başarısı için önsel ölçü, bu durumda, dikkat çekilen ölümler
altkümesinde bir azalmanın gerçekleşmesi oluyor. Başarının olumlu bir gösterimi
mümkün değil: ölmemişlik, sayılabilir bir şey değil nihayetinde. Kurtarılan
yaşamlar, şu halde, ancak ilgili ölçümlerde aşağı doğru bir hareket biçiminde
ispatlanabilir. Bu çok açık görünebilir ancak ortada toplumsal açıdan yararlı
olan şeylere erişimi ve oy kullanma hakkı, işçileri örgütleme hakkı, eğitim
hakkı, haftasonu izni, hastalık izni, ücretli izin, okula erişim gibi hakların
genişlemesini gözeten hareketlerle açık bir benzeşmezlik var. Vurgudaki bu
kayma, siyasi imkânlar ufkunda bir daralmanın zımnen kabulünü ima ediyor.
Biyopolitik eğilimleriyle uyumlu olarak “yaşam”cı
gündem, kolektif bir müzakere yoluyla ulaşılacak bir uzlaşının peşinde değil.
Daha ziyade, amaçlarına sırf ahlaki zorlama yoluyla ulaşmaya çabalıyor.
Yaşamların korunması talebinin gücü, apaçık basitliğinden geliyor. Ama bu
basitlik, aynı zamanda onun tepemize inip duran bir ahlak sopasına dönüşmesini
de koşulluyor. Bu davaya ve ilgili taleplere dönük eleştiri, talep sahiplerince
hemen ölümlere kayıtsızlık olarak damgalanabiliyor.
Pratikte bu retorik tarzı, birleştirici olmaktan
çok bölücü, çünkü ikna olmamışları peşinen kötülüyor. Ama eğer örtülü hedef,
ahlaki olarak aydınlanmış seçkinlerin sorgusuzca kabul edilmiş idaresi için
ideolojik bir kılıf yaratmaksa bu kötüleme şu görüşten kaynaklanıyor demektir: seçkinlerin
yönetimini gerekli kılan halkın sözde ahlaki düşüklüğüdür. Yaşamcı siyasetin
uyuşturucu ve terörle mücadele gibi eski tezahürleri, bu davanın bazılarının
yaşamlarını koruma görüntüsü altında başkalarınınkini mahvederken, bir yandan
da hesap vermez, layüsel bir iktidarın berkitilmesine yol verdiğini açıkça
gösterdi. Kurbanlar için duyulan kaygı böylece kurbanlaştırma için tam yetkiye
dönüştü, ama davanın ahlaki saflığı, bu türden itirazları davayı güdenlerin
gözünde değersiz kılıyordu.
Ezcümle, yaşamları korumaya dönük arzu,
teknokratik siyaset karşıtlığının duygusal yüzü olarak işlevlenebilir. Siyasi
davaların bu terimlerle ifade edilmesi, devletin biyopolitik bir koruyucu
olarak rolünün altını çizip siyasetin bu amaca indirgenmesini güdülüyor, ki bu
da genişletilmiş bir bürokratik denetim rejiminin önünü açmak demek. (Devlete
verilen) Bu yetki, onyıllara yayılmış kemer sıkma politikaları sonucu kamusal
yatırımların da yok edilmesiyle tahkim edilmiş oldu. İyi bir yaşamın nasıl
olabileceğine dair ortak bir görüşün yokluğunda geriye sadece yaşamın kendisi
kalıyor. Bu öncülü kabul eden herhangi bir siyasetin bugünün açmazlarını aşması
mümkün görünmüyor.
Geoff
Shullenberger
23 Aralık 2020
0 Yorum:
Yorum Gönder