Hindistan gibi yerlerde geleneksel çiftçilik
pratikleri, büyük teknoloji devlerinin ve özel tarım işletmelerinin ağır
baskısıyla yüzleşecekler. Bu pratikler, laboratuvarda yetiştirilmiş gıdalar, GDO’lu
ürünler, genetiği değiştirilmiş toprak mikropları, veri toplama araçları,
dronlar ve diğer “yıkıcı” teknolojilerin önünü açacaklar.
Söz konusu vizyon, şoförsüz makinelerin yönettiği,
dronların izlediği, işleme tabi tutulacak endüstriyel “biyomadde” için patenti
alınmış, genetiği değiştirilmiş, gıdaya benzer bir forma kavuşturulacak tohumlardan pazarda satılacak ürünler üretecek, kimyasallara boğulmuş çiftçisiz
çiftlikleri içeriyor.
Kovid salgını sonrası dönem konusunda Dünya
Bankası, ülkelere yapısal reformları yapmaları karşılığında yardımlar
yapacağını söylüyor. Muhtemeldir ki bu reformlar, bireysel borçlar verilmesi ve
genel temel gelir karşılığında on milyonlarca küçük çiftçinin topraktan
kopartılmasını öngörüyor. Bu çiftçilerin yerinden yurdundan kopartılması,
beraberinde köylerinin ve kültürlerinin yok edilmesi, esasen Gates Vakfı’nın
talep ettiği bir şey. Vakıf, alaycı bir dille bu süreci, “toprak hareketliliği”
olarak adlandırıyor.
Bill Gates ve bu büyük sıfırlama işlemi ardındaki
zenginler, “beyazlar kurtarıcıdır” anlayışına sahipler. Bu modası geçmiş sömürgeci
anlayış, emperyalizmin mülksüzleştirme stratejileri için gerekli fikri zemini
sağlıyor. Sömürgeciler, madenciliği, çiftçilerin elindeki bilgileri temellük
etme ve metalaştırmayı bu bağlamda ele alıyorlar, araştırma imkânlarının ve
tohumların şirketlerin eline geçmesini istiyorlar, fikri mülkiyetin gizliliğini
güvence altına alıyorlar, fikri mülkiyet kanunları ve tohum mevzuatları ile
tohum konusunda tekel hâline geliyorlar.
Hâlen daha tarıma dayalı bir toplum olan Hindistan’da
salgın öncesinde zaten ağır borçlar altında ezilen çiftçilerin toprakları, salgın
sonrasında teknoloji devlerine, finans kurumlarına ve küresel tarım
işletmelerine peşkeş çekilecek.
Gıda üretimi, doğa ve kültürel köklere sahip,
hayata anlam ve ifade katan inançlar arasındaki bağın kopması ile birlikte, elimizde laboratuvarda üretilmiş yiyeceklerle yaşayan, devletten aldığı gelire
bağımlı olan, üretimle ilgili faaliyetlerden uzaklaştırılmış, kendisini
gerçekleştiremeyen, yalnızlaştırılmış bireyler kalacak.
Teknokrat aklın sürece müdahale etmesiyle kültürel
çeşitlilik ortadan kalktı, toplumsal bağlar anlamını yitirdi, yüzlerce yıllık
geleneksel bilgiden beslenen tarımsal ekosistemler yok oldu.
Ne yazık ki Guardian’da
yazan George Monbiot gibi isimler, bu büyük sıfırlama işlemine destek sunuyorlar.
2020 tarihli makalesinde[1] Monbiot, çiftçisiz çiftlikleri ve devasa
fabrikalarda mikroplardan üretilen “çakma” ürünleri iyi bir şey olarak takdim
ediyor.
Buna karşın Vandana Şiva ise şunları söylüyor:
“Çiftlik
yüzü görmeden, laboratuvar ortamında ileri teknoloji ile üretilmiş gıda
ürünlerinin gezegeni kurtaracağını söyleyen anlayış, bizi bugünkü duruma
sürüklemiş olan, bizi doğadan ayrı ve doğanın dışında gören aynı mekanist
zihniyetin bir uzantısıdır. […] Gezegeni, çiftçilikle geçim yollarını ve
sağlımızı yok eden endüstriyel tarım, işte bu anlayışı temel alıyor.
‘Suyu
yiyeceğe dönüştürmek’, ikinci dünya savaşı döneminden kalma bir fikir. O dönemde
fosil yakıtı temel alan kimyasal gübreler sayesinde ‘ekmek’ sahibi olacağımız
söylenmiştir. Oysa bu anlayış üzerinden okyanuslarda ölü bölgeler oluştu,
ayrıca çevreye karbondioksitten üç yüz kat daha fazla zarar veren, azotlu asit
içeren sera gazı salınımlarına maruz kaldık, dahası, zamanla toprak çölleşti. Biz,
doğadan ayrı ve doğanın dışında değiliz, onun parçasıyız. Gıda, bizi dünyaya,
ormanlar gibi farklı varlıklara bağlayan şeydir. Bu bağsa bağırsaklarımızda
bulunan ve bedenimizi hem içeriye hem de dışarıya dönük olarak sağlıklı kılan
trilyonlarca mikroorganizma aracılığıyla kurulmaktadır.”[2]
Çevreci bir isim olan Monbiot, laboratuvarda
üretilmiş gıdaları destekliyor, çünkü aklında sadece endüstriyel çiftçilik
denilen çarpık fikre yer var. Kimyasala bağımlı endüstriyel tarımın çevre için yol açtığı tehlikeli sonuçlardan muaf olan zirai-ekolojik yöntemleri hiç bilmiyor. Monbiot
bize, şirketlerin kontrolündeki çiftçilikle ilgili iki modelden birini
seçmemizi öneriyor. Bu model, bizim toprakla ve insanlarla bağımızı
kopartmamızı, bizi tümüyle gıda demokrasisi veya gıda egemenliği türünden
kavramları tanımayan kâr düşkünlüğüne ve ahlaksız çıkarlara bağımlı olmamızı
istiyor.
Öte yandan laboratuvarlarda üretilmiş belirli gıda
ürünleri, metalaştırılmış mahsul formunu almış biyomaddeye ihtiyaç duyuyor. Bu da
uzak ülkelerde topraklara el konulmasını ve gıda güvenliği ile ilgili olumsuz
sonuçların ortaya çıkmasını gerekli kılıyor. Meseleyi daha iyi anlamak için bu
noktada Arjantin’de yürürlükte olan, sadece Avrupa’daki hayvanlar için değil,
tüm dünya pazarı için soya üreten, pestisitlere bağımlı GDO’lu tohumlar
kullanan tek ürünlü tarım uygulamalarının sağlık, toplum ve çevre üzerindeki
olumsuz etkilerine bakılmalı.
Ön planda duran yazarlar, şirketlerin ihtiyaçları doğrultusunda sağda solda
gevezelik yapmak yerine, 2015’te Nyeleni’nin kaleme aldığı,
anti-emperyalist bir nitelik taşıyan Uluslararası Zirai Ekoloji Forumu
Deklarasyonu türünden adımlara destek olmalılar. Bu deklarasyon, hakiki zirai
ekolojik gıda üretimini esas alan yeni kır-şehir bağları oluşturulmasından
bahsediyor. Ayrıca zirai ekolojinin yereldeki üreticilerin ve toplulukların
toplumdaki güç yapılarına karşı koyup onları dönüştürmeleri gerektiğini
söylüyor. Bu noktada da deklarasyon, tohumların, biyolojik çeşitliliğin, toprak
ve arazilerin, suyun, bilginin, kültür ve müştereklerin kontrolünü dünyayı
besleyenlerin eline teslim etmek gerektiği üzerinde duruyor.
Yani gıda ürünlerinin oluşum sürecini ve ürünlerin
yetiştirilme tarzını kamu yararı tayin etmeli, özel şirketlerin gücü değil. Zira bu
şirketler patentlerle hareket ediyor, kontrolü ele geçiriyor, ticari kazanç
peşinde koşuyorlar. Çiftçileri, tüketicileri ve tüm bölgeleri küresel tedarik
zincirlerine ve tohum, pestisit gibi konular veya sağlıksızlık üzerinden zaten
sorunlu olan ürünlere teslim olmaya mecbur ediyorlar. Tüketiciler açısından
kamu yararı, ileride bir küresel salgın daha görüldüğünde bağışıklığı
artıracak, beslenme imkânlarını zenginleştirecek daha çeşitli yeme alışkanlıklarını
da içeriyor.
Dünya genelinde artık ileride yaşanacak şoklarla
başa çıkabilecek, kısa gıda tedarik zincirleri üzerine kurulu,
merkezsizleştirilmiş, lokal toplulukların mülkiyetinde olan gıda sistemlerine
her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Ne var ki tüm yıkıcı sonuçları ile
birlikte endüstriyel tarımı ve küresel zincirleri temel alan işletme
modellerine sahip gıda şirketlerinin elindeki güç dikkate alındığında, önümüzde
birçok engelin olduğu görülecektir.
Koronavirüsle bağlantılı kapanmalar sebebiyle
yaşanan yıkım sürecinin ardından Dünya Bankası Başkanı David Malpass, yoksul
ülkelere ayakları üzerinde durabilsin diye yardım edileceğini, bu yardımlarınsa
neoliberal reformların yapılması ve kamu hizmetlerinin ortadan kaldırılması
şartıyla sunulacağını söyledi.[3]
Malpass’in dediğine göre ülkeler, ileride
toparlanma sürecini kısaltmalarına katkıda bulunacak yapısal reformları
uygulamak ve bu sürecin güçlü bir şekilde işletilmesi konusunda gerekli güveni
tesis etmek gibi bir ihtiyaçla yüzleşecekler.
“Düzenleme
noktasında fazla kurala sahip olan, fazla teşvik veren, olumsuz lisanslama
uygulamalarına sahip, ticareti koruma konusunda engeller çıkartan ülkelerle
çalışma yürütüp onların bu toparlanma sürecinde piyasalara destek olmasını,
tercihlere saygı göstermesini ve daha hızlı büyüme ihtimalleri üzerinde
durmasını sağlayacağız.”
Tarım konusunda bu tür bir yaklaşım, zengin
ülkelere fayda sunacak şekilde, piyasaların açılması anlamına geliyor. George
Monbiot gibi gazetecilerse nedense tarım sahasında ortaya çıkan teknolojinin
(yapay zekâlı dronlar, genetiği düzenlenmiş ürünler, sentetik gıda vs.) her
şeyden önce şirketlerin güçlenmesi için gerekli bir araç olduğunu kabule
yanaşmıyorlar. Oysa tarım, zirai işletmelerin çıkarlarına hizmet eden, bu
firmaların küresel gıda zinciri üzerindeki kontrollerine destek sunan ABD dış
politikasının uzun zamandır üzerinde durduğu bir konu.
Ekonomi profesörü Michael Hudson meseleyi şu
şekilde izah ediyor:
“Amerikan
diplomasisi, Üçüncü Dünya’nın büyük bir kısmını tarım ve gıda tedariki
üzerindeki hâkimiyet sayesinde kontrol altına alabildi. Dünya Bankası’nın
jeopolitika temelli borç para verme stratejisi, ülkeleri kendi ürünleriyle
beslenmek yerine, kâr amaçlı, plantasyon temelli ihracat ürünleri yetiştirmeye
ikna etmek suretiyle, gıda yoksunu bölgeler hâline getirdi.”
Dolayısıyla çiftçisiz çiftlikleri ve laboratuvarda
üretilmiş gıdaları içeren cesur yeni dünyada her şeyin farklı olacağını
söylemek, nahiflik. Ülke içerisinde yüzleşilen, salgın sebebiyle alınan kapanma
ve kısıtlama kararları ile iyice derinleşen ekonomik kriz ve durgunluk karşısında
Batılı tarım şirketleri, ister yeni teknolojilere isterse eskinin yeşil devrim
yöntemlerine sırtını dayasın, dünya genelinde sahip olduğu konumu daha da
güçlendirmek için uğraşacaktır.
Colin
Todhunter
14 Ocak 2021
Dipnotlar
[1] George Monbiot, “Lab-grown Food Will Soon
Destroy Farming-and Save the Planet”, 8 Ocak 2020, Guardian.
[2] Vandana Şiva, “Rewilding Food, Rewilding
Farming”, 24 Ocak 2020, Ecologist.
[3] “Remarks by David Malpass”, 23 Mart 2020, WB.
[4] Michael Hudson, “Think Tank Memories”, 9 Ekim 2014, MH.
0 Yorum:
Yorum Gönder