16 Nisan 2020

,

Bir Soru

Veba ile birlikte kentte yozlaşma da başladı. […] Hiç kimse artık, öncesinde iyi olduğuna hükmettiği şeyi ısrarla yapma eğiliminde değildi, çünkü herkes, muhtemelen o iyiye eremeden öleceğine inanıyordu.

[Tukididis, Peleponnes Savaşları]


Bir ayı aşkın bir süredir düşünmeden edemediğim bir soruyu onu duymak isteyenlerle paylaşmak istiyorum.

Nasıl oluyor da koca bir ülke, kendisi bile fark etmeden, bir hastalığın karşısında politik ve ahlakî açıdan dizleri üzerine çöküverdi?

Bu soruyu oluştururken kullandığım kelimeleri tek tek, dikkatle tartarak seçtim. Ahlâkî ve politik ilkelerimizden feragat edişimizin ölçüsü, aslında çok basit: mesele, kendimize bu ilkelerden hangi noktada feragat etmeye hazır olduğumuzu sormakta.

Kanaatimce aşağıda üzerinde durulan meseleleri göz önünde bulundurma zahmetine giren okurlar, insanlıkla barbarlığı birbirinden ayıran eşiğin farkında olmadan veya farkında değilmiş gibi yaparak aşıldığı gerçeğini kabul edeceklerdir.

1. İlk ve belki de en ciddi mesele, ölen insanların cesetleri. Sırf açık bir biçimde belirlenemeyen bir risk adına, sevdiklerimizin ve genel olarak insanların tek başına ölmeleri gerektiğini, dahası, Antigone’den bugüne insanlık tarihinin hiçbir noktasında tanık olunmayan bir yaklaşım dâhilinde, ölenlerin cesetlerinin cenaze töreni olmaksızın yakılmasını nasıl kabul edebildik?

2. Daha sonrasında, sırf açıkça belirlenemeyen bir risk adına, ülkenin tarihinde (sokağa çıkma yasağı yalnızca belirli saatlerle sınırlı olduğu) İkinci Dünya Savaşı’nda bile gerçekleşmemiş bir şeyi, yani hareket özgürlüğümüzün kısıtlanmasını sorunsuz bir şekilde kabullendik. Bunun sonucunda da, yakın çevremizin virüs bulaştıracak bir kaynak hâline gelme ihtimali bulunduğundan, sırf açıkça belirlenemeyen bir risk adına, arkadaşlık ve aşk ilişkilerimizi fiilen askıya aldık.

3. Bunun olmasını sağlayan şeyse, olgunun kökeni anlamında, bizim birbirinden ayrılmaz olan bedensel ve manevi bir nitelik arz eden yaşamsal deneyimimizi, bir yanda saf biyolojik varlık, diğer yanda duygusal ve kültürel yaşam duracak şekilde, birbirinden ayırmış olmamızdır.

Ivan Illich’in ortaya koyduğu, David Cayley’nin kısa süre önce bize anımsattığı biçimiyle söz konusu ayrışmada modern tıp, herkesin bir biçimde kanıksadığı ama aslında en fazla önemi haiz ayrıştırma işlemi olarak, belirli bir sorumluluğa sahiptir.

Modern bilimde bu ayrıştırma işlemi, bedeni sadece bitkisel hayatta tutan yeniden canlandırma aygıtları eliyle fiiliyata döküldü. Gelgelelim bu durum, bizim de yapmaya çalıştığımız gibi, kendisi için uygun olan mekânsal ve zamansal sınırların ötesine geçip bir tür toplumsal davranış ilkesi hâline gelecek olursa, içinden bir şekilde çıkamayacağımız bu çelişkiler yumağı, hepimizin ayaklarına dolanacaktır.

Biliyorum ki birileri çıkıp alelacele, karşı karşıya kaldığımız bu durumun geçici olduğunu, sonrasında her şeyin eski hâline döneceğini söyleyecektir. Durumun geçici olduğunu kendimizi kandırmadan dile getiriyor oluşumuz gerçekten çok garip, çünkü olağanüstü hâl ilân eden aynı devlet, mevcut olağanüstü hâl geçtiğinde aynı talimatlara uymaya devam etmek zorunda olduğumuzu ve anlamlı bir hüsnü tabirle, “sosyal mesafelenme” diye anılan durumun toplumun yeni kurucu ilkesi olacağını bizlere hatırlatmaktan hiç geri durmuyor. Bu gerçeğin değişeceği konusunda ister kendimizi kandıralım isterse bu buna samimiyetle inanalım; bu bile isteye teslim olduğumuz durumun ortadan kaldırılması asla mümkün değil.

Daha önce her birimizin sahip olduğu sorumlulukları aktarmıştım, dolayısıyla bu noktada ben, insanlık onurunu korumakla görevli olanların sorumluluklarını anmam gerektiğini düşünüyorum.

Her şeyden önce bugün kendisini çağımızın gerçek dini hâline gelmiş olan bilimin hizmetkârı kılan Kilise, en temel ilkelerini kökten reddetmiştir.

Kendine Fransua adını veren Papa’nın yönetiminde Kilise, Aziz Fransua’nın cüzzamlıları kucaklamış olduğunu unuttu. Kullara maddi-manevi yardımda bulunma ile ilgili işlerden birinin hasta ziyareti olduğunu unuttu. Komşumuzdan vazgeçmenin inancımızdan vazgeçmek demek olduğunu ve inanç yerine yaşamımızı feda etmeye hazırlıklı olmamız gerektiğini öğreten şehitleri unuttu.

Görevlerini yerine getirmekte başarısız olan bir diğer grup da hukukçulardır. Bir süredir, demokrasiyi tanımlayan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmak suretiyle yürütme erkinin yerine fiilen yasama erkini koyan olağanüstü hâl hükümlerinin birbiri ardı sıra kullanılmasına alıştırılmış durumdayız. Ama mevcut tüm sınırların aşıldığı şimdiki durumda, başbakanın ve sivil savunma başkanının sözlerinin doğrudan kanun hükmüne sahip olduğu izlenimi ediniyoruz ki Führer’in sözleri için de aynı şeyler söylenirdi.

Olağanüstü hâl kararnamelerinin belirli bir süre geçerli olacağından söz ediliyor. Ama kimse, bu süre dolduğunda bugüne dek özgürlüklere getirilen kısıtlamaların ne ölçüde muhafaza edileceği konusunda tek laf edemiyor. Bu noktada hangi yasal aygıtlar devreye sokulacak? Bahsi edilen sınırlar, kalıcı bir olağanüstü hâl ile mi muhafaza edilecek?

Anayasanın kurallarına uyulup uyulmadığını soruşturmak hukukçuların görevi, lâkin bu noktada hukukçuların hiç sesi çıkmıyor. Quare silete iuristae in munere vestro? (Hukukçular neden onları ilgilendiren konularda sessizler?)

Biliyorum; ille de birileri çıkıp, bugüne dek ahlâkî ilkeler adına, ciddiyet arz eden bir olgu olarak fedakârlığın yapıldığını söyleyecek. Bunu söyleyeceklere şunu hatırlatmak isterim: iyiyi kurtarmak için iyiden feragat etmemiz gerektiğini söyleyen bir norm, özgürlüğü korumak için özgürlükten feragat etmek gerektiğini öne süren norm kadar yanlış ve çelişkilidir.

Giorgio Agamben
15 Nisan 2020
Kaynak

0 Yorum: