“Veba ile birlikte
kentte yozlaşma da başladı. […] Hiç kimse artık, öncesinde iyi olduğuna
hükmettiği şeyi ısrarla yapma eğiliminde değildi, çünkü herkes, muhtemelen o
iyiye eremeden öleceğine inanıyordu.”
[Tukididis,
Peleponnes Savaşları]
Bir
ayı aşkın bir süredir düşünmeden edemediğim bir soruyu onu duymak isteyenlerle
paylaşmak istiyorum.
Nasıl
oluyor da koca bir ülke, kendisi bile fark etmeden, bir hastalığın karşısında
politik ve ahlakî açıdan dizleri üzerine çöküverdi?
Bu
soruyu oluştururken kullandığım kelimeleri tek tek, dikkatle tartarak seçtim.
Ahlâkî ve politik ilkelerimizden feragat edişimizin ölçüsü, aslında çok basit:
mesele, kendimize bu ilkelerden hangi noktada feragat etmeye hazır olduğumuzu
sormakta.
Kanaatimce
aşağıda üzerinde durulan meseleleri göz önünde bulundurma zahmetine giren
okurlar, insanlıkla barbarlığı birbirinden ayıran eşiğin farkında olmadan veya
farkında değilmiş gibi yaparak aşıldığı gerçeğini kabul edeceklerdir.
1.
İlk ve belki de en ciddi mesele, ölen insanların cesetleri. Sırf açık bir
biçimde belirlenemeyen bir risk adına, sevdiklerimizin ve genel olarak
insanların tek başına ölmeleri gerektiğini, dahası, Antigone’den bugüne
insanlık tarihinin hiçbir noktasında tanık olunmayan bir yaklaşım dâhilinde,
ölenlerin cesetlerinin cenaze töreni olmaksızın yakılmasını nasıl kabul
edebildik?
2.
Daha sonrasında, sırf açıkça belirlenemeyen bir risk adına, ülkenin
tarihinde (sokağa çıkma yasağı yalnızca belirli saatlerle sınırlı olduğu)
İkinci Dünya Savaşı’nda bile gerçekleşmemiş bir şeyi, yani hareket
özgürlüğümüzün kısıtlanmasını sorunsuz bir şekilde kabullendik. Bunun sonucunda
da, yakın çevremizin virüs bulaştıracak bir kaynak hâline gelme ihtimali
bulunduğundan, sırf açıkça belirlenemeyen bir risk adına, arkadaşlık ve
aşk ilişkilerimizi fiilen askıya aldık.
3.
Bunun olmasını sağlayan şeyse, olgunun kökeni anlamında, bizim birbirinden
ayrılmaz olan bedensel ve manevi bir nitelik arz eden yaşamsal deneyimimizi,
bir yanda saf biyolojik varlık, diğer yanda duygusal ve kültürel yaşam duracak
şekilde, birbirinden ayırmış olmamızdır.
Ivan
Illich’in ortaya koyduğu, David Cayley’nin kısa süre önce bize anımsattığı
biçimiyle söz konusu ayrışmada modern tıp, herkesin bir biçimde kanıksadığı ama
aslında en fazla önemi haiz ayrıştırma işlemi olarak, belirli bir sorumluluğa
sahiptir.
Modern
bilimde bu ayrıştırma işlemi, bedeni sadece bitkisel hayatta tutan yeniden
canlandırma aygıtları eliyle fiiliyata döküldü. Gelgelelim bu durum, bizim de
yapmaya çalıştığımız gibi, kendisi için uygun olan mekânsal ve zamansal
sınırların ötesine geçip bir tür toplumsal davranış ilkesi hâline gelecek
olursa, içinden bir şekilde çıkamayacağımız bu çelişkiler yumağı, hepimizin
ayaklarına dolanacaktır.
Biliyorum
ki birileri çıkıp alelacele, karşı karşıya kaldığımız bu durumun geçici
olduğunu, sonrasında her şeyin eski hâline döneceğini söyleyecektir. Durumun
geçici olduğunu kendimizi kandırmadan dile getiriyor oluşumuz gerçekten çok
garip, çünkü olağanüstü hâl ilân eden aynı devlet, mevcut olağanüstü hâl
geçtiğinde aynı talimatlara uymaya devam etmek zorunda olduğumuzu ve anlamlı
bir hüsnü tabirle, “sosyal mesafelenme” diye anılan durumun toplumun yeni
kurucu ilkesi olacağını bizlere hatırlatmaktan hiç geri durmuyor. Bu gerçeğin
değişeceği konusunda ister kendimizi kandıralım isterse bu buna samimiyetle
inanalım; bu bile isteye teslim olduğumuz durumun ortadan kaldırılması asla
mümkün değil.
Daha
önce her birimizin sahip olduğu sorumlulukları aktarmıştım, dolayısıyla bu
noktada ben, insanlık onurunu korumakla görevli olanların sorumluluklarını
anmam gerektiğini düşünüyorum.
Her
şeyden önce bugün kendisini çağımızın gerçek dini hâline gelmiş olan bilimin
hizmetkârı kılan Kilise, en temel ilkelerini kökten reddetmiştir.
Kendine
Fransua adını veren Papa’nın yönetiminde Kilise, Aziz Fransua’nın cüzzamlıları
kucaklamış olduğunu unuttu. Kullara maddi-manevi yardımda bulunma ile ilgili
işlerden birinin hasta ziyareti olduğunu unuttu. Komşumuzdan vazgeçmenin
inancımızdan vazgeçmek demek olduğunu ve inanç yerine yaşamımızı feda etmeye
hazırlıklı olmamız gerektiğini öğreten şehitleri unuttu.
Görevlerini
yerine getirmekte başarısız olan bir diğer grup da hukukçulardır. Bir süredir,
demokrasiyi tanımlayan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmak suretiyle yürütme
erkinin yerine fiilen yasama erkini koyan olağanüstü hâl hükümlerinin birbiri
ardı sıra kullanılmasına alıştırılmış durumdayız. Ama mevcut tüm sınırların
aşıldığı şimdiki durumda, başbakanın ve sivil savunma başkanının sözlerinin
doğrudan kanun hükmüne sahip olduğu izlenimi ediniyoruz ki Führer’in sözleri
için de aynı şeyler söylenirdi.
Olağanüstü
hâl kararnamelerinin belirli bir süre geçerli olacağından söz ediliyor. Ama
kimse, bu süre dolduğunda bugüne dek özgürlüklere getirilen kısıtlamaların ne
ölçüde muhafaza edileceği konusunda tek laf edemiyor. Bu noktada hangi yasal
aygıtlar devreye sokulacak? Bahsi edilen sınırlar, kalıcı bir olağanüstü hâl
ile mi muhafaza edilecek?
Anayasanın
kurallarına uyulup uyulmadığını soruşturmak hukukçuların görevi, lâkin bu
noktada hukukçuların hiç sesi çıkmıyor. Quare silete iuristae in munere
vestro? (Hukukçular neden onları ilgilendiren konularda sessizler?)
Biliyorum;
ille de birileri çıkıp, bugüne dek ahlâkî ilkeler adına, ciddiyet arz eden bir
olgu olarak fedakârlığın yapıldığını söyleyecek. Bunu söyleyeceklere şunu
hatırlatmak isterim: iyiyi kurtarmak için iyiden feragat etmemiz gerektiğini
söyleyen bir norm, özgürlüğü korumak için özgürlükten feragat etmek gerektiğini
öne süren norm kadar yanlış ve çelişkilidir.
Giorgio Agamben
15 Nisan 2020
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder