Soğuk Savaş dönemindeki ataları gibi terörle
mücadele liberalleri şu gerçekle yüzleştiler: O yüce tuttukları bireysel
özgürlük, davaya kitle toplamak için gerekli olan kolektif kimlikleri üretme
becerisine mani oluyor.
Müslüman bağnazlığına karşı Batı medeniyetini
savunma söylemi ile reformistlerin elinde kültürcülerle kıyaslandığında, sadece
liberal değerler, çoğulculuk ve hoşgörü üzerine kurulu sıradan sloganlar kaldı.
Peki bu sloganlar, Allah adına yürüdüğünü iddia eden politik İslam gibi güçlü
bir ideolojiye karşı yürütülen kültür savaşını sürdürmek için yeterli olacak
mıydı?
Reformistlerin arzusu, halkçı isteklerden
arındırılmış bir siyasetti. Bu insanlar, aşırıcı düşmanlarının büyük ideolojik
iddialarını taklit etmek zorunda kaldılar ve kendi hayat-memat mücadelesine
dayalı dillerini oluşturdular. Bunu yaparak, kültürcü ideolojik çuvala ellerini
daldırdılar, burada buldukları "Batı’nın kültürel açıdan ciddi bir tehditle karşı
karşıya olduğu"na dair tespite heyecanla sarıldılar.
Öte yandan reformistler, Batılı kimliğinin
anlamını da yeniden tanımladılar. Terörle mücadelenin kültürcü versiyonu,
Yahudi-Hristiyan kimliğini savunmaya dönük bir kampanya olarak takdim edilirken,
reformist versiyon, altmışlı yıllardan sonra Batı’ya hâkim olduğunu
düşündükleri liberal değerleri savunmak için cenge girdiğini söyledi.
2007 tarihli kitabı The Fallout’ta Observer’a
çalışan gazeteci Andrew Anthony, tam da bu yaklaşıma uygun cümleler kuruyor.[1]
Benimsediği “medeniyetler savaşı”nın liberal versiyonu dâhilinde muharebenin
cephelerinin netleştiğini söylüyor: yazara göre muharebenin bir tarafında Batı
Aydınlanması, diğer tarafında ise İslam dünyasının yol açtığı “Karartma”
duruyor.
Anthony, “Arap dünyasının bile isteye yüklendiği
cehaletle entelektüel merak eksikliğinin çilesini çektiğini” söylüyor.[2] Ona
göre Arap dünyasının rasyonel ve bağımsız düşünceler üretememiş olması
karşısında Batılı liberaller, kendi evrensel değerlerini herkese dayatmaktan
imtina etmemeli.
Yazar, Britanya’daki kültürün yüzlerce yıldır
belirli haklara, özgürlüklere, sorumluluklara, korumalara ve fırsatlara değer
verdiğini, ama Üçüncü Dünya’daki birçok geleneksel kültürün sadece “yozlaşmayı,
cinsiyetçiliği, homofobiyi, kabileceliği ve ataerkici otoriterizmi yücelttiğini
söylüyor. Anthony, bu noktada iki örnek veriyor: Birmingham’da Güney
Asyalıların seçimlerde yaptığı hile ve Hindistan’daki bir üniversitede
soruların bazı öğrencilere verilmesi.[3]
Gelgelelim yazarın derdi, somut kanıtlar üzerine
kurulu bir tartışma yürütmek değil. Aynı zamanda örneğin geleneksel
kültürlerdeki homofobiyle nasıl mücadele edileceği sorusuyla da ilgilenmiyor. Onun
derdi, bir kimliğin ortaya koyduğu performans. Yazarın gayesi, muhafazakârlar
terörle mücadelenin yol açtığı tüm enerjiyi tekellerine almasınlar diye Batı’nın
bayrağını göndere çekecek liberal bir ordu kurmak.
The
Second Plane isimli çalışmasında Martin Amis
de benzer bir dile başvuruyor. 11 Eylül ve terörle mücadele ile ilgili
yazılarını bir araya getirdiği kitabının bir bölümünü Müslüman erkeğin bağımlı
zihniyeti”ne ayıran Amis, şunu söylüyor: “Hiç şüphe yok ki akla dayalı sorguyu
tetikleyen mekanizma, Müslüman erkekler arasında çok güçsüz.”[4]
Sonuçta Amis, “Müslüman meselesi”nin kültürel
planda cinsellikle ilgili yaşanan hüsrandan kaynaklandığını düşünüyor. Buradan
da Seyyid Kutub’un İslamcı yazılarındaki Batı’ya yönelik öfkesini, onun ellilerde
ABD’de kaldığı sıralarda kadınları etkilemeyi başaramamış olmasına bağlıyor.
Amis, intihar eylemlerinin ve Arap coğrafyasındaki
karakollarda yaşanan işkence vakalarının erkeklerdeki iktidarsızlığın veya
cinsel açıdan yaşanan hüsranın bir sonucu olduğunu düşünüyor. Buradan da
terörle mücadelede düşmanın ortaya koyduğu patolojik nefreti ve şiddeti,
erkeklerdeki cinsel arzuları sağlıksız bir biçimde bastıran veya yanlış yönlere
yönelten kültürün bir ürünü olarak takdim ediyor ve bu kültürün örtük olarak,
altmışlı yılları takip eden süreçte Batı’da oluşan, cinsel özgürlük üzerine
kurulu kültürle çeliştiğini söylüyor. Amis’e göre kadınların başındaki örtü,
esasen Batı’daki cinsel “açıklığa” dönük bir reddiye.
Amis, bir yandan da Müslümanların çok çocuk
doğurduğu üzerinde duruyor ve bu konuyla ilgili endişelerini dile getiriyor. Bu
noktada Mark Steyn’in America Alone
isimli kitabına atıfta bulunuyor. Steyn, burada yirmi-otuz yıl içerisinde
Avrupa’nın demografik açıdan yüksek doğum oranlarına sahip olan Müslümanlara teslim
olacağını söylüyor. Steyn’in “her bir kadının ortalama 2,1 çocuk doğurduğu
koşullarda bu duruma karşı koyma imkânına hiçbir Batı Avrupa ülkesi sahip değil”
tespitine Amis, şunu değerlendirmeyle katkıda bulunuyor:
“Düşmanlığın
ve yıkıcılığın olmadığı bir dünyada en makul olan şey, Avrupa’nın nüfusunun
azaltılması ve sadeleştirilmesi. Bu, bizim dünyamız değil. Somali’de doğum
oranı 6,76, Afganistan’da 6,69, Yemen’de ise 6,58.”
Amis’e göre Avrupa, kadının doğum konusunda özgür
olmasını önemli görüyor ama bu durum, Müslüman ülkelerden gelen göçmenlere
karşı yürüttüğü “demografik savaş”ta kıtanın elini kolunu bağlıyor, çünkü
Avrupa ülkelerinde kadınlar tercihlerini az sayıda çocuktan yana kullanıyorlar.[5]
Müslümanlardaki cinsel baskı ve onlardaki
doğurganlık ile ilgili kaygının ardında kültürel farklılıklar meselesi duruyor.
Amis, Müslümanların esasen cinsel ilişkilere ve toplumsal cinsiyete karşı
çıktıkları için tehdit teşkil ettiklerini düşünüyor. “Jeopolitika, benim doğal
olarak üzerinde duracağım bir konu değil. Erkeklik daha önemli bir konu başlığı”
diyen Amis, Müslümanlardaki politik şiddeti izah ederken jeopolitikaya değil de
erkekliği yoldan çıkartan kültüre odaklanıyor.[6]
Buradan da yazarımız, yabancı kültürlerin sızması
karşısında eskiden beri duyulan kaygıları tetikleyen bir dizi liberal ve
muhafazakâr temayı birbirine teyelliyor. Ama nasıl oluyorsa deri rengi
üzerinden işleyen ırkçılıktan aşina olduğumuz bu çerçeveyi liberal yaşam
tarzıyla ilişkilendirip kendisini bir biçimde ırk ötesine bakan biriymiş gibi
takdim edebiliyor. Tam da bu bağlamda Amis, 2006’daki bir söyleşisinde şunları
söylüyor:
“Müslüman
toplum, kendi hanesinin içini düzene sokana dek çile çekmeli. Herkes bunu
istiyor aslında. Sen istemiyor musun? Burada çile derken seyahatlerine izin
vermemeyi kastediyorum mesela. Hatta sınır dışı politikalarının uygulanmasını. Özgürlüklerinin
kısıtlanmasını. Ortadoğuluymuş veya Pakistanlıymış gibi görünen herkes çıplak
aramaya tabi tutulmalı. Bunlar kulağa ayrımcılıkmış gibi gelebilir, ama bu
işler, tüm toplumun canı yanıp da çocuklar disipline edilene dek devam etmeli.”[7]
Burada asıl çarpıcı olansa toplumsal cinsiyet,
cinsellik, dinî otorite ve sansür gibi meseleler konusunda kampanyalar yürütmüş
ve bu deneyim üzerinden oluşmuş eski 68’li solcu kuşağı ile liberallerin, bir
zamanlar uğruna mücadele yürüttükleri değerleri Batılı kimliğe ait tapılası birer
ikonaya dönüştürmüş olmaları.
Batı toplumlarında özgürlük mücadelesi denilen şey,
süreç içerisinde mundar edilip yabancı düşmanlara karşı liberal yaşam tarzını
savunma çağrısına dönüştü.[8] Sık sık Aydınlanma değerlerinden dem vurulsa da özgürce
düşünen eşit bireylerin yoluna çıkan tüm otoritelere karşı çıkmayla ilgili o
(evrensel) Aydınlanma ilkesi, reformist terörle mücadeleyle asla uyuşmuyor. Bu
noktada reformistler, özgür düşünceyi teşvik etmeyi değil, varolan kimliği devletin
ajandasına göre yeniden biçimlendirmeyi amaçlıyorlar.
Diğer yandan, kilisenin dinî otoritesinden
kurtulan Aydınlanmacı bireylerin tarihsel deneyimi, Müslümanların önüne takip
edilmesi gereken bir model olarak çıkartılıyor. Evrenselle özel arasındaki
çelişkiyi çözmek için reformistler, Aydınlanma ile bağlantılı evrensel ilkeler
kümesi olarak liberalizmle Edmund Burke’ün “miras” dediği, belirli bir yaşam
tarzını sürdürmek için gerekli müşterek âdetleri ve alışkanlıkları ifade eden
liberalizm arasındaki ayrımı silikleştiriyor. Böylelikle liberalizm, kimlik
politikasının bir biçimi hâline geliyor.[9]
Democracy
in America isimli çalışmasında Alexis de
Tocqueville, “liberal ABD’de birbirinden ayrı yaşayan, birbirlerine yabancı
olan yurttaşların bu yaşam tarzının geri kalan herkesin kaderi olduğunu” söylüyor.[10]
Liberal sosyal felsefe, tam da bu boşlukta ortak bağlar üretemiyor, bu da liberalizmin,
kolektif bir kültürün parçası olabilmek adına, tarihsel planda solun
fikirlerini ödünç almasına, sosyal yardım hakları ve toplumsal eşitlik gibi
fikirleri benimsemesine sebep oluyor.
Buna karşın terörle mücadele, süreç içerisinde
toplumu bir arada tutacak başka bir zamk öneriyor: liberal değerler. Bunlar,
Batılı kimliğin kültürel temeli olarak takdim ediliyor, medeniyetin evrensel
ölçütü olarak görülüyor. Ama sonuçta eşitlikçi bir toplumsal güvenlik siyaseti
yerine kimlikçi bir ulusal güvenlik siyasetine hizmet ediyor.
Liberal entelektüel, “vicdan” denilen o boş odada
kimlik politikasının üzerinde olduğunu iddia edip duruyor ama evrensel değerler
adına Batı’nın düşmanlarına öfke kusuyor. Liberallerin kimliğin ötesine uzanan
ideolojik konumları, Batılı kimlikteki sökükleri dikme noktasında epey işe
yarıyor.
Müslüman kimliğini dönüştürme çalışmaları
dâhilinde liberalizm de dönüşüyor. Bu dönüşüm sonucunda o, topyekûn savaşın
ideolojisi hâline geliyor. Bu savaşın savunucuları zamanla, İtalyan teorisyen
Domenico Losurdo’nun “trajik edimsel çelişki”yle yüzleşiyorlar.[11]
11 Eylül’le başlayan terörle mücadele döneminin
liberalleri, Soğuk Savaş döneminden miras aldıkları kavramsal yapının zayıf
yanlarını yeniden üretiyorlar. Batı toplumuna yönelik radikal politik
itirazları yabancı ideolojilerin ürünü olarak takdim ediyorlar ve bunların
doğaları gereği şiddet ürettiklerini söylüyorlar. Böylelikle terörle mücadele
döneminin liberalleri, liberal toplumun kendisine temel aldığı yapısal şiddeti
inkâr ediyorlar. Bu noktada liberal yaşam tarzı adına, çelişkili biçimde,
liberal normların askıya alındığı “istisna hâli”nde yaşayan “ötekiler”e yönelik
ırkçılığı besliyorlar.[12]
Huntington’ın hem “ideolojik
hasım” hem de “ırksal ve kültürel açıdan farklı unsur” olarak inşa ettiği “ideal
düşman”a karşı yürütülen mücadele, liberalizmin kimlik politikasına dönüşmesine
neden oluyor. Buradan “herkes, ait olduğu kimliği besleyip büyütsün” çağrısı
yapılıyor. Liberalizm, bir yandan evrensel medeniyet iddiasından vazgeçmiyor
bir yandan da yaşam tarzını askerî, fikrî ve kültürel düzlemde savunuyor.[13]
Arun
Kundnani
[Kaynak:
The Muslim are Coming!: Islamophobia,
Extremism, and the Domestic War on Terror, Verso, 2014.]
Dipnotlar
[1] Andrew Anthony, The Fallout: How a Guilty Liberal Lost His Innocence, Londra: Jonathan
Cape, 2007.
[2] A.g.e.,
s. 234.
[3] A.g.e.,
s. 123–24.
[4] Martin Amis, The Second Plane: September 11: 2001–2007, Londra: Jonathan Cape, 2008,
s. 50.
[5] Johann Hari, “The Two Faces of Amis,” Independent, 29 Ocak 2008.
[6] Amis, The
Second Plane, s. x.
[7] Ginny Dougary, “The Voice of Experience,” The Times (Londra), 9 Eylül 2006.
[8] Alberto Toscano, Fanaticism: On the Uses of an Idea, Londra: Verso, 2010, s. 99–101.
[9] Adam James Tebble, “Exclusion for Democracy,” Political Theory, 34: 4, Ağustos 2006.
[10] Alexis de Tocqueville, Democracy in America, Ware, UK: Wordsworth Editions, 1998, s. 358.
[11] Domenico Losurdo, “Towards a Critique of the
Category of Totalitarianism,” s. 53.
[12] Agamben, State
of Exception.
[13] Samuel P. Huntington, Who Are We? The Challenges to America’s Identity, New York: Simon
& Schuster, 2004, s. 262.
0 Yorum:
Yorum Gönder