Direniş mi devrim mi?
Artık devrimler değil, direnişler çağındayız. Bin
yılın başında Teori ve Politika dergisi üyesi solcular gibi birçok kişi, “devrimler çağı bitti” dedi. Marksizmin kapitalizmi beslediğini, onun
yaşamasına katkı sunduğunu söyledi. Bu iki yaklaşım, bugünkü tüm sol örgütleri
biçimlendirdi. Hepsi geçmişle, köklerle bağlarını bir bir koparttı. Bugünde
varolmak, iktidardan icazet almak, bir yer bulabilmek için yaptılar bunu.
Mesele, artık başkaldırmak değil, varlığın farkına varılması idi.
Oysa direniş, 1848’de sağcıların bayrağıydı.[1]
Direnilen ise devrimdi. Direniş, yirminci yüzyılda emperyalizme karşı mücadele
bağlamında başka bir anlama büründü. İş işten geçtikten sonra burada
sivrilttiği dişler söküldü, postkolonyal çalışmalar dâhilinde, zararsız bir
kavram hâline getirildi. O anlam katan devrimcilik, yitip gitti. 1848’de
ayrışmış sınıfların sancısı, bu sayede dindirildi.
Süreç içerisinde direniş, devrimin karşısına
yerleştirildi. Devrim, bireye dışarıdan tahakküm kuran, hiyerarşi dayatan,
işbölümüne bağlayan, disiplinin çarkları arasında parçalayan bir olgu idi.
Direnişse bireyin mutlak verili bütünlüğünün korunduğu, yüceltildiği, o bireyin
eyliyormuş, hareket ediyormuş gibi yaptığı yerdi. O, bireyin olma hâliydi;
yapma hâli olarak devrime düşmandı.
* * *
Neoliberalizm, kapitalizm… Direnen, direndiği şeyle
suç ortaklığı içerisinde. Çünkü daha önceki bir hâl muhafaza edilmiştir, o hâl
ölçü kılınmıştır, sadece rötuş ve makyaj talep edilmektedir. Bu da döne dolaşa,
karşı konulan güce biatle sonuçlanacak bir pratiktir. Emperyalizme karşı
mücadele, devrimci müdahale ve mücadele yoksa, emperyalizmin o ülkede
istediklerini talep etmekle sonuçlanır.
Ayrıca iktidar her yerdedir, demek ki nesnelliğe ve
gerçekliğe ait bir alan yoktur. İktidarı öznelliğin, bireyliğin düşmanı olarak
kodlamak, bireylere seslenir, onların ait oldukları gerçeklik, bağlı
bulundukları nesnellik, hükmünü yitirir. “Azınlıklara göre gerçek, her zaman
iktidardan güçlüdür.”[2] Ama o gerçek, iktidarın önünde diz çöktürülür. Giderek
gerçek, iktidara kapatılır. İktidar, bir açıdan gerçekliği ve nesnelliği örtbas
etsin diye her yana yayılır. Burada aslında bireyi yüceltmek için iktidar
yüceltilmekte; o, kadir-i mutlak tanrı olarak bireyin karşısındaki şeytana
dönüştürülmektedir. İktidar, bireyi yüceltmek için yüceltilir. Bu da iktidarı
döne dolaşa besler. Nihayetinde bu siyaset egemenlere teslimiyetle neticelenir.
* * *
Devrim, kopuşu, paradigma değişikliğini, bağlamın
farklılaşmasını talep eder. Tarihini burjuva devrimlerinden başlatanların bugünü
burjuva dışında algılaması mümkün değildir. “Burjuva”ya vurmayan hiçbir teorik
ve politik faaliyet, “proleter” olamaz.
Bugün “Direniş, dışsal faktörlerden değil, bilakis,
direkt olarak kendimizden başlamalı”[3] türünden cümlelerin neden kurulduğuna
bakmak gerekmektedir. Burada devrimin tepesine balyoz indirilmekte, herkes, tek
tek direniş ile ilgili telkinlerle hipnoza tabi tutulmaktadır. Sınırsız-sınıfsız
kabul edilen kendi’den, nefs’ten, bireyden başlayarak inşa edilen siyaset,
küçük burjuvaların siyasetidir. Siyaset, Nesnel, kolektif dertlerden,
acılardan, öfkeden ve sınıfsal ayrımdan başlayarak inşa edilmelidir.
Egemenler, kolektif, kütlesel başkaldırı imkânlarına
düşmandırlar. Küçük burjuva ajanlarını örgütleyip o kolektifi ve kütleyi tuz
buz etmeye mecburdurlar. Artık temel politik ve teorik ölçüt, sınıf değil,
bireydir. Her şey, onu merkeze alarak inşa edilmeli ya da yıkılmalıdır. Birey,
itiraz edilemeyen, eleştirilemeyen, bağsız-bağlamsız olandır. O, küçük
burjuvanın ideolojik putudur. 1848’de ayrışan sınıfların sancısını hâlen daha
yaşayan küçük burjuva, 1848’i Fransız Devrimi’ne, burjuva ideolojisine
boğdurmak zorundadır.
* * *
Fuko türevi yaklaşımlarda beden kurgusu, o bireye dair
bir imgeden ibarettir.[4] Aslında kolektif bedenden söz edilmelidir. Ama bu
liberalizm, mülkiyete kitlidir, aidiyete düşmandır. İktidar ve birey arasında
kurulacak her türlü “dolayım”a karşıdır. Bireyle iktidarı karşı karşıya
getirmeye çalışıyormuş gibi yapan liberalizm, ikisini eşdüzleme yerleştirerek
aynılaştırır. İktidarın bireyde tesis edilmesini isteyenler, bireyin iktidarda
inşa edilmesini isteyenlerle yan yana gelirler. Bireyin iktidara direnişi,
iktidarın sathını genişletir. Sınıf silikleştikçe sınır da silikleşir; iktidar
ve birey, bir olur.
Devrim, o satıhta geriye dönüşsüz çentik atmaktır.
Biri iki yapmaktır. Bu pratik, toplumsal olduğu kadar tarihsel bir boyuta da
sahiptir. Yataycı dil dikeye, katmanlara, boyutlara, nesnel yönelimlere kördür.
Her şey anda başlasın ve maraz çıkartmadan bitsin ister. Yataycı dil,
ezilenlerin-sömürülenlerin kavgalarını zamana yayma iradesini yok eder.
* * *
“Aşk, basit kimyasal, hormonal gelişmelerin sonucudur”
denilebilir. Onun dışına bakmamak, sınıfsal bir “tercih”tir. Lâkin buradaki tarihsel
birikimi, bağlamı ve bağları görmeyen kaba materyalist yaklaşım,
eleştirilmelidir. “Geçmiş de gelecek de zararlı, despotik, ezici; o sebeple,
bugünün sonsuz özgürlüğüne açılalım” diyen liberalizm, böylesi bir kaba
materyalist tutuma yaslanır. Kendi bugününü yüceltir, herkesi onun etrafında
döndürmeye çalışır. Ona göre sadece an vardır, anda beden, bedende sonsuz ruh
olarak birey vardır. Varlık ondan sorulur. Bugün sol ideoloji, bu yaklaşım
etrafında dönmektedir. Varlığın dışındaki herkes sürüdür, ya ehlileştirilmeli,
evcilleştirilmeli, terbiye edilmeli ya da öldürülmelidir. O an, egemenlerin
zamanıdır. Sol, o yüzden an’ın sınırsızlığına ve sınıfsızlığına kaçmıştır.
Böylesi bir yaklaşımda tarihsel kopuşlar, sıçramalar,
kesikler, bağlamdaki değişiklikler görülmez. Bireyden kurulan teori, daha fazla
sistemden, bütünden, dünyadan, kâinattan, cihanşumuldan vs. bahsetmek zorunda
kalır.[5] Bireyden kurulan pratik, kitleleri, sınıfları, dinamikleri, kolektif
hareketleri görmez, sadece kendisi gibi bireyleri kendisine ikna etmeyi siyaset
zannederek ömrünü tamamlar. Bölünmeyen bütün olarak birey, hiçbir şeyi bölemez,
bölünmüş olana örgütlenemez.
* * *
Sonuçta bir birey, ölüme yatmaz. Hayata kesik atmaz.
Kolektif hareketin parçası olarak bir devrimci örgüt, o tam birey değil, o
eksik kişi nezdinde, hayatı askerîleştirir, namluya sürer. Başka bir hayat için
davayı sürdürür. İktidar-birey karşıtlığı, “namlu ucu”na asla bakmaz, ona
körleşir, hatta düşmanlaşır.
Bu anlamda “örgüt bireyi öldürüyor, bu ölüm oruçları
saçmalık, İbrahim’i kurtaralım, o ölmesin” diyenle, “birey, özgür tercih gereği
yasaların yaşamı mümkün kılmadığını görür ve ölüme yatar” diyen yan yana, kol
koladır. İkisi de örgüte ve devrime düşmandır, örgütün ve devrimin kimyasının
iktidarın kimyası ile aynı olduğu düşüncesindedir. Burada siyaset ve ideoloji,
kendi bireyliğinden başlasın denilmektedir, ama bu da yalandır, çünkü aslında
başladığı yerde bitsin istenmektedir.
Bahsi edilen “kimya” bilgisi, bugün “evde kal”
talimatının insandan sayılmayan işçi kitlesini bağlamadığını görmemektedir.
Solun tüm siyaseti, evde kalanlar, kalabilenler içindir, onlara göredir. O
siyaset “tenin sınırları”ndan başlar, tüylerin ucunda biter. Dert, zaten
siyaseti ezilenlere, yoksullara, işçilere yasaklamaktır. Sol, onlara yönelik
düşmanlığın siyasetidir.
* * *
Irak işgali sonrası eşlerinin gözü önünde erkeklere
tecavüz eden Amerikan askerlerinin fikri dünyası ile bugünün feministlerinin
fikri dünyası birdir. Aynı kaba materyalizmden beslenen feministlerin salgın
günlerinde işçiden dem vurup bir yandan “erkekleri öldüreceğiz!” demelerinin
bir anlamı yoktur. Onları sadece o aşağılık erkek şiddetiyle kadınları aynı
çatıda bir araya getiren virüs, ilgilendirmektedir.
Direnişle özne olduğunu sanan, devrimle özne olana
düşman olmak zorundadır. Bireye kapatılmış hayat, diplomasiden, bürokrasiden ve
teknokrasiden başka bir şey görmez. Çarklardan, çekiçlerden, cıvatalardan,
somunlardan başka bir şey işitmez. Onların dışındaki fazla, tüm o kolektif
tarihsel pratik, ezilmelidir.
* * *
Bu anlamda, “Grup Yorum ve Mustafa Koçak, bütün
demokratik yolların kapandığı bir süreçte bedenleri üzerindeki hakkı”[6] istemiyorlar.
Kaba materyalist bir tutumla, an-beden-özgürlük zincirine tutunduktan sonra
direnişe geçildiği varsayılıyor. Bağlanılan örgüt, örgütün bağlamı, devrimci
mücadelenin bağları değersizleştiriliyor. Dert de bu zaten.
Uyuşturucu, seks ve bireyci hedonizmin panayırı olarak
Barışarock’ta çayanizm bulanlar, bu mızrağı ellerindeki çuvala ancak onu lime
lime ederek sığdırabiliyorlar. Bu noktada Yorum, o panayırın basit bir süsü
hâline getirilmelidir. Ardındaki siyaset, sol liberal temrinlere teslim
edilmelidir. Tüm bağlarından kopartılmalı, bağlamsızlaştırılmalı, basit bir
renk olarak, panayırdaki yerini almalıdır.
Devrimci mücadele kolektif düzlemde sulandırıldıkça
mesele, bireysel varoluşa doğru kapanmakta, ucu açık gerçekliğimiz, yarınımız,
mirasımız silikleşmektedir. Direnişçilerin devrimcilere ettiği budur. Anarşist
zihin, sosyalist hareketi ele geçirmiştir.
Eren Balkır
6 Nisan 2020
Dipnotlar:
[1] Ross Wolfe, “Direniş”, 3 Kasım 2014, İştiraki.
[2] Alan Ryan’dan aktaran: Alan Sokal ve Jean
Bricmont, Son Moda Saçmalar, İletişim, 2002, s. 287.
[3] Nail Aras, “Grup Yorum, Ölüm Orucu ve
Biyopolitika”, 04 Nisan 2020, Bianet.
[4] Foucault Partisi”, 25 Ocak 2019, İştiraki.
[5] Nabi Kımran, “Korona, Kriz ve Sol”, 5 Nisan 2020, Sendika.
[6] Nail Aras, A.g.m.
0 Yorum:
Yorum Gönder