Bugün
çeşitli ortamlarda hâlâ görünmeyi beceren liberallerin hepsi de, yaygın
kanaatin aksine, birer devlet memuru, hizmetkârıdır. Bunların devleti bir
kişiye ve bir binaya indirgemelerinin sebebi, iş akitlerinin görülmemesini
istemiyor olmalarıdır. Kişi ve bina, liberalizmin perdesidir.
Bu
ideolojinin salık verilmesinin, memurlarının ortalığı kaplamasının Marksizm
açısından yarattığı bir sonuç var. Sınıflar mücadelesini tahakküm, baskı gibi
boyutlara kapatan liberalizm, Marksizmi burada boğuyor, onu totaliterizm
eleştirisi ile iğdiş ediyor, böylelikle esir alıyor, süreç içerisinde de
proletarya diktatörlüğü ile ilgili birikimi, tartışmayı ve ucu açık pratiği
hükümsüz kılıyor. Liberallerin sol açısından yaptıklarının sırrını, şu Lenin
alıntısında bulmak mümkün:
“Marx’ın
teorisinde ana meselenin sınıflar mücadelesi olduğu, sıklıkla dile dökülen ve
kaleme alınan bir husustur. Bu yanlış anlayış, çoğunlukla Marksizmi
oportünizmle çarpıtır ve onu burjuvazinin kabul edeceği bir ruhla donatarak
tahrif eder. Çünkü sınıflar mücadelesi teorisini yaratan Marx değil, Marx’tan
da önce burjuvazinin kendisidir, genel bir ifadeyle sınıflar mücadelesi,
burjuvazinin kabul ettiği bir şeydir. Sadece sınıflar mücadelesini kabul
edenler, henüz Marksist değildirler; hâlen daha burjuvazinin ve burjuva
politikasının tayin ettiği sınırlara tabidirler. Marksizmi sınıflar mücadelesi
teorisi ile sınırlandırmak demek, Marksizmi budamak, tahrif etmek ve onu
burjuvazinin kabul edeceği bir şeye indirgemek demektir. Sadece Marksizmi
sınıflar mücadelesini kabulden proletarya diktatörlüğünü kabule doğru
genişleten kişi, Marksisttir.”[1]
* * *
Gezi ayaklanmasında “böylesi bir ayaklanmaya hazır
değildik” diyen örgütler, esasen örgüt olmadıklarını itiraf ettiler.
Proletarya, diktatörlük mevzuları sulandırıldığı gibi, sınıflar mücadelesi de
arkaik kabul edilmeye başlandı. Ayaklanma, böyle bir momentte yaşandı. Bugün
her fırsatta liberallere giydirenler de o liberallere suç ortaklığı
yapıyorlardı.
Gezi ayaklanmasının ikinci günü, bir vakitler faal olan
Friksiyon isimli l’équipe’ten bir genç, şunları söylüyordu: “Yaa şu
olayla ilgili bir yazı yazacağım, ayaklanma konusunda Lenin’den hiçbir şey
gelmiyor aklıma. Lise yıllarında okumuş, unutmuşuz Lenin’i, o gün bugündür de
Foucault okuyoruz, orada da ayaklanma konusunda hiçbir şey yazmıyor. N’apıcam
ben?”
İşte bu çizgi çekildi, bu alaycı tavır hâkim kılındı.
Alaycıydı, çünkü o dönemde yaşanan ayaklanma bağlamında Lenin’den bahsedenin
ağzına ıslak bezle vurmak modaydı. Bireyin dünyasına soğuk gelen her şey, soğuk
biralar aşkına, tasfiye edildiler. Devlet, proletarya diktatörlüğü ve
tarihsel-toplumsal planda çağrıştırdığı her şeyi böyle toprağa gömdü. Kitle
elekten geçirildi, bireyler bağra basıldı. Onlar, tek tek, “senin kıymetini
bilmez onlar” denilerek avlandılar. Kariyere ve kimliğe saygı, köleliğe
bağlandı. Köleleşen, köleleştirdi.
* * *
Bugün benzer bir avlama pratiği dâhilinde İslam ve
Sol Çalıştayı[2] düzenleniyor. Aynı örgütten iki kişi çalıştaya katılıyor,
bunlardan biri (Veli Saçılık) sonrasında nedamet getiriyor, birilerine şu
şekilde hesap veriyor: “Sağdan ve soldan katılımcıların çoğu ‘İslamî düşüncenin
eşitlikçi ve devrimci olduğunu’ söylediler. Ben itiraz ettim ve ‘eşitlikçi,
devrimci olduğunu düşünsem, solcu değil, İslamcı olurdum’ dedim.” Aynı
çalıştaya katılan yoldaşı ise “dini, sosyalizmin mücadelesinin pratik bir
unsuru olarak görebiliriz” diyor.
Yani her nabza göre şerbet veriliyor. Özünde bir ML
değil, Fukocu partiden söz edilebiliyor burada. Öte yandan, başka bir yoldaşı
ise bugünlerde “Hrant Dink’in katilinin devlet değil, devletin içindeki bir
ekip olduğunu, -dün ya da bugün fark etmez- söyleyen ya da ima eden, devlete
egemen olanın yanındadır” diyor. Dün ise aynı kişi, “devletin içinde iki kanat
var, ezilenler bu kanatlardan birinin altına toplanmalı” diyordu.
Bu kişilerin bağlı olduğu örgütse uluslararası planda
dağıttıkları bildirinin köşesine, “anarşistlerin Marksizmin gerçek düşmanları
olduklarına inanıyoruz” [3] diyen Stalin’in resmini iliştiriyor, ama bir yandan
da örgüte anarşistleri dolduruyor, anarşist pozlar kesiyor, anarşist “siyaset”i
yaldızlıyor, anarşist çizginin sosyalist hareketi ezmesine, bu çizginin galebe
çalmasına katkı sunuyor. Bu entrizm siyasetinin bir söylem iktidarı
tesis edeceği düşünülüyor olsa gerek.
Nabza göre şerbet vererek söylem üstünlüğünü ele
geçirmek, boşa kürek çekmekten başka bir şey değil. Ama gene de bu amaç
doğrultusunda başka isimler altında etrafa saçılıyorlar. Her yerde ortaya
çıkıyorlar. Her şeyi mülk edinmeye çalışıyorlar. Sol yapıları teslim almak,
alamazlarsa tasfiye etmek için uğraşıyorlar. Her taşın altında onlar çıkıyor ki
egemenlere tek taş atılmasın! Bahsi edilen söylem iktidarının “kitle”ye düşman,
“kitle”siz olduğu görülmeli. Çünkü bugün birileri, “işçi” veya “silâh” deyince
küçük burjuvalıktan kurtulup proleterleştiğini zannediyorlar. Küçük burjuva,
ancak kendisine poz kesebiliyor.
* * *
Stalin, bahsi geçen metinde, “anarşizmin köşe taşı
birey, Marksizminki kitledir”[4] diyor. Bu, sol örgütlerin tüylerini diken
diken edecek bir söz. Stalin bu yüzden sevilmiyor, şeytan gibi her fırsatta
taşlanıyor. Birilerine mesaj vermek için küfrün ve hakaretin konusu oluyor. Stalin’i
“işçi” bulup, onu tiksinilecek bir şeymiş gibi takdim ediyorlar. Aslında
Lenin’e saldırmak için Stalin’e, Marx’a saldırmak için Lenin’e hücum ediyorlar.
Kitle konusundaki tiksinme imkânını, liberallerin pişirdikleri, feminizm,
antropoloji, sosyolojiden oluşan malumat çorbası veriyor. AKP’yi bahane edip
ülkeden, verili gerçekten kaçan bireyleri avlamanın hesabını yapıyorlar.
Marksizmi köşe taşsız bırakıyorlar.
Çünkü özne ve iktidar, cinsellik ve iktidar, bilgi ve
iktidar denildikten sonra, bugünde muktedir olmak için öznelliğe, cinselliğe ve
bilgiye/söyleme mülkiyet üzerinden bakılıyor, buradan ilişki kuruluyor. “Yeni
insanı bugünde kuracağız” diyenlerle, “bugünde iktidar odakları kuracağız”
diyenler, devrime asla inanmıyorlar, ona örgütlenmiyorlar, onu örgütlemiyorlar.
Bu iki cümle de devrim hilafına dillendiriliyor. Bu kesimler, iktidar ile
mülkiyet arasındaki doğal ilişkiye örgütleniyorlar, o yüzden Venezuela’ya ses
çıkarmıyorlar. Çünkü iktidarın mülkiyet ve rekabet için yol açmasını devrim
olarak kodlamışlar.
Buradan da sınıfsal zeminde işçi, yoksul ve ezilen
olmaktan bıkmış olanlara masallar anlatılıyor, bu durumdan, bu hâlden kurtulma
yalanları söyleniyor, kurtuluşun kendisinde mümkün olduğu yanılsamasını her gördüğü
pazar tezgâhında satıyor. Özne, cinsellik ve bilgi, buna göre örgütleniyor, hap
niyetine, sürüden ayrılmış bireye takdim ediliyor. Kitle düşmanlığı, bu tür
teorik ara sokaklara sarhoş kafayla dalıveriyor.
* * *
Görülüyor ki söylem iktidarı konusunda bu sol
örgütler, esasen Erdoğan’ın izinden gidiyorlar. Erdoğan, her gün bir tartışma
açıyor ve kendisi kapatıyor. Söyleme, düşünceye ipotek koyuyor. Sol örgütler de
kurdukları kültür merkezlerinde bu sebeple diksiyon ve hitabet dersleri
alıyorlar, bu yüzden sosyal medya hesaplarına katkıyı örgütlenme faaliyeti
zannediyorlar. Söyleme sahip olduklarında, özne, söylem, bilgi ve cinsellik
konusunda hâkimiyet kurduklarında, iktidar olacaklarını sanıyorlar. Yanlış
hesap hep Bağdat’tan dönüyor.
Çünkü gerekli çentikler atılmadığı ölçüde, İktidar
dışı iktidar alanları, İktidarın uzantısı olarak örgütleniyorlar. Çünkü
burjuvazi bayrağı aristokrasiden ve krallardan devraldığı günden beri, o yaban
ve kara kalabalığı ne yapacağını bilemiyor. Demokrasi, hukuk, meclis vs. bunun
için var.
Eskiden aristokratlar, şövalyeler koşuyor cepheye, ama
burjuva çağında burjuvalar, silâhı yoksul halka teslim etmek zorunda
kalıyorlar. Ama o silâhın kendisine çevrileceğini de biliyor. O nedenle her
dönem kitle içerisine kendi unsurlarını, sigortalarını yerleştiriyor. Fazla
akımda o sigortalar atıyor, yerine yenileri takılıyor.
Proletarya avam, diktatörlük demode, kitle tekinsiz
bulunuyor. O nedenle “yeni plebler”[5] arayışına giriliyor. Bir açıdan devletin
göç sonrası Fransa’ya akan kitleye sineceği sürece düşünsel katkı sunuluyor.
Eşitsizlik geri plana alınıp, yoksulluk eleştirisi temelinde neoliberalizme
bağlanılıyor. Felsefî zemin buna göre örülüyor. “Neoliberalizmin, antropolojik
modellerini bireye yansıtmayan, devlet karşısında bireye daha fazla özerklik
sunan bir düzen olarak tahayyül edilmesi”nin[6] sebebini burada aramak
gerekiyor.
Bu kurgunun “sürüden ayrılmış”, onları aşağılama
imkânına kavuşmuş bireylere sıcak gelmesi doğal. Bu bireyler, bilgi, söylem ve
cinsellik bilgilerini, kişiye ve binaya indirgenmiş soyut iktidara karşı soyut
bireysel iktidar alanları oluşturmak için kullanıyorlar. Kendisini sabite kabul
eden, kazık gibi toprağa sabitleyen birey, kendisi dışındaki her türden
harekete, işleyişe, canlılığa düşman kesilmeyi politika zannediyor. O, tersten,
politikanın imkânlarını ortadan kaldırmaya bakıyor. Fransa’ya göç eden
yoksulların, ezilenlerin dilsizleştirilmesi için teorik kılıf buralarda
örülüyor. O teori, kitleyi lügatten, dilden, teoriden, sokaktan kovuyor.
Öldürdükleri Stalin’se makalesinde proletarya diktatörlüğünü “sokağın
diktatörlüğü” olarak tarif ediyor.[7] Onu kabulü içermeyen Marksizm,
hükümsüzleşiyor.
* * *
Alay-ı vâlâ ile Fukoculuk yapanlara son bir hatırlatma
yapmak gerek:
Yönetmen Michelangelo Antonioni, 1970’te Zabriskie
Noktası isminde bir film çekiyor. Filminin başında, yapacakları eylemi
tartışan üniversiteli gençler görülüyor. Ortama siyahî gençler hâkim. Yapılacak
eylemde kitleselleşmenin değil, devrimci şiddetin gerekli olduğunu vurgulayan
siyahî genç, konuşmasının sonunda şunu söylüyor: “Molotof dediğin, benzinle
kerosenin karışımıdır, radikal beyazlar ise zırva lafla otun karışımı.”[8]
Bu filmin çekildiği tarihten beş yıl sonra, Michel
Foucault’yu arkadaşları ikna ediyorlar ve filmde de gösterilen, çölün
ortasındaki Zabriskie Noktası’na götürüyorlar, orada hep birlikte uyuşturucu
(asit) kullanıyorlar. On saatlik deneyin ardından Foucault’nun eserlerinin
içeriğinin ve fikirlerinin değiştiği iddia ediliyor.[9] Demek ki filmdeki o
siyahî devrimci, haklı: mesele, Molotof şişesi mi yoksa içi boş laf ve
uyuşturucu dolu şişe mi olunacağında. Foucault partisi ilkine düşman,
ikincisine dost…
Eren Balkır
25 Ocak 2019
Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, State and Revolution, Ağustos-Eylül 1917, MIA.
[2] Eren Balkır, “Talip”, 10 Ocak 2019, İştirakî.
[3] J. V. Stalin, Anarchism or Socialism?,
Nisan 1907, MIA.
[4] J. V. Stalin, a.g.e.
[5] Daniel Zamora, Foucault and Neoliberalism,
2016, Polity Press, s. 56.
[6] Daniel Zamora ile Mülâkat, “Can We Critize
Foucault?” 10 Aralık 2014, Jacobin; Türkçesi: “Foucault’yu
Eleştirebiliyor muyuz?”, 22 Ocak 2019, İştirakî.
[7] J. V. Stalin, a.g.e.
[8] Akt.: Eren Balkır, “Kürd’ün Rahlesi”, 20 Ekim
2013, İştirakî.
[9] Nalan Kurunç, “Foucault’nun Ölüm Vadisi’ndeki Asit
Deneyi”, 11 Ekim 2017, Postdergi.
0 Yorum:
Yorum Gönder