Nazi yanlısı hukuk teorisyeni Carl Schmitt, “tüm
politik kavramların teolojik olduğunu” söyler. Meselelere bu zaviyeden bakan Schmitt,
politikanın özünün iyiyle kötü arasındaki ebedi savaş olduğunu iddia eder ve bu
savaşın dost-düşman arasında cereyan eden en yoğun uzlaşmazlık biçimini
aldığından bahseder.
Peki ama düşman kimdir? “Öteki, yabancı”,
varoluşsal açıdan farklı ve ecnebi olan kişi. Düşmanın kötü, itici veya
saldırgan olması gerekmez. Bir düşmanı önsel olarak tanımlayan herhangi bir
norm mevcut değildir. Lâkin bu tarz bir düşmanlık yoksa politika da olamaz, o
durumda sadece teknik düzeyde idare edilen bir kültür, iktisat ve hukuk nizamı
mevcuttur.
Schmitt, ilk çalışmalarını iki dünya savaşı arası
dönemde kaleme alır. Böylesi bir dönemde “politika dışı” olarak
tanımlayabileceğimiz bir dünyayı tahayyül etmek bile imkânsızdır. Rus devrimi
gerçekleşmiş, İtalya’da faşistler iktidara gelmiş, Nazi Almanyası krizlerle
yüzleşmiş, dünya savaşını tetikleyecek baskılar artmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin
hiçbirisi, düşmanlığın bulunmadığı bir dünyada asla yaşanamazdı. Schmitt’e
göre, liberallerin düşmanlığı pazarlık, parlamentarizm ve nizamı gözeten bir
hukukîlik üzerinden ezmeye dönük gayreti, esasen bir baskı politikasıdır. Bu
politika, temelde sadece politika dışına çıktığımız o nadir görülen momentlerde
tanık olunan güneşli havada uygulanabilecek bir öğretiye yaslanmaktadır.
Bu sebeple Schmitt, liberalizmdeki o onulmaz
çelişki dediği şey üzerinde durur. Nazi anayasası iki eğilim içermektedir. Bir
yandan orada devletin temsil ettiği, birlik hâlindeki Alman halkının
varlığından söz edilir, diğer yandan da partilerin aracılık ettikleri toplumsal
gruplara siyasetin ayrıştırıcılığının taşınması, seçimlerde geçici süre
çoğunluğun elde edilmesi ve parlamentarizmdeki al gülüm ver gülümcü tarz
üzerinden ilgili meşruiyet seyreltilir. Kriz ise parlamentarizmin yerini
plebisite dayalı meşruiyete terk etmesine neden olur. Ortada bir karar veren
bulunmalı, bu, halkla gerçek bir ilişkisi olan bir lider olmalıdır. Kimin
düşman olduğuna, o kurucu politik soruya biri illâki cevap verebilmelidir.
John McCormick esasen odaklandığı husus ise bu
öğretideki irrasyonalist özdür. Çünkü genelde derinlikli ve âlim bir gerici
olarak kabul edilen Schmitt, bir “halk”ın nasıl meydana geldiğinden hiç
bahsetmemektedir. Eğer anayasa halkın birliğini önkabul ediyorsa, bunun sebebi,
halkın kendi kendine zaten varolmuş olması mıdır? Yoksa halk, o eyleme mi
tabidir, yani halkı meydana getiren, bizatihi anayasanın kendisi midir? Eğer
öyleyse “halk”taki o olumlu töz nedir? Liberalizmdeki şekilci hukukilik, temeli
teşkil eden halk iradesini eziyorsa, o vakit, anayasayı önceleyen tarihaşırı
bir töz var demektir ve bu anayasanın muhtevası izaha muhtaçtır. Savaş
sonrasında Schmitt, tözün politik bir eyleminin olamayacağından söz eder.
Politika, töze biçim veren örgütler (temelde devletler) arasındaki mücadeledir.
Ama bu sefer de söz konusu tözlerin anlamı ve niteliğine dair soru kenara
itilir. Schmitt, bu meseleyle yüzleşmekten kaçınır, bu noktada da milliyetçi
döngüselliğe kaptırır saçlarını.
Anayasa politik bir edim olduğundan ve Schmitt
açısından politik eylem, salt teknik değil aynı zamanda anlamlı da olması
gerektiğinden, bu tür bir eylemin mit üzerine kurulu olması gerekir. Farklı
yerlerde tekrar tekrar dile getirdiği üzere, milliyetçi mitler, sınıfsal
mitlere nazaran daha güçlü olduklarını ispatlamışlardır. Ona göre, Rus devrimi
bile, Avrupalılaşmış üst tabakaya karşı yapılmış milliyetçi bir isyan iken
İtalyan faşizminin elde ettiği zafer, milliyetçi mitin gücünü ispatlamıştır.
Marx’tan miras alınan burjuva ekonomik rasyonalizmdeki teknisist politikayı
irrasyonalist şiddetle birleştirmek ve bu tehdidi Deccal’e denk kötücül bir
figür hâline getirmek suretiyle Schmitt, birilerinin tam olarak ne olduklarını
bilmemenin yol açtığı kâbustan kurtulma imkânı bulur. Volk (halk)
ancak sahip olunmayan bir Volk’a karşı tanımlanabilir.
Dolayısıyla düşman, insanın öldürmek, böylelikle
tarih yapmak için hayatını riske attığı kişidir. Haneye düşman buyur edilmişse,
içteki hengâme, kargaşa da bitmiş demektir. Schmitt’in ilk geliştirdiği, bu
varoluşsal mücadeleye yönelik çağrıya zemin oluşturan formüllerde, batıda kavga
edilmesi gereken unsurlar arasında sosyalistleri, liberalleri ve Yahudileri
sayar. Bu kavga, Rus tehdidine karşı, Katolik kilisesinin yönergesi uyarınca
verilmelidir. Bunlar, politik açıdan öyle muğlâk kişilerdir ki Nazi döneminde
sürgüne gönderilecek olan Yahudi iş hukukçusu Franz Neumann türünden
Marksistlere yönelik hayranlığı artırabilmektedirler. Fakat düşman sadece kötü,
itici ya da saldırgan değil, ama aynı zamanda farklıdır; tam da bu sebeple, sol
ilahiyatçı Catherine Keller’ın da iddia ettiği biçimiyle, Schmitt zamanla
Yahudileri terörize edip onları fiziken yok etmeye ahdetmiş olan rejime bağlı
bir saray hukukçusu hâline gelmiştir.
Savaş sonrasında ise Schmitt, hayran olduğu bir
isim olan Alexandre Kojève’e yazdığı mektuplarda, politikanın gerçekte sona
erip ermediği sorusu üzerinde durmaktadır. “Günümüzde işlemekte olan idarî
aygıtın adı devlet değildir” ona göre. Devlet, sadece varoluşla ilgilenmek
içindir. Avrupa’da devlet, ne savaş yürütebilmiş ne ölüm cezasını uygulayabilmiş
bir güçtür, dolayısıyla onun tarih yapması imkânsızdır. Amerikan devleti ise,
Schmitt’e göre, düşmanlarının tanımlayabileceği belirli bir biçimden mahrum
olduğu, saf mânâda burjuva-rasyonel bir ticarî varlık olarak hareket ettiği
için gerçek bir düşmana sahip değildir. Oysa ilginç olan şu ki ABD, tam da
Schmitt’in yirmilerde takip edilmesini önerdiği hattı takip ederek, Rusya’ya
karşı mücadele yürütmüştür. ABD, düşmanlık yapmasını ve can almasını bilen bir
güçtür. Schmitt’in devletin doğduğu, varolduğu ana dair tespitinde faşizme has
bir melankoli açığa çıkmaktadır. Ayrıca ondaki liberalizm eleştirisi de
yanlıştır.
Gene de Schmitt’in politikayı sekülerleştirilmiş
bir teoloji üzerine kurma girişimi, bizim, politika ile teoloji arasında ne tür
bir ilişki bulunduğuyla ilgili soruyla yüzleşmemize sebebiyet vermektedir.
Schmitt’in değersiz gördüğü marksizm biçimlerinden biri de “İdea”ya karşı
mücadelesinde epey radikal olduğunu söylediği, bolşevizmdir. Schmitt, burada
materyalistler gibi Bolşeviklerin de aşkınlığın, yani beş duyuyla
hissedilebilir olan, ancak temsil yoluyla somutlaşan maddenin ötesine geçmenin
mümkün olduğunu kabule yanaşmadıklarından bahsetmektedir. Katoliklikse bu
türden yoğun varoluş tarzlarını dinî ve ayinsel yapılar dâhilinde temsil eder
ve onaylar. Schmitt’e göre milliyetçi mit, devlete ait yapılar üzerinden işler.
Oysa kendisini zihninde barındırdığı aşırı rasyonalizmiyle “kendi kendine
işleyen makine” kuralına adamış olan marksizm, “İdea”ya, hatta “İdea’nın
hayaleti”ne karşı savaş vermeye mecburdur. Marksizm, devrimler yaptığı dönemde
burjuvazinin yaşadığı inanç yitiminden daha yoğun bir yitimi tecrübe etmek
zorundadır.
Schmitt’e verilecek materyalist cevap ise iklim
krizi sonucu yok olmanın eşiğine gelen hayat vermektedir. Ekolojik kriz,
maddeye ve neyin önemli olduğuna dair düşüncelerin oluşmasını sağlamıştır. Son
dönemde moda olan, “yeni materyalizm”den nesne güdümlü ontolojiye kadar (hatta
metabolizmadaki yarıktan ona dair eleştiriye dek) bir dizi madde teorisinde
müşterek bir tespit mevcuttur. Bu tespite göre özelde faillik, genelde maddi
nesnelerin özellikleri ve hakları bir biçimde örselenmiştir. Otopsi yapılan
kadavra gibi madde de, ister burjuva ister Marksist, berbat bir dizi soyutlama
üzerinden lime lime edilmiştir. Bruno Latour’un ontolojisine dair eleştirisinde
Benjamin Noys bile Marx’ın insanî pratiklerin nesneleri hem duyumsal olana hem
de duyumsallığı aşan şeylere dönüştürdüğüne dair o çok önemli iddiasını
anımsatır bizlere. Esasen bu, toplumsal pratiklerden ötürü emtianın sahip
olduğu niteliğe cuk oturan bir tespittir. Noys, bu noktada şu tarz bir
çıkarımda bulunur: görünüşte nesneyi kötü soyutlamalardan kurtarmak için
oluşturulmuş bu türden ontolojiler, varlıkla ilgili teoriler, pratikte maddeyi
şeyleştirmektedirler. Kavramsal mekanizmayı harekete geçirenin ne olduğundan
bağımsız olarak bizim, maddeye yeniden can vermemiz, makineyi ruhla tekrar
buluşturmamız gerekmektedir.
Sonuçta iklim krizi, bizi
şunu söylemeye itmektedir: politika seküler bir teoloji değildir ama tüm
politika da bir teolojiyi gerektirir. Catherine Keller’ın tespitiyle, belirli
bir koşula bağlı olmadan önem arz edeni söyleyen, teolojinin ta kendisidir.
Sonuçta Paul Tillich’in dediği gibi, “Tanrı yoktur ama O varoluşun zeminidir”;
o vakit teoloji, varoluşun dayandığı, herhangi bir koşula bağlı olmayan
koşullara dair bir incelemedir. O yoksa politik rıza da mümkün değildir.
Önerilen her politik çözüm, nerede ve ne vakit önerilirse önerilsin, farklı
dizgeler dâhilinde, fiziğe, hayata, doğaya, maddeye, yani materyalizmin
teolojisine dair bir konum üzerinden dillendirilir.
Richard Seymour
3 Ocak 2019
3 Ocak 2019
0 Yorum:
Yorum Gönder