28 Ocak 2019

,

Şarkın Sınıf Kavgası



“Ey İslam âleminin asırlardan beri ezilmiş esir halkları!”[1]

Bu sesleniş, seda, Mustafa Suphi’ye ait. Yüz yıl öncesinden geliyor. Öznelliklerini burjuvazinin tarihsel-toplumsal varlığına göre inşa edenlerin tüylerini diken diken ediyor.

Esasen öznelliğini burjuvazinin toplumsal varlığına göre inşa edenlerle, tarihsel varlığına göre inşa edenler arasındaki kayıkçı dövüşüne pek kanmamak gerekiyor. İkisinin de mayası, aynı teknede karılıyor. Burjuvazi, kendisine karşı gelecek kara kitleleri, bu iki özne tipi ile kontrol altına alıyor. Birinde disiplin, diğerinde kontrol meselesi, daha fazla öne çıkıyor. Yöntemler arasında kimi nüanslar bulunuyor, ama esas değişmiyor: “Kara gücün ürkütücü kudreti, imkânsız ve geçersiz kılınmalı.”

Cumhuriyet okuması da buna göre yapılıyor. Antalya-İzmir hattına konuşlanmış ticaret beyleri, toprak ağaları, ideolojiyi de tayin ediyorlar. Batı ile ticarî, politik ve ideolojik bağları bulunan bu kesim, sonrasında tek tek hizmetkârlarını o kara kitlenin içinden geri çağırıyorlar. Görevler tevdi ediyorlar. Devlete ve sermayeye hoş gelecek bir tür solculuk peyda oluyor. Bu solculuğa dair uyarıda bulunan Hikmet Kıvılcımlı, şunu söylüyor:

“Bizi sömüren emperyalist ve kapitalistler, kendilerine karşı birleştiğimizi, teşkilâtlandığımızı görünce çeşitli oyunlar oynamaya çalışırlar. Kendi adamlarını aramıza bizdenmiş gibi göstererek sokarlar ve çalışmalarımızı sabote etmeğe uğraşırlar. Böyle kötü maksatla aramıza girmiş kimseleri hareket içinde devamlı kontrolle meydana çıkarmalıyız.”[2]

“Bizdenmiş gibi aramıza giren o adamlar”, dün olduğu gibi bugün de her şeyin ellilerden sonra kötüye döndüğünü söylüyorlar ve dolayısıyla ellilerin öncesini kendince aklıyorlar. 

Örneğin Orhan Gökdemir, “ellilerden önce komünistlere saldırılmadığını” söyleyebiliyor. Komünizmle mücadele derneklerini kuranlara bakıp yeşil kuşak eleştirisi geliştiriyorlar, emperyalizm edebiyatını güncelliyorlar, ama halka o emperyalistlerin gözlüğüyle bakıyorlar. Bugün kendi örgütlerini, devletten ve sermayeden gelen emir üzerine, İslam’la Mücadele Dernekleri’ne dönüştürme gayreti içerisindeler.

Ellilerle ilgili yalana bağlı olarak sosyalist sol, 2007, 2010 ve 2013’te, kademeli olarak, CHP çizgisine sokuluyor. Buna ikna ediliyor. Esasen düzenin solundan ayrı ve gayrı bir sosyalist hareketin olmadığını ikrar etmiş oluyorlar. Bu çizgi diyor ki “AKP çok güçlendi, onun alanını daraltmak için her şey mubah, her şey zaruri.” Bugün en ufak kültürel, popüler, medyatik olay, bu ölçüye göre değerlendiriliyor. Kime oy verileceği, taktik-strateji vs. buna göre biçimleniyor. Özünde sosyalist hareket, ürkekçe, “hepimiz CHP’li olduk nihayet” diyor.

Bu sosyalist hareket, ellileri bir milat olarak belirliyor. Emperyalizmin, daha doğrusu, ABD’nin gelişiyle her şeyin değiştiğini söylüyor. Emperyalizm eleştirisini öncesiyle, öncedeki süreklilikle ilişkilendirmediği için fena hâlde yanılıyor, yanıltıyor. Onun öncesini “asrısaadet” sayan ve sanan sosyalistler, tarihi ve toplumu bu ayrıma göre okuyorlar. Altmış darbesi müdahalesiyle nefes alışına tapıyor, gerisin geri o rahme dönüyorlar.

Gemide isimli filmde, yapılan onca iş sayıldıktan sonra şu söyleniyor: “Demezler mi siz misiniz bu kentin zaptiyesi?”

Bu kentin zaptiyeleri, dindar insanı siyaset alanından kovmaya yemin ediyorlar. “O işi biz yapacağız, altmışlarda yaptık, gene yaparız” diyorlar. Bunu hangi sınıf adına söyledikleri ise belli değil. Bu sözün dayandığı ölçü, Mustafa Suphi’yi ve yoldaşlarını hiç tanımıyor. O dönemki Müslüman ahalinin kavgasının cumhuriyeti kuranları nasıl ürküttüğünü gayet iyi biliyorlar. Onlar, Ankara Palas solcuları!

Onlar, “Sınıf kavgası, dinin de milliyetin de ötesindedir”[3] diyorlar. Oysa iç içe, sınıf kavgası dinin ve milletin içinde, bağrında sürdü, sürüyor. Devletin dinine ve milletine karşı mücadele, orada vücut buluyor. Cumhuriyetin sahipleri, milliyetçisini, Müslümanı ve solcuyu birbirine kırdırıyor, içlerinden dişlerine uygun bireyleri dizlerinin diplerine oturtuyor. Buradaki tartışmanın, o “sınıf kavgası” dedikleri şeyin, yoksul mazlum halkı hiç ilgilendirmediğini bilmek gerekiyor. Devlet, hem sınıfı dinden ve milletten uzak tutuyor hem de din ve milletteki sınıf kavgasını ezme imkânı buluyor. Solcular, işte bu noktada görevlendiriliyorlar.

“Toplumsal hayatı dinden arındırmak görevimiz!” diye bağıran bu sosyalistler, o diz diplerinde kendilerine verilen görevi ifa ediyorlar. Bu emre göre sendika ve parti kuruyorlar, buna göre kitap yazıp araştırma yürütüyorlar. Sonuçta cumhuriyetin de sosyalist harekete ihtiyacı var ve onlar, varlıklarını bu ihtiyaca borçlular.

Bunların üstadı, Yalçın Küçük, bir aralar “batıyı Avrupa, doğuyu ABD yönetiyor” diyordu. Oysa Küçük de bu tasnife, ayrıma onay veren devlet nizamının bir parçası. Gerisi, sadece oyalama, kandırma, göze sürülen sürme, çekilen bağ…

Bu hâliyle “devletin Müslüman Kardeşler’in uzantısı olan AKP tarafından yönetildiği” söyleniyor, birileri de buna ikna ediliyorlar. Oysa AKP’nin İhvan geleneğiyle bir alakası yok. Ama birilerine, içeride olmaya hak kazanmak için, AKP’ye düşmanlık öğretiliyor. 

“Tehlikenin farkında mısınız?” diyen cumhuriyet, o korkuyla sosyalistleri de yanına çekiyor. Arap’ın dini dışarıdan, İhvan dışarıdan, İran dışarısı, sol da içeride olmak için bunlara yönelik düşmanlığa ortak oluyor. Bunu görev sayıyor. İçeriye yaranmak için türlü taklalar atıyor.

Esasen Anadolu’ya huruc eyleyen[4] Mustafa Suphi de o günlerde dışarıdan geldiği için eleştiriliyor, hatta öldürülüyordu. Sınırlar, bu şekilde çizildi. Herkes yabancıydı, bir avuç efendiyse, mülkleriyle ve iktidarlarıyla gerçek, yerli ve milli idi. Burada ekmek yemek için onlara biat etmek, zaruriydi. Dolayısıyla, solun önemli bir kısmı, din ve millet meselelerini bu ölçüye göre eleştirdi, karşıya, daha doğrusu sınırın öte yakasına attı. Meselelerin bir yerlerinde illâki ya Suudi ya İran ya ABD ya da Almanya vardı.

Bir CIA ajanının yazdığına göre[5], 1951 tevkifatında savcı, iddianamesinde komünistlerin Necip Fazıl ve Said-i Nursi gibi isimlerle ilişki kurup “etnik ve dinî nefreti körüklemeye çalıştığını” söylüyor. Bu iddianın gerçekte hiçbir karşılığı yok, ama iddianın kendisinden, savcının ve devletin korkusunun esasta ne ile ilgili olduğu anlaşılıyor. O savcının iddiasından, savcının ve devletin istediği ve üreteceği sola dair ipuçlarını da bulmak mümkün. Aynı devletin, 1925'teki Şeyh Sait isyanı sonrası komünistleri tutuklamasını bu sınıfsallık dairesinde ele almak gerekiyor.

O solun “sınıf” dediği, Türk-İş mensubu işçi, solculuk dediği İskenderun Demir Çelik’tir. Onun dışına çıkamaz, ötesine her daim düşmandır. Sovyetler’in Türk devletiyle ilişkisi ölçüsünde, o kadar solcudur bunlar. Hepsinin kafatası ölçülmüş, dili arındırılmış, üzerlerine elbiseler, şapkalar dikilmiş, nasıl dans edileceği ve düşünüleceği öğretilmiştir. Cumhuriyetin sosyalisti, bu kadardır.

O, bugün Kuzey Kore’den gizlice güneye kaçan kadınların hikâyesini anlatanlara bağlıdır. Venezuela için de benzer hikâyeler anlatılır ve sol, buna hemen ikna olur. Bu haberlerdeki dil ile Müslümana, İran’a vs. dair dil aynıdır.

Hikâyeye göre gençler, Güney Kore’ye yakın bir ülkeye kaçırılmakta, buradaki G. Kore elçiliğinde misafir edilmektedirler. Elçilikte üç ay deneme sürecine tabi tutulan gençlere cep telefonu kullanmayı, marketten alışveriş yapmayı, serbest piyasa ekonomisini öğretmektedirler. Bunun bir başka versiyonu ise Danimarka’da vatandaşlığa kabul töreninde Müslüman ülkelerden gelen erkeklere uzatılan kadın elidir. Bakan “Kadın eli tutmayan, ülkeye giremez” demektedir. Buradaki ırkçılığı sorgulamayan, hatta ona destek olan bir solculuk vardır artık. Örgütlerin bahsi geçen elçilik türünden bir iş gördüğünü kimse sorgulamamaktadır.

Çünkü sola biçilen teneffüs sahası, kum havuzu burasıdır. Oradan ayrılamaz. Zil çalar, derse çağrılır, tokalaşmayı, cep telefonu kullanmayı vs. öğrenir, öğretir. Kadınların AVM'lerde gezme özgürlüğünü savunur. Solun eğitimi bitmez. Dine, kitaba Allah’a küfretmekten sol, devrimin taktik ve stratejisine vakit bulamaz.

Sol, bu noktada ancak sönük, cılız bir NATO-ABD karşıtlığına odaklanır, başka bir şey yapamaz. Ona biçilen, kesilen rol, o kadardır. O devrim yapamaz, bu konuda ne iradesi ne niyeti mevcuttur. NATO-ABD karşıtlığı da buranın efendilerine yaranmak içindir, başka bir anlamı, değeri, gerçekte karşılığı yoktur. Din ve millet içerisinde süren sınıf kavgasına örgütlenemez, onu örgütleyemez, çünkü devleti ve burjuvazisi bunu istememektedir.

Suphilerle Anadolu’ya gelense, din ve millet içinde süren sınıf kavgasıdır. Efendiler, o kavgayla uğraşmak istememişlerdir. Sonrasında o efendilerin dişine ve diline uygun bir solculuk üretilmiştir. Bu elverişli solculuk, Suphiler öldü diye içten içe sevinmektedir. Bir kısım liberal solcu da Suphilerin karşısına Ermeni’yi, Rum’u çıkartmakta, onu “milliyetçi” ilân etmektedir. Maria’dan bahsedenler de bu kervana dâhildirler.

Sonuçta sol, hâlâ Suphi’nin iradesini tasfiye etmekle meşguldür. Din ve millet içerisinde süren sınıf kavgasına efendiler kadar düşmandır o. Zaptiyeler, uzaydan inmiş, havada asılı bir sınıf arayıp bulma peşindedirler. Sınıf ise millet ve din teknesinde karılmakta, sömürüye ve zulme karşı mücadeleyi orada öğrenmektedir. Örgütleneceğimiz yer, o mayadır.

Eren Balkır
27 Ocak 2019

Dipnotlar:
[1] Mustafa Suphi, “Müslüman İşçilere Hitap”, 27 Ocak 2016, İştirakî.

[2] Hikmet Kıvılcımlı, “Şeyh Bedreddin”, Vikisosyalizm.

[3] Orhan Gökdemir, “Gerici Dalgaya Karşı”, 15 Ocak 2019, Sol.

[4] Erhan Baltacı, “İştirakiyyun Fırkası: İlk Huruc”, 31 Ocak 2012, İştirakî.

[5] Walter Z. Laqueur, “Sovyetler-Türkiye İlişkileri ve TKP”, 22 Ocak 2012, İştirakî.

0 Yorum: