Emperyalizmi ele alan bir sosyal bilim meydana
getirmek, hiç de kolay olmadı. Bugün eksikliğini hissettiğimiz bu bilimi üreten Lenin’in
süreç içerisinde genel sistemler teorisi ile beslenmesi ihtiyacı hâsıl oldu. Lenin'in doğa
ile bilinç arasındaki diyaloga odaklanan en yoğun diyalektik çalışması Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek
Aşaması için yürüttüğü ön çalışmalar esnasında kaleme alınmıştı.
Diyalektik, değişim ve gelişim süreçlerini anlamak
için doğadan istifade eder. Temel ilkelerinden biri de olgular arasındaki
çelişkiyi değişimin itici gücü olarak almaktır. Emperyalizm, kendi özünü teşkil
eden bir dizi ikilikle maluldür.
Emperyalizm, geçiş sürecine, daha doğrusu kimi
çatlaklara tanıklık eden bir dönemdir. Bu dönemde tarih, iki taraftan
çekiştirilir. Bir yandan emperyalizm, yaratıcılığı ordularıyla ve siyasetiyle ezen gerici
bir güçtür. Bir yandan da o, “kapitalistleri kendi irade ve bilinçleri hilâfına
yeni bir toplumsal düzene doğru sürükler.”[Lenin] Dolayısıyla bu dönem boyunca
yeni düzene ait unsurlar, aynı anda orta çıkarlar ve zapturapt altına alınırlar.
Bugünkü durumda her şey statikmiş gibi görünse de
dipte derinde illaki bir dinamizm mevcuttur. İki çatışan güç, geçici süre
birbirlerini etkisiz kılsa bile biri çıkar ve aniden mevcut durumun tüm
zincirlerini kırar.
Emperyalizm, birbiriyle bağlantılı iki düzleme
sahiptir: kapitalizmdeki yapısal değişim ve Küresel Güney üzerindeki hâkimiyet.
Her daim ana dinamik, Güney’in yoksul haklarının sömürülmesi ve bunların
sergilediği direniştir. Kapitalizmin yeni yapısal biçimleri
ise neden-sonuç ilişkisi açısından iki yolu takip eder. Bu biçimler, devasa
şirketlerin ve spekülatif mali sermayenin yükselişine tanıklık ederler. Bunlar,
hem birikim mekanizmaları hem de direnişi boğacak yapılar olarak iş görürler. Emperyalizmin
şirket ve mali sermaye boyutu gıda sisteminde de karşımıza çıkar. Bu sistemin,
şirketlere ve mali sermayeye karşı konulmadan değiştirilmesi mümkün değildir.
Kapitalizm, bilhassa yirminci ve yirmi birinci
yüzyıldaki biçimi olarak emperyalizm, bir dizi aşamaya veya “dalga”ya tanıklık
etmiştir. Bir yandan emperyalizmde her bir aşama, kendine has özelliklere, özel
sanayilere ve teknolojilere sahiptir, bir yandan da emperyalizm, birbirini
takip eden aşamalar boyunca belirli bir yola bağımlı olarak işler.
Bu noktada kimya endüstrisine bakılabilir. Kent yoksullarının
beslenmesi noktasında kimya, sabit bir paradigma olarak görülmektedir. Süreci tam
anlamıyla kavramak için bu paradigmanın emperyalizme yön veren şirket çıkarları
bağlamına oturtulması gerekmektedir.
Kimya endüstrisi, yirminci yüzyılın başındaki
formu dâhilinde, emperyalizm için önemli bir işkoludur. Bu süreçte emperyalizm
belirli bir yola girmiş, gübre üretimine başlamış, bunu sonrasında böcek
ilâçları ve yabani ot öldürücü ilâçlar takip etmiştir.
Birikim rejimleri dâhilinde yeni işkolları ve
teknolojileri gelişip öncülüğü ele geçirmiştir. Bunlar içerisinde en fazla öne
çıkansa biyoteknolojidir. Tüm bu gelişmeler aynı mantığın ürünüdür.
Bu noktada gıda emperyalizminin önemli referans
noktalarından biri olan Yeşil Devrim’e bakmak gerekmektedir.
Yeşil Devrim, altmışlarda yüksek mahsul getirecek
pirinç ve buğday türlerini melezlemek amacıyla geliştirilmiş olan programın adıdır. Yeşil
Devrim’de kimyasallarla tohumlar birbirlerine bağlanır. Genetiği değiştirilmiş
organizmalarla birlikte bu yüksek mahsul getiren türler yetiştirilmeye
başlanır. Tabii bu noktada yüksek miktarda (gübre, böcek ilâcı gibi) kimyasal
ve Yeşil Devrim’e destek olan şirketlerin imal ettikleri makineler kullanılır. Örneğin
bu süreçte ürüne zarar veren bitkileri öldüren zararlı ot ilâçlarının
etkisinden muaf, yüksek mahsullü türler geliştirilir.
Tabii aynı türe mensup iki tohumun melezlenmesiyle
oluşan birinci nesil tohumlar gerçek ürünü üretmeyeceğinden, Güney’deki yoksul
ülkelerin çiftçileri süreç içerisinde tohum tedarikçilerine bağımlı hâle
gelirler.
Emperyalizmin ekonomik mantığı dâhilinde tohum,
gübre ve böcek ilâcı satmak kârlı bir iştir. Politik mantık düzleminde ise
emperyalizm böylelikle bir ağ teşkil eder, güçlü olduğu bu ağ dâhilinde
çiftçileri ve tüm ülkeleri esaret altına alma imkânı bulur.
Geleneksel yaklaşım ise doğal ekolojiyle ortak
çalışmayı gerekli kılar. Burada mahsulünüzü yeme amacı güden böcekler kendilerini
doğalında yok eden canlılarla yüzleşir, hastalığa karşı savunma bağışıklık
üretir, birlikte ekim veya ardı ardına ekim bağışıklığın komşu bitkiye geçmesini
ve onun korunmasını sağlar, eşzamanlı ekilmiş olan bitkiler ya tüketilir ya da
toprak örtüsüne karışır. Emperyalizm, işte bu geleneksel yaklaşımı reddeder.
Bunun yerine o her şey yok eder. Çeşitliliğin silinmesi
maharetmiş gibi satılır. Bir iki temel ihtiyaç mallarına hoşgörü gösterilir,
her bir ürünün sadece tek bir türü muhafaza edilir.
Birbirine bağımlı olan kâr ve politika, Yeşil
Devrim ile birlikte farklı bir içerik ve biçim kazanır. Emperyalizmin girdiği
bu yolda söz konusu devrim, bugün de tüm zindeliğiyle varlığını sürdürmektedir.
GDO’lu ürünler onun mahsulüdür.
Şirket çıkarları ve kurumlar, bu dönemde
Uluslararası Tarım Araştırmaları Danışma Grubu’nu meydana getirmiştir. Dünya
Bankası’nın yönettiği bu grup, bugün dünyayı ilgilendiren tüm araştırma
gündemlerini belirlemekte, o araştırmaları yönetmektedir.[1]
Yeşil Devrim’in mirasını nasıl değerlendireceğini
kimse bilmiyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, “Yeşil Devrim’in
yeşillendirilmesi”nden söz ediyor ve bu noktada reforma uğratılması mümkün
olmayan bir şeyi reforme edeceğini söylüyor. Tüm bu süreci iki düzeye
indirgemek ve bu sayede basitleştirmek mümkün aslında.
(a) Akli düzlemde esasen Yeşil Devrim, sömürünün
ve hâkimiyetin en verimli biçimi. Bu devrim, temelde bilime ve
politik/toplumsal iktidara indirgemeci-düz bir bakış açısına dayanıyor. Anlayış
düzeyinde sistem ve sebep-sonuç ilişkileri basitleştiriliyor, ardından politik
düzlemde o sistemi yönetmek kolaylaşıyor. Dolayısıyla bizim politik ekolojiyi
emperyalizm teorisiyle ilişkilendirmemiz, böylelikle ikisini zenginleştirmemiz gerekiyor.
(b) Bir yandan da bu Yeşil Devrim, ne kadar
rasyonalist (hatta komplocu) görünürse görünsün ondaki, emperyalizme de tevarüs
etmiş olan, akıl dışı, kontrolsüz ve iktidar düşkünü delilik hâlini kamufle
ediyor. O, E.P. Thompson’ın ifadesiyle, “imhacı” bir güç.
Sadece teknikler değil, zihniyetler de önemli. Bu açıdan
Soğuk Savaş’ın bağlamına bakmak gerekiyor. ABD, Vietnam’a, Kamboçya’ya ve Laos’a
bombalar yağdırıyor, buradaki halkları napalm bombaları ve portakal gazı ile
öldürüyor.
Kendi içinde ise ABD, “çimenlikteki yabani otlar”dan
söz ediyor. Bu otlar komünizmi genelde de muhalefeti ve çeşitliliği simgeliyor.
Bir Kongre üyesi, kısa süre önce, FBI’ın bir raporuna atıfla, çevrecileri
El-Kaide ile kıyaslıyor ve “bunlar çimenlikte bitmiş yabani otlardır,
kesmezseniz her yana yayılırlar” diyor.[2]
Yabani ot öldürücü
ilâçlarla soykırım arasında bir süreklilik söz konusu: topraktaki çeşitlilik, muhalefetle
birlikte yok ediliyor.
Robert
Biel
[Kaynak:
Sustainable Food Systems: The Role of the
City, UCL Press, 2016, s. 74-77.]
Dipnotlar
[1] Alston, J.M.,
Dehmer, S. ve Pardy, P.G., 2006. “International initiatives in agricultural
R&D –the changing fortunes of the CGIAR”, P.G. Pardey, J.M. Alston ve R.
Piggott, Agricultural
R&D in the developing world: too little, too late? içinde, Washington
DC: International Food Policy Research Institute, s. 326– 7.
[2]
Aktaran: Robert Biel, The
international politics of the 21st century, ilk olarak şu çalışmada ek bölüm olarak
yayımlandı: Robert Biel, 2007, El nuevo imperialismo – crisis y contradicciones
en las relaciones Norte- Sur. México: Siglo XXI Editores, s. 39.
0 Yorum:
Yorum Gönder