05 Nisan 2020

,

Sömürgecilik

Neoliberalizm, İnsan Hakları ve
“Sömürgeci Emperyalizmin Eski Kalıntıları”

Varsayalım ki Birleşmiş Milletler 1600 yılında kurulmuş, Kuzey Amerika’daki Kızılderili kabileleri örgüte kabul edilmiş olsun. Bu noktada herkes, bu Kızılderililerin egemenliğini tanıyacak, o egemenliği ihlal edilemeyecek bir hak olarak görecekti. Böylelikle Kızılderililer, topraklarından tüm yabancıları atma, kendilerinin nasıl faydalanılacağını bilmedikleri zengin doğal kaynaklarını sömürmelerine mani olma hakkına sahip olacaklardı. Peki herhangi bir uluslararası anlaşmanın veya sözleşmenin bu Avrupalıları söz konusu ülkeleri işgal etmesine mani olabileceğine gerçekten inanan var mı?

[Ludwig von Mises]

 

1966’da, Birleşmiş Milletler’in devreye soktuğu insan hakları sürecinin başlamasından yaklaşık yirmi yıl sonra, BM Genel Kurulu bağlayıcı iki insan hakları anlaşmasını kabul etti: Kişisel ve Politik Haklar Uluslararası Sözleşmesi (ICCPR) ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi (ICESCR).

O güne dek BM’deki üye sayısı, başarılı sömürgecilik karşıtı mücadeleler üzerinden, ikiye katlanmıştı. Sözleşmelerin kabul edildiği gün Nijerya delegesi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hazırlandığı sürece katılmamış olsa bile, ülkesinin bağımsız olmasıyla birlikte sözleşmelerin hazırlık sürecine “mütevazı” da olsa katkıda bulunmakla gurur duyduğunu ifade etti.[1]

Yeni bağımsız olmuş devletlerin genel kurula büyük bir coşkuyla katılmış olmasının da ortaya koyduğu biçimiyle, beyannamedeki evrensel niyet ve dilekler, 1948’de sömürgeciliklerini muktedir kılmak için çabalayan medeni güçlerin niyetleri ve dilekleri karşısında galebe çaldı. Yaptığı coşkulu konuşmasında Meksika delegesi, “tıpkı kozası içerisinde saklı olan ipekböceği gibi bu sözleşmeler de kanatlarını zaferle çırpıyor, dolayısıyla artık insanlığı ileri götürmeye hazırlar” dedi.[2]

Sömürgeciler, süreci iki sebeple sevinçle karşıladılar: eski sömürgeler, sözleşmelerin hazırlık sürecine bağımsız ve egemen devletler olarak katıldılar, ayrıca kendi kaderini tayin hakkını ilk insanî hak olarak kabul ettirmeyi bildiler.

Meksikalı delegedeki iyimserlik, insan hakları söyleminde görülen soyutluk ve onun yaşanmış deneyimlerde görülen özgüllüklere yönelik kayıtsızlığı konusunda sıkça dillendirilen eleştirilerle çelişiyordu. Ama buna karşılık şurası da kesindi ki insan hakları metinlerinde kayıtlı olan evrensel insan söyleminin soyut olması sebebiyle bu söylem, daha önce dışlanmış olanları da içerecek şekilde genişletilmişti.

Bu bakış açısı dâhilinde hakların konuları ve sınırları yapısal açıdan esnek tutuluyor, böylelikle insan hakları ile ilgili dil, insanlık kategorisine dâhil edildiklerini görmek isteyen yeni ve dışlanmış öznelerce benimsenmekteydi. Fransız felsefeci Jacques Rancière’nin “doğrulanabilir eşitlik” dediği bu strateji, (tüm insanların haklar açısından eşit ve özgür doğduğunu söyleyen) temelsiz bir iddia olarak sıklıkla görmezden gelinenin hacmini belirlemeyi ve onu ciddiye almayı, ayrıca bir tartışma yürütmek için kullanmayı gerekli kılıyordu.[3]

İnsan hakları ile ilgili tarihyazımında bu yaklaşımı en çok tarihçi Lynn Hunt dillendirmekteydi. Hunt’ın tespitine göre haklarla alakalı beyanlarda genel eğilim, daha fazla insanı hakların konusu kişiler olarak kademelendirme yönündeydi.[4]

1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünden insan hakları sözleşmelerinin 1966’de kabul edilmesine dek uzanan süreç, ilkin bu türden hakların kademelendirildiği iddialarına tanık oldu. Mücadelelerinden zaferle çıkmış sömürgecilik karşıtı hareketler BM’nin bileşimini ve insan hakları tartışmalarının şartlarını büyük ölçüde değiştirdiler

1955’de yirmi dokuz Afrika ve Asya ülkesinden gelen delegeler Endonezya’nın Bandung şehrinde bir araya geldi ve burada halkların ve milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkının tüm temel insan haklarından istifade etmenin önkoşulu olduğunu beyan etti.[5]

İki yıl sonra, 1957’de Gana Sahra altı Afrikası milletleri içerisinde bağımsızlığını elde eden ilk ülke oldu. “Afrika Yılı” olarak adlandırılan 1960 yılında aralarında Nijerya’nın da bulunduğu on yedi Afrika ülkesi Gana’nın peşi sıra bağımsızlıklarını ilân etti.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hazırlandığı günden itibaren çok şey değişti. Beyannamenin hazırlandığı günlerde sömürgeci güçlerin delegelerinin asıl derdi medeniyet üzerine kurulu hiyerarşik yapıyı savunmak ve sömürgelerini insan hakları alanından uzak tutmaktı.

Ama Hunt’ın da ifadesiyle “haklar üzerine kurulu devrimci mantığın o buldozer kuvveti” ile birlikte sömürgecilik karşıtı güçler, özgürlüklerinin ve egemenlik konusunda sahip oldukları eşitliğin kendilerine uğruna mücadele ettikleri bağımsızlığı bahşetmeyeceğini gördüler.[6]

İnsan hakları sözleşmelerinin kabulünden hemen önce bağımsız Gana’nın ilk cumhurbaşkanı olan Kwame Nkrumah, resmi bağımsızlık ardından sömürgeciliğin sömürü pratiklerini kalıcılaştıran mekanizmalara atıfla “yeni sömürgecilik” terimini üretti. Nkrumah’a göre resmi egemenliğin elde edilmiş olması ne eski sömürgeleri sömürgecilik döneminin eşitsiz ekonomik ilişkilerinden kurtardı ne de onlara kendi toprakları üzerinde politik kontrol tesis etmelerine imkân sağladı.

“Yeni sömürgeciliğin boyunduruğu altında olan bir devlet kendi kaderinin efendisi değildir”[7] diyen Nkrumah, yeni sömürgeciliğin kullandığı mekanizmalar içerisinde özel olarak dünya piyasası üzerinde uluslararası sermayenin kurduğu kontrol üzerinde duruyordu. Bu bağlamda uluslarası sermaye uluslararası yardımları ve yardım şartlarını istismarcı bir yaklaşımla kullanıyor, ABD’li işçi sendikaları, misyonerler ve STK’lar üzerinden ülkelere baskı uyguluyordu.[8]

Upendra Baxi’nin ifadesiyle yeni sömürgecilik, esasen bağımsızlık mücadelelerinin başaracağı görüldüğü noktada ortaya çıkmıştı.[9] Yeni sömürgeciliğe karşı mücadele süreç içerisinde Doğal Kaynaklar Üzerinde Kalıcı Hâkimiyet ve kalkınma hakkı gibi yeni ekonomik hak talepleri biçimini aldı.[10]

Neoliberallere göre sömürgecilik sonrası dönemin ekonomik düzenini politikleştirmeye dönük bu türden girişimler hem dünya pazarını hem de uluslararası barışı tehdit etmekteydi. Bunlar, sömürgecilik sonrasında gündeme gelen ekonomi projesinin yüzyılın ortasında işleyen sömürgeciliğin bir mirasıydı. Bu sömürgecilik pratiği dâhilinde Britanya İmparatorluğu, serbest ticaret politikalarını ekonomik planlama lehine terk etmişti.

Yükselen sömürgecilik karşıtlığı karşısında neoliberaller emperyalizm ve sömürgecilikle ilgili olarak süren tartışmanın şartlarını değiştirmeye gayret ettiler. Bu kesime göre emperyalizm Lenin’in ifade ettiği gibi “kapitalizmin en yüksek aşaması” değil, ekonominin politikleşmesi sürecinin bir sonucuydu.

Neoliberalizmin ortaklaştığı görüşü özetleyen Wilhelm Röpke’ye göre emperyalizm, giderek içine daha fazla gömüldüğümüz ekonominin politikleşmesi sürecinin üzücü sonuçlarından biri idi. Röpke’nin asıl şikâyet ettiği husus ise bu emperyalizm yüzünden piyasa ekonomisinin ilkelerinin giderek daha fazla terk edilmesiydi.[11]

Ekonomi sahasında kendi kaderini tayin etme konusunda sömürgecilik sonrası dönemde gündeme gelen talepler karşısında neoliberaller karşılıklı işleyen, faydalı, serbest, barışçıl değiş tokuş alanı olarak piyasa alanı ile şiddet, baskı ve militarizm üzerine kurulu siyaset sahası arasındaki ikiliği gündeme getirdiler. Buna bağlı olarak neoliberaller, politik egemenliği ekonomi düzlemindeki sahiplik ilişkisinden ayırmak suretiyle, tüm tarafların eski sömürgelere ait hammaddeleri açık pazardan satın alabileceklerini, sömürgeciliğin ve fetih anlayışının gereksiz hâle geleceğini söylediler.

1957’de Mont Pèlerin Cemiyeti’nin düzenlediği toplantıda Stanford Üniversitesi’nde tarımsal ekonomi dersleri veren Karl Brandt, dekolonizasyon sürecine dair neoliberal yaklaşımı aktarmak için o bilindik, piyasanın düşmanları dost hâline getirdiği efsanesine başvurdu. Brandt’ın dediğine göre “Aydınlanmacı liberalizmin üzerinde durması gereken mesele, onun sömürgeleri beyazlardan nasıl kurtaracağı değil, sömürgelerde mümkün olduğu ölçüde daha fazla beyazın birer ortak ve dost olarak el üstünde tutulacağı koşulların nasıl oluşturulacağı idi.[12]

Beyazların yaşayabileceği koşullar oluşturmak, onların haklarının korunmasını sağlamak demekti. On dokuzuncu yüzyılın bırakın yapsınlar bırakın geçsinlerci iyimserliğini terk eden neoliberaller artık dünya pazarının geleceğinin mevcut uluslararası işbölümünü güvence altına alıp mülkiyeti ve yatırımları koruyacak ayrıca sömürgecilik sonrası dönemde egemenliği kısıtlayacak hukukî ve ahlakî çerçevenin oluşturulmasına bağlıydı.

Sömürgecilik sonrası gündeme gelen insan hakları projesine karşı neoliberaller, piyasaya dost insan hakları projesini gündeme getirdiler. Burada amaçsa ticaret yapma hakkını korumak ve bu hakkı diri tutmak için dönüştürücü müdahalelere izin vermekti.[13] Daha da önemlisi bu neoliberal insan haklarının gündeme getirilmesinde amaç, piyasanın ahlakını herkese telkin etmek ve liberal bir tebaa oluşturmaktı. Sonuçta neoliberallere göre Nkrumah’nın bahsini ettiği yeni sömürgecilik de bir projeydi.

Jessica Whyte

[Kaynak: The Morals of the Market: Human Rights and the Rise of Neoliberalism, Verso, 2019.]

Dipnotlar:
[1] A. A. Mohammed (Nigeria) ‘Official Record of the 1496th Plenary Meeting of the United Nations General Assembly’, 16 Aralık 1966, s. 11, undocs.org.

[2] Cuevas Cancino (Mexico) A.g.e., s. 3.

[3] Jacques Rancière, On the Shores of Politics (Londra: Verso, 2006), s. 47.

[4] Lynn Hunt, Inventing Human Rights: A History (New York: W. W. Norton, 2007).

[5] Asian-African Conference, ‘Final Communiqué of the Asian-African Conference of Bandung’ (Cakarta: Centre Virtuel de la Connaissance sur l’Europe, 24 Nisan 1955), s. 6.

[6] Hunt, Inventing Human Rights, s. 168.

[7] Kwame Nkrumah, Neo-Colonialism: The Last Stage of Imperialism (New York: International, 1966), s. x.

[8] A.g.e., s. 243.

[9] Upendra Baxi, The Future of Human Rights (Oxford: Oxford University Press, 2008), s. 51.

[10] Doğal Kaynaklar Üzerine Kalıcı Hâkimiyet ile ilgili 1803 sayılı karar BM Genel Kurulu’nda Aralık 1962’de kabul edildi. ‘Permanent Sovereignty over Natural Resources, General Assembly Resolution 1803 (XVII)’, legal.un.org. Sundhya Pahuja’nın da ifade ettiği gibi bu kararların alınmasında amaç, “ekonomi üzerindeki politik hâkimiyeti yeniden sağlamak”tı. Sundhya Pahuja, Decolonising International Law: Development, Economic Growth, and the Politics of Universality (Cambridge: Cambridge University Press, 2011), s. 86.

[11] Wilhelm Röpke, The Social Crisis of Our Time, Çev. Annette Schiffer Jacobsohn ve Peter Schiffer Jacobsohn (Şikago: University of Chicago Press, 1950), s. 107.

[12] Brandt’tan aktaran: Angus Burgin, The Great Persuasion: Reinventing Free Markets since the Depression (Cambridge: Harvard University Press, 2012), s. 120.

[13] Upendra Baxi, Future of Human Rights, Oxford: Oxford University Press, 2008.

0 Yorum: