21 Nisan 2020

Kimsenin Umurunda Değildi


Saman yığınından gayrı hiçbir şeyin bulunmadığı bir tavan arasının kapısı aralandı. Yığının üzerinde bir adam yatıyordu. Ev, İngiltere’nin en zengin şehirlerinden birinin göbeğinde idi. Taş atımlık mesafede tüccarlar ağır bir mücadelenin ateşi etrafında toplaşmışlar, zibil gibi parayı birbirlerinin ceplerine akıtıyorlardı. Öte yandan, bu trafiği yoğun pazarın orta yerinde bir insan, açlıktan ölüyordu.
Seslerin tüm şiddetiyle iç içe geçtiği, malların alınıp satıldığı bu yerde adam sükuta gömülmüştü. Cam gibi parlak gözleri bitap düşmüş hâlde o batakhanenin harap duvarlarında dolaşıyor, bir anlığına çatıdaki pencereye takılıyor, kırık camların arasından kendisini gösteren mavi gökyüzüne bakıyordu. İçe çökmüş suratında ince bir huzme gezindi. Adam o an elini kaldırdı, ama sonrasında o el, saman yığınının üzerine devrildi. Adamın gözleri kapandı, soluk bir gülümseme yerleşti yüzüne. Tüm hareket, dağ gibi durdu. Ölmüş müydü? Hayır, henüz ölmemişti ama ölüyordu.
Ölüm, adamın yanına ilişti, diz çöktü, ürkütücü, içi oyuk gözlerle adama baktı ve onun nefesini kesti. Bu sefer adamın diğer yanına Açlık yanaşıp diz çöktü. Esrarlı bakışları ve cılız bedeniyle adama baktı. Açlık, o çökmüş gözleriyle, Ölüm’den daha zalimdi.
Ölüme bakan göz görmüyordu ama tepelerindeki mavi gökyüzünün altında oyun oynayan çocukların sesi, sokaklardaki trafiğin gürültüsü işitiliyordu. Bunlar olurken Ölüm ve Açlık, adamla işlerini bitirmek için kollarını sıvadı. Adamı kurtaracak o el, hiç uzanmadı.
Ölüm adamın kapısını çaldığı sıralarda bir tüccar, tek seferde binlerce sterlini cebe indiriyor, karısı ve çocukları için Tanrı’ya şükrediyor, kendisini müreffeh kılan şeyler için O’na yakarıyordu. Hesap defterini kapatıp pahalı ceketinin cebine sokarken, iki adım ötede açlıktan ölen adamdan bihaberdi. Tüccar, Ölüm ve Açlık’ın ağır bir sessizlikle adamın yüzüne baktığını bilmiyordu.
O gün adamın açlıktan öldüğü o batakhanenin önünden binlerce insan gelip geçti. Teki bile kapıya uzanan o dar avluya ya da adamın yattığı tavan arasına çıkan o zifiri merdivene dönüp bakmadı. Umurlarında değildi. Onca insan, sadece kendi meselelerine gömülüydü. Kör gözlerinin önünde yaşanan dilsiz trajediden habersizdi hepsi. Bilecekleri bir şey de yoktu zaten.
Adamın da dostları, karısı ve çocukları vardı. O, cebinde taşıdığı paranın verdiği sıcaklığı bir vakitler yaşamıştı. Ama bir gün kaderin sillesini yedi, bir anda biçare ve yoksul birine dönüştü. Bu da kimsenin umurunda değildi.
Adam, hayatta kalmak için uzun süre mücadele etti, ama gençler dururken kimse bir ihtiyara iş vermiyordu. Sonra kapıya hastalık ve sefalet dayandı. Bu da kimsenin umurunda değildi.
Şuan canını teslim ediyordu. O can da kimsenin umurunda değildi. Öldüğünü kimse bilmiyordu. Bilmek, kimsenin meselesi değildi.
Adamın bedeni taş kesildi. Gözleri kilitlendi. Ağzına yayılmış o soluk gülümseme, bir süre yüzünü terk etmedi. Adam, o an çocukluğunu düşünüyordu. Gözlerinin önüne eski çiftlik evi, ağaçlar, nehir ve ufka doğru uzandıkça kucaklaşıp mavi gökyüzüne karışan yüksek tepeler geldi. O da ne! Bir an dudakları kıpırdadı. “Yeşil tarlalar” deyiverdi. Ama o kıpırtı kısa bir süre sonra bitti.
Sonra bir ürperti geldi adama, iç çekti, ruhu beden denilen o yükten kurtuldu. İnsanı öğüten keder yüklü sefalet, geçip gitti, nisyana gömüldü. Ölüm adamın boğazından çekti elini, Açlık'sa artık ona bakmıyordu bile. Adam, onların umurunda değildi. İşleri bitmişti. Sessizlik ve körlük yollarına baktı, adamı arkalarında bıraktı. Gözlerindeki donukluk, o boş bakış, katılaşmış yüzün başında ağlayan, acıyan, el uzatan, ölümden haberdar olan tek bir kişi bile yoktu. Adam, yapayalnız ve çırılçıplak, bir çölün orta yerinde ölmüştü, oysa o can bedeni, ağzına kadar insan dolu olan bir şehrin orta yerinde terk etmişti.
Adamın öldüğünü kimse görmedi. Ama gündüz vakti Tanrı’nın katından bir melek indi, şehrin üzerinde süzüldü, sokakları dolaştı, fabrikaları, dükkânları, evleri ve kiliseleri yukarıdan seyreyledi. Sonra tavan arasına girdi ve ölen adamın yanında diz çöktü. Açlık ve Ölüm, melekten hiç korkmadı, çünkü biliyorlardı ki kendileri de Tanrı’nın birer elçisi idi.
Melek adama ve yanındakilere baktı, bir süre bekledi, Açlık ve Ölüm işlerini hallettikten sonra adamın prangalarını kırmış olan ruhunu alıp Tanrı’nın huzuruna çıktı. İşte o an Tanrı, adamın gözlerinden dökülen yaşları sildi.
Ve sonra şunu söyledi: “Geldiğin şehir harika bir yer. Orada bana hizmet edip emirlerime uyan çok insan var mı?”
Adam başını eğdi ve soruya şu cevabı verdi: “Evet Efendim. Senin adına birçok mabet inşa ettiler.”
Bunun üzerine Tanrı şunu söyledi: “O şehirdeki insanlara yığınla mal mülk, sandıklar dolusu servet bahşettim, ama sen açlık ve yokluk yüzünden öldün.”
Adam şunu söyledi: Evet Efendim. Yapayalnız ve tek başınaydım. Herkesin onca uğraş verdiği yerde kendime tutunacak bir dal bulamadım, çünkü yaşlıydım, zayıftım, kimse bana merhamet etmedi.”
Adam bunları söyleyince Cennet katına bir süre sessizlik çöktü, sayısız insanın hep bir ağızdan söylediği şarkılar, birden sustu.
Tanrı “Ne duyuyorsun?” diye sordu.
Adam ise “Ezilenlerin, açlığın ve yokluğun çilesini çekenlerin, tüm ülkelerde öfkeyle ayağa kalkanların çığlığını duyuyorum” dedi.
Bunun üzerine Tanrı şunları söyledi: “Nasıl oluyor da bu insanların çığlıkları sürekli bana ulaşıyor. Bu insanlar, elleriyle benim adıma mabetler inşa ediyorlar, dudaklarıyla bana ibadet ediyorlar, ama kalpleri benden çok uzak. Bense karşılık beklemeden açıyorum avuçlarımı, tüm zenginlikleri bu milletin üzerine boca ediyorum ki yeryüzünde senin gibiler olmasın. Ama gelgelelim bu insanlar, başkalarının eline yeterince şey geçmezken açgözlülükle birbirleriyle uğraşıyorlar. Benim verdiklerimi alıp ‘bunlar benim’ diyorlar. ‘O zenginlikleri üreten biziz. Bu kalabalıklar bizim gerçek kardeşlerimiz değil. Tanrı yoksulları bize hizmet etsinler diye yarattı’ diyorlar. Her bir insan kör olmuş gözleriyle kendi kazancı peşine düşüyor, başkasını umursamıyor, hatta onu yok edilecek bir hayvan olarak görüyor.”
Samuel Washington
(Elihu)
1892
[Kaynak: Workers’ Tales: Socialist Fairy Tales, Fables, and Allegories from Great Britain, Ed. Michael Rosen, Princeton University Press, 2018, s. 41-44.]

0 Yorum: