Seslerin tüm şiddetiyle iç içe geçtiği, malların
alınıp satıldığı bu yerde adam sükuta gömülmüştü. Cam gibi parlak gözleri bitap
düşmüş hâlde o batakhanenin harap duvarlarında dolaşıyor, bir anlığına çatıdaki
pencereye takılıyor, kırık camların arasından kendisini gösteren mavi gökyüzüne
bakıyordu. İçe çökmüş suratında ince bir huzme gezindi. Adam o an elini
kaldırdı, ama sonrasında o el, saman yığınının üzerine devrildi. Adamın gözleri
kapandı, soluk bir gülümseme yerleşti yüzüne. Tüm hareket, dağ gibi durdu.
Ölmüş müydü? Hayır, henüz ölmemişti ama ölüyordu.
Ölüm, adamın yanına ilişti, diz çöktü, ürkütücü,
içi oyuk gözlerle adama baktı ve onun nefesini kesti. Bu sefer adamın diğer
yanına Açlık yanaşıp diz çöktü. Esrarlı bakışları ve cılız bedeniyle adama
baktı. Açlık, o çökmüş gözleriyle, Ölüm’den daha zalimdi.
Ölüme bakan göz görmüyordu ama tepelerindeki mavi
gökyüzünün altında oyun oynayan çocukların sesi, sokaklardaki trafiğin
gürültüsü işitiliyordu. Bunlar olurken Ölüm ve Açlık, adamla işlerini bitirmek
için kollarını sıvadı. Adamı kurtaracak o el, hiç uzanmadı.
Ölüm adamın kapısını çaldığı sıralarda bir tüccar, tek seferde binlerce sterlini cebe indiriyor, karısı ve çocukları için Tanrı’ya
şükrediyor, kendisini müreffeh kılan şeyler için O’na yakarıyordu. Hesap
defterini kapatıp pahalı ceketinin cebine sokarken, iki adım ötede açlıktan ölen adamdan bihaberdi. Tüccar, Ölüm
ve Açlık’ın ağır bir sessizlikle adamın yüzüne baktığını bilmiyordu.
O gün adamın açlıktan öldüğü o batakhanenin
önünden binlerce insan gelip geçti. Teki bile kapıya uzanan o dar avluya ya da
adamın yattığı tavan arasına çıkan o zifiri merdivene dönüp bakmadı.
Umurlarında değildi. Onca insan, sadece kendi meselelerine gömülüydü. Kör
gözlerinin önünde yaşanan dilsiz trajediden habersizdi hepsi. Bilecekleri bir
şey de yoktu zaten.
Adamın da dostları, karısı ve çocukları vardı. O,
cebinde taşıdığı paranın verdiği sıcaklığı bir vakitler yaşamıştı. Ama bir gün kaderin
sillesini yedi, bir anda biçare ve yoksul birine dönüştü. Bu da kimsenin
umurunda değildi.
Adam, hayatta kalmak için uzun süre mücadele etti, ama gençler dururken kimse bir ihtiyara iş vermiyordu. Sonra kapıya hastalık ve
sefalet dayandı. Bu da kimsenin umurunda değildi.
Şuan canını teslim ediyordu. O can da kimsenin
umurunda değildi. Öldüğünü kimse bilmiyordu. Bilmek, kimsenin meselesi değildi.
Adamın bedeni taş kesildi. Gözleri kilitlendi.
Ağzına yayılmış o soluk gülümseme, bir süre yüzünü terk etmedi. Adam, o an
çocukluğunu düşünüyordu. Gözlerinin önüne eski çiftlik evi, ağaçlar, nehir ve
ufka doğru uzandıkça kucaklaşıp mavi gökyüzüne karışan yüksek tepeler geldi. O
da ne! Bir an dudakları kıpırdadı. “Yeşil tarlalar” deyiverdi. Ama o kıpırtı
kısa bir süre sonra bitti.
Sonra bir ürperti geldi adama, iç çekti, ruhu beden
denilen o yükten kurtuldu. İnsanı öğüten keder yüklü sefalet, geçip gitti,
nisyana gömüldü. Ölüm adamın boğazından çekti elini, Açlık'sa artık ona bakmıyordu
bile. Adam, onların umurunda değildi. İşleri bitmişti. Sessizlik ve körlük
yollarına baktı, adamı arkalarında bıraktı. Gözlerindeki donukluk, o boş bakış,
katılaşmış yüzün başında ağlayan, acıyan, el uzatan, ölümden haberdar olan tek
bir kişi bile yoktu. Adam, yapayalnız ve çırılçıplak, bir çölün orta yerinde
ölmüştü, oysa o can bedeni, ağzına kadar insan dolu olan bir şehrin orta
yerinde terk etmişti.
Adamın öldüğünü kimse görmedi. Ama gündüz vakti
Tanrı’nın katından bir melek indi, şehrin üzerinde süzüldü, sokakları dolaştı,
fabrikaları, dükkânları, evleri ve kiliseleri yukarıdan seyreyledi. Sonra tavan
arasına girdi ve ölen adamın yanında diz çöktü. Açlık ve Ölüm, melekten hiç
korkmadı, çünkü biliyorlardı ki kendileri de Tanrı’nın birer elçisi idi.
Melek adama ve yanındakilere baktı, bir süre
bekledi, Açlık ve Ölüm işlerini hallettikten sonra adamın prangalarını kırmış
olan ruhunu alıp Tanrı’nın huzuruna çıktı. İşte o an Tanrı, adamın gözlerinden
dökülen yaşları sildi.
Ve sonra şunu söyledi: “Geldiğin şehir harika bir
yer. Orada bana hizmet edip emirlerime uyan çok insan var mı?”
Adam başını eğdi ve soruya şu cevabı verdi: “Evet
Efendim. Senin adına birçok mabet inşa ettiler.”
Bunun üzerine Tanrı şunu söyledi: “O şehirdeki
insanlara yığınla mal mülk, sandıklar dolusu servet bahşettim, ama sen açlık ve
yokluk yüzünden öldün.”
Adam şunu söyledi: Evet Efendim. Yapayalnız ve tek
başınaydım. Herkesin onca uğraş verdiği yerde kendime tutunacak bir dal
bulamadım, çünkü yaşlıydım, zayıftım, kimse bana merhamet etmedi.”
Adam bunları söyleyince Cennet katına bir süre
sessizlik çöktü, sayısız insanın hep bir ağızdan söylediği şarkılar, birden
sustu.
Tanrı “Ne duyuyorsun?” diye sordu.
Adam ise “Ezilenlerin, açlığın ve yokluğun
çilesini çekenlerin, tüm ülkelerde öfkeyle ayağa kalkanların çığlığını duyuyorum”
dedi.
Bunun üzerine Tanrı
şunları söyledi: “Nasıl oluyor da bu insanların çığlıkları sürekli bana
ulaşıyor. Bu insanlar, elleriyle benim adıma mabetler inşa ediyorlar, dudaklarıyla bana
ibadet ediyorlar, ama kalpleri benden çok uzak. Bense karşılık beklemeden
açıyorum avuçlarımı, tüm zenginlikleri bu milletin üzerine boca ediyorum ki
yeryüzünde senin gibiler olmasın. Ama gelgelelim bu insanlar, başkalarının
eline yeterince şey geçmezken açgözlülükle birbirleriyle uğraşıyorlar. Benim verdiklerimi
alıp ‘bunlar benim’ diyorlar. ‘O zenginlikleri üreten biziz. Bu kalabalıklar bizim
gerçek kardeşlerimiz değil. Tanrı yoksulları bize hizmet etsinler diye yarattı’
diyorlar. Her bir insan kör olmuş gözleriyle kendi kazancı peşine düşüyor,
başkasını umursamıyor, hatta onu yok edilecek bir hayvan olarak görüyor.”
Samuel Washington
(Elihu)
1892
1892
[Kaynak:
Workers’ Tales: Socialist Fairy
Tales, Fables, and Allegories from Great Britain, Ed. Michael Rosen,
Princeton University Press, 2018, s. 41-44.]
0 Yorum:
Yorum Gönder