“Egemen verili koşullara kin
duymadan geçilen, tüketilen gecenin,
tek bir gecenin vebâli insanın boynunu morartır.”
[Nuri Pakdil]
25 Aralık Cuma gecesi “Necip Fazıl Ödülleri” töreninde
Nuri Pakdil, Tayyip Erdoğan’ın ve bilumum “abdestli kapitalistin” huzurunda “Ne
mutlu Müslümanım diyene” sloganını atarak, aslında bir politikanın serencamını
belirginleştirmiş oldu: “Egemen verili koşullara kin duymadan tüketilen”
herhangi bir gece daha. Kendi tarifiyle “anti emperyalist, anti kapitalist,
anti sosyalist, anti nazist ve özellikle anti firavunist” bilincin geldiği
nokta, bir yönüyle İslamî siyaseti mutlak bir özcülükle kodlayan, kendi dışındaki
alanlara kapatan, “bütün –izm’lere karşı” sürdüren metodun, nihayetinde kurulan
özcülüğün kendisini metalaştıran kapitalist üretim ilişkilerine ve kurulu
düzene teslim olmasıdır. Pakdil ve muadilleri, sosyalizmi ve Marksizmi
“dünyevilik” zemininde kapitalizm, emperyalizm, faşizm vb. ile eş düzlemli
kabul ederek, İslam’ı ideolojiler üstü bir pozisyonda tutup verili somut
ilişkilere aşkınlaştırarak, bu ülkede sosyalizmin Müslümanlaşmasına ve
Müslümanların sosyalistleşmesine bulundukları alandan bariyer olma işlevi
gördüler. Oysa Nurettin Topçu’nun sözleriyle ifade edilirse, “sosyalizm,
çiğnenmesi halinde Allah’ın da affetmeyeceğini bildirdiği kul hakkının
müdafaası” idi. Hikmet Kıvılcımlı’ya kulak verilecek olursa da “din, hele bizim
dinimiz, Müslüman dini, devrimci, ilerici, gerçekten halkçı bir din” olmak
durumundaydı.
Nuri Pakdil bir röportajında AKP’ye “Türkiye’de
1923’ten sonraki dönemin en iyi muhalif temsilciliğini” yakıştırsa da AKP,
müesses nizama muhalefet etmek için değil yeniden nizam vermek için yola
çıkmıştı. AKP, devletin şirketleşme momentiydi; şirketleşme ise kapitalist
ilişkilere, neoliberalizme, küresel sermaye ile kurulacak daha kapsamlı
ilişkilere, özünde küfre, zulme ve şirke dairdi. Mülk edinilen bir kimlik ve
bir meta olarak “Müslümanlık”, Türkiye’de ve bölgede kurulmak istenen şirketin
ideolojik ve parasal desteği olarak görüldü. Şirket ve sermaye adına konuşan
liberalizm, dilinden düşürmediği “devlet-sivil toplum dikotomisinin” sivil
toplum kanadını ve “otantik burjuvazi” hayallerini AKP’de cisimleştirdi.
Devletin (ve devlette somutlanan verili sınıfsal ilişkilerin) devamlılığını
sağlamaya, emperyalizm ile yapısal ilişkileri sürdürmeye yönelmiş bir şirket
siyasetinden “muhaliflik” türetmenin gerçekdışılığı açıktı.
İsmet Özel’in tabiriyle, “efendi seçme özgürlüğüne
sahip bir uşak mevkiini işgal etmek” ezilen Müslüman halk kitlelerine
burjuvazinin lütfu, “demokrasinin olgunlaşması” gibi gösterilebilirdi ancak
yapılan işlemin kurulu düzenin temellerini pekiştirme çabası olduğu ortadaydı.
AKP rolü ve varoluşu gereği, Müslüman fukara halkın hapishanesi ve prangası
olmak durumundaydı. Yaşanan sürecin sonunda, Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türküm
diyene” sloganı, “devrimci” Nuri Pakdil’in dilinde Türk yerine Müslüman sıfatını
içerecek şekilde dönüştürüldü: “Anti firavunizmin” vardığı nokta,
Kemalistleştirilmiş ve devletin harcına karılmış bir “Müslümancılık”tan başkası
değildi. Gelinen son aşamada Pakdil’in payına düşen, mazluma müstekbirin
diliyle seslenmek, efendinin dilini fukara Müslüman halka tercüme etmek. AKP
müesses nizam için ve o nizama içkin olarak İslam’ı dönüştürürken, İslam’da
kolektif olanı dağıtıp dini özel alanlara hapsederken, aslında ezilenlerin
kolektifleşmesine ve sosyalizme dair imkânları da daraltıyor. O nedenle
devletin ve sermayenin önünde “sterilize” bir Müslümancılığın savunusunun
ciddiyeti bulunmuyor.
Dini, İslam’ı, kendi özel alanlarına,
ben-merkezciliklerine kapatanların, Peygamber’de bireysel bir önderlik
görmeleri şaşırtıcı değil. Peygamber’de “başarılı bir işadamı, tüccar burjuva”
görmekle, onu “ulu önder” haline getirmek arasında kategorik bir fark
bulunmuyor. Bireyselleşmeyi fısıldayan liberalizm, dine dair olanın kolektif ve
tevhidî olandan koparılmasını vaaz ediyor. Kapitalizmi sadece bir Batı
ideolojisi, “–izm’lerden bir –izm” zannedenler, lafzî ve zahirî bir dindarlığın
kendilerini kapitalizmden koruyacağını vehmediyorlar. Mevlana’nın “ya
göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” şiarını dillerinden düşürmeyenler,
zihin ve bedeni, ruhu ve maddi olanı ayıran Kartezyen düalizme, modernizmin
amentüsüne tapınıyorlar aslında. İslam’ın tevhidi duruşu Hz. Ali’nin “İman
gönülle tanımak, dil ile ikrar etmek, aza ile de kullukta bulunmaktır” sözüyle
ifadesini bulurken, efendilerin salonlarında “Müslümancılık” yapmak -yine Hz.
Ali’nin deyişiyle- “tacirlerin ve kölelerin kulluğuna” denk düşüyor.
Peygamberde kolektif olana dışsal bir “ulu önderlik”
görenlerin, Firavun’da da tekil bir despot bulmaları kaçınılmazlaşıyor. Oysa
nasıl ki Peygamber zulüm ve sömürüye karşı kolektif mücadelenin bedenleşen
sembolü ise, Firavun da zulme ve sömürüye dayalı düzenlerin kendisine mündemiç
halde bulunuyor. Kuran’a göre Firavun’u Karun ve Haman’dan ayrı düşünmek
olanaksız. Tutarlı bir “anti firavunizmin” müstekbirliği yaratan
toplumsal-sınıfsal ilişkilere de karşı koyması gerekirken, “Tanrı’ya inanıp
firavunlara tapan”, “Hz. Davut için üzülüp yine de Golyat’ı tutan” (Halil
Cibran) bir muhaliflik efendiler için endişe doğurmuyor, bilakis
işlevselleşiyor. Tutarlı bir “anti firavunizmin” “ezilenleri önderler
yapmaya ve onları yeryüzünde işbaşına getirmeye” [Kasas: 5-6] iman etmekle
işe başlaması gerekiyor.
Hz. Muhammed, devletçi muhafazakârların, devletlerini
dinleri haline getirenlerin söyleminin aksine kitlelerden ayrıksı bir “ulu
önder” değil; mazlumların kolektif mücadelesinin yoldaşı, zulme karşı hurucun
sembolü, ezilenlerin ortak derdi ve öfkesini bilen Allah’ın resulüdür. “Yaratmayı
başlatan ve yenileyerek sürdüren” [Rum: 11] Allah, her çağ ve dönemde
toplumsal çelişkileri ve diyalektik dönüşümleri meydana getirir. Önemli olan,
lafza aldanmadan ve zahirle yetinmeden, kendi çağının temel çelişkisini doğru
kavramaktır.
Tevfik Ziya
28 Aralık 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder