29 Aralık 2015

,

Pakdil’in “Anti Firavunizminin” Sefaleti


Egemen verili koşullara kin duymadan geçilen, tüketilen gecenin,
tek bir gecenin vebâli insanın boynunu morartır.

[Nuri Pakdil]

 

25 Aralık Cuma gecesi “Necip Fazıl Ödülleri” töreninde Nuri Pakdil, Tayyip Erdoğan’ın ve bilumum “abdestli kapitalistin” huzurunda “Ne mutlu Müslümanım diyene” sloganını atarak, aslında bir politikanın serencamını belirginleştirmiş oldu: “Egemen verili koşullara kin duymadan tüketilen” herhangi bir gece daha. Kendi tarifiyle “anti emperyalist, anti kapitalist, anti sosyalist, anti nazist ve özellikle anti firavunist” bilincin geldiği nokta, bir yönüyle İslamî siyaseti mutlak bir özcülükle kodlayan, kendi dışındaki alanlara kapatan, “bütün –izm’lere karşı” sürdüren metodun, nihayetinde kurulan özcülüğün kendisini metalaştıran kapitalist üretim ilişkilerine ve kurulu düzene teslim olmasıdır. Pakdil ve muadilleri, sosyalizmi ve Marksizmi “dünyevilik” zemininde kapitalizm, emperyalizm, faşizm vb. ile eş düzlemli kabul ederek, İslam’ı ideolojiler üstü bir pozisyonda tutup verili somut ilişkilere aşkınlaştırarak, bu ülkede sosyalizmin Müslümanlaşmasına ve Müslümanların sosyalistleşmesine bulundukları alandan bariyer olma işlevi gördüler. Oysa Nurettin Topçu’nun sözleriyle ifade edilirse, “sosyalizm, çiğnenmesi halinde Allah’ın da affetmeyeceğini bildirdiği kul hakkının müdafaası” idi. Hikmet Kıvılcımlı’ya kulak verilecek olursa da “din, hele bizim dinimiz, Müslüman dini, devrimci, ilerici, gerçekten halkçı bir din” olmak durumundaydı.

Nuri Pakdil bir röportajında AKP’ye “Türkiye’de 1923’ten sonraki dönemin en iyi muhalif temsilciliğini” yakıştırsa da AKP, müesses nizama muhalefet etmek için değil yeniden nizam vermek için yola çıkmıştı. AKP, devletin şirketleşme momentiydi; şirketleşme ise kapitalist ilişkilere, neoliberalizme, küresel sermaye ile kurulacak daha kapsamlı ilişkilere, özünde küfre, zulme ve şirke dairdi. Mülk edinilen bir kimlik ve bir meta olarak “Müslümanlık”, Türkiye’de ve bölgede kurulmak istenen şirketin ideolojik ve parasal desteği olarak görüldü. Şirket ve sermaye adına konuşan liberalizm, dilinden düşürmediği “devlet-sivil toplum dikotomisinin” sivil toplum kanadını ve “otantik burjuvazi” hayallerini AKP’de cisimleştirdi. Devletin (ve devlette somutlanan verili sınıfsal ilişkilerin) devamlılığını sağlamaya, emperyalizm ile yapısal ilişkileri sürdürmeye yönelmiş bir şirket siyasetinden “muhaliflik” türetmenin gerçekdışılığı açıktı.

İsmet Özel’in tabiriyle, “efendi seçme özgürlüğüne sahip bir uşak mevkiini işgal etmek” ezilen Müslüman halk kitlelerine burjuvazinin lütfu, “demokrasinin olgunlaşması” gibi gösterilebilirdi ancak yapılan işlemin kurulu düzenin temellerini pekiştirme çabası olduğu ortadaydı. AKP rolü ve varoluşu gereği, Müslüman fukara halkın hapishanesi ve prangası olmak durumundaydı. Yaşanan sürecin sonunda, Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı, “devrimci” Nuri Pakdil’in dilinde Türk yerine Müslüman sıfatını içerecek şekilde dönüştürüldü: “Anti firavunizmin” vardığı nokta, Kemalistleştirilmiş ve devletin harcına karılmış bir “Müslümancılık”tan başkası değildi. Gelinen son aşamada Pakdil’in payına düşen, mazluma müstekbirin diliyle seslenmek, efendinin dilini fukara Müslüman halka tercüme etmek. AKP müesses nizam için ve o nizama içkin olarak İslam’ı dönüştürürken, İslam’da kolektif olanı dağıtıp dini özel alanlara hapsederken, aslında ezilenlerin kolektifleşmesine ve sosyalizme dair imkânları da daraltıyor. O nedenle devletin ve sermayenin önünde “sterilize” bir Müslümancılığın savunusunun ciddiyeti bulunmuyor.

Dini, İslam’ı, kendi özel alanlarına, ben-merkezciliklerine kapatanların, Peygamber’de bireysel bir önderlik görmeleri şaşırtıcı değil. Peygamber’de “başarılı bir işadamı, tüccar burjuva” görmekle, onu “ulu önder” haline getirmek arasında kategorik bir fark bulunmuyor. Bireyselleşmeyi fısıldayan liberalizm, dine dair olanın kolektif ve tevhidî olandan koparılmasını vaaz ediyor. Kapitalizmi sadece bir Batı ideolojisi, “–izm’lerden bir –izm” zannedenler, lafzî ve zahirî bir dindarlığın kendilerini kapitalizmden koruyacağını vehmediyorlar. Mevlana’nın “ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” şiarını dillerinden düşürmeyenler, zihin ve bedeni, ruhu ve maddi olanı ayıran Kartezyen düalizme, modernizmin amentüsüne tapınıyorlar aslında. İslam’ın tevhidi duruşu Hz. Ali’nin “İman gönülle tanımak, dil ile ikrar etmek, aza ile de kullukta bulunmaktır” sözüyle ifadesini bulurken, efendilerin salonlarında “Müslümancılık” yapmak -yine Hz. Ali’nin deyişiyle- “tacirlerin ve kölelerin kulluğuna” denk düşüyor.

Peygamberde kolektif olana dışsal bir “ulu önderlik” görenlerin, Firavun’da da tekil bir despot bulmaları kaçınılmazlaşıyor. Oysa nasıl ki Peygamber zulüm ve sömürüye karşı kolektif mücadelenin bedenleşen sembolü ise, Firavun da zulme ve sömürüye dayalı düzenlerin kendisine mündemiç halde bulunuyor. Kuran’a göre Firavun’u Karun ve Haman’dan ayrı düşünmek olanaksız. Tutarlı bir “anti firavunizmin” müstekbirliği yaratan toplumsal-sınıfsal ilişkilere de karşı koyması gerekirken, “Tanrı’ya inanıp firavunlara tapan”, “Hz. Davut için üzülüp yine de Golyat’ı tutan” (Halil Cibran) bir muhaliflik efendiler için endişe doğurmuyor, bilakis işlevselleşiyor. Tutarlı bir “anti firavunizmin” “ezilenleri önderler yapmaya ve onları yeryüzünde işbaşına getirmeye” [Kasas: 5-6] iman etmekle işe başlaması gerekiyor.

Hz. Muhammed, devletçi muhafazakârların, devletlerini dinleri haline getirenlerin söyleminin aksine kitlelerden ayrıksı bir “ulu önder” değil; mazlumların kolektif mücadelesinin yoldaşı, zulme karşı hurucun sembolü, ezilenlerin ortak derdi ve öfkesini bilen Allah’ın resulüdür. “Yaratmayı başlatan ve yenileyerek sürdüren” [Rum: 11] Allah, her çağ ve dönemde toplumsal çelişkileri ve diyalektik dönüşümleri meydana getirir. Önemli olan, lafza aldanmadan ve zahirle yetinmeden, kendi çağının temel çelişkisini doğru kavramaktır.

Tevfik Ziya
28 Aralık 2015

0 Yorum: