“Allah, zalimleri doğru yolda
yürütmez.”
[Maide:51]
Uluslararası politikada müttefiklik ve stratejik
işbirliği için doğrudan açık ve görünür bir ilişki içinde olmak her zaman
gerekli olmayabilir. Önemli olan, sınıfsal ve politik konumlanışın mevcut
yapısal bütünlük içinde ne ifade ettiği, hangi bağlamlara oturduğudur. Bu
açıdan bakıldığında, Türkiye ve İsrail’in 2010 yılından bu yana artan gerilime
rağmen, Ortadoğu’da stratejik işbirliği içerisinde hareket eden iki devlet
olduğu söylenmelidir.
Türkiye devletinin İsrail ile 2009 Davos ve 2010 Mavi
Marmara olaylarının ardından zahirde gerilmiş, yer yer kopmuş görünen, ama
aslında stratejik bölgesel ortaklık anlamında alttan alta devam eden ilişkisi,
“görünürde” yeniden tesis edilmeye çalışılıyor.
Zahir olan ile batın olanın birbirine tekabüliyeti,
Hamas ile girilen araçsalcı ilişkileri nihayete erdirme ve Doğu Akdeniz
doğalgaz savaşlarında ittifak ilişkisi gibi birtakım maddeler üzerinden
yürütülse de gerçekte olan şey, hâlihazırda mevcut bulunan stratejik
işbirliğinin tekrar yüzeye çıkmasından, aktüalize edilmesinden başka bir anlama
gelmemektedir.
İlişkilerin gerildiği dönemde bile Türkiye,
Suriye-İran-Hizbullah’a dönük politikaları ile esasen İsrail ile aynı
taraftaydı. Türkiye devletinin AKP özgülünde yürürlüğe koyduğu Hamas politikası
bile, Direniş Ekseni’ni parçalayıcı ve zayıflatıcı bir politika olarak NATO
güdümlü bir mezhepçilik esasına dayanıyordu. İsrail ile ilişkilerin görünürde
yeniden tesis edilmesinin, işbirlikçi-mezhepçi Suud hanedanı önderliğinde
kurulmaya çalışılan “İslam İttifakı”nın ilânı ile aynı günlere denk gelmesi de
tesadüften ötesini ifade ediyor.
İsrail ve Türkiye, Ortadoğu diye adlandırılan bu
topraklarda, mazlum halkların karşısında iki büyük terör aygıtı, emperyalizmin
iki mızrak ucudur. Türkiye devleti, bölgesel rolü ve varoluşu gereği
“İsrail’den önceki İsrail”dir.
Bu devletin kuruluşundaki İsrailiyat, etkilerini
günümüzde de göstermektedir; Kemalizm, Türklüğü bir tür İsrailiyat’a nasıl ikna
ettiyse, AKP de Müslümanlık için aynı ajan faaliyetini uygulamaktadır. Türkiye,
kapitalizmin, neoliberalizmin, tüketim ideolojisinin değerlerini Müslüman
halklara taşıması bağlamında bu bölgede emperyalizmin ajanı pozisyonundadır.
Kemalist pozitivizm ile AKP muhafazakârlığını,
Kemalist laiklik ile “Türk-İslam sentezciliğini”, Soğuk Savaş’ın anti-komünist
politikaları ile günümüz yeni-Osmanlıcılığını ortaklaştıran şey, devletin
soykütüğü, genetik mirası, sınıfsal refleksleridir. “Fabrika ayarları”
emperyalizme karşı mücadeleyi değil, onunla uzlaşmayı, işbirliği yapmayı
kodlamıştır. Aradaki fark, esasa değil yönteme dairdir.
Kemalizm, Filistin mücadelesi ve onunla yoldaşlaşan
Türk-Kürt devrimcilerine karşı İsrail’le birlikte kontrgerilla talimnamelerini
harfiyen uygularken, yeni-Osmanlıcılık, NATO siyasetini mezhepçi bir dile
tercüme etmiş, Filistin’de Hamas özgülünde verilen mücadeleyi, akan kanı ve
teri mülk edinmeye, araçsallaştırmaya, emperyalizmle işbirliği içinde tüketmeye
çabalamıştır.
“Türk-Sünni” kimlikli olduğu söylenen devlet, aslında
Türk ve Sünni Müslüman fukara halka rağmen kurulmuş; Türklüğü ve Müslümanlığı
kendi işlevsel ideolojik cephaneliği hâline getirirken, ezilen Türk-Müslüman
halk kesimlerine yalnızca Kürd’e düşman olma özgürlüğü tanımıştır. Böyle bir
politikanın teorik etkisi, Türk ve Müslüman kimliğinin içeriğinin taraflı
biçimde kurgulanması, sınıfsal ve tarihsel bağlamlarından koparılarak soyut bir
özcülüğe indirgenmesidir.
Her özcülük, bir “tamamlanmışlığı”, “olup bitmişliği”
kodlar. Bu noktada Türklük, pozitivist Batılılaşma üzerinden bir bölgesel
yabancılaşma ve kibir göstergesi olurken Müslümanlık, mezhepçilik ve Osmanlı
kurgusu üzerinden bölgeyi mülk edinen bir pozisyonda konumlanır. Böyle bir
kibir ve mülk edinme çabasının sonucunda bölge halklarına düşmanlaşan, onlarla
kardeşleşme ve yoldaşlaşma yollarını tüketen, âdeta “Siyonistleşen” bir
Türk-Müslüman özcülüğün sermaye ve emperyalizm için işlevselliği açık ve
nettir. Dinî ve millî olanın efendilerin hizmetine koşulması hususunda İsrail
ile Türkiye iki kardeş devlettir.
İsmet Özel, Türklüğe ve Müslümanlığa dair farklı bir
tanım getirmeye çalışırken “kâfirle çatışmayı göze alan Müslümana Türk denir”
biçiminde bir ifade kullanır. Daha net çıkarımlar yapabilmek için birtakım
sorunlu yaklaşımlar bir kenara bırakılır ve bu tanım bir an için soyutlanırsa
bu sentetik önermeden anlayabileceğimiz şey, teorik-politik bir hamle arayışı
olarak Türklük ve Müslümanlığın kâfire karşı mücadele içinde olmak ile
rabıtalandırılmasıdır. Bu tanım, yapısı gereği sadece betimleyici değil, aynı zamanda
normatif bir içeriğe de sahip olmak durumundadır.
Normatif tanımın oluşturulabilmesi için kâfirden ne
anlaşıldığı önem taşır. Kâfir, “milliyetçi-mukaddesatçı” ideolojik üretimle
biçimlendirilmiş “Türk ve Müslüman özne” kurgularının düşman kıldığı toplumsal-politik kesimlerin aksine, “kâfirleri dost edinen” [Nisa:144],
emperyalizmle, Siyonizmle ve küresel kapitalizmle işbirliği içinde olan
devletin, burjuvazinin kendisidir.
Bugün devletin ve sermayenin kentsel dönüşümlerde,
Karadeniz derelerinde, Soma madenlerinde, Suriye, Filistin ve Kürdistan’da
taşıyıcılığını yapan, restorasyon ihtiyaçlarını karşılayan AKP, kâfirdir.
O hâlde Türklük ve Müslümanlığın bizim açımızdan
hakikati, AKP özelinde devlet ve sermayeye, sömürü ve zulme karşı mücadele
pratiği içinde inşa edilecektir. Bu inşa için gerekli olan mücadele, devletin
kurguladığı özcülüğü dağıtmayı, Kürd ile yoldaşlaşmayı, Ortadoğu’nun mazlum
sınıfları ve fukara halklarıyla kolektif olmayı, sömürü ve zulme karşı
sınıfsal-millî-dinî mücadeleleri ortaklaştırmayı ifade eder.
Tevfik Ziya
19 Aralık 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder