Bizim Partimiz
Bir İktidar Stratejisine Sahip miydi?
En
çok okunan yazılarının birinde Vietnam devriminin askerî önderi General Giap söze
şöyle başlıyor: “Bizim partimiz, Vietnam devrimci hareketinin en güçlü
zamanında doğdu. Parti, en başından itibaren köylülere önderlik etti, onları
ayaklanmaya ve sovyet iktidarı kurmaya sevk etti. Sonuç olarak da devrimci
iktidar ve silahlı mücadele sorunlarının farkına çabucak vardı.”
Öte
yandan bizim partimiz ise, Marksist anlamda pratik olarak devrimci bir
hareketin olmadığı bir zamanda doğdu. Dolayısıyla da son 25 yılda devrimci
iktidar ve silahlı mücadele sorunlarıyla yüzleşemedi.
Bugün
işçi sınıfının ve küçük burjuvazinin bazı kesimlerinin bilinçlerindeki
ideolojik devrimin derinliği meselesi, partimiz içinde belirginleşen “devrimci
iktidar ve silahlı mücadele sorunları” tartışmasında karşılık buluyor.
Hareketimiz,
şu iki tarihsel sürecin çerçevesinde şekillendi:
1)
İşçi sınıfımız içindeki burjuva ve reformist ifadenin karşılığı olan,
burjuvazinin ve emperyalizmin en gerici güçleriyle karşılaşıldığında işçi
sınıfının yenilgisiyle ve ricatıyla sonuçlanan Peronizm.
2)
En azından 1961’den günümüze değin kıtamızdaki sosyalist devrimin tartışmasız
önderliği olarak Kastrizm. Partimizi oluşturan bu iki büyük toplumsal harekete
bir üçüncü üstyapı unsurunu eklemeliyiz: Troçkizm.
Partimizin
ilk tarihsel kaynağı: Partinin Peronizm döneminde ortaya çıkması ve buna
müteakip işçi sınıfımızın ricatı ve bu ricatın iktidar stratejisi ve silahlı
mücadele konuları üzerine dikkatli ve ayrıntılı bir değerlendirmenin önüne set
çekmesi. Kadrolarımız, son yıllarda reformist, ekonomist ve oportünist
baskılara göğüs gerdi. Bu baskılar, yanlış politik fikirlere yol açtı ve bugün,
bu tarihi dönemde gerçek bir devrimci önderlik yaratacaksak silmemiz gereken
bir gelenek hâlini aldı.
Partimizin
ikinci tarihsel kaynağı: Bizim de kendimizi bir parçası saydığımız ve muhalif
eksen için tehlike arz eden kıtasal devrimci hareket, yani Kastrizm. Küba
tecrübesinin zayıf bir şekilde özümsenmesi başımıza zaten bir dert açmıştı
(1961-62). Gerçek şu ki Küba önderliği, iktidar mücadelesi ve silahlı mücadele
konularında karşılaştığı sorunları şaşırtıcı bir zekâ ile çözüme kavuşturdu -son
zamanlarda doğru bir dünya ve kıta stratejisi formüle edip öne çıkarak- fakat
devrimci Marksizmin en zengin deneyimlerini ve analiz yöntemini hesaba katmadı.
Kastrizmin
her ulus için gerekli olan devrimci eylemlerin somut bir analizini formüle
etmeden kendi tecrübesini tüm kıtaya yaymak istemesi –Marksist partilerin var
olan eksiği kapatmadaki yetersizlikleriyle de birleştiğinde- bizim partimizin
ve önderlerimizin de azade olmadığı bir sürü felâkete yol açtı.
Troçkist
bir gruptan gelen partimizin sahip olduğu anlayış –genel olarak Troçkizmde
bulunan- ülkedeki iktidarın, kent merkezlerindeki işçi sınıfı kitlelerinin
devrimci yükselişiyle alınacak olmasıydı. Partimiz, Leninizmin şu iki temel
şartını görmezden gelen anlayışı da çürüttü:
Devrim,
uzun soluklu bir iç savaştır.
Proletaryanın
ve onun partisinin silahlandırılması, askerî anlamda hazırlanması, ön hazırlığı
ve devrimci ordunun yaratılması zaruridir.
Bu
anlayışın Parti’nin devrimci bir örgüt olarak kuruluşunda olumsuz bir etkisi
olmadı, ona bir engel teşkil etmedi. Hatta aksine söz konusu anlayış, ilgili
aşamada, gelişen bir kitle hareketine evrilme görevi türünden birtakım
görevleri gündeme getirdi. Bu yüzden, doğru bir iktidar stratejisinin
eksikliğinde bile Partimiz, bizi devrimci bir örgüt yapan ve hâlen daha
dayanmakta olduğumuz ve ileride de dayanmamız gereken sütunları inşa edebildi;
Kitle
hareketiyle öncüsü arasında bağ kurmak;
Troçkizmin
kısmi savunusu ve uygulanışı (başarıları, hataları ve kısıtlamalarıyla birlikte);
Çalışma
ve parti örgütlülüğünde -her ne kadar deforme edilmiş olsa da- Bolşevik
yöntemleri geliştirmek.
Bir İktidar Stratejisine Giriş
Küba
devriminin, Peru kırsalında Hugo Blanco’nun başarılarının, Tucuman şeker
işçilerinin seferberliklerinin, Abraham Guillen’in etkisinde gelişen Uturunco
gerillalarının da tesiriyle Palabra
Obrera [İşçi Sözü], 1961-62’de önemli bir viraja girdi. Teorik olarak
Moreno’nun Latin Amerika Devrimi
broşürüne dayanan bu dönüş, pratikte partiden darbeci bir sapma olarak ayrıldı
ve Bengochea grubunun ayrılmasıyla ani ayaklanma anlayışına aceleyle dönüldü.
Bu
broşür [Latin Amerikan Devrimi],
genel bir bakış açısından Maoizm’in ve Kastrizm’in getirdiği teorik sorunlara
eğiliyor, fakat bunlara açık ve kesin cevaplar vermiyor. Daha da önemlisi,
bunları somut gerçekliğin analizine, en başta da bizim ülkemizin analizine uygulamıyor.
Böyleyken,
broşürde ortaya çıkan sorunlar onu, yeni bir perspektif geliştirdiği müddetçe
olumlu kılıyor, fakat bu sorunlar kategorik ve temel olarak cevaplanmadıkça,
ülkemizin somut durumuyla ilişkisi kurulmadıkça broşür yetersiz kalıyor ve her
türlü sapmacı mikrobun yuvası hâline geliyor.
Öte
yandan böyle bir analiz yöntemi, görkemli teorik şemalara bağlı olan, ancak
fikirlerini pratikle birleştiremeyen entelektüellere hastır.
Örgütümüzün
en iyi militanları, Latin Amerika Devrimi
broşüründeki Çin ve Küba devrimlerinin gerilla savaşlarının ve stratejilerinin
genel ve soyut değerlendirmeleriyle yönlendirilerek bunu pratiğe dökmeye
çalıştı.
Pereyra,
Martorell, Creus ve diğer yoldaşlar Peru devrimine aktif olarak katıldılar,
Hugo Blanco’nun yanında gerçek devrimci kitle önderleri hâline geldiler. Fakat
parti desteği olmadan, Arjantinli yoldaşları tarafından izole ve terk edilmiş
haldeyken, silahlı mücadelenin getirdiği sorunlara karşı açık bir görüşe sahip
değilken ve kendi teorik önerilerini iş pratiğe dökmeye gelince terk eden
Moreno ile sert bir politik çatışma içindeyken, baskının altında hemen ezilip
gittiler.[1]
Angel
Bengochea, Santilli ve partiden diğer yoldaşlar da Latin Amerika Devrimi broşürünün teorisyeninden acilen kopmak
zorunda kaldılar. Bengochea grubu partiden ihraç edildi ve izolasyon hâlinde,
20 Temmuz 1964’de Posadas Caddesi’nde trajik bir sona doğru ilerledi.[2]
Partimizin
tarihi üzerine konuştuğumuz bu aşama, temelde Mao Zedung ve genel olarak
Asyalılar tarafından geliştirilen, çağdaş devrimci Marksizme yapılan büyük
katkılara bir açılış olarak tanımlanmalıdır. Fakat bu teorik açılış yalnızca
birkaç ay sürdü, çünkü bunun girişimcileri teorik tasarılara yöneldi ve her
devrimci süreçte olduğu gibi, mücadelelerde canlarını ortaya koyanlar diğerleri
oldu.
Bu
aşamanın bilançosu genel olarak olumlu görüldü; partinin iktidar stratejisi
formüle etmesinde niteliksel bir adım olabilirdi, fakat bu süreç, bir anlığına
kesintiye uğradı. Dördüncü Kongre bu somut adımı atmalıdır.
“Darbeci” Başarısızlıktan Sonra
Kendiliğindenciliğe Dönüş
Latin Amerikan Devrimi
broşüründe Moreno tarafından geliştirilen kavramları silmenin tek yolu, yeni
bir teori geliştirmektir: bu teorinin temelinde sınıfların, sınıfın
sektörlerinin ve öncünün bölgesinin sürekli değiştiği; verili ana göre öncünün
şeker işçileri, liman işçileri ya da 1958’de olduğu gibi banka çalışanları
olabileceği olmalıdır. Bu teoriyi hatırlıyoruz çünkü bu teori, yoğun
tartışmaların ve nihayetinde isteksiz de olsa gerçeklerin kabulünün sebebiydi.
Bugün bu ideolojik devrim sürecinde bizler, sınıfsal ve bölgesel varyasyonu
tanımaktan çekinmiyoruz. Moreno ise Latin
Amerika Devrimi’nde açtığı perspektifle diğer bağlantıları keserek teorik güzergâhta
kestirme yola girdi ve iktidarın hemen alınmasını öngören yola saptı.
1963
seçimlerinde İllia’nın zaferi ve ardından iktidara gelmesiyle legalite
üzerindeki baskının kaldırılmasıyla birlikte ekonomik mücadelelerin yolunun
açılması (fabrika işgalleriyle birlikte grevler) ve silahlı perspektiflerden
uzaklaşma, Peru’daki köylü hareketinin yenilgisi, “fokocuların” yaşadıkları
başarısızlıklar, bir kilometre taşı olan Arjantin:
Krizdeki Ülke isimli kitapta işaretlenmiş olan kendiliğindenci anlayışların
politik-sosyal çerçevesini oluşturuyordu.
Bu
kitap, partimizin de son üç yıl boyunca bağlı kaldığı ve 4. Kongre’mizin toprağa
gömmesi gereken kendiliğindenci anlayışı içeriyor.
Arjantin: Krizdeki Ülke isimli
kitabın iktidar perspektifi nedir? Bu soruna ve silahlı mücadele üzerine eğilen
birkaç paragrafı buraya almak, bize yardımcı olacaktır. Moreno diyor ki:
“Resmi tamamlamak için tek
bir unsur eksik: işçilerin ve insanların hareketlerinin geleceğinin öngörülmesi.
Ekonomik kriz ve patronların saldırısı durmayacağı için (bu, süper sömürü ve
sürekli artan yaşam maliyeti anlamına gelir), işçi sınıfının savunma önlemleri,
mevcut savunma aşamasını önemli birkaç zafer elde ederek şimdiye kadar
görmediğimiz bir hücuma çevirene kadar artacaktır. Bu mücadelelerle alakalı
olarak, kentin çeşitli semtlerinde sektörel dayanışma grevleri ve işçi
konseyleri açığa çıkacaktır. Örgütlenme şekline biz ya da başka aktivistler
karar veremezler, işçi sınıfının kendisi karar verecektir. İşçi konseylerinin meydana
geleceğini kim tahmin edebilirdi ki? Biz etmiş olsak bile, hiç kimse edemezdi. Fabrika
içi birliğin artması ve işçi konseylerinin yeniden ortaya çıkması muhtemeldir.
Bu süreç, önemli bir dizi zaferle birlikte yaşanacaktır. Eğer patronlar bu
konjonktürel krizin üstesinden gelebilirlerse, o zaman daha ileriye bakmamız
gerekir. O noktada büyük olasılıkla patronlar bir miktar tavizde bulunmak
zorunda kalacaklardır. Bu da hareketin daha önce görmediği daha ileri
örgütlenme şekillerine imkân sağlayacaktır. İşçi hareketi o zaman, yeni
örgütlenme şekilleri ve tecrübesiyle birlikte, önüne iktidar sorununu koyar.”
(sayfa 52-53)
“Burada kitle
mücadelelerinin yerel ifadesi ya da parçası olarak kır gerilla savaşının büyük
olasılıklarından bahsetmeyeceğim. Bu, yerel bir sorundur ve yerelliğine göre
incelenmelidir. Bahsedeceğim kır gerilla savaşı, metafizik üç aşama teorisini
ele alan ve bunu bütün kitle mücadelesi hareketlerini yönlendirecek olan
örgütün omurgası olarak sunan gerilla savaşıdır. Biz hiçbir metafiziğe inanmıyoruz.
Aksine diğer tüm ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemizdeki devrimci mücadelenin
de işçi sınıfı kitlelerinin çoktan iktidarı aldığı diğer ülkelerdeki devrimci
mücadelelerden farklı olarak, kendi özel karakteristikleri olduğunu
vurguluyoruz.”
“Bu karakteristikler şu üç
faktörün bileşimiyle kararlaştırılır: ülkenin sosyo-ekonomik yapısı; işçi
sınıfı kitle hareketlerinin ve bunun öncüsünün gelenekleri; içine orta sınıfı
da alacak şekilde, sömürücülerin tecrübeleri ve gücü ve dünya devriminin
gelişiminin ülkedeki yansıması. Böyle bir kombinasyon, hiçbir ülkede aynı
sonuçları vermez. Misal bizim ülkemizde devrim, %80 köylü nüfusa ve Rusya ile
büyük bir sınıra sahip olan Çin’deki gibi gerçekleşmez. Bizim nüfusumuzun %80’i
kentlerdedir ve bizler Rusya’dan binlerce kilometre uzaktayız. Bizim
ülkemizdeki devrim, ABD de dâhil olmak üzere komşu ülkelerden ve Che’nin de
belirttiği üzere Farmasonlar, Cizvitler ve orta sınıf ile toprak sahiplerinin
kabulüyle gerçekleşen Küba devriminden de farklı olacaktır.”
“Arjantin devriminin özel
yolu üzerine yapılan bu araştırma ve inceleme çağrısı, metafizik tek yol
kavramına karşı (şu üç aşamalı teori) bir uyarıdır. Kendi işçi halkımızın
diline, yöntemlerine ve geleneklerine saygı konusunda ısrar ediyoruz. En yiğit,
en azametli devrimciler bile, onlara anlaşılamaz bir lehçede ‘Oye chico, no se comemierda’ [‘hey evlat,
ya bize yetiş ya da çeneni kapat’] diyerek onları yönlendiremez. Tüm bunlar, ne
Küba devriminin muazzam katkılarıyla ve onun önderleriyle, ne de Arjantin de dâhil
tüm Latin Amerika’daki kitle mücadelelerinin ayrılmaz bileşeni olan silahlı
mücadeleyle araya mesafe koyma olarak görülmelidir. Hayır! Bu çağrı, bu ısrarlı
uyarı, silahlı mücadelenin ve özel olarak da onun birçok çeşidinden biri olan
kır gerilla savaşının daha iyi uygulanmasına yöneliktir.”
“Sanıyoruz ki ülkenin
kuzeybatısındaki %2’lik kesim hariç, ülkedeki kır nüfusu, devrimci süreçte
kentlerdeki işçi sınıfı kadar önemli bir rol oynamayacaktır. Kentlerdeki işçi
sınıfı, sayısız kez mücadele kapasitesini ve hızla toparlanabilmesini göstermiştir.
Bu yeni dönemdeki görev, kentlerdeki işçi sınıfının ve orta sınıfın
mücadelesine silahlı mücadeleyle eşlik ve liderlik etmek, daha ileriye taşımak
ve garanti altına almaktır. Niye ulusal geleneğimizin parçası olan böyle bir
şeye sırtımızı dönelim ki? Venezuela’daki terörizm için duygu seline kapılıp
kendi halkımızın dilini unutan bu harikulade devrimciler, 1956’daki Peronist
terörizmin bundan daha üstün olduğunu görmezden mi geliyorlar? Büyük anarşist,
komünist ve Peronist grevlerin silahlı mücadeleyle elele yürüdüğünü unutuyorlar
mı? Bizler neden bunları tekrarlamayalım, geliştirmeyelim? Büyük bir devrimci
geleneği metafizik ve başka bir devrimin kopyası adına yok saymak, acınası
değil de nedir?”
“Ülkemizde başlamakta olan
büyük işçi sınıfı mücadeleleri döneminde, bu mücadelelere silahlı eşliğin temel
ve belirleyici olduğuna inanıyoruz çünkü bu dönemdeki görevlerimizi temin
edebilmemizin tek yolu budur.”
“Başka bir savaşı daha
kaybedemeyiz. Silahlı mücadelenin geliştirilmesi ve iktidarın ele geçirilmesi
için daha etkili yollar geliştirmeliyiz.” (sayfa 70-71)
Marksizmin,
Leninizmin ve Maoizmin bütün geleneğini hor görerek, hatta Latin Amerika Devrimi’ndeki kendi konumunu dahi unutarak Moreno,
arsızca o eski kendiliğindenci fikirlere dönüyor. İşçi hareketinin, iktidar
sorunuyla kendi tecrübesi ve yeni örgüt şekillerine bağlı olarak
karşılaşacağını söylüyor.
Tabii
ki kendi reformist mezesine bir de “bileşen” olarak “silahlı eşlik”i ekliyor,
hepimizin bildiği üzere kâğıt üzerinde kalan bir “bileşen” bu.
“Arjantin
devriminin kendine has yolu” arayışındayken Moreno, silahlı mücadeleyle
iktidarı almanın örneği olan iki büyük devrimin, Latin Amerika Devrimi’nde “çağdaş Marksizme büyük katkı” dediği Çin
ve Küba devrimi örneklerinin ülkemize uygulanabilirliğini ıskartaya çıkartıyor.
Çin ve Küba devrimlerinin spesifik karakteristikleri diye kullandığı argümanlarsa
tam bir rezillik. Moreno, sadece bu spesifik karakterlere dikkat çekerek,
esasında bizim ülkemizde de anlaşılması lazım olan, Marksizme yapılmış birtakım
teorik ve programatik katkıları görmezden geliyor. Bunlar şunlardır:
İktidarı
ele geçirmede silahlı mücadeleden başka yol yoktur.
Silahlı
mücadele, bir halk ayaklanmasının sonucu olarak başlatılmaz. Sınıf
mücadelesinin bariz krizinde, kitlelerin ve onun öncüsünün savunması olarak
başlayabilir.
Bugün
yokluğunda iktidarı ele geçirmenin olanaksız olduğu devrimci ordu, kırsalda
sosyal ve coğrafi koşulların uygun olduğu yerlerde, küçükten büyüğe, zayıftan
güçlüye doğru ilerleyecektir. Tekrar Latin
Amerika Devrimi’nden alıntı yapacak olursak: “[Bu], azgelişmiş ülkelerde
kitlelerin ilerlemesinin özel şekilleri olan gerilla savaşının teorik ve pratik
katkılarını, sürekli devrim teorisine ve programına katmaya karşı direnen bir
yaklaşımdır.”
Nihayetinde
Moreno, “bizim en iyi ulusal geleneğimiz”in en önde gelen savunucusu hâline
geldi ve kitle hareketinde politik-askerî birlik stratejisi konusunda kaçamak
konuştu. Öyle ki Moreno, sanki somut durumun analizinden yola çıkan bir
hareketin kentlerdeki işçiler arasındaki çalışmayı bırakıp dolayısıyla da kent
proletaryasının yükselişlerine ve alçalışlarına bağlı olmayan bir iktidar
stratejisine sahip olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Diğer
yanda Moreno, başarılı bir kent ayaklanmasındaki Rus modelinin, kendisini
istisnai kılan temel bir unsuru olduğunu bilmiyordu: Çar ordusu cephede haksız
bir savaş uğruna çarpıştığı için dağılma hâlindeydi.
Bu
konuyu parti içinde daha açık hâle getirmek için üzerinde durmak gerekir. Kent
ayaklanmasının iki temel örneği, Paris Komünü ve 1917 Şubat-Ekim Rus
Devrimi’nin ortak bir noktası vardı: burjuva ordusunun aşırı zayıflığı. Paris Komünü’ndeki
bu zayıflık, Fransa-Prusya savaşından dolayıydı. Komün’ün tarihi önemini ve
tehlikesini fark eden Almanlar, Fransız birliklerine Komünarlara karşı
savaşması için izin vermekle kalmadılar, işçi devrimine karşı kendi
birliklerini de yolladılar. Bu şartlar altında Komün yaşayamazdı, o kanlı bir
yenilgiyle sona erdi.
Rus
Ekim Devrimi’nde ise Rus birlikleri, Alman cephesinde haksız bir savaştaydılar
ve tamamen dağılmaya yüz tutmuşlardı. Bu, ayaklanmanın zaferini olanaklı
kılıyordu. Diğer tarafta ise onlarca kent ayaklanması, burjuva ordusu
karşısındaki görece zayıflığından ya da emperyalist müdahaleden dolayı kanlı
şekilde bastırılmıştı (en son örneği Santo Domingo). Bu gerçeklerden şu sonucu
çıkartabiliriz: burjuva ordusu krizde değilse ya da ABD emperyalizmi müdahale
ediyorsa, kent ayaklanmasının zaferi imkânsızdır.
Kendiliğindenciliğe Dönüşün Meşrulaştırılması
Son
yazısında Moreno, “programımızdaki iktidara dönük tutumu acilen değiştirmeliyiz”
diyor.
Fakat
Moreno’nun partinin iktidar programını böyle özetlemesi oldukça ilginç, çünkü
esasen iktidara dönük tutum hiç değiştirilmedi.
Moreno
diyor ki: “Önceden bizim partimizdeki iktidar programı, işçi sınıfının ulus
çapındaki sendikacılık tecrübesine -tabii bu arada reformist ekonomist karakter
de göz önüne alınmalı- öncülüne dayandırılmıştı. Dolayısıyla iktidar üzerine
tasavvurlarımız, ulusal işçi sınıfının bilincinin yükseltilmesine, onların
desteklediği örgütlerin liderliğini ve hükümetleri güven içinde desteklemeye
dayanıyordu. Bu sebepten dolayı da iktidar taktiklerimiz, ulusal tecrübe
içindeki CGT ve sendika hareketiyle aynı merkezî eksen üzerindeydi. İktidarın
ele geçirilmesi için sunduğumuz yol, genel ayaklanma niteliğinde bir genel
grevdi. Momente göre, bu stratejik çizgi içindeki farklı taktiklere ağırlık
verdik. Sendika liderlikleri hiçbir zaman iktidar sorusunu sormadı, hatta bunu
geçtim, burjuvaziden ve Peronizmden politik bağımsızlık sorusunu bile
sormadılar.”
Partimizin
iktidar stratejisinin bu şahane özetinin analizine geçmeden önce, Moreno’nun,
1961 civarında kendisine ve partiye bulaşan “Kastrist virüs”ü unuttuğunu
belirtelim.
Şimdi
paragraf paragraf, Moreno’nun dönüşünü ve bunu meşrulaştırma çabasını görelim.
“Önceden bizim
partimizdeki iktidar programı, işçi sınıfının ulus çapındaki sendikacılık
tecrübesine -tabii bu arada reformist ekonomist karakter de göz önüne alınmalı-
öncülüne dayandırılmıştı.”
Doğru!
Göz önüne alınması gereken unsurlardan birisi de ulus içindeki işçi sınıfının
tecrübesidir. Fakat buradan yola çıkıp bir iktidar stratejisi inşa etmek,
bütünüyle devrimci Marksizme aykırıdır ve işçi sınıfının kendiliğinden
hareketini takip eden küçük burjuva aydınlarının oportünizminin bir parçasıdır.
Bir
iktidar stratejisi, ekonomik, sosyal ve politik imkânların ve dünyada, bölgede
ve ülkede devrim güçleriyle karşı-devrim güçlerinin arasındaki ilişkinin
analizine göre inşa edilir. Böyle bir analiz de zaten iktidar stratejisinin
başlangıcıdır ve analiz edilen unsurlar nesnel ve somut olduğu için bir
soyutluk barındırmazlar. Bu, ilk adımdır. Analizimizi tamamlamak için devrimin
farklı aşamalarını, zaferin somut olasılıklarını, her aşamaya uygun düşen
taktikleri, temelde stratejik olan sınıfları ve devrimci sınıfa birkaç aşama
boyunca önderlik ederek onu iktidara ulaştıracak olan partinin politik
çizgisini belirlemeliyiz. Bu aşamalar boyunca devrimci sınıfın tecrübesini
akılda tutmak yetmeyecektir, aynı zamanda bu sınıfı partinin politik çizgisiyle
birlikte daha yüksek bir bilince eriştirmek gerekir.
Moreno’nun
birçok analizindeki kafa karışıklığının sebebi, yazarın, burnunun dibindeki
somut olan şeyi görememesindendir. Öyle ki ağaca bakıyor fakat ormanı
göremiyor. Bu karışıklık, somut olanla görünüşün karışıklığı, ampiryokritisizme
has bir karakteristiktir ve diyalektik materyalizmin, her şeyden önce bütünün,
birliğin bilimi olduğunu göz önüne almaz. Ampiryokritisizm, bir durumu ve
-parmakla dokunulmasa da- somutu belirleyen güç ilişkilerindeki her bir ayrı
parçayı anlamaya çalışır.
Moreno’nun
mantığı, özel olandan yola çıkar. Buradan, özel olanın kısıtlılığına rağmen
genele ilerlemek ister.
Daha
önce de belirttiğimiz üzere, Moreno gibi oportünistler, “Gerçek olan her şey ussal,
ussal olan her şey gerçek” diyen Hegelci yasadan ancak ilk parçayı alırlar, bu da
onları her zaman gerçeğin gerisinde bırakır.
Bizim
metodumuz, çelişkinin iki kutbunu da göz önünde tutar ve sosyal güçlerin
bütünlüğünü, birincil olanı ikincilden ayırarak içeren devrimci düşüncenin
gerçekliğini kabul eder. Böylece farklı aşamaları zafere eriştirebilir, öncü
sınıfı bu aşamalardan geçirerek iktidara vardırabiliriz.
“Dolayısıyla iktidar
üzerine tasavvurlarımız, ulusal işçi sınıfının bilincinin yükseltilmesine,
onların desteklediği örgütlerin liderliğini ve hükümetleri güven içinde
desteklemeye dayanıyordu.”
Formel
mantığın harika bir kıyası!
Devrimdi
Marksizmin yüz yılı, böylelikle balıklara yem olsun diye denize atıldı.
Önceki
bölümün özetinde gördüğümüz üzere devrimci Marksizm devrimin zaferinin şartları
için birtakım şartlar belirledi, devrimci ve karşı-devrimci güçlerin mücadele
oyununda devrimci olanın ulusal ve uluslararası koşullarda kendisini
karşı-devrimci olana kabul ettirene kadar devrimin geçmesi gereken birtakım
aşamalarına işaret etti. Aynı zamanda bu aşamaların çağdan çağa, ülkeden ülkeye
değiştiğini de belirtti. Moreno bu “uzun ve zorlu” devrim sürecinin karışık
analizini es geçebilmek için işçi sınıfının sendikal bilincinin kucağına
atlıyor, bürokratların ve sendikaların hükümetini destekliyor.
Moreno,
emperyalist çağda sendikalar üzerine çalışmaları olan ve sendikaların, devrimci
bir parti tarafından liderlik edilmedikçe Bonapartist hükümetlerden
bağımsızlıklarını dahi sakınamayacaklarını söyleyen Troçki’yi de unutuyor. Daha
sonra da Moreno, bu yaklaşımın safi propaganda karakteristiğini de “son
analizde işçi sınıfı ve onun öncüsü, en acil sorunlarını çözebilmek için iktidar
sorununu ne göz önüne aldı ne de göz önüne almayı düşündü” diyerek açıklıyor.
Burada
Moreno’nun dediğini devrimci Marksizm’in diline çevirirsek o diyor ki
ülkemizdeki ayaklanma öncesinin ve ayaklanmanın koşulları belirtilmemişti, bu
yüzden de iktidar tasavvuru propaganda tarzında yapılmıştı.
Tabii
ki bu da işçi sınıfının bilincinin yükseltmenin harika bir yolu! İktidarı ele
geçirmeye giden yolda işçi sınıfının geçeceği aşamaları belirtmek yerine
(devrimci partinin ve ordunun yaratılması, burjuvaziye ve emperyalizme karşı
uzun süreli silahlı mücadele, kendi politikası için ara tabakaları kazanma
vs.), işçi sınıfı, bürokratların ve sendikaların ki Troçki bile bunun bağımsız
bir politika üretebileceğini söylemiyor, iktidarı alma ihtimaliyle uyutuldu.
Bu, sürekli devrimi, “kanguru adımlı” devrimle karıştırmaktır.
‘’Bu sebepten dolayı da
iktidar taktiklerimiz, ulusal tecrübe içindeki CGT ve sendika hareketiyle aynı
merkezî eksen üzerindeydi.”
Önceki
ifadeye yapılan eleştirilerin aynısı buna da yapılabilir, fakat burada önemli
bir unsur eklenmiş: “ulusal tecrübe”.
Bu
noktada Moreno, kendi ulusal miyopluğunu itiraf ediyor. Moreno, bir iktidar
stratejisi yaratabilmek için göz önüne almak zorunda olduğumuz, kıtamızda
Kastrizmin sebep olduğu iç savaşı ancak 1968’de keşfetti, dolayısıyla burada başvurduğu
abartılı ifadelere pek kulak asılmamalıdır. Fakat Moreno’nun “ulusal tecrübe
içinde” ifadesi, ulusal iktidar stratejisinin uluslararası ve kıtasal faktörlerle
bağını kuramamasının bir itirafıdır. Ve bu da doğru bir iktidar stratejisiyle
bir devrimci önderliğin birkaç yıldır var olduğu bir kıtada oluyor!
“İktidarın ele geçirilmesi
için sunduğumuz yol, genel ayaklanma niteliğinde bir genel grevdi.”
Tüm
bu “iktidar stratejisi”, Marks ve Engels’in 1895 öncesinde sahip olduğu iktidar
stratejisinden geriye doğru atılmış bir adımdır. Geriye doğru atılmış bir
adımdır çünkü Marks ve Engels, en azından proletaryanın devrimci geleneğinin
olduğu ülkelerde yaşıyordu, reformist ulusal sendikacılığın var olduğu
ülkelerde değil. Marks ve Engels’in yaşadığı bu ülkelerde proletarya,
burjuvazinin birçok kesiminin desteğini alabiliyordu ve karşısında duran zayıf
devletin yardım alabileceği emperyalist bir dünya polisi yoktu.
Fakat
bu genel ayaklanma grevi “vaazı”, Marksizm tarihindeki en çığırtkan
kendiliğindencilik teranesidir.
Moreno,
Lenin’in sürekli olarak ayaklanma üzerine gevezelik edenlere yönelik
tavsiyelerini unutmuş. Devrimci Marksistlerin her ülkede ve her çağda gerekli
olarak sunduğu somut şartların ne olduğunu unutmuş.
Moreno’nun
önerdiği şey, devrimci bilinci, devrimci partisi ve devrimci ordusu olmayan,
ülkede ayaklanma için nesnel koşulları bulunmayan reformist-sendikalist, ulusal
bir işçi sınıfıdır. Moreno, silahlı mücadeleyi reddedişine meşruiyet kazandırma
çabalarından sıkılarak, genel ayaklanma “vaaz”ı veriyor. Lenin böylelerine
maceracı, şarlatan, Konfüçyüsçü diyordu.
“Momente göre, bu
stratejik çizgi içindeki farklı taktiklere ağırlık verdik. Sendika liderleri,
hiçbir zaman iktidar sorusunu sormadı, hatta bunu geçtim, burjuvaziden ve
Peronizm’den politik bağımsızlık sorusunu bile sormadılar.”
Eureka!
Büyük Marksistlerin, özellikle de Troçki’nin yazdıklarına baksa ve bunları
biraz uygulasa farkına varacağı şeyler için Moreno, yıllarca sürecek oportünist
pratiğe ihtiyaç duydu.
Fakat
somut ve en acil gerçeğin şampiyonu olan Moreno, Troçki’nin 30 yıl önce yaptığı
genellemenin seviyesine çıkabilmekten bile aciz: “Emperyalizm çağında ve
Bonapartist hükümetlerin yönetiminde sendikalar, devrimci bir partinin
liderliği olmadan sınıfsal bağımsızlıklarını sağlayamazlar.”
Hatta
bundan daha da uzak olarak bu vülger oportünist, sendikaların hiçbir zaman
(sanki sihir diye bir şey varmış gibi) iktidara meydan okumamasından yakınıyor.
Fakat
analizinin bir başka bölümünde bu şahane teorisyenimiz, bunaklığa iyice
yaklaşıyor: “Bizim politik çizgimiz, sendikaların ve CGT’nin iktidarı genel bir
ayaklanma greviyle ele geçirmesiydi. Esasında her genel grev, bir ayaklanmadır.
Bürokrasi ise bunun gerçekleşmesini engelledi.”
Bizim
bu yaşlı ve yorgun teorisyenimiz, ya devrimci Marksizm’in ABC’sini unuttu ya da
partinin kafasını karıştırma arzusu umutsuzluğa bulaştı. Bu paragraf gösteriyor
ki Moreno, sadece Marksizm’den uzaklaşmakla kalmamış, onun pratik bilgeliğinden
de uzaklaşmış. Bir şeyler yazma hevesiyle Moreno, “uzun soluklu iç savaş” süreci
olan devrimin dinamiklerini unutuyor, sadece ayaklanmanın zaferi için değil,
silahlı mücadelenin başlaması için de üzerinde durduğu somut şartları (parti,
ikili iktidar vs.) unutuyor. Bürokrasiyi iktidar stratejisinden mahrumiyetle
suçlamak için yazdığı her şeyi unutuyor. “Her genel grev, esasen bir
ayaklanmadır.” Partimize “belge” diye sunulan böyle çocukça bir şeyi okuyan
kişi pişman olmaktan başka ne yapsın ki.
Bazı
yoldaşlar, belki de “klasikler” üzerine yetersiz bilgilerinden dolayı,
partimizin iktidarın ele geçirilmesi konusunda “klasik anlayış”a sahip olduğunu
söylüyorlar. Böyle yaparak Moreno’ya gereksiz övgü düzmüş olurken bir yandan da
partiyi bir kenara atıyorlar.
Gördüğümüz
üzere bizim iktidar sorununda bugüne değin bağlı olduğumuz anlayış, “klasiklerinkiyle”
hiçbir benzerlik göstermemekte.
Esas
olarak iktidar sorununda sunduğumuz formülasyonlar, bir iktidar stratejisi
tanımına uymuyor. Politik-askerî strateji olduğunu da pek söyleyemeyiz. Çünkü silahlı
mücadele perspektifi, hâlen daha sürecin aşamalarına açık bir şekilde
yedirilmedi ve bizi Stalinistlerden ve bayram günlerinde çene çalan
reformistlerden ayıran genel bir talep olarak ortada duruyor.
Bu
kendiliğindenci görüş, partinin politikasından sökülüp atılmalıdır. Çünkü bu
görüş, yalnızca iktidar stratejisi ve silahlı mücadele üzerine yanlış perspektifler
vermekle kalmıyor, ayrıca üzerimize atılmış ölü toprağı gibi, bizi doğru bir
perspektife ilerlemeden de alıkoyuyor. Aynı zamanda günlük pratik içinde de
sayısız taktik hataya yol açıyor.
Bir
bütün olarak strateji ve aşamalar üzerine yeterli vizyonu olmayanlar, kısmi
mücadelelerde yanılgıya düşüyorlar, çünkü ya olanakları abartıyorlar ya da
küçümsüyorlar.
İktidar
sorununda ortaya çıkan bu yanlış yol, sendikacı görüşün ayaklanmacılıkla ve
kendiliğindencilikle “süslenmesinden” başka bir şey değildir. O hâlde bazı
kadrolarımızın sendikacılığın her şey olduğuna, siyasetin küçük-burjuva
propagandası olduğuna, sendikal mücadelelerin olmadığı bir çağda bir iktidar ve
silahlı mücadele stratejisi oluşturmanın “darbecilik” olduğuna inanması garip
değildir.
O
zaman “tek bir fabrika komitesinin zaferinin tüm sınıfın canlanışını sağlayıp”
bu canlanışın da ayaklanmacı genel bir greve yol açmasına ve hükümeti dört
günde düşürmesine inanmak da garip değildir. Marksizm’in böyle bir sendikacı karikatürüne
tutunmuş olsaydık, kadrolarımızın işçilerin önünde sanki Mars’tan gelmiş gibi
durması ve her fabrikayı, her çatışmayı küçük bir Vietnam’a dönüştürmek
istemesi, bunu yaparken de işçi sınıfı için “yenilginin mareşalleri”ne
dönüşmeleri sürpriz olmazdı herhalde. “Darbecilik” karşıtı destansı bir
mücadele yürütürken, partimizin son yıllarda çatışmalara öncülük ettiği
yerlerdeki aktivistlerin kendilerini kovdurmasına yol açan vülger sendikacı
darbeciliğe düştük.
Bu
bölümün de sonuna geldik ve şu temel sonuçlara ulaştık:
1.
Bizim partimiz, uzun bir süre doğru bir iktidar stratejisinden mahrum kaldı.
Bugüne kadar sahip olduğumuz yanlış anlayış, iktidarın kendiliğinden gelen bir
kent ayaklanmasıyla ele geçirileceği, bu süreçte bizim kitle hareketine liderlik
edeceğimiz ve proletaryanın kendi kendini silahlandırarak kısa zaferde iktidara
geleceğiydi. Partimiz, gerçek bir Bolşevik örgüte uyacak şekilde bu
kendiliğindenci bakış hakkında kendi özeleştirisini halka açık şekilde
vermelidir.
2.
Ama gene de bu yanlış iktidar stratejisi, partimizi aşağıdakilerle hususların
ana niteliğini tayin ettiği devrimci bir akım olmaktan alıkoymadı:
a.
Partinin kitle hareketiyle öncüyü birleştirmesi.
b.
Troçkizmin (başarıları, hataları ve kısıtlamalarıyla birlikte) kısmi olarak
uygulanışı ve savunulması.
c.
İş ve parti örgütlenişinde -bazı deformasyonlara uğrasa da- Bolşevik yöntemin
geliştirilmesi.
3.
Bugün eğer parti, bu temel kısıtlamaların üstesinden gelmezse, kesin bir ölüm
riskiyle karşı karşıyadır. Latin Amerika’nın ve dünyanın durumu, ülkedeki kriz,
askerî diktatörlüğün varlığı ve partimizin ulusal karakteri, Dördüncü Kongre’mizin
atmak zorunda olduğu niteliksel adımın atılmasında, PRT’yi doğru bir
politik-askerî iktidar stratejisi ile silahlandırmakta yardımcı olacaktır.
4.
Böyle bir stratejinin formülasyonu için ülkemizin somut durumundan
başlanılmalı, dünya devriminin ve ayrıca belirtmek gerekirse devrimci Marksizmin
teorisinin ve pratiğinin bilgisini, genel yasalarını Arjantin devriminin
özelliğine uygulayabilmek için etraflı bir şekilde irdelemeliyiz.
Dipnot
[1]
Partimiz yakında, Latin Amerika devriminin bir kilometre taşı olarak gördüğü
Peru tecrübesi üzerine bir değerlendirme yayınlayacaktır. Stalinizmin
yöntemlerine sadık kalan Morenocu ekibin sakladığı tüm belgeler ve tanıklıklar
da gün yüzüne çıkartılacaktır.
0 Yorum:
Yorum Gönder