30 Eylül 2021

Rumi’nin Şiirinde İslam’ın Silinmesi



İki yıl önce Coldplay grubunun solisti Chris Martin, oyuncu eşi Gwyneth Paltrow’dan boşandığı ve kendisini kötü hissettiği dönemde bir arkadaşının kitap hediye ettiğinden söz ediyordu. Anlattığına göre Rumi’nin şiirlerinden oluşan bu kitap, onun ruhunu canlandırmıştı. Kitaptaki şiirlerin çevirisi Coleman Barks’a aitti. Yaptığı söyleşide Martin, kitabın hayatını değiştirdiğini söylüyordu. Bu etkileşim, Coldplay’in yeni albümünde de karşılık buldu, hatta Coleman Barks albümde bir de şiir okudu:

“İnsan dediğin misafirhane
Her sabah kapısını yeniden çaldığın.
Anlamsızlık, bunalım ve neşe
Sana muazzam bir bilinç katan
Beklenmedik birer misafir.

Mevlânâ, Madonna ve Tilda Swinton gibi başka ünlülerin de manevi yolculuklarına katkıda bulundu. Hatta bu isimler, çalışmalarına Rumi’nin şiirlerini kattılar. Sosyal medyada ona atfedilen ve motive olmayı öneren aforizmalar dolaştırıldı. “Derede balık tutmak istiyorsan ıslanmayı göze alacaksın” gibi sözler Rumi ile birlikte aktarıldı. Birinde “her anda ruhumu marangoz kalemiyle şekillendiriyorum, ben kendi ruhumun marangozuyum “deniliyordu.

İnternette en çok da Barks’ın çevirileri dolaştırılıyor. Amerika’da rafları en çok onun kitapları süslüyor, düğünlerde onun çevirdiği dizeler okunuyor. Rumi için ABD’nin kitapları en çok satan şairi tabiri kullanılıyor. Hem sufi, hem mistik hem aziz hem de aydınlanmış bir kişilik olarak takdim ediliyor. Ama ömrünü Kur’an ve İslam’a adamış bir isim olmasına rağmen Mevlânâ, hiçbir zaman Müslüman olarak anılmıyor.

Martin’in albümünde yer alan sözler de Mesnevi’den alınmış. Mevlânâ, bu çalışmayı ömrünün sonuna doğru altı cilt olarak kaleme almış. Çoğunluğu Farsça olan elli bin dize, Kur’an’dan alıntılarla örülü. Kitap, genelde Kur’an’daki hikâyeleri ahlak dersleri vermek için aktaran bir çalışma olarak görülüyor. Birçok araştırmacının bitmemiş bir eser olarak değerlendirdiği kitap, “Farsça Kur’an” olarak nitelendiriliyor.

Bugün Maryland Üniversitesi’nde İran çalışmaları profesörü olarak görev yapan Fatima Keşavarz, Rumi’nin Kur’an’ı ezbere bildiğini, şiirinde hep Kur’an’dan yararlandığını söylüyor. Rumi ise Mesnevi’yi “dinin kökünün kökünün kökü, İslam’ın anlamı ve Kur’an’ın açıklayıcısı” olarak nitelendiriyor.

Buna karşın ABD’deki çevirilerinde dinden eser yok. Rutgers Üniversitesi’nde ilk dönem tasavvuf çalışmaları üzerine uzman olan Cavid Müceddidi, “insanların Rumi’nin İngilizcedeki hâlini sevmeleri güzel. Bu, belki de kültürü ve dini kesip atma pahasına elde edebileceğiniz bir ödül” diyor.

Rumi, on üçüncü yüzyıl başlarında, Afganistan’da dünyaya geldi. Ailesiyle birlikte Konya’ya yerleşti. Vaiz ve âlim olan babası onu tasavvufla tanıştırdı. Eğitimine Suriye’de devam etti. Burada Sünni İslam bağlamında fıkıh dersleri aldı. Sonra Konya’ya döndü. Burada ihtiyar seyyah Şems-i Tebrizî ile tanıştı. Kendisine akıl hocalığı yapan bu kişi ile dost oldu. Yaygın kanaate göre Şems, Rumi’nin şiirlerini ve dinî pratiğini etkiledi.

Rumi’nin Sırrı isimli yeni biyografi kitabında Brad Gooch, Şems’in Rumi’yi Kur’anî eğitimini sorgulamaya itti, onunla ayetleri tartıştı ve bağlılığı Allah’la bir olma olarak tanımlayan fikre vurgu yaptı. Rumi ise tasavvufta bulduğu Allah aşkını fıkıh ve Şems’ten öğrendiği tasavvufî düşünceyle birleştirdi.

Farklı kanallardan etkilenen Rumi, kendi çağdaşlarından ayrıştı. Yaşadığı kent olan Konya, mutasavvıfları, selefileri, Müslüman ilahiyatçıları, Hristiyanları ve Yahudileri, ayrıca Sünni Selçuklu idarecilerini aynı potada bir araya getiren bir şehirdi. Rumi’yi etkileyen politik olayları ve dinî eğitimi aktaran Gooch çalışmasında, “Rumi’nin dindar bir aileye doğduğundan, ömrü boyunca beş vakit namazını kılıp oruç tuttuğundan” söz ediyor. Buna karşılık aynı gerilim Gooch’un kitabında da karşımıza çıkıyor. Gooch da kitabında, Rumi’nin “tüm dinleri aşan bir sevgi dininden bahsettiğini” söylüyor.

Oysa bu çalışmalarda temel bir husus gözden kaçırılıyor: Rumi’nin görüşlerini asıl biçimlendiren şey, aldığı İslamî eğitim. Müceddidi’nin de ifade ettiği biçimiyle, Kur’an, Yahudileri ve Hristiyanları “ehl-i kitap” olarak görüyor, dolayısıyla evrenselcilik için bir başlangıç noktası öneriyor. “Bugün birçoklarının Rumi’de hürmetle andığı evrensellik, İslamî bağlamın kendisinden kaynaklanıyor.”

Rumi’nin şiirinden İslam’ın silinmesi süreci, elbette ki Coldplay’le başlamadı. Duke Üniversitesi’nde Ortadoğu ve İslam çalışmaları profesörü olarak çalışan Ümid Safi, Batılı okurların tasavvuf şiirlerini İslamî köklerinden kopartma girişiminin ta Viktoryen çağda başladığını söylüyor. Dönemin teologları ve çevirmenleri, bu şiirlerdeki fikirleri “çöl dini” olarak gördükleri İslam’a yakıştıramıyorlar. Dolayısıyla Rumi ve Hafız gibi şairlerin eserlerini İslam’da gördükleri ahlak ve hukuk kurallarının tam karşısına yerleştiriyorlar. Safi’nin aktardığına göre bu kişiler, meseleyi şu şekilde izah ediyorlar: “Bu şairler, İslam yüzünden değil İslam’a rağmen tasavvufa meyilliler.”

Bu çevirilerin ve yorumların yapıldığı dönem, Müslümanların hukuk düzleminde ayrımcılığa uğradığı bir dönem. 1790’da çıkartılan bir kanunla Müslümanların ABD’ye girişine kısıtlama getiriliyor. Bir yüz yıl sonra ABD yüksek mahkemesi, “Müslüman inancından insanların başka dinlere, özellikle Hristiyanlığa yönelik yoğun düşmanlığından” söz ediyor. 1898’de Mesnevi çevirisine yazdığı giriş bölümünde Sör James Redhouse, şunları söylüyor: “Mesnevi, dünyayı terk eden, Tanrı’yı bilip O’nunla olmak için çabalayan, kendi nefslerini yok edip kendi varlıklarını ruhun derinliklerine yönelik tefekküre adayan insanlara hitap ediyor.” Görüldüğü kadarıyla o dönemde Batı’da Rumi ve İslam, ayrı şeyler olarak ele alınıyor.

Yirminci yüzyılda R. A. Nicholson, A. J. Arberry ve Annemarie Schimmel gibi önemli çevirmenler sayesinde Rumi, İngilizcede önemli bir yere sahip oluyor. Ama Rumi okuyan kitlenin çoğalmasını sağlayan asıl isimse Barks. Barks, çevirmenden çok bir yorumlayıcı. Farsça herhangi bir metni okuma veya kaleme alma konusunda yeterli bir birikime sahip değil. O daha çok, on dokuzuncu yüzyılda yapılmış çevirileri Amerika’ya has şiir tekniğine uyarlayan bir isim.

Barks 1937’de doğuyor, Tennessee eyaletinin Chattanooga şehrinde yaşıyor. İngiliz edebiyatı alanında doktora tezini tamamlıyor. İlk şiir kitabı The Juice 1971’de yayımlanıyor. Rumi şiirlerini ilk kez yetmişlerin sonlarına doğru okuyor. Kendisi de şair olan arkadaşı Robert Bly, Barks’a Arberry’nin çevirilerini veriyor ve ona “bu kuş kapatıldığı kafesten kurtulsun artık” diyor.

Barks, İslam edebiyatını hiç incelememiş. Bir gün bir rüya görüyor. Rüyasında nehrin kıyısında bir kayanın üzerinde uyuyor. Işık halesi içinden bir yabancı çıkıp geliyor ve kendisine “seni seviyorum” diyor. Bu adamı sonradan bir yıl sonra Philadelphia’daki bir tarikat toplantısında görüyor. Adam, o tarikatın lideri. Barks, öğleden sonraları Bly’ın kendisine verdiği Viktoryen döneme ait çevirileri inceliyor ve onları yeniden ifadelendirmek için uğraşıyor. O günden sonra on iki adet Rumi kitabı yayımlıyor.

Kendisiyle yaptığımız sohbette Barks, Rumi’nin şiirlerini “insanın kalbini açan sır” olarak tarif ediyor ve bu sırrın dile dökülemeyeceğini söylüyor. İfade edilemeyeni aktarmak için Rumi’nin eserlerinden kopmak gerektiğini iddia ediyor. Buradan da İslam’a dönük atıfları tümden siliyor.

Örneğin Barks, Arberry’nin “Bunun Gibi” şiirine ait çevirisini alıyor. Şiirin bir dizesini Arberry “Kim size hurileri sorarsa yüzünüzü gösterip bunun gibi deyin” şeklinde çevirmişken Barks, bu dizeyi şu şekilde aktarıyor: “Tüm cinsel isteklerimizin eksiksiz karşılanmasının nasıl bir şey olduğunu soran olursa yüzünüzü kaldırıp bunun gibi deyin.”

Dizedeki dinî bağlam uçup gidiyor. Aynı şiirde Barks, İsa ve Yusuf peygamberlere yönelik atıfları muhafaza ediyor. Kendisine bu mesele sorulduğunda, “İslamî referansları kasten silip silmediğini anımsamadığını” söylüyor. Devamında şunları aktarıyor: “Ben Presbiteryen olarak yetiştirildim. Kitab-ı Mukaddes’i ezbere bilirim. Yeni Ahit’e Kur’an’dan daha fazla hâkimim. Kur’an’ı okuması zor.”

Ümid Safi de birçok isim gibi Barks’ı Rumi’yi ABD’li okurlara takdim ettiği için övüyor. Rumi şiirlerini Amerikan şiir diliyle aktaran Barks, Mevlânâ’nın hayatının ve eserlerinin sevilmesi için çok vakit harcıyor.

Başka isimler de var. Deepak Chopra ve Daniel Ladinsky, Rumi şiirleri pazarlayıp satan kişilerden. Bunların çevirilerinin Rumi’nin şiirleriyle bir alakası yok. Alternatif tıp meraklısı bir isim olan Chopra, şiirlerinin Rumi’nin şiirleriyle bir alakasının olmadığını kabul ediyor. Rumi’nin Aşk Şiirleri isimli çalışmasına yazdığı giriş bölümünde Chopra, kitaptaki şiirlerin orijinal Farsça hâllerinde yakaladığı ruh hâllerini aktardığını, kendisinin özü koruyup yeni şiirler yazdığını” söylüyor.

Bu çevirileri ele alan Safi ise “şiirlerde bir tür manevi sömürgeciliğin iş başında” olduğunu söylüyor. Safi’ye göre bu şiir çevirileri, “Bosna’dan İstanbul’a, Konya’dan İran’a, oradan Orta ve Güney Asya’ya uzanan bir coğrafyada yaşayan Müslümanların yaşadığı, nefes aldığı, içselleştirdiği maneviyat ikliminin üzerinden atlıyor, onu silikleştiriyor ve kendince o coğrafyayı işgal ediyor.”

Dinî bağlamın çıkartılıp atılması, kimi sonuçlara yol açıyor. Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı General Michael Flynn gibi isimler, İslam’ı “kanser” olarak nitelendiriyorlar. Hatta bugün siyasetçiler, Batılı olmayanların ve beyaz olmayan kesimlerin medeniyete hiç katkıda bulunmadıklarını söylüyorlar.

Barks ise dini ikinci plana atıyor, Rumi’nin kendince kavradığı özünü öne çıkartıyor. Barks’a göre “din, dünya konusunda çekişmelere yol açıyor.” Bu tespitinin ardından şunu söylüyor: “Benim gerçeğim bana, senin gerçeğin sana, bu saçma bir yaklaşım. Hepimiz birlikteyiz. Rumi şiirleri sayesinde kalbimi açmaya çalışıyorum.”

Rumi, şiirlerinde Kur’an’daki metinleri bir miktar değiştirerek aktarıyor ve bu metinleri, İran şiir tekniğine ve kafiye düzenine uyacak bir kalıba döküyor. Rumi’nin İranlı okurları bu taktiği biliyorlar ama birçok Amerikalı okur İslamî temelin farkında değil.

Ümid Safi, “Kur’an’sız Rumi okumanın Kitab-ı Mukaddes okumadan Milton okumak gibi olduğunu” söylüyor. Rumi, kitabî hattın dışında bir isim olsa bile onun gene de İslam bağlamında yer aldığını görmek gerekiyor. Zira yüzlerce yıl İslam kültürü bu türden “sapmalar”a izin veriyor, alan açabiliyor. Rumi’nin eserleri sadece dinle örülü çalışmalar değil, aynı zamanda İslam alanında çalışma yürüten âlimlerin tarihsel planda sergiledikleri dinamizme dair bir emsal de.

Rumi, yeni düşünceler keşfetme noktasında Kur’an’dan, Hadislerden ve dinî birikimden istifade ediyor ve geleneksel okumalara karşı çıkıyor. Barks’ın çevirdiği ve epey ünlü olan bir şiirde şu söyleniyor: “Yanlışın ve doğrunun ötesinde bir yer var. / Seninle orada buluşacağım.” Rumi’nin şiirinde ise “yanlış” yerine “küfür”, “doğru” yerine “iman” sözcükleri kullanılmış. Aslında doğru çevrilse, Müslüman bir âlimin imanın temelinin dinî yasalar değil de şefkat ve sevginin yüce makamı olduğunu söylediği görülecek. Bugün birçok Müslüman âlime radikal gelecek bu tespiti, Rumi yedi yüz yıl önce yapmış.

Bu, tümüyle özgün bir okuma aslında. Rumi’nin eserleri, dinî maneviyat ile kurumsallaşmış din arasındaki çekişmeyi yansıtan, bunu eşi benzeri görülmemiş bir anlayış ve akılla yapan çalışmalar.

Ümid Safi’ye göre, “tarihsel planda Müslümanların imgelemini Kur’an’dan sonra en fazla biçimlendiren eserler, Rumi ve Hafız’ın şiirleridir. Elle çoğaltılması gereken ciltler dolusu eserin bugüne sağ salim ulaşmış olmasının sebebini burada aramak gerekiyor.

Yazar ve çevirmen Sinan Antun ise şunu söylüyor: “Dil, sadece iletişim aracı değildir. O, aynı zamanda hatıraların, geleneklerin ve mirasın biriktiği depodur.” İki kültür arasındaki bağı kuran kişiler olarak çevirmenler, politik bir projeyi üstleniyorlar aslında. Bu anlamda çevirmenlerin, on üçüncü yüzyıla ait bir İranlı şairin bugünün Amerikalı okuruna nasıl aktarılacağı, nasıl açılacağı konusunda kafa yorması gerekiyor. Ama bir yandan da çevirmenler özgün metne sadık kalmalılar. Bu, okurların şeriat konusunda âlim olan Rumi gibi bir ismin dünyanın en çok okunan aşk şiirlerini yazabildiğini görmesini sağlayacaktır.

Altı ciltlik Mesnevi’yi uzun yıllardır çevirmek için uğraşan Cavid Müceddidi, yolculuğunun henüz ortasında olduğunu söylüyor. Henüz üç cilt yayınlanmış, dördüncüsü baharda yayımlanacak. Çevirilerinde Rumi’nin Arapça aktarımda bulunduğu yerlerde İslamî ve Kur’anî metinlere yer veriliyor. Bolca dipnotun yer aldığı çevirileri okumak biraz emek ve çaba istiyor, ayrıca önyargıların ötesine geçip meseleye bakmayı talep ediyor. Çevirinin temel derdi de yabancıyı anlayabilmek zaten. Keşavarz’ın da dediği gibi: “Çeviri, her şeyin bir biçime, bir kültüre ve tarihe sahip olduğuna dair bir andaç. O, bir Müslümanın başka türlü olabileceğini ortaya koyabilir.”

Rozina Ali
5 Ocak 2017
Kaynak

29 Eylül 2021

, ,

Endonezya: Antikomünist Katliamlar İçin Bir Model

30 Eylül 1965’teki cinayetlerden EKP’yi suçlayan propaganda broşürleri


Yirminci yüzyılın ortalarında, Soğuk Savaş ile ilgili sorunların açığa çıktığı dönemde ABD emperyalizmi için her şey tıkırında idi. Bu sorunlar, ABD-Sovyet çatışması, nükleer savaşla ilgili korkular, Kore ve Vietnam savaşları, içteki antikomünizm ve Endonezya gibi başlıklardan oluşuyordu.

Cumhurbaşkanı Sukarno’nun liderlik ettiği, Hollanda’nın sömürgeci boyunduruğunu kaldırıp atmış olan Endonezya, o dönemde hem ABD kampının hem de sosyalist kampın uzak durduğu milletlerden biriydi.

Üç milyon üyesiyle Endonezya Komünist Partisi, dünyanın en büyük KP’si hâline gelmişti. Seçimlere katılan parti, meclise milletvekili soktu, sendikalarla, toplumsal ve kültürel örgütlerle bağlar kurdu.

Kimin tezgâhladığı belli olmayan bir komplo sonucu altı general 30 Eylül 1965 günü öldürüldü. Cinayetlerden EKP suçlandı, kısa bir süre sonra da askerler, paramiliterler ve çeteler, parti üyelerini öldürmeye veya kaçırmaya başladılar.

Genelkurmay başkanı Suharto iktidara geldi, diktatörlük yetkilerine sahip olan başkan, 1998’e dek ülkenin başında kaldı. Cumhurbaşkanı Sukarno kenara itildi. Yaklaşık bir milyon insan öldü, bir milyon kişi toplama kamplarına gönderildi. İşkence vakaları hızla arttı.

The Jakarta Method [“Cakarta Yöntemi”] isimli kitabında gazeteci Vincent Bevins, ABD hükümetinin Endonezya Ordusu’na teçhizat ve para aktardığından, ülkeye CIA ajanlarını yerleştirdiğinden söz ediyor. Gerçek veya hayalî komünistlerin isimlerinin yer aldığı listeleri gerekli yerlere bu ajanlar temin ediyorlar. EKP’nin imhası ve petrol tesislerinin korunması noktasında Amerikan ordusu orduya gerekli desteği sunuyor.

Endonezya Komünist Partisi süreç içerisinde yok ediliyor, komünizm yasaklanıyor. Bevins’in iddiasına göre ABD hükümeti, Vietnamlı komünistlerden çok EKP’den endişeleniyor, ayrıca hükümet, Vietnam’da yaşanan yenilginin yükünün EKP’nin yok edilmesine bağlı olarak azalacağını düşünüyor.

Kitapta aktarıldığına göre Endonezya’daki olaylarla ilgili hazırladığı raporda ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı McGeorge Bundy, “ABD siyasetinin Endonezya’dan intikam aldığını” söylüyor. New York Times’a yazılar yazan James Reston, Endonezya’da yaşanan olayları “Asya’daki Işıltı” olarak tarif ediyor.

Cakarta Yöntemi isimli çalışma, “en az 22 ülkede ABD desteğiyle yürütülen antikomünist imha programları”nı inceliyor. Bevins kitapta, Irak, Sudan, özellikle de Latin Amerika’da katliamlardan bahsediyor. Latin Amerika’daki katliam süreci 1954 yılında Guatemala’da başlıyor. Bu ülkede CIA’in dayattığı rejim, komünist olduğundan şüphe edilen en az iki bin kişiyi öldürüyor.

Brezilya’daki antikomünist faaliyetler, 1964’teki askerî darbe için gerekli zemini teşkil ediyor. Sürecin en önemli aktörlerinden biri de ABD hükümeti. Cumhurbaşkanı João Goulart’ı deviren askerî diktatörlük, 1985 yılına dek iktidarda kalıyor. Bevins’in de tespit ettiği gibi, “Brezilya kısa süre içerisinde başka ülkelerin Batı kampına çekilmesinde önemli bir rol oynuyor.”

Brezilya darbesi Endonezya’da yaşanacak felâketin seyrine ilişkin ipuçları içeriyor. Her iki ülkedeki felâketler sonrasında yaşanacak kitlesel katliamlar için gerekli modeli temin ediyor. Her ne kadar yerele ait farklı kaynaklardan ilham alıp ülke içi dinamiklerden beslense de hepsinde de Amerika’nın parmağını görmek mümkün. Bu tür ülkelerde tanık olunan solcu ayaklanmalar bahane olarak iş görüyorlar.

ABD’nin yardımıyla 1973’te Şili’de, 1976’da Arjantin’de iktidara gelen askerî diktatörlükler Akbaba Operasyonu ismini taşıyan ölüm makinesinin bölgede çalıştırılmasını sağlıyorlar. El Salvador’da 75.000 kişi öldürülüyor. 1978-1983 arası dönemde Guatemala’da CIA desteğini arkasına alan ordu, çoğunluğu yerli halka mensup olan 200.000 insanı katlediyor. Bevins’in kitabı, Şili, Nikaragua ve Brezilya’da ABD’nin yapıp ettiklerine dair ayrıntılar sunuyor.

Bevins, birçok ülkede “Cakarta” kelimesinin bir tür uyarı olarak fısıldandığını, kamusal alanlarda sağa sola yazıldığını söylüyor. Süreci özetleyen bir ifade dâhilinde El Salvadorlu General Roberto D’Aubuisson o dönemde, “siz şahsen komünist olduğunuza inanmasanız bile gene de komünist olabilirsiniz” diyor.

Askerî müdahaleler, Amerikalı subayların Endonezya ve Latin Amerika’daki subaylarla kurduğu yakın ilişkiler sayesinde gerçekleşiyorlar. Bu tür bağlar, temelde ABD Ordusu Amerika Okulu üzerinden kuruluyor. Kansas Leavenworth’daki askerî üste birçok Endonezyalı subaya eğitim veriliyor. Bu eğitim sayesinde bu askerlerin kendi ülkelerinde ABD askerî personeline yönelik güvenleri iyice artıyor.

Bevins’in tespitine göre “Endonezya, 1965-1966’daki olaylar esnasında gündemde hiç yer almıyor. İstikrarlı ve Amerika yanlısı olan, uzak diyarlardaki ülkelerin adları nedense manşetlerde kendilerine hiç yer bulmuyor.” Aynı şekilde, ABD müdahalesine maruz kalmış, halkın büyük bir felâketle yüzleştiği, ağır kayıplara yol açan bir iç savaşın içine sürüklendiği Kolombiya da ABD medyasının ilgisine mazhar olmuyor.

Gazeteci Bevins, uzun süre Brezilya ve Endonezya’da çalışmış bir isim. Katliamlardan sağ çıkmayı başarmış kişilerle bağ kuran Bevins, çalışması dâhilinde bu insanların izini sürmüş. Onlardan öğrendikleri, anlattığı hikâyenin sahiciliğine ve dolaysızlığına katkıda bulunuyor. Olayları anlatan hikâye, yalın bir dille ve yorumlarla aktarılıyor.

Bevins’e göre, “uluslararası planda kitleleri imha etmek için oluşturulmuş devasa şebeke, bugün üzerinde yaşadığımız dünyanın inşası noktasında çok önemli bir rol oynadı. […] Brezilya ve Endonezya gibi birçok ülkede antikomünizm, hâlen daha güçlü. Soğuk Savaş, her türden toplumsal reformu tehdit olarak gören rejimlerin kurulmasına neden oldu.”

Bevins, Soğuk Savaş’ın niteliği konusunda yeni şeyler söylüyor. “1964’te Brezilya’da, 1965’te Endonezya’da yaşananlar, Soğuk Savaş sürecinde muzaffer olanların elde ettikleri en önemli zaferlerdi.” Bevins, bir yandan da aktardığı Soğuk Savaş hikâyesinin “esas olarak ABD, Avrupa, ama aynı zamanda Sovyetler’deki beyazlara odaklandığını” söylüyor.

Cakarta Yöntemi, antikomünizmden ilham alan, birbirinden farklı silâhlı çatışmanın arasındaki bağı inceliyor. Bahsi edilen ülkelerin üst düzey subayları adalet ve halkın iktidarı için arayış içerisinde olan veya öyle olduğu düşünülen kendi yurttaşlarına saldırıyorlar. Özünde kitap, bu ülkelerdeki sınıflar mücadelesini ele alıyor.

Yazarın derdi, kelimeler sahasında yaşanan Soğuk Savaş veya güçlü, antikomünist ülkelerle komünist partilerin iktidarda olduğu ülkeler arasındaki kavga değil. O Soğuk Savaş, 1991’de Sovyet bloğunun yıkılışı ile sona erdi. Gerçek manada soğuk savaş olmayan, şimdilik durgun olan savaşsa hâlâ devam ediyor.

W. T. Whitney
4 Ocak 2021
Kaynak

28 Eylül 2021

Züyuf Akçe Rejiminin Sonu

Bir yanda kurduğu saadet zinciri içinde Lale Devri’nin sefasını süren saray eliti, diğer yanda sefaletin dibine vuran yoksul halk kesimleri. 28 Eylül 1730’da “ayaktakımından” Patrona Halil önderliğinde başlayan ayaklanma, III. Ahmed'i tahttan indirdi ve Lale Devri’ne son verdi. “Çapulcular” 49 gün boyunca payitahta hükmetti, ülkeyi bilfiil yönetti. 289. yıldönümünde Patrona Halil İsyanı’nı yeniden zikrediyor, bugüne söylediklerine dikkat çekiyoruz.

Osmanlı tarihinin önemli ayaklanmalarından bir tanesi de Patrona Halil isyanıdır. 1730 tarihli bu olay, tarih kitapları dışında, popüler tarihçiliğimizin de ilgisiz kalmadığı bir konu olmuş, hakkında pek çok kitap yazılmıştır. Bunun dışında bu dönemde (Lale Devri) olup bitenlerden yola çıkarak büyük fikirler üretilip okkalı laflar (!) edilmiştir. Benim öyle bir niyetim yok. Sadece merak ettiğim bir konuda, arşiv belgelerine ve kroniklere dayanarak hazırlanmış bir kitaptan, tarihçi M. Münir Aktepe’nin Patrona İsyanı isimli kitabı yanında başka kaynaklardan yararlanarak zaman içinde biraz dolaşmak istiyorum.

Yazar, konuyu incelemeye iktisadi ve mali sebepleri araştırarak başlıyor. Bu alanda yaşananlar hiç iyi değil. 1720’lerde imparatorlukta ciddi bir para darlığı vardır, darphaneye ve hazineye giren gümüş azalmış, züyuf akçe (ayarı düşük kalp para) piyasada kaos yaratmıştır. Hayat pahalılığı sürekli artmakta, geçim zorlaşmaktadır. Taşra kötü durumdadır. Yerel yöneticilerin baskılarından, vergilerden, asayişsizlikten, başıbozukluktan yılan köylüler, yaşadıkları yerleri terk etmekte ve iş bulmak, yerleşmek amacıyla İstanbul’a gelmektedir. Gene taşranın kaosundan bıkan esnaf ve küçük imalatçı da başkente akın etmiş, bu geleneksel İstanbul esnafı için büyük bir sorun olmuştur. Yerli esnaf kaçak üretimden rahatsızken yeni gelenler işsizliğin sıkıntılarını yaşamaktadır. Yeniçerilerin esnaflaşmaları ve her çeşit işi yapmaları ekonomik ve sosyal hayatı daha da bozmuştur.

Bir başka kâbus, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın kamu açıklarını kapatmak için koyduğu vergilerdir. Bu vergiler satışları etkilemekte, esnaf dükkânını siftah etmeden kapatmaktadır. Bu arada ordu, esnafta da estirilen savaş rüzgârlarından etkilenip büyük ölçekte mal almış, ancak İran seferi önce sürüncemede kalıp sonra iptal edilince bu kişiler iflas etmiştir.

Sıkma Feracelerin Biçimi

“1730 İsyanı’na içtimai âmillerin tesiri” konusunda Aktepe şunları söylüyor:

“İbrahim Paşa sadaretinde göze çarpan sefahatin, zevk ve sefâ âlemlerinin dahi tesiri büyüktür. Halk sefalete yakın bir zaruret içinde ömür sürerken, başta padişah olduğu halde, bütün devlet ricalinin israf ve sefahatte bulunmaları, İstanbul’un muhtelif yerlerinde saraylar, kasırlar, bahçeler yaptırıp buralarda eğlenceli bir hayat geçirmeleri isyanı başlatan etkenlerden biridir.”

Tarihçi Ahmet Refik’in Lâle Devri adını verdiği bu dönem, İstanbul için bir inşaat ve bayındırlık dönemi olmuş. Boğaziçi’nin iki kıyısı çeşme ve mescitler yapılarak iskâna açılmış. Rical ve ulemaya arsa verilip buralara yalılar yaptırılmış, korular bakıma alınıp yalı ve köşklerin bahçeleri düzenlenmiş, şehrin bakımsız kalan bazı tarihi yapıları onarılmış, çeşmeler, su bentleri inşa edilmiş…

Gerçekten bakıldığında devir bir yanıyla farklı bir devir. Ancak bütün bu çalışmaların ne bir altyapısı var ne de zihinlerde berraklaşmış bir modeli. Paris büyükelçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa’dan dönerken getirdiği park, bahçe, köşk ve saray resimleri beğeniliyor ve taklit edilmeye çalışılıyor. Yangınlara karşı tulumbanın getirilmesi ve ocağın kurulması, matbaa, Haliç’te yeni bir çini fabrikası açılması vb. gene bu dönemde gerçekleşmiş.

Dönemin simgesi laleye gelirsek, onu bir başka gün konuşalım! Yalnız, Haliç ve Boğaziçi kıyılarında yapılan bu binaların, bahçelerin isyancılar tarafından yakılıp yıkıldığını herkes biliyor. Yoksulların yüzyıllardır biriken öfkesinin kurbanı olmuşlar.

Bu dönemde ortaya çıkan bir başka olgu da “kadınların giyime ve süslenmeye, moda izlemeye, endamlarını ve güzelliklerini dışa vuran kıyafetlere ilgi duymaya” başlamaları olmuş. Lale Devri konusunda bir makale kaleme alan Necdet Sakaoğlu, bu olguya değindikten sonra, buna karşı duyulan tepkileri de ifade ediyor:

“Bu, taassup odaklarını harekete geçirdi. İbrahim Paşa, israfı ve tepkileri önlemek için sınırlamalar getirme gereği duydu ve bir nizamname yayımladı. Sıkma feracelerin biçimi, yakaların eni ve uzunluğu, kadınların feslerine sardıkları yaşmakların incelik derecesi, esnaf kesimden kimselerin kakum kürk giymemeleri, üç değirmiden fazla yemeni, enli kurdela bağlanması vb. esaslara bağlandı.”

Damadın Sadaret İhtirası

Bu gibi tüketimi, israfı ve yeni hayat biçimine yönelik tepkileri azaltmak için bazı tedbirler alınsa da, toplumda ciddi bir kırılma söz konusudur. Saray ve çevresinin yaşam biçimi ve onun uzantılarının sosyal hayatta da görünmesi, muhalefeti biraz daha büyütmektedir.

İsyanların ortak özelliği, ilmiye sınıfının bir bölümünün de işin içinde olmalarıdır. Bu isyanda da öyle olmuş. İbrahim Paşa’nın muhalifleri bir araya gelerek onu sadrazamlıktan uzaklaştırmak için harekete geçmişler. İçlerinde kimler yok ki? Bostancıbaşılıktan uzaklaştırılıp sürgüne gönderilen ağalar, defterdarlığı elinden alınıp İstanbul dışına yollanan efendiler, eski şeyhülislamın oğulları, istediği rütbeye yükseltilmeyen memurlar, Kaptan-ı Derya, hatta görevdeki Şeyhülislam bile isyancı cephededir.

Aktepe, sadrazamın iktidar olmak ve bunu güçlendirmek için yaptıklarını, buna duyulan tepkileri şu şekilde özetliyor:

“Sadarete geçmeden evvel kendine adamlarından mürekkeb bir muhit hazırlamış, başlıca memuriyetlere onları geçirmiş, daha sonra vezîr-i âzam olunca, etrafına akraba ve taalukatını, kendisine sâdık olan şahısları toplayarak imparatorluğun en yüksek mevkilerini bunlara vermiştir. Bu vaziyet, tabiatıyla birçok kimseleri müteesir etmiş, birçok kimselerin gölgede kalmasına, terfi edememesine sebeb olmuş, İbrahim Paşa ile adamlarının etrafında geniş bir husumet çemberi vücude getirmiştir. (…) Sadaret müddetinin 13 seneye yaklaştığını düşünür ve yalnız kendi adamlarının işbaşında kaldığını göz önünde bulundurursak, ikbale erişmekten mahrum kalan insanların [sayısının ne kadar çok olduğunu] tahmin edebiliriz. Diğer taraftan [Paşa’nın bu kadar süre sadaretten ayrılmaması] en yakınlarını dahi endişeye düşürmüştür. Sadaret ihtirası onlar arasında dahi ayrılıklar vücude getirmiştir.”

Diğer yandan, İbrahim Paşa ve yakınlarının her türlü refah ve saadete sahip olmaları, herkesin gözü önünde gösterişli bir yaşam sürmeleri, iktidarlarının mutlak olduğuna inanmaları her geçen gün yoksullaşan halkın nezdinde affedilmeyecek bir suç haline gelmektedir.

Patrona Lakaplı Bir Arnavut

İsyan onun adıyla anılsa da, Patrona Halil’in yaşamı hakkında çok bir bilgimiz yok. Aslen Arnavutluk’un Horpeşte kasabasından olduğunu yazan tarihçiler var. Hakkındaki ilk bilgilerimiz, Patrona[1] gemisinde levend olarak vazife görmesinden, hatta bu gemide bir ayaklanma tertip etmesinden itibaren başlıyor. Yazar, “lakin planlarında o zaman muvaffak olamamış, levendlikten ayrılarak Rumeli’ye gitmek mecburiyetinde kalmıştır” dedikten sonra bu suçtan idam cezasına mahkûm olduğunu belirtiyor. Onu bu cezadan kurtaran, o zamanlar kaptan, 1730 isyanı sırasında dâmad-ı şehriyârî (padişah damadı) bulunan Abdi Paşa olmuş. Denildiğine göre, Patrona lakabını da Rumeli’ye, hemşehrilerinin arasına iltica ettikten sonra almış. Daha sonra onu yeniçeri olarak görüyoruz. Bu dönemde de yeniçeri isyanlarına elebaşılık yapmış. Fakat bu isyanlar rast gitmemiş, gene de Halil canını kurtarmayı başarmış.

Münir Aktepe, bu muğlak biyografiyi şöyle sürdürüyor:

“Patrona bu defa da evvelâ memleketine gitmiş ve oradan İstanbul’a geçmişti. Sermayesi ve bir sanatı olmadığından bu şehirde önceleri seyyar satıcılık, eskicilik ve dellaklık gibi ayak üzeri işler yapıyordu. (…) Tamamen başıboş bir ömür sürüyordu. Nihayet günün birinde, arkadaşlarından birini öldürdüğü için Galata voyvodası tarafından yakalandı, hapsolundu, idamına hükmedildi. Fakat bu emrin tatbiki sırasında Kapdan-ı Deryâ Mustafa Paşa’nın müdahalesiyle ölümden kurtuldu. (Paşa, Patrona gibi adamları himâye eder.) Bu keyfiyet onun bir takım karanlık tertipler peşinde koşduğunu da isbat ediyor. Maamâfih, Patrona’nın ilk isyanında affına sebep olan Kapdan Abdi Paşa da bu esnada vezir ve aynı zamanda padişahın damadı olarak İstanbul’da bulunmakta idi. (…) Abdi Paşa’nın bir aralık Patrona ile uyuşması, bu serdengeçtinin İstanbul’da esaslı hamilerinin bulunduğunu göstermektedir. Patrona Halil, halk arasında gaibden haber veren bir adam olarak da meşhurdu.”

Sonuç olarak İstanbul’da isyan rüzgârları esmektedir. Ayaklanmanın nasıl hazırlandığı, kimlerin hangi konaklarda ne gibi toplantılar yaptığı konularındaki rivayetleri bir kenara bırakırsak, somut olarak bildiğimiz, isyanın elebaşı kadrosunun, 25 Eylül’de, padişah III. Ahmed ile devlet erkânı ve ulemanın mevlit kandili nedeniyle Üsküdar’da bulunduğu sırada toplandığı. Bu toplantıda Patrona Halil’in önder, Muslu Beşe ile Emir Süleyman’ın yardımcıları olmasına karar verilmiş. Ayrıca kolbaşıları belirlenmiş.

Dalga Dalga Ayaklanma

Ayaklanma, 28 Eylül 1730 Perşembe günü, üç kol halinde bayrak açan ve yalınkılıç Kapalıçarşı’ya dalan zorbabaşıların kılıçlarını sallayıp şeriat için, haksızlıkların kaldırılması için herkesi bayrak altına çağırmaları ile başlamış. Çarşı kâhyasına dükkânları kapattırıp yolları ve kavşakları tutmuşlar. Bir anda büyüyen kalabalık Bahçekapı’ya inip oradan Divanyolu’na çıkmış ve Etmeydanı’na (Aksaray) yürümüş, Eski Odalar’dan (yeniçeri kışlası, Saraçhane) geçilirken yeni katılımlar olmuş ve Saraçhane kapatılmış. Yeniçeri semtlerinde gösteriler yapıp onların da katılmalarını sağlamaya çalışan isyancıların bir grubu da ateş kayıklarıyla Üsküdar’a geçip suçlu gördükleri birkaç kişiyi öldürerek Padişah ve Sadrazam’a gözdağı vermişler.

İsyan için İstanbul’un tenha bir günü seçilmiştir, devlet daireleri mevlit nedeniyle kapalıdır. Eyleme ilk anda müdahale etmesi gereken sorumlular ise korktukları için kaçıp gizlenmişlerdir. Tarih yazarı Necdet Sakaoğlu, “İlk müdahaleyi Yeniçeri Ağası Hasan Ağa yapmak istedi” diyor ve devam ediyor:

“300 kolcu ile İstanbul sokaklarını dolaşıp önlemler almaya çalışırken yanındakiler zorla dükkânları kapattırıp herkesi ayaklanmaya katılmaya çağırmaktaydılar. Durumu kavrayan Hasan Ağa kaçıp saklanmak zorunda kaldı. İstanbul Kaymakamı da etkili bir önlem almaya yanaşmadı. Bir süre Tersane’de gelişmeleri izlemeye çalıştı ve kolluk güçlerine padişahtan buyruk gelmedikçe harekette bulunmamalarını bildirdi. Sonra da Üsküdar’a geçip durumu önemsiz bir olaymış gibi padişaha aktardı. (…) Akşam padişahın başkanlığında yapılan toplantıda hiçbir karara varılamadı. Gece padişah ve vezirler korku içinde saraya geçtiler.”

Bu arada ayaklanmacılar yeniçerilerle uzlaşmış ve isyanın alametifarikası kazanlar kışlalardan Etmeydanı’na çıkarılmıştır. Yeniçerileri acemioğlanları izler. Her yere isyan bayrakları dikilir ve yeni kurallar konulur. Bütün bu olup bitene meşru bir dayanak sağlamak için de ilmiye sınıfından bazı kişiler Etmeydanı’na getirilir ve İstanbul kadısı seçilir. İstanbul, Hisarlar ve Galata zindanlarındaki bütün mahkûmlar salıverilir. Bu arada tabii, nefret edilen veya hınç duyulan kişilerin konakları da yağmalanır. Eskisinin hükmü kalmadığı için yeni sekbanbaşı, kulkethüdası ve yeniçeri ağası atanır. Artık İstanbul’da iki yönetim vardır: Asiler ve saray.

Padişah uzlaşmak için bir heyet gönderir, heyet saraya 37 kişinin isminin bulunduğu bir liste ile geri döner. İsyancılar bu 37 kişinin kendilerine teslim edilmesini istemektedir. Saray birbirine girer, herkes kendi başının çaresine düşmüş canını kurtarmanın peşindedir. Padişah son çare olarak sancak-ı şerifin çıkarılmasını ve ahaliye çağrı yapılmasını ister. Ancak bu çağrıya pek uyan olmaz, gelmek isteyenler de asiler tarafından engellenir. İbrahim Paşa son bir hamle ile isyancılar arasına nifak sokmak ister. Bunlardan bir bölümünün bol para ile serdengeçti yazılmasına teşebbüs edilir. Fakat bu da bir sonuç vermez.

Lale Devri’nin Kanlı Sonu

30 Eylül sabahı padişah bir kez daha Patrona’ya bir heyet gönderir. Taleplerini öğrenmek ister. Asilerin cevabı değişmemiştir: 37 kişinin kellesi istenmektedir. O akşam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ve iki damadı sarayda tutuklanır. İdamları için ulemadan fetva alınır ve mal beyanları alındıktan sonra boğdurulurlar. Ertesi sabah her birinin cesedi ayrı ayrı öküz arabalarına konulup saraydan çıkarılırlar. İsyancılara teslim edilen naaşlar utanç verici bir muamele görür.

1 Ekim günü yeni bir gelişme daha yaşanır. Zülali Hasan Efendi ile İspirizâde Ahmed Efendi durumu sakinleştirmek için isyancılarla görüşmeye gider. Ancak bu kişiler kimseyi sakinleştiremedikleri gibi asilerle padişahı tahttan indirme konusunda anlaşırlar. Saraya dönünce de padişaha artık istenmediğini bildirirler. III. Ahmed yapacak bir şey kalmadığını anlar ve o gece tahtı yeğeni I. Mahmud’a bırakır. Bundan sonraki yaşamı sarayın Kafes Kasrı’nda gözaltında geçecektir.

Patrona Halil, I Mahmud’un ilk günlerinde şehre egemen olur. Kentin iaşe işleri yoluna girer, asayiş sorunu ortadan kalkar. Esnaf yağmaya ve baskıya karşı korunur. İsyancılar yalnızca bazı eski sorumluları cezalandırır. Halk tabakasına hiç dokunulmaz. Münir Aktepe şunları söylüyor:

“Tayin etmiş oldukları yeniçeri ağası, bütün ihtimamını şehrin iaşe zorluğuna düşmemesi için sarfediyordu. Bu adam, esnafın güvenliği için her tarafa karakollar kurmuş, nizam ve emirlere karşı gelme cesaretini gösterenler, âsilere mensub dahi olsa, şiddetle cezalandırılmıştı. Görülüyor ki Patrona Halil (ve arkadaşları), her ne kadar bu vakada vüzerâdan ve ilmiye ricâlinden birçok kimselerin teşvikile hareket etmişlerse de, bu adamların İstanbul’daki serseri güruhunu sevk ve idarede büyük bir maharetleri dahi vardı.”

Bu arada sadrazamın koyduğu halkı ezen vergiler de kaldırılır. Ancak, kısa süre sonra, Patrona Halil yüzlerce adamını yeniçeri ocağına yazdırmaya, adamlarına mevkiler dağıtmaya, yargısız infazlar yapmaya başlayınca işler karışır. Asilerin bir bölümü hızla zenginleşmeye, gümrükleri, çarşıyı yönetmeye başlar. Silahlı adamlar ortalıkta dolaşmakta, halkı terörize etmektedir. Hepsinden ötesi, padişahın atamalarına dahi müdahale etmeye kalkarlar.

Saray bunları ortadan kaldırmayı düşünmeye başlar. 25 Kasım günü bir tören bahane edilerek Patrona Halil ve beş arkadaşı saraya çağrılırlar. Tören tuzaktan başka bir şey değildir. Padişahın huzuruna çıkacakları bahanesiyle silahları alınan asiler çok bir direniş gösteremeden saray ağaları tarafından öldürülürler. Az sayıdaki korumalarının da akıbeti değişmez. Bunu duyan Patrona yandaşları dağılır.

Ancak devlet erkânı tedbiri elden bırakmaz. Patrona’nın şu sözü unutulmamıştır: “Beni veya adamlarımı öldürenler karşılarında on bin arnavudu bulacaklardır. İstanbul’u yakıp kül edeceğiz.” Bu söz boş bir söz değildir. Pek çok Arnavut hamamlarda çalışmaktadır ve istedikleri zaman yangın çıkarabilirler. Neyse korkulan olmaz, ama Arnavutlara hamamda çalışma yasağı gelir.

Ahmet Eken
28 Eylül 2019
Kaynak

Dipnot:
[1] Osmanlı donanmasındaki kalyon filosunun komutanına ve gemisine Kapudâne, ondan sonra gelen ikinci komutan ve gemisine Patrona adı verilmişti. Üçüncü rütbeli kalyon kaptanı ve gemisine ise Riyâle deniyordu.

Kaynakça:
M. Münir Aktepe, Patrona İsyanı, İst., 1958.

Necdet Sakaoğlu, “Patrona Halil Ayaklanması”, DB İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: 6, İst., 1994.

Necdet Sakaoğlu, “Lale Devri”, DB İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: 5, İst., 1994.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt: IV, Ankara, 1988.

27 Eylül 2021

, ,

Nitti

Nitti, Keynes ve Caillaux, “Avrupa’nın yeniden inşası” siyasetinin öncülerinden ve teorisyenlerindendir. Bu devlet adamları, sınıfların dayanışmasını, milletlerin işbirliği kurmasını ve yardımlaşmasını savundular, uluslararası barışa ve toplumsal huzura dair programa destek sundular. Bu programın karşısında uluslararası planda emperyalist ve fetihçi bir yönelime sahip, ülke içerisinde ise gerici, sosyalizm düşmanı sağcılar duruyordu. Aşırı sağ, “Avrupa’nın yeniden inşası siyaseti”ne büyük bir nefretle ve öfkeyle yaklaştı. Üye oldukları kulüpler ve gizli localar, barışla ilgili sorunların incelenmesine özgün, zengin ve akıl dolu katkılar sunmuş olan Walther Rathenau’yu ölüme mahkûm ettiler.

Nitti ise alabildiğine Avrupalı bir isim. Onun vizyonu yerel değil Avrupalı. Francesco Saverio Nitti, İtalya’daki krizi dünya krizinin belli bir kesiti, bölümü olarak ele alıp inceledi. Nitti, bir gün Berlin’de çıkan Berliner Tageblatt’a, bir gün New York’ta çıkan United Press’e yazılar yazdı. Parisli, Varşovalı ve Londralı insanlarla polemikler yürüttü.

O güney İtalyalı, ama onda güneylilere has sıcakkanlı, çalkantılı, duyguları zirvede yaşayan bir mizaç yok. Ondaki diyalektik, sade, zarif ve yalın. O, retoriği, tiyatroyu ve öfkeyi esas alan dile âşık olan İtalyan ruhunu belki de bu sebeple harekete geçiremedi. Nitti de Lloyd George gibi politik bir görecelikçi idi.

Onda ne solun ne de sağın sekterciliği var. Sakin, kafası çalışan, hep gülümseyen bir siyasetçi olarak Nitti, konuşmalarında hicvi ve mizahı hiç eksik etmiyor. O, bizim dönemimizin, doğuştan burjuva ideolojisine iman etmeyen, ama aynı zamanda sosyalist ideolojiye de inanmayan siyasetçiler kategorisine ait. Bu sebeple onun siyaseti için milliyetçi ve enternasyonalist fikir, bireyci fikirle kolektivist fikir uzlaşabilir şeyler. Saf muhafazakârlar, en kaba olanları, eklektik, sınırları olmayan ve kolay biçim alan bu tarz devlet adamlarını hep hakir görürler. Burjuva toplumunun hatasızlığı ve ebediliğine dönük inanç açısından bu tür kişiler bir sapmadan başka bir şey değildir. Onlar ahlaksız, alaycı, yenilgiyi meyilli ve dönektirler.

Ne var ki bu “Dönek” tabirinin pek yerinde olmadığını söylemek lazım. Zira görecelikçi siyasetçiler kuşağı, herhangi bir şeye körü körüne inanmadıkları için bir şeyden dönmüş de sayılmazlar. Bu kuşak, öğreti ve kitap dışı bir kuşak. O, geçmişin geleneklerine de geleceğin ütopyalarına da eşit mesafede.

Bu kuşak ne gelecekçi ne geçmişçi, bugüncü ve gerçekçi. Eskinin ve geleceğin kurumlarına karşı agnostik ve pragmatik bir duruşa sahip. Ama alttan alta bu kuşak, belirli bir görüşe ve inanca da sahip. O, Batı medeniyetine inanıyor. Evrimciliğin köklerine bağlı.

Bu tür devlet adamları, gericilik, devrimin yıkıcı dürtülerini harekete geçirecek, devrimi tetikleyecek, canlandıracak diye korkuyorlar. Gericiliğe yönelik tepkilerinin sebebi bu. Şiddete dayalı bir devrimle mücadele etmenin en iyi yolunun barışçıl bir devrim yapmak veya onu vaat etmek olduğunu düşünüyorlar. Bu politik kuşak için mesele, eski düzeni korumak veya yeni bir düzen kurmak değil. Mesele, bu Batı medeniyetini, Avrupa kültürünü kurtarmak. Neticede Oswald Splenger’a göre bu medeniyet ve kültür kemâle erdi, dolayısıyla çöküş sürecine girdi.

Gorki, Nitti ve Nansen’i Avrupa medeniyetinin iki büyük ruhu olarak tasnif ederken haklı. Nitti’deki şüphecilik ve görecelikçilik, mutlak kabul ettiği Avrupa kültürü ve ilerlemeyle bağlantılı. Nitti, İtalyalı olmaktan önce kendisini Avrupalı, Batılı ve beyaz görüyor, hissediyor. Avrupa ülkelerinin, Batılı milletlerin dayanışma içine girmesini bu sebeple istiyor. Büyük harfle İnsanlık onun umurunda değil. Onun asıl derdi, Batı insanlığının, beyaz insanlığın kaderi. Bir Avrupa milletinin bir başka Avrupa milletine kendi emperyalizmini dayatmasını asla kabullenemiyor. Ama Batı dünyasının esmer, Hindu, Arap veya Kızılderili dünyaya dayattığı emperyalizmi olumlu karşılıyor.

Yeniden inşa sürecinin diğer tüm siyasetçileri gibi Nitti, “Avrupalı bir gücün başka bir gücü ele geçirmesi veya ona saldırması mümkün değil, böylesi bir saldırı durumunda tüm Avrupa ekonomisi ve Avrupa’nın hayatı zarar görür” tespitinde bulunuyor. Ona göre barışla ilgili sorunlar, Avrupa’nın ekonomik yapısının birliğini, ülkeler arasında dayanışmanın tesis edilmesini bir gereklilik hâline getirdi. Zafer kazanan güçlerin yok olan ülkelerin imhası pahasına kendisini toparlaması mümkün değil. Bu sebeple dünya tarihinde ilk kez muzafferlere intikam şarabından içmek yasaklandı.

Avrupa’nın ancak tüm Batı milletlerinin müşterek ve birlikte yürüttüğü bir çalışma ile inşa edilebileceğini düşünen Nitti, Barışsız Avrupa isimli kitabında şu çözümleri öneriyor:

“Milletler Cemiyeti, yenilen devletlerin de katılacağı bir süreç üzerinden reforma tabi tutulmalı; tazminat komisyonu ilga edilmeli, barış anlaşmaları gözden geçirilmeli; Fransa’ya askerî güvence verilmeli; Müttefik ülkelerin borçları karşılıklı olarak, en az yüzde seksen oranında iptal edilmeli; Almanların ödeyeceği tazminat tutarı kırk milyar franka çekilmeli; Almanya’nın altın, mal, gemi gibi şeylerle ödeyeceği yirmi milyarlık borç iptal edilmeli.”

Şunu söylemek lazım. Nitti’nin bu kitabında yer alan eleştiri, polemik ve yıkıcı bir üslup üzerine kurulu bölümler, yapıcı ifadelerle yüklü bölümlerden daha güçlü ve daha fazla zekâ pırıltısı taşıyorlar. Nitti, Avrupa krizini tarif etmeye, çareleri teorik düzlemde üretmekten daha fazla çaba sarf ediyor. Onun kargaşayı, Avrupa’daki yıkımı anlatan dili gayet gerçekçi ve nesneldir. Yeniden inşa programı ise gayet farazî ve özneldir.

Nitti, hükümetin başına, devrimci fırtınanın koptuğu, sosyalistlerin saldırıya geçtiği epey çalkantılı ve gergin bir dönemde geçer. Proleter hareket, İtalya’da her zamankinden daha güçlüdür. Meclise yüz elli kadar sosyalist vekil, yakalarında kızıl karanfiller, dudaklarında Enternasyonal marşı ile girmiştir. İki milyondan fazla işçiyi temsil eden Genel İşçi Konfederasyonu, saflarına memur sendikalarını ve devlette çalışan emekçileri de katmıştır. İtalya’da koşullar devrim için olgunlaşmıştır.

Nitti’nin böylesine devrimci bir ortamda önerdiği siyaset, ister istemez demagojik bir ton ve tavır üzerinden biçimlenir. Devlet, devrimci saldırı karşısında o güne dek savunduğu konumların bazılarını terk eder. Bu hamlenin altında Nitti’nin imzası vardır. Galeyana gelen sağcılar, onu zayıf ve yenilgici olmakla eleştirirler. Sağcılara göre Nitti devleti sabote etmekte, otoritesini zayıflatmaktadır.

Bu noktada Nitti’yi proleter ajitasyonun ezilmesi yönünde çağrıda bulunan sağcıların attığı çığlıklar, yaptıkları değerlendirmeler Nitti’yi harekete geçirmeye yetmez. O, keskin gözleri ve usta işi siyaseti ile devrimin karşısına granitten bir duvar örüldüğünde şiddeti ve ayaklanmayı tetikleyeceğini görür. Ona göre en hayırlısı, devletin tüm kapaklarını açıp içeride patlamaya sebep olacak, zaman içerisinde savaşın yol açtığı acılar ve barışa dair huzursuzluklar sebebiyle birikmiş gazı almaktır.

Bu fikre bağlı kalan Nitti, devlete bağlı demiryolu işçilerine ve telgraf işçilerine greve gittikleri için ceza verilmesi görüşüne karşı çıkar ve hukuk, mahkeme ve jandarmanın silâh olarak onlara doğrultulmasını istemez. Anarşist lider Enrique Malatesta affedilir ve sağcıların şaşkın bakışları karşısında ülkesine geri döner. Sosyalist Parti delegeleri ve sendikalar devletin verdiği pasaportlarla Moskova’ya giderler ve burada Üçüncü Enternasyonal kongresine katılırlar.

Nitti ve kralcılar, sosyalizmle flört etmektedir. Floransa’da çıkan La Nazione gazetesinin yayın yönetmeninin bizzat bana dediğine göre, tüm bu sürecin yaşanmasına “Nitti izin vermiştir.”

Şimdi daha iyi anlıyoruz ki Nitti, tarihsel planda İtalyan burjuvazisini devrimin saldırılarına karşı korumuş. Onun uzlaşmacı, esnek ve demagoji üzerine kurulu siyasetini dayatan ve uygulatansa tarihsel koşullardır. Gelgelelim savaşta olduğu gibi siyasette de büyük adımlarla geri çekilen generaller değil büyük savaşlar veren generaller halktan destek görürler.

Devrimci saldırı kontrolden çıkmaya başladığında ve gericilik tepki koyduğunda Nitti’nin altındaki koltuğu Giolitti çeker. Giolitti ile birlikte devrimci dalga metal sanayiine ait fabrikaların işçilerce işgal edilmesiyle zirvesine ulaşır.

Bu noktada Mussolini, Kara Gömlekliler ve faşizm harekete geçer. Sol, saldırılarına gene de devam eder. 1921 seçimlerinde faşist savaşçıların müdahalesine rağmen, meclise 116 sosyalist girer. Nitti’nin adaylığı karşısında sağcılar büyük bir saldırı örgütlerler ama buna rağmen Nitti meclise geri döner. Bazı gazeteler Nitti’nin güdümüne girer. Roma’da Il Paese [“Ülke”] ve Il Mondo [“Dünya”] gazeteleri çıkmaya başlar.

Bu süreçte komünistlerden kopan sosyalistler bakanlık konusunda kimi güçlerle işbirliğine giderler. De Nicola veya Nitti önderliğinde bir sosyal demokrat koalisyonun kurulacağına dair haberler çıkar. Ama ayrışmalarla uğraşan ve belirli konularda hâlen daha tereddüt yaşayan sosyalistler, hükümetin eşiğine gelip dururlar. Gericilikse kararlı bir tavır sergileyip iktidarı ele geçirir. Roma’ya yürüyen faşistler, Luigi Facta’nın sarsak, korkak, acınacak hâlde olan hükümetini bir avazda devirirler. Sonrasında Mussolini’nin tesis ettiği diktatörlük, tüm demokratik ve liberal örgütleri dağıtır.

O an İtalyan burjuvazisi, hiç vakit kaybetmeyip fırsatçı bir yaklaşımla kara gömleği üzerine geçirir. Ama Lloyd George kadar fırsatçı ve esnek olmayan Nitti avamın hâlihazırda dile getirdiği tutkuları karşısında boyun eğmez. Bir âlim, araştırmacı ve profesör olarak emekli olur.

İçinden geçilen dönem, onun gibi biri için hiç de uygun değil. Nitti tutkuyla değil akılla yoğrulmuş bir dile sahip. Kürsülerde coşkulu konuşmalara yapacak biri de değil. O, bilim, üniversite ve akademi için ter döken bir insan. Bu romantisizmin yeniden dirildiği çağda kalabalıklar devlet adamları değil savaş ağaları istiyorlar, zeki düşünürler değil, ellerinde sihirli değneğiyle efsanelerden fırlamış reisler talep ediyorlar.

Nitti’nin önerdiği Avrupa’nın yeniden inşası ile ilgili program, tam da bir ekonomistin elinden çıkabilecek türden bir program. Kendi yüzyılının ürettiği düşüncelerle yoğrulmuş bir isim olarak Nitti, tarihi ekonomi üzerinden, pozitivist tarzda yorumlama eğiliminde. Onu eleştiren kimi isimler, Nitti’nin tarihsel olguları sadece ekonomi açısından ele alma, öte yandan ahlakla ve psikolojiyle ilgili yönleri görmezden gelme eğilimine dair şikâyetlerini dile getiriyorlar.

Nitti, haklı olarak, barışla alakalı ekonomik sorunların krizi çözeceğine inanıyor. Devlet adamı ve lider olarak sahip olduğu tüm nüfuzu Avrupa’yı bu çözüme doğru yöneltmek için kullanıyor. Ama Avrupa’nın uluslararası işbirliğini ve yardımı esas alan bir programı kabul etmesini sağlama noktasında yüzleşilen güçlük de gösteriyor ki bu kıtadaki krizin kökleri çok daha derinde ve ilk elden görünmeyecek yerlere dek uzanıyor. Batı’da sağduyunun ortadan kalkması, krizin sebebi değil, ona ait semptomlardan, sonuçlardan ve yansımalarından sadece biri.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

26 Eylül 2021

,

Tâlib Olmak



Žižek, 11 Eylül sonrası Hristiyan teolojisine yönelik ilgisini İslamcılıkla ilişkilendiriyor, teorik yöneliminin İslamcılığa karşı mücadeleyle bağlantısından söz ediyordu. Bu açıdan, onun 11 Eylül bağlamında yaptığı analizler, Almanya’da göçmenlerle ilgili söyledikleriyle tutarlılık arz ediyor.[1] Göçmenlerin “Batılıları ve imkânlarını kıskanan, haset eden faşistler” olduğunu söylüyor. Žižek, Batı’nın aydını olma işinin, değirmen suyuna kaynaklık ettiğini çok iyi biliyor.

Esasen Žižek, bir anlamda Hristiyanlığı öne çıkartıp ondaki solcu boyutu tartışırken karşıt güç olarak İslam’ı görüyor. Bu sebeple İsa’nın çarmıha gerilmesine ve oradaki anlama odaklanıyor.[2] Çünkü İslam, İsa’nın o çarmıhta ölmediğini kabul etmiyor. Bu anlamda Žižek, Hristiyanlık içi, onun için, İslam’a karşı bir duvar örmeye çalışıyor. Kendi misyonunu buradan tanımlıyor.

Ian Almond, Žižek’in eserlerinde bahsedilen Müslüman’ın üzeri kazındığında, altından bir sosyalist çıktığını söylüyor.[3] Ama Žižek’in bu “sosyalist”e düşman bir liberal olduğunu söylemek gerekiyor. Onun aklında ruhsuz kolektifler var. Bir yazısında, “bedenler kaynaşsın, ruhlar ayrışsın” diyor.[4] Sola tek önerebileceği şey bu. O, bedenler kaynaştığında açığa çıkacak, oluştuğunda bedenleri bütünleyecek kolektif ruha düşmanlık etmeyi iş belliyor.

* * *

Žižek, çıkış noktasının Yahudi-Hristiyan geleneği (veya ‘Batı’ geleneği) olduğunu açıktan söyleyen bir isim.[5] “Hristiyanlıkta komünizm, İslam’da anarşizm” aranmasında da aynı teorik yaklaşım hâkim: Düzen demek, Batı demek. Onun dışı, dışarısı ise düzensizlik. Mesele en fazla, egemenlerin verili düzeni dâhilinde, onların güç ve imkânlarını sıradan insanlarla paylaşabilmesidir. Solculuk, burjuvaziye veya devlete minnet eylemekten başka bir şey değildir. O, ezilenlerin, işçilerin ve yoksulların iradesini tanıyamaz. Batı’ya kul köle olunmalı, oradaki ilerlemeden pay almaya bakılmalıdır.

Bu sebeple sol, Taliban meselesi gibi konu başlıklarında yüzünü kendi gerçeğine, toprağına dönemez. Hemen Žižek’e bakar. Dişine uygun bir misyoner arar, bulur. Žižek’in papağanlığını yapar ya da ona kenar notu düşer. Çünkü Žižek’e göre Taliban, kendisini öldürebilen, cennet masalına inanan, akılsızlığın ve nihilizmin adıdır. Ve derhal ona karşı önlem alınmalı, taklit edilip onu soğuracak bir nüfuz alanı oluşturulmalıdır. Esas olarak da kapitalizmin iklim krizi için “zahid bireyler” imal edilmelidir.

* * *

Sol, gerçek dışı olmayı sevdiği, bunun ekmeğini yediği için verili gerçeği analiz edemez. Bir şey söyleme zorunluluğunu hissettiğinde de hemen Žižek gibi liberal isimlere ya da Pentagon, NATO ve CIA elinden çıkmış Doğu ve İslam analizlerine sarılır. Sol, Doğu konusunda hep Pentagon, NATO ve CIA ağzıyla konuşur. Başka bir aklı, dili ve söylemi asla tanımaz, kabul etmez.

Yaşanan herhangi bir olay veya oluşan herhangi bir dönem, doğrudan düşmanın kavramlarıyla ve zihniyle karşılanmaktadır. Batı’nın evrensel, Doğu’nun tikel, sınırlı ve geçici olduğu fikri, solun battığı bataklıktır. Buradan sol, doğalında Batı’nın uygarlaştırıcılık görevinde figüran olmaya çalışmakta, ilerlemeci bir yerden, Batı için mevziler, yollar açmak için uğraşmaktadır.

Dolayısıyla bir solcu olarak Meral Alankuş, “şehadet” kavramını hiç tartışmaz, gayrimüslim bir yerden, bu kavramı Batı penceresinden ele alır.[6] Politik anlamını irdelemez. Kolektif değerini görmez. Onda nihilizm ve ilkellik bulur. Bireyle başlayıp biten hikâyeler dinlediği için kolektif devrimci ruhu da bu bireylik ve birey iradesi üzerinden okur. NATO, Pentagon, CIA raporlarında şehadet nasıl anlaşılıyorsa kavramı o şekilde anlar, kullanır.

Neticede Marksizm bibliyoteği, Hikmet Kıvılcımlı’ya edilen küfür üzerine inşa edilmektedir. Çünkü Kıvılcımlı, en azından İslam’ı ve Doğu’yu kendi gerçekliğinde anlamaya çalışan bir isimdir. O tasfiye edilmişse, fikrî politik mücadelesi de edilmiştir, ama illaki ona asla yakışmayan bibliyoteği temellük edilmelidir.

* * *

Slavoj Žižek, yazılarında bireycilik ve liberalizmi eşleştiriyor, ama kolektifi işgal eden liberalizmi görmüyor. Onu kendince perdelemeye çalışıyor. Çünkü Žižek, bedenlerin kaynaşmasını, ruhların ise ayrışıp uzaklaşmasını istiyor. Dolayısıyla, bedenin liberalizmini eleştiriyor, ama bunu ruhun liberalizmi adına yapıyor.

Bu anlamda yazarımız, kapitalizm koşullarında bastırılan kolektif özgürlükçü aidiyetin Taliban şahsında açığa çıktığını tespit ediyor ve buna karşı önlem almaya çalışıyor. Meral Alankuş ise Žižek’in Taliban’a yönelik nihilizm eleştirisine katılıyor, ama Marksistleri, devrimcileri aynı torbaya atmasına, laik bir yerden, alerji geliştiriyor. İçerliyor.

Bu alerji, “devrim şehitleri” lafının afişlerden ve pankartlardan silindiği dönemin tezahürü. “Şehit” kelimesiyle tarih ve toplumla kurulan münasebet, kesiliyor. Batı’dan, Batı değerlerinden yola çıkılarak teşkil edilen solculuk, özellikle 11 Eylül sonrası, Doğulu olan her şeyi kapı dışarı etme gereği duyuyor. Doğu’ya küfretmek, alamet-i farika hâline geliyor. Bu nedenle “tamam onlar nihilist, ama bize nihilist diyemezsiniz!” diyorlar.

Žižek, esasen kendi teorisini Yahudi-Hristiyan geleneğine dayandırdığını söyleyen solcu, liberal veya Marksist çizginin parçası olarak konuşuyor. Ama aynı işi İslam ve İslamî gelenek üzerinden yapmaya kalkanlar, hemen aforoz ediliyorlar. Kıvılcımlı, bunun en somut örneği. Onun tasfiye edilişi, solun egemenlere kul köle oluşuyla alakalı.

* * *

Nihilizm, marjinallik gibi eleştirilerden uzak durmak gerekiyor. Politik olay ve olgular, şahsileştirmeden, şahsa indirgenmeden, ele alınmalı. Müslüman bir militanın yıkıcı iradesi, onunla başlayıp biten bir kesit değil, kolektif aidiyetin tarihselliği ve toplumsallığı bağlamında değerlendirilmeli. Aksi takdirde “bunlar sevişmeyi bilmiyor, hadi sevişelim”den, “bunlar içmeyi bilmiyor, hadi içelim”den başka bir şey söylemeyen küçük burjuva muhalefetin değirmenine su taşınıp durulacaktır. Burjuva tarihi tanımayana “nihilist”, burjuva toplumu kabul etmeyene “marjinal” denilerek tek bir adım bile atılamaz. Sırt nereye yaslanıyor, oraya bakılmalıdır.

Sol, mevcut küçük burjuva muhalefet düzleminde, ancak Žižek gibi ruhsuz kolektifler, komünler önerisinde bulunabilir. Kılıcı olmayanı, kılıcı almayanı imam (önder) kabul etmeyen bir gelenek, bireysel psikolojik kodlarla eleştirilemez. Bireyi inşa eden maddi ilişkiler referans alınarak anlaşılamaz.

Sol, meyhanelerde masalara çıkıp eğlenme üzerine kurulu kolektif anlayışının ötesine geçmek zorundadır. Ezilenlerin, işçilerin ve yoksulların kavgasına ait olmalı, o kavganın özgürlüğü için dövüşmeli, devrim yolunu buradan açmalıdır. Birey ölçüsüne ve ölçeğine göre inşa edilmiş pratikleri, Batı’ya vurarak eleştirebilmeli, burjuvanın tarihine ve toplumuna kılıç sallamalı, devrimci kolektif ruhun açığa çıkmasını sağlamalıdır. Bunu yaparken, Batı’ya yaranmak adına, ezilenlerin, emekçilerin, yoksulların İslam bayrağı altında ortaya koydukları pratiği laik ve liberal bir refleksle çöpe atmamalı, o pratikten öğrenmeyi bilmeli, ona tâlib olabilmelidir.

Eren Balkır
21 Eylül 2021

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Nefret”, 15 Ocak 2016, İştiraki.

[2] Nathan Coombs, “Hristiyan Komünistler, İslamî Anarşistler”, 9 Aralık 2009, İştiraki.

[3] Ian Almond, The New Orientalists, Tauris, 2007, s. 190.

[4] Slavoj Žižek, “Elon Musk’ın Arzusu”, 1 Eylül 2020, İştiraki.

[5] Sam Miller ve Harrison Fluss, “Aptal ve Deli”, 20 Nisan 2019, İştiraki.

[6] Slavoj Žižek, “Taliban’ın Afganistan’ı Bu Kadar Hızlı Ele Geçirmesinin Gerçek Sebebi”, 18 Ağustos 2021, MB.

[7] Meral Alankuş, “Derkenar”, 25 Ağustos 2021, MB.

25 Eylül 2021

, ,

Edward Said’in Taşı

Edward Said Söyleşisi

 

Ari Şavit

Haaretz

 

25 Ağustos 2000


Mümtaz bir akademisyen olarak sizin bu yaz başında Lübnan sınırında İsrail ordusuna ait bir karakola taş atmanız, birçok İsrailliyi ve başka milletlerden insanları epey hayrete düşürdü. İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi sonrası böylesine olağanüstü bir eyleme sizi ne yöneltti?

O yaz ziyaret için Lübnan’a gitmiştim. Üniversitede iki ders verdim. Vaktimin önemli bir kısmını ailemle ve dostlarımla geçirdim.

Sonra bir gün Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’la tanıştım. Beni derinden etkileyen bu insan, epey basit, oldukça genç, alabildiğine sade ve yalansız bir adamdı. İsrail’e karşı mücadelede Vietnamlıların Amerikalılara karşı geliştirdikleri stratejiye benzer bir stratejiyi benimsemişti: “Onlarla savaşamayız, çünkü ne kara kuvvetlerimiz, ne donanmamız ne de nükleer silâhımız var, dolayısıyla yapabileceğimiz tek şey, onların kendilerini ceset torbası içindeymiş gibi hissettirmelerini sağlamak.”

Nasrallah ve örgütü tam da bunu yaptı. Kendisiyle gerçekleştirdiğim bir sohbette tanık olduklarım beni fazlasıyla etkilemişti. Ortadoğu’da bir araya geldiğim tüm politik liderlerden farklı olarak Nasrallah, buluşmaya tam vaktinde geldi ve etrafında kalaşnikoflarını sallayıp duran adamlar yoktu.

Sohbet sonunda ikimiz de Filistinlilerin haklarına kavuşması noktasında Oslo Anlaşması’nın tümüyle bir çöp olduğu konusunda ortak fikre vardık. Sonra Nasrallah bana güneye gitmem gerektiğini söyledi, ben de birkaç gün sonra güneye geçtim.

Orada dokuz kişiydik. Oğlum, nişanlısı, kızım, arkadaşı ve birkaç kişi daha vardı. Ayrıca yanımızda Lübnan direnişinden bir rehber de bulunuyordu.

Önce Hiyam Hapishanesi’ne gittik. Hepimizi fazlasıyla etkileyen bu yerde ömrümde görmediğim acıları gördüm. Tek kişilik hücreler, işkence odaları yürek burkuyordu. Odalarda işkence aletleri, elektrik vermek için kullanılan cihazlar ve kablolar hâlen daha duruyordu.

Odalar bok ve elektrikle yakılmış et kokuyordu. Orada yaşanan dehşeti ifade edecek kelime bulmakta güçlük çekiyordunuz. Öyle ki kızım hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Oradan çıkıp doğru sınıra, Fatma Kapısı denilen yere gittik. Yüzlerce turistin bulunduğu o yerde dikenli teller çıktı karşımıza. İki yüz metre aşağıda bir gözetleme kulesi vardı, o da dikenli tellerle ve beton bloklarla çevriliydi. Muhtemelen kulenin içinde İsrail askerleri vardı ama ben onları görmedim. Çok uzaktaydı kule.

Bu meselede asıl pişman olduğum husus şu: o yaşadığımız şeyin komik bir tarafı da vardı ve bunu kimse öğrenemedi. Herkes benim taşı birilerine attığımı düşündü. Oysa orada kimse yoktu. Aslında oğlum ve diğer gençler, taşı en uzağa kim atacak diye bir yarış içine girmişlerdi. Oğlum beysbol oynayan bir Amerikalı idi ve bir miktar da iri cüsseliydi. Dolayısıyla taşı en uzağa o attı. Kızım da dönüp bana, “baba sen de abim kadar uzağa taş atabilir misin?” diye sorunca bir anda kendimi ödipal bir rekabet içinde buldum. Ben de yerden bir taş alıp attım.

Fatma Kapısı’nda, İsrail’in Güney Lübnan işgaline henüz yeni son verdiği günlerde taş atmak, biraz kurtuluşu kutlamak, biraz da bir şeylere itiraz etmek gibi bir anlama sahip galiba. Haksız mıyım?

O taş, İsraillilere yönelik bir reddiyedir. O anda hâkim olan duygu ise 22 yıl işgal altında tuttuktan sonra topraklarımızı terk etmiş olmalarıyla ilgilidir. Burada bir reddediş söz konusudur. O taş, “uğurlar olsun size, gidin artık. Geri dönmenizi de istemiyoruz” demektedir. O karnaval havası, o sıhhatli kargaşa ortamı, zafer şarkılarını bizimle birlikte söylemiştir.

Hayatımda ilk kez, sadece ben değil, o Fatma Kapısı’nda toplaşmış insanlar, hayatlarında ilk kez zafere tanıklık etti. Hep birlikte kazandık.

Kaynak