Nuray
Mert kimdir, ne iş yapar, hatırlayalım:
“Redhack’in
yayımladığı e-postaya göre [Arzuhan Doğan] Yalçındağ, Berat Albayrak’a
gönderdiği mailde şunları ifade ediyor:
“Ahmet Hakan, Nuray Mert,
Arzu (Arzuhan Yalçındağ) ve ben, Bodrum’da 12/Ağustos Cuma akşamı sohbet. Nuray
Mert, Sayın cumhurbaşkanımızın hayranı olmuş, ‘doğru konuşalım, olmasaydı
mahvolmuştuk’ der. Arzu sorar, neden akademisyenler yurt dışında gazete
ilanları vermiyorsunuz, düşüncelerinizi anlatsanız çok hoş olur. Nuray, cevaben,
çok doğru olur ben bir yoklayayım etrafı der.”
Nuray
Mert, bu e-postanın açığa çıkmasının ardından Cumhuriyet gazetesinde
“Erdoğan’a hayranlık, Doğan Medya’ya yakınlık” başlığıyla yayımlanan (30 Eylül
2016) bir yazıyla “konuya açıklık getirmeye” çalışmıştır:
“[…] Olay şudur; 12
Ağustos akşamı, Ahmet Hakan, Arzuhan-Mehmet Ali Yalçındağ çifti ile Bodrum’da
sohbet ettiğimiz doğrudur. Bu sohbetin hiçbir fevkalade anlamı ve önemi yoktur,
sıradan bir ahbaplık, güncel siyaset üzerine konuşma mevzusudur. Başta Aydın
Doğan olmak üzere, gerek Doğan ailesi ile, gerek Doğan medya çatısı altında
yazar-idareci pek çok isimle arkadaşlığım, ahbaplığım gizlediğim bir mevzu
olmadığı gibi, çekincem olan bir konu değildir.
[...] Hürriyet
gazetesinden ise o dönem genel yayın yönetmeni olan Enis Berberoğlu’nun bana
karşı yaptığını düşündüğüm bir nezaketsizlik yüzünden ayrılma kararı verdim.
İşten atılmanın konu olduğu tek olay, Milliyet gazetesinin neden
bildirmeden yazılarıma son vermesi olayı idi ve Milliyet gazetesi o
dönem Doğan Grubu’na ait değildi. Bu olaylar esnasında, Doğan ailesi ve
mensupları ile yakınlığımı bu konulara karıştırmamaya azami özen gösterdim.
[...] ‘Cumhurbaşkanı
Erdoğan’a hayranlık’ meselesine gelince, Erdoğan’a hayran olsam, bunu doğrudan
yazıp çizmekte mahzur görmez, fazladan, bu ülkede rahat ederdim.
[...] Ancak benim
muhalefet anlayışım ak-kara biçiminde değildir, dahası şahıslara husumet
beslemem. […] Diğer taraftan, gıyabında, Cumhurbaşkanı’ndan ‘Tayyip Bey’ diye
söz etmem de Erdoğan’ın âdeta bir şeytan olarak resmedilmesine karşı çıkmam da,
‘hayranlık’la alakası olmayan meselelerdir. 12 Ağustos gecesi masamıza uğrayan
genç bir arkadaşımıza bu çerçevede yaptığım uyarılar, belli ki Yalçındağ
tarafından ‘hayranlık’ olarak özetlenmiş.
[...] 15 Temmuz darbe
girişimi konusundaki tavrımı o tarihlerde yazdığım yazılarda net biçimde ifade
ettim, dahası 15 Temmuz Türkiye için yeni bir başlangıç olabilirdi. Ayrıca,
Batı dünyasının Türkiye’ye bu konuda hiç destek vermemesini yine, gerek Cumhuriyet,
gerek Hürriyet Daily News yazılarımda eleştirdim. Ağustos sonunda
katıldığım, bir AB Forumu olan Aubach toplantısında dile getirdim, bu noktada
gocunacağım hiçbir husus yok.”
Bu
satırların da ortaya koyduğu gibi Nuray Mert, bu açıklamasıyla sözkonusu
e-postanın doğruluğunu tamamen itiraf etmiştir. Mert’e göre, sözkonusu olan
neyin “hayranlık” olarak yorumlanıp neyin yorumlanmaması gerektiği konusunda
kendisiyle Doğan medyasının veliaht prensesi arasındaki bir anlayış farkından
ibarettir. Anlaşılan, Mert’in “hayranlık” tanımının eşiği oldukça yüksektir.
Mert,
e-postanın ve e-postada geçen Bodrum Marinası’nda gerçekleştirildiği söylenen
görüşmenin gerçekliğini doğrulamakla da kalmamış, Arzuhan Doğan Yalçındağ
tarafından kendisine önerilen yurtdışında hükümet ve Erdoğan lehinde kampanya
yürütme ve kamuoyu oluşturma görevini büyük bir isteklilikle üstlendiğini ve bu
konuda pek çok çalışma yaptığını ortaya koymuştur.
Redhack
tarafından ele geçirilip yayınlanan aynı e-postalar içinde “muhalif” görünümlü
gazetecilerden Ruşen Çakır’ın da hükümet çevreleriyle gizli bir görüşmede Kürt
halkının farklı eğilimlere sahip kesimlerine uygulanacak “böl-yönet” politikası
hakkında onlara akıl verdiği ortaya çıkmıştı.
Ülkemizde
“muhalif” ve “bağımsız” görünen yazar-çizer takımının bir bölümünün işi budur:
“sol” gösterip sağ vurmak, bir yandan halka muhalif görünüp diğer yandan
-tekelci sermayenin çıkarları gerektirdiği sürece- mevcut sermaye hükümeti
lehine gereken zeminlerde kamuoyu oluşturmaya çalışmak.
Mert’in
iddiasının aksine, hayranlığını açıkça ilan etmesi onun çıkarına olmaz, tam
tersine bu görevini hakkıyla yerine getirmesini engelleyecek bir durum olurdu.
Zira “aydın çevreler” arasında ya da “yurtdışında” hükümete muhalif olarak
tanınan bir yazarın “objektiflik” görünümü altında kritik konularda hükümet
lehine propaganda yürütmesi, hükümet basınındaki maaşlı yalakların gülünç
savunmalarından çok daha etkilidir. Bu baylar ve bayanların yaptığı işin
siyaset sözlüğündeki adı -Lenin’in liberal aydınlar için sıkça kullandığı bir
ifadeyle- “siyasi fahişelik”tir ve bunun makbulü ya da kalburüstü olanı, fahişe
kıyafetiyle değil rahibe (ya da “bağımsız kalem erbabı”) kılığında yapılanıdır.
Fakat
TÜSİAD, 15 Temmuz’u izleyen süreçte yalnızca muhalif görünümlü
yazar-aydın-akademisyen takımını görevlendirmekle kalmamış, TÜSİAD yöneticileri,
bizzat ABD ve Almanya’da “15 Temmuz’u anlatma” seferlerine çıkmış, dönemin
TÜSİAD başkanı Cansen Başaran Symes, AB’nin TC vatandaşlarının AB’ye vizesiz
seyahat etmelerini sağlayacak anlaşmanın onaylanması için aşırı uzun gözaltı
sürelerinin kısaltılması talebine karşı “[...] ülkemizin terör tehdidi ile
karşı karşıya kaldığı bir ortamda AB’nin terörle mücadeleyi aksatacak bir
beklenti içinde olmaması gerekir” şeklinde cevap vermiştir. İşin komiği, TÜSİAD
başkanının bu açıklaması, Cumhuriyet tarafından “TÜSİAD’dan özgür
düşünce” çıkışı olarak sunulabilmiştir.
Marx,
“görünen her zaman açık olsaydı, bilime gerek olmazdı” demişti. Ne yazık ki
Marx’ın bu sözünden hiçbir şey anlamamış “Markistler” pek çoktur. Her şeyi
günübirlik söylemler çerçevesinde değerlendiren, bu söylemlerin arkasındaki
gerçek ilişkileri araştırma zahmeti göstermeyen ve sınıfsal bir bakış açısından
yoksun olan “Marksist”lerin, bütün kritik işleri kapalı kapılar arkasında
halletmeyi seven tekelci sermayeyle hükümetler ve Nuray Mertgiller
familyasından sağlı-“sol”lu liberal yazar ve aydınlar arasındaki “karmaşık”
ilişkilerin gerçek niteliğini anlamalarını beklemek boşunadır.
Bu
tür “Marksist”lere tipik bir örnek olarak, TÜSİAD’ın kimi açıklamalarına
haddinden fazla anlamlar yükleyerek (ve biraz da CHP’nin gaz almaya dönük
“adalet yürüyüşü”nün estirdiği geçici rüzgârdan kaynaklanan sarhoşluğun
etkisiyle olsa gerek) TÜSİAD’la hükümete karşı ortak “barikat kurma” çağrısı
yapan Evrensel’in başyazarı ve EMEP’in baş teorisyeni İhsan Çaralan’ı
verebiliriz:
“[....] Bugün TÜSİAD’dan
işçi ve kamu emekçisi sendikaların, emek örgütlerinin önemli bir bölümüne, OHAL
mağduru olmuş geniş emekçi kesimlerden aydınlara, gazetecilere, akademi
dünyasına; demokrasi güçlerinden kütür-sanat-bilim dünyasına kadar geniş bir
kesim OHAL’in kaldırılmasını istemektedir. Ama bunlar seslerini ve güçlerini
ortaklaştıramadıkları için; ne seslerini yeterince duyurabilmekte ne de
güçlerini ortaya koyarak OHAL bağımlılığı edinen MGK’nın, Hükümetin, AKP ve MHP
seçkinlerinin karşısında bir barikat oluşturabilmektedir.” (İhsan Çaralan, “OHAL’in
Kaldırılması İçin Mücadeleye”, Evrensel, 19 Temmuz 2017)
Aslında
bu sözleri uzun uzadıya yorumlamak gerekir, zira bu sınıfsal dar görüşlülük,
sosyalizm hatta “Marksizm” adına konuşan çevrelerde kesinlikle Çaralan’la
sınırlı değildir. Ama şimdilik böyle yol göstericileri olduğu sürece Türkiye
solunun çok fazla düşmana ihtiyacı olmayacağını söylemekle yetinelim.
Kızıl Okuyucu
14 Ağustos 2017
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder