Kitabını
yazalı uzun zaman oldu, belki de Ürdün’le ilgili fikrin zamanla değişmiştir. Dolayısıyla, konuyla ilgili bir şeyler söylemek istemiyorsan söyleme. Ama kitabını okuduğumuzda,
senin Ürdün’ü İsrail gibi büyük bir düşman olarak değerlendirdiğini görüyoruz.
“Hayır.
Meseleyi şöyle izah edeyim. Biz, örgüt metinlerimizde düşmanlarımızın İsrail,
Siyonist hareket ve emperyalistler olduğunu söylüyoruz. Ta başından beri
düşmanlarımızın kim olduğunu açık bir dille ortaya koyuyoruz ki insanlar, bugün
düşmanımızken yarın dostumuz olduklarını düşünmesinler. […] Hayır, ben Ürdün’ün
düşman olduğunu söylemiyorum.”
İçeride
Yaşanan İhanet
Leyla Halid’e, FHKC’nin hak ettiğini düşündüğü kaç insanı öldürdüğünü soruyorum. Hatırlamaya çalışıyor.
İlk aklına gelen isim, Rehavam Zevi oluyor. Bu kişi, Filistinlileri bit ve
kanser olarak gören, nüfus transferini savunan, dönemin İsrail turizm bakanı,
aynı zamanda meclisteki en sağcı partinin de lideriydi.
Hepsi
bu kadar mı?
“Bir
de Londra’da yaşayan bir Mossad ajanı vardı. İsmi Seif’ti. Eşiyle birlikte
evdeyken öldürüldü. Bu eylemi hâlen daha doğru bulmam. Bir de Yunanistan’da öldürülen
bir kadın Mossad ajanı vardı.”
Bu
Seif ile ilgili söylediğini doğrulatmaya çalıştım, ama bunu başaramadım. Muhtemelen
Leyla, 1973’te Çakal Carlos’un saldırısına uğrayan ama öldürülemeyen Joseph
Sieff’ten bahsediyor.
Sonra
Leyla’ya Mossad’ı kaç FHKC üyesini hedef aldığını soruyorum. Bu soru üzerine
kız kardeşinin ölümüyle ilgili okuduğumuz her şeyi çöpe atan gerçeği dile
getiriyor. Üç ayrı kitapta ve birçok dergi-gazetede Leyla’nın kız kardeşinin nişanlısıyla
birlikte 1976 yılında Noel arifesinde evlerindeyken yanlışlıkla öldürüldüğü
söyleniyor. Ama FHKC’li olan, ismi bende saklı bir kaynak, öldürenin Mossad
değil, Ebu Ahmed Yunus isimli FHKC’li biri olduğunu söylemişti. Bu kaynağa göre
Yunus, “evde olan bu kişi, silah ve paraları çalıyordu. Burada bir işbirliği söz
konusu değildi. Adam ahlaksızın tekiydi.”
Bir
toplantıda Leyla’nın kız kardeşi ve nişanlısı, Yunus’u ahlaksızlıklarını
herkese anlatmakla tehdit etti. O büyük toplantı öncesi Yunus, adamlarını gönderip
ikisini de öldürttü. Bunun üzerine, Ali Mustafa’nın öncülük ettiği bir
soruşturma komitesi kuruldu. Adamın peşine düştüler, onu yakaladılar,
konuşturdular, ardından hapse arttılar. Asmaya karar verdiler. Yasir Arafat, o
dönem Ebu Ali Mustafa’ya bir ekip gönderdi ve kendisine “lütfen asmayın,
asarsanız tüm Filistin devrimini mahkûm etmiş olursunuz” dedi. Sonra Ali
Mustafa, Arafat’ın ekibine, “Arafat’a gidin, ona önce kendi evini temizlemesi
gerektiğini söyleyin” mesajını iletti. Onlara “Bizi kimse kendi evimizi
temizliyoruz diye suçlayamaz. Her evin kendi kiri vardır ve biz bu kiri
temizlemek zorundayız” dedi.
Leyla’ya
bu hikâyeyi anlattım. Anlatılanların doğru olduğunu söyledi ve şunu ekledi: “Ama
evdeki üçüncü kişi o değildi.” Yunus, muhtemelen birkaç ay sonra idam edildi.
Araştırmalarımda
bu hikâyenin doğruluğunu ortaya koyan herhangi bir ifadeye rastlamamıştım. Sadece
Yunus’un evdeki varlığından söz eden bir kitapta onun Leyla’nın kız kardeşinin
öldürülmesinden birkaç yıl sonra öldürüldüğü yazılıydı.
Leyla’nın
dediğine göre, bu adam “etkili bir isimdi. Filistinlilerle Lübnanlıların
birlikte teşkil ettikleri lider kadrosu içerisindeki temsilciydi.” Yunus, Leyla’nın
kız kardeşinin kendisine ve davranışlarına yönelik eleştirilerinden haberdardı.
Eşi de aynı eleştirileri dillendiriyordu. Leyla, hikâyeyi şu şekilde anlatıyor:
Noel arifesindeydi. Kız kardeşim, nişanlısı ve ben, Noel kutlaması için annemin
Tyre’de bulunan evine gidiyorduk. Yunus, benim sorumlumdu. Bana ve diğerlerine ‘bu
gece kendi evlerinizde uyumayın’ dedi. Onları öldürmek için adamlarını gönderdi.”
Leyla,
bu cinayetin yol açtığı acı ve kederle başa çıkamadığını söylüyor. Başını sallayarak,
“neticede bir yoldaş bir yoldaşını öldürdü” diyor. “Gidip yoldaşlarımıza ‘onu
idam edin, yoksa onu ben öldüreceğim’ dedim. Adam idam edildi, o ve cinayetleri
işleyen kişi vurularak öldürüldü.”
Leyla,
Mossad’ın filmlere konu olan suikastlardan birini gerçekleştirmediğini
söylüyor. Anlatılan hikâyeye göre FHKC’nin eski lideri Vedii Haddad, 1978
yılında Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nde Mossad’ın kendisine gönderdiği
zehirli Belçika çikolatasını yedikten sonra ölüyor. Leyla, bu hikâyenin doğru
olmadığını söylüyor ve şunu ekliyor: “Onu çok yakından tanırdım, Vedii Haddad
çikolata sevmezdi. Kanser hastasıydı.”
Esasında
2012 yılında Wikileaks’in sızdırdığı bir Stratfor epostası, Leyla’nın bu
iddiasını doğruluyor. Epostada istihbarata iş yapan NorAm İstihbarat şirketinin
başkanı David Dafinoiu ile Stratfor’un karşı istihbarat dairesi başkan
yardımcısı Fred Burton arasında geçen bir diyaloga yer veriliyor:
Kimden: david@dafinoiu.com
Kime: burton@stratfor.com
Merhaba Fred,
[…]
Vedii Haddad’a dair: Aharon
Klein ve Mossad subaylarını anlatan diğer yayınların dediğinin aksine, Haddad’ın
Mossad tarafından zehirli çikolatayla öldürüldüğü iddiası, gayet iyi
kurgulanmış bir hikâye. Ama tabii Haddad, gerçekten de Mossad’ın suikast
listesindeydi. Kemal Advan, Hüseyin Abad Şir, Muhammed Budia, Ebu Davud gibi
isimler gibi onun için de ölüm emri verilmişti.
Ancak Vedii Haddad, uzun
zamandır çilesini çektiği lösemi sebebiyle öldü. Onu Mossad’ın öldürdüğünü
söylediler. Bu hikâye, her iki tarafın da işine geldi. Vedii kahramanlaştırıldı,
Mossad da kendisini teröristlerin korkması gereken suikastçılar örgütü olarak
takdim etme imkânı buldu.”
“Ben
kadınları değil Filistinlileri temsil ediyorum.”
İlk
uçağını 1969 yılında, 26 yaşındayken kaçıran Leyla, bıçak altına yatıp yüzünü
değiştirdi, ardından kimsenin kendisini tanımadığı ikinci eylemde bir uçak daha
kaçırdı. Doktorlar, estetik ameliyatlarının amacının yüzü deforme etmek değil
güzelleştirmek olduğunu söylüyorlar. Ama Leyla, geçirdiği ameliyatı davası için
yaptığı ufak bir fedakârlık olarak görüyor. Jennifer Jajeh’ye verdiği mülâkatta
şunu söylüyor: “Kadınlar yüzlerini, dudaklarını değiştiriyorlar, tüm estetik
ameliyatları kadınların zihinlerini değil yüzlerini güzelleştirmek için
yapılıyor. Ben işte bunu yaptım. Zihnimi güzelleştirdim.”
Bu
hâliyle Leyla Halid, kendi aklıyla redde tabi tuttuğu feminizmin bir ikonuna
dönüştü. Free Arab Voice sitesinden İbrahim Alluş’a verdiği mülâkatta
itirazını şu şekilde özetliyor:
“Dünyanın
bazı yerlerinde kadınlar, kadına yönelik cinsel baskılar üzerinden
birleşebileceğimizi söylüyor. Hangi metne veya eylem programına baksanız, bu ‘cinsel’
kelimesine rastlıyorsunuz. Bir yerde cinsel tacizden bir başka yerde seks
turizminden bahsediliyor. Esas mesele, kadınların meselesinin depolitize
edilmesi. Kadınların sadece kadınlar olarak birleşebileceği üzerinde duruluyor.”
Leyla
Halid, Guardian’a şunu söylüyor: “Ne kadar yaygınlaşmış olursa olsun, cinsel
taciz, esasında bireylere ait bir meseledir. Oysa işgal, tüm halkların
meselesidir.”
Leyla,
kendince bazı şeyleri öncelikli görüyor: “Kadınları değil, Filistinlileri
temsil ediyorum” diyor. Ben de Hamas’ın yönettiği Gazze’de kadınların maratona
katılmalarına izin verilmediğini söylüyorum.
“Bu,
şimdi bizim meselemiz değil. Orada yüzleşilen, bizim bile yüzleştiğimiz bir
mesele bu. Hamas, toplumu Müslümanlaştırmaya çalışıyor. Onun kontrolünde olan
birçok kadın bugün tesettüre giriyor. Oysa eskiden böyle bir durum söz konusu
değildi. Oraya gittim ve o kadınlara ‘kapanmayı neden kabul ettiniz?’ diye
sordum.”
Leyla,
cevabında kutsal ve tanımlanamaz bir güç olarak Allah’ın bile Filistinlilerin
çektiği çileye sunulacak çözümden daha somut olduğunu söylüyor: “İnsanlar,
yaralarının iyileşmesini sağlayacak bir çözüm yolu aradılar. Milliyetçileri denedi,
Nasır rejimini denedi, Fetih’i ve FHKC’yi denedi, ama hiçbir sonuç alamadı.”
Leyla
ve FHKC’nin dinle işi yok. FHKC’nin Amman’daki kolu olan Ürdün Halkının
Demokratik Birlik Partisi’nin genel merkezini ziyaret ettiğinizde, karşınıza
ayakları prangalı, ellerinde makineli tüfekler olan bir erkek ve kadın devrimciyi
aktaran resim çıkıyor. Resimde asıl dikkat çeken şey, kadının tesettürsüz,
hatta çıplak olduğu ve bu hâliyle bir erkeğin yanında duruyor oluşu. Şeriat mahkemesinin
tesettürsüz olan kadınların şahitlik edemeyeceğine karar verdiği bir ülkede
eczacılar birliğinin seçimine giren adayların yer aldığı broşüre rastlıyoruz. Broşürde
adı geçen on adayın ikisi de tesettürsüz.
FHKC’nin Amman bürosunun duvarını süsleyen resimler (Foto:
Paula Schmitt)
Leyla,
kadınları temsil etmekle Filistinlileri temsil etmek arasında ayrım yapıyor. Bu
anlamda, politik doğruculuk denilen hapishanenin tutsağı olmak yerine bu
tuzağın bilincinde olduğunu ortaya koyuyor. Otobiyografisinde Ealing Hilton’daki
emniyet müdürüyle yaptığı sohbete yer veriyor. Sorguda sorduğu sorulara cevap
vermediği için öfkelenen Bay Frew, kendisine “saçlarıma ak düşürdün” diyor. Bunun
üzerine Leyla, “ben değil, o dırdırcı karın düşürmüş” cevabını veriyor.
Leyla,
bir yandan da Filistinli kadınların zulmün farklı bir türünün çilesini
çektiğini söylemiş bir isim. Alluş’a şunları söylüyor:
“Bizim kadınlarımız,
sadece sürecin biriktirdiği baskıyla değil, katman katman çoğalan bir baskıyla
karşı karşıya. Sürgünde de işgal koşullarında da Filistinli olması hasebiyle,
ulusal zulme maruz kalıyor. Ulusal zulüm, gördüğü baskıların ve toplam zulmün
asli yüzü, en acımasız biçimi. İkinci yüzü ait olduğu toplumsal sınıfın üyesi
olarak maruz kaldığı sosyo-ekonomik sömürü teşkil ediyor. Bir de tabii
toplumlarımız cinsiyetçi olduğu için, bir kadın olarak zulüm görüyor.”
Otobiyografisinde
Leyla, kimi yerlerde “Arap dünyasını esir eden batıl inanç ve gericilik denilen
prangalar”ı acımasızca eleştiriyor. Aslında düşmanları konusunda gayet net olan
Leyla, İsrail, Siyonist hareket ve emperyalistlerden oluşan listeye Arap gericiliğini
de ekliyor.
Panarabizme
hâlen daha inanıyor musun?
Sanki
terimi ilk kez işitmiş gibi, “Panarabizm derken neyi kastediyorsun?” diyor.
Arap
dünyasının birleşmesi gerektiğini söyleyen anlayışı kastediyorum.
“Biz
Arap’ız. Tarihimiz de dilimiz de aynı. Bizi sömürgeciler böldü.”
Peki
Hristiyanlar?
“Burada
dinden bahsetmedim. Hristiyanlar da aynı tarihin parçası. Biz he birlikte
Birinci Dünya Savaşı sonrası sömürgeleştirildik.”
Ona
bazı Lübnanlı Hristiyanların sıklıkla gündeme getirdikleri, on altıncı
yüzyıldan itibaren Osmanı idaresinde yarı özerk yaşama imkânı bulmuş,
Mutasarriffiyye isimli Lübnan Dağı’daki Hristiyan bölgesini soruyorum.
“Bu,
dinin eseri değildi. Sömürgeciliğin eseriydi. Birinci Dünya Savaşı sonrası Arap
dünyası, Osmanlı’yı yenen sömürgeciler arasında taksim edildi. Daha önce de hilafet
bizi sömürgeleştirmişti, bu da sömürgecilikti.”
Soruyu
bugüne taşıyorum.
Tüm
Arapların eşit olduğunu söyleyen ifadenin ırkçılık olup olmadığını sormak
istiyorum ama soramıyorum. Sadece “tüm Arapları panarabizm bayrağı altında
homojenleştirmek dayatma değil midir?” diye sormakla yetiniyorum.
“Brezilya’da
farklı etnisiteler var ama hepsi tek bir ülkenin parçası. Şehirler bile kendi
içinde farklılıklara sahip. Benim inandığım şey, rejimler değil halklar. ABD’ye
gittiğinde her bir şehrin birbirinden farklı olduğunu görürsün. Arap birliğinde
yer alan Arap ülkeleri, ortak pazara sahip olmaları konusunda anlaşıyorlar.
Avrupa’da farklı halklar var ama hepsi birleşmiş.”
Sen,
stratejik bir ittifak içerisinde birleşmekten bahsediyorsun değil mi? Ekonomi,
askeri güç, doğal kaynaklar konusunda birleşmenin gerektiğini söylüyorsun?
“Evet
tabii, tam da bunu söylüyorum.”
Otobiyografisinden
“azgelişmiş insanların kadere bağlı olduklarını” söylediği bölümü aktarıyorum. Bir
süre bu bölümdeki fikirleri üzerine sohbet ediyoruz. “Bu fikirler sadece
kitapta kalsın, röportaja almayalım dersen anlayışla karşılarım” diyorum.
Bunun
üzerine, “Din eleştirimi halkın gözü önünde yapmam. Ama dine de inanmam”
cevabını veriyor.
Leyla
eğer bir tanrıya iman ediyorsa bu, muhtemelen Marksizmdir. Kendisini “diyalektik
materyalist” olarak tanımlayan Leyla, Küba ve Venezuela’nın dünyadaki en iyi
hükümetlere sahip ülkeler olduğuna inanıyor. Kendisine Küba’nın baskıcı bir
rejim olduğunu, Pan-Amerikan Oyunları’nda Küba’yı temsil eden bazı atletlerin
Brezilya’da saklanıp politik sığınma talep ettiklerini söylüyorum. Ardından, adada
neden birçok kitabın ve gazetenin yasak olduğu sorusuna cevap vermesini istiyorum.
Leyla, bu sorular üzerine Küba’nın “kendi halkını Amerikan emperyalizmine karşı
korumak için bu şekilde hareket etmek zorunda olduğunu söylüyor. “Peki iyi
yönetime örnek olarak Norveç, Danimarka ve İsveç hükümetlerini verebilir misin?”
diye sorunca “evet” cevabını veriyor.
Schopenhauer’in
bahsini ettiği, insanın kendisine şüpheyle yaklaşması anlamında, kendi ahlak
anlayışı üzerinden yaptığı herhangi bir şey konusunda pişmanlık duyup
duymadığını soruyorum.
“Eğitimime
devam etmediğim için pişmanım” cevabını veriyor ve şöyle devam ediyor: “Eğitimime
devam etmek için uğraştım aslında. 1978’de Sovyetler Birliği’ne gittim. Tarih okumak
istiyordum. Ama FKÖ, bursla gönderdiği tüm öğrencilerini geri çağırdı ve
hepsinin Lübnan’daki devrimci faaliyetlere katılmalarını istedi. Lübnan’a
gittim, ardından savaş patlak verdi.”
Dine
ve dindarlık meselesine dair sohbet ediyoruz. Dinin ahlaki çürümeyi örtbas
etmek için kullanıldığını söylüyoruz. Ona göre Nusret Cephesi gibi bugün Suriye’de
savaşan örgütler, amaçları değil de eylemlerinin sonuçları itibarıyla İsrail
için çalışıyorlar. Ardından şu düşüncesini aktarıyor: “Bence bu savaşçılar,
paralarını Katar, Türkiye, Suudi Arabistan’dan alan paralı askerler, İslam’ı da
büyük bir slogan olarak dillendiriyorlar.” Leyla, Suriye’deki savaşın büyük bir
planın parçası olduğuna inanıyor:
“Amerikalıların
ve İsrail’in tüm projesi, Ortadoğu haritasını yeniden çizme hedefi üzerine
kurulu. Zaten uzun zamandır Büyük Ortadoğu’dan bahsedip duruyorlar. Bu konuda
birçok şey okuyoruz. Şimon Peres bile bu konuyla ilgili bir kitap yazmış.”
Suudi
rejimiyle ilgili düşüncelerini soruyorum:
“Suudi
Arabistan’ı Amerikalılar yönetiyor. Baksana olan bitene. Son beş altı yıl Katar
belirli bir role sahip olunca deliye döndü. Bugün ülkenin başındaki isimler
değişti. Katar’dan, baştaki emirden istifa etmesi istendi. Bu emir, Taliban’la
müzakere yürütüyordu. Körfez ülkeleri arasında anlaşmalar yapılmasını sağlamak
için eğitimden geçirilmişti.”
Onun
bir önceki isim kadar kötü olduğunu söylüyorsun yani?
“Evet
ama bunun yüzünde gülümseme eksik olmuyor.”
Katar
emirinin annesi Şeyha Moza’nın İsrail’de bağları olduğundan bahsediyorum. Leyla,
kendisinin yazın Netanya’ya gittiğini söylüyor. “İsrail’in Lübnan’a saldırdığı
2006 yılında bu şehirdeydi” diyor.
Filistin
ihanete uğradı mı, yalnız mı bırakıldı sence?
“Hayır,
biz yalnız değiliz. Siz varsınız ya.”
0 Yorum:
Yorum Gönder