Saraçhane’de
ve diğer yerlerde iktidarı protesto etmek için toplanan kitlelerin, özellikle
de gençlerin ideolojik-siyasal eğilimleri yoğun tartışmalara konu oluyor. Bir
sosyal medya kullanıcısı şöyle yazıyor:
“Önümde bozkurt işareti
yapan çocuk ‘Berkin Elvan 15’inde bir fidan’ diye bağırıyor. Keşke o işareti
yapmasa. Diyeceğim, bu çocuklar sandığımız kadar da doktrine değil,
kazanılabilir.”
Bir
diğeri, “DEM’e domalmayı bırak eczacı” yazan bir pankartı tutan birkaç gencin
fotoğrafını paylaşarak, şu yorumu yapıyor:
“Çocuklar gayet net.
Kılçıksız faşistler ve bunun arkasındalar. Sizi suya götürüp susuz getirirler.”
Gerçekten
gençlerin küçümsenemeyecek bir kısmının kılçıksız faşist, hem de düz neo-nazi
tarzında faşist akımların etkisi altında olduğu görülüyor.
Devrimci
ve demokratik güçlerin örgütleyemediği gençliğin tepkisini sahte muhalif
neo-faşist akımların örgütlemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Örneğin
Yunanistan’da da, yıllarca süren ağır ekonomik kriz döneminde, Altın Şafak
neo-faşistleri “tek sistem dışı parti biziz, komünistler bile burjuva partileriyle
ittifak yaptı” (revizyonist Yunanistan “Komünist” Partisi’nin seksenlerin sonu
ve doksanların başında iki defa sağcı Yeni Demokrasi Partisi’nin kurduğu
hükümetlere koalisyon ortağı olarak katılması kastediliyor) gibi bir söylemle
ciddi oy oranlarına ulaşmıştı.
Aynı
şekilde, günümüzde pek çok Avrupa ülkesinde kitlelerin düzene karşı bilinçsiz
tepkilerini haddinden fazla düzeniçileşmiş “sol” ve “sosyalist” partilerden çok
“aşırı sağ” hatta neo-faşist partiler (kendilerini “halktan yana” göstermeye
dönük çok çeşitli demagojilere başvurarak) örgütlemektedir. Bunun böyle
olacağını Dimitrov, bundan neredeyse yüz yıl önce
yazmıştır:
“[…] sosyal demagoji
maskesi, faşizme, bir dizi ülkede buhrandan dolayı ne yapacağım şaşıran
küçük-burjuva kitlelerini ve hatta proletaryanın en geri tabakalarının bazı
kesimlerini peşinden sürükleme imkânı vermiştir. Oysa bunlar, faşizmin gerçek
sınıf niteliğini ve gerçek özünü kavrasalardı, asla onun peşine takılmazlardı.”
(Georgi Dimitrov, Faşizm ve İşçi Sınıfı, İnter Yay., s. 12)
Gençlerin
bazıları da belirtildiği gibi hem Berkin Elvan için, “faşizme karşı omuz omuza”
diye slogan atıyor hem de bozkurt işareti yapıyor. Yani pek çoğunun kafaları
tamamen karışık. En büyük sosyalist/komünist iddialı partilerin CHP’nin
kuyruğundan bir santim ayrılamayan politikası gençliğin radikalizm ihtiyacını
karşılamaktan fersah fersah uzaktır. Acı ama gerçek durum budur. Bu acı gerçeği
kabul etmeli ama bundan umutsuzluğa kapılmadan ileriye hareket etmeliyiz.
Gençleri
yargılarken CHP’nin Ümit Özdağ’la ve diğer pek çok MHP döküntüsüyle ittifak
yaptığını; CHP’nin kurduğu gerici “Millet İttifakı”nın baş ortağı “kontrgerilla
ablası” Meral Akşener’in özellikle İttihatçı sloganları kullandığını; daha da
kötüsü “sosyalist” ve “komünist” geçinen sol partilerin bile gençleri
Kemalizmle eğittiğini hatta soykırımcı İttihat triumvirasıyla flört ettiğini;
örneğin TİP, Yordam Yayınları ve diğer pek çok çevre tarafından “Türkiye'nin en
önde gelen sosyalist aydınları”ndan biri olarak pazarlanan Bay Metin Çulhaoğlu’nun
“Türkiye’de proletarya diktatörlüğünün beslenebileceği tek kaynak
İttihatçı-Kemalist gelenektir” diye yazabildiğini, kısaca, sağlı-“sol”lu bütün
sosyal-demokratik cephenin, aynı zamanda Koç’ların ve benzerlerinin dört koldan
milliyetçiliği, bozkurt işaretini, “ülkücü”lüğü ya da ittihatçılığı matah bir
şey gibi, yurtseverliğin göstergesi gibi pazarladıklarını unutmamak gerekir.
Yani “burada en son suçlu her yandan tam bir furya halinde fışkıran bu gerici
propagandadan etkilenen gençlerdir” dersek yanlış olmaz sanırız.
T”K”P’nin
sosyal-medyadaki baş sözcülerinden biri iki öğrenci grubunun karşı karşıya
geldiği bir videoyla ilgili olarak şunları yazıyor:
“Sürecin belki en ilginç
karesi Mülkiye’den:
Faşistlerin saldırmaya
çalıştığı öğrenciler “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı atıyor.
Bazıları, sesin
kendilerinden geldiğini düşünerek tekrar ediyorlar.
Sonra aralarından biri ‘Enver,
Cemal, Talat, İttihat’ diye düzeltiyor.”
ve
bu “en ilginç” sahneyle ilgili kendi yorumunu ekliyor:
“İstibdada başkaldırmış
bir hareketin ismiyle, boyun eğmeyen öğrencilere saldırmaya çalışmak, ülke
siyasetinin yaşadığı tahribatın boyutlarına dair çok iyi bir örnek sunuyor.
Sana duygusal motivasyon sağlayan birkaç saniyelik video neciyse, ocu oluyorsun
ama bilmeden.”
T”K”P
zihniyeti, neo-faşistlerin 1908 grevlerini zorla bastıran ve 1915 Ermeni
Soykırımı’nı yapan İttihat Terakki triumvirasının isimlerini slogan olarak
kullanarak kendileriyle aynı sloganı (“Mustafa Kemal’in askerleriyiz”i) atan
diğer öğrencilere saldırmalarını “bilinçsizlik” olarak görüyor ve partisinin
doktrinine uygun olarak hem Kemalist hem İttihatçı sloganlara sahip çıkıyor.
T”K”P
şeflerini öğretmeni olan Yalçın Küçük, “Musul’u almazsak Diyarbakır’ı veririz”
emperyalist formülünün mucidi olmakla övünen açık bir ulusalcı-emperyalist
ideolog olmadan önce ve bu tür söylemleri haklı olarak “jingoizm” (saldırgan
emperyalizm taraftarlığı) saydığı dönemlerde (zira o zamanlar ulusalcıların
şampiyonu olmaya değil, hâlâ sosyalistlerin ve devrimcilerin gönlünü kazanmaya
çalışıyordu) yazdığı yazılarda, Türkiye kapitalizmi emperyalizm yönünde
geliştikçe “Kemal Paşa”nın gözden düşeceği ve İttihatçıların yeniden moda
olacağı kehanetinde bulunmuştu:
“[…] Belgrad’dan Çin
Duvarları’na kadar Türkçe anlaşılabilen bir alan Türkiye oligarklarına
açılıyor; Bunun bir yakın sonucunu görebiliyorum; Kemalizm bir yana, Kemal Paşa’nın
itibarının ‘resmen’ de indirileceği bir dönem başlıyor. Marx ve Engels’in
bilinç ve ideoloji ile ilgili yazdıklarının kesinkes doğruluğu bir daha
yaşanmak üzeredir; Kemal Paşa’nın artık Türk yönetenlerinin ideal lideri
olmaktan çıkacağı bir zaman aralığı kapıdadır.
Bütün çalışmalarımda Kemal
Paşa’nın devrimci geçmişi olmayan, oldukça tutucu ve son derece sınırlı ufuklu
bir burjuva demokrat olduğunu gösterebilmiş durumdayım. Türkiye Üzerine
Tezler dizisinin sonuncu ve beşinci kitabı, bu alanda yepyeni bilgiler
getiriyor; ayrıca bu inceleme, tartıştığım alanla pek büyük ölçüde çakışıyor. Tezler’in
bu sonuncu kitabında, 1918-1922 arasında, Anadolu, Kürdistan, Ermenistan,
Gürcistan ve Azerbaycan devrimlerine ayrı yer vermeye çalıştım; Enver Paşa,
işte bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Orta Asya’ya taşımaya çalışıyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nu Orta Asya’ya taşımayı planlamış olan bir burjuva
demokrat, bugünün oligarklarına, Kemal Paşa’dan çok daha yatkın bir model
veriyor.
Kemal Paşa inecek ve Enver
Paşa çıkacaktır; Marx’ın epistemolojisinin bir kez daha doğrulanacağına
inandığım için muhtemel gelişmeleri bu kadar net yazabiliyorum. Görüleceğini
umuyorum. Enver ile birlikte Kazım Paşa’nın da yıldızı parlamak üzeredir.
[…] Fakat bugün, kemalizm,
yönetenlerin kemirmesine de uğruyor. Bugün Türkiye’yi yönetenler, kemalizm
konusunda ciddi bir sorunla karşılaşıyorlar. Artık, Türkiye sınırları, Türkiye’nin
büyük işletmelerine yetmiyor. Türkiye dışarıda iş alıyor ve sürekli ihracat
yapmak zorunda kalıyor. Bu, ‘yurtta sulh cihanda sulh’ diyerek olmaz. Bu,
Misak-ı Milli diyerek olmuyor. Türkiye’nin emperyalist planlar yapması dönemi
başlamış görünüyor. Böyle bir dönemde, ufku Abdülhamit’ten de, Enver’den de
daha sınırlı bir Mustafa Kemal yetersiz kalıyor.” (Yalçın Küçük, Emperyalist
Türkiye, 1992)
Bu,
her ne kadar tam olarak doğru çıkmamış olsa da oldukça önemli bir kehanettir.
Tam olarak doğru çıkmamıştır zira Kemalizm emperyalizmle bağdaştırılamaz
değildir, tam tersine, başından beri çok belirgin bir emperyalist eğilime sahip
olmuştur. Kemalizmin özü “yurtta sulh, cihanda sulh” değildir, “Misak-ı
Milli”nin sınırları Kemalistler tarafından bilinçli olarak belirsiz
tutulmuştur, Mustafa Kemal bu “misak”ın uygun koşullar oluştuğunda Musul’un,
Kerkük’ün vb. ilhakını dışlamadığını açıkça belirtmiştir, ve daha “Kemal Paşa”
döneminde Osmanlı’dan devraldığı sömürgeleri (Kürdistan gibi) elinde tutmakla
kalmayıp buna yenilerini ekleyen (örneğin Antakya) TC ilk aşamalarından
itibaren -Komintern’in tanımıyla- “küçük emperyalist” bir güç
olarak nitelenebilir. Hakeza, İttihatçılar ve Kemalistler, aralarındaki bütün
çelişkilere rağmen, Kafkaslara egemen olmak için Bolşeviklere karşı verilen
mücadelede tek bir yumruk gibi hareket ettiler ve Kafkas ülkelerinin birbiri
ardına gerçekleştirdiği Sovyet devrimleri sonucunda birlikte yenildiler (bu
konuda daha fazla bilgi edinmek şu kitaba bakılabilir: S.D. Alihanyan, G.K.
Orjonikidze ve Ermenistan'da Sovyet İktidarının Kuruluşu, Umut Yay.).
Tam
da bu yüzden ve aynı zamanda AKP’nin anti-tezi olarak görüldüğünden, Kemal
gözden düşmedi ama, kendisi de İttihatçı kökenli olan Kemal Paşa ile
Enver-Talat-Cemal paşalar birlikte moda oldular. Ama yine de bunun muazzam bir
öngörü (ki yazarın bizzat kendisi de ittihatçılık rüzgârına kapılmaktan
kurtulamamıştır) olduğunu kabul etmek gerekir. O kadar ki günümüzde yurt içinde
en koyu Abdülhamitçi olan RTE bile, Kafkaslarda Enverci olabiliyor, Karabağ
savaşı sonrası Azerbaycan’ın düzenlediği “Zafer Geçidi Töreni”nde şunları söylemekte bir beis görmeyebiliyor:
“[...] Bugün Azerbaycan’ın
milli şairi, büyük mücahit Ahmed Cevad Bey’in ruhunun şad olduğu gündür, bugün
Nuri Paşa’nın, Enver Paşa’nın, Kafkas İslam Ordusu’nun yiğit neferlerinin
ruhunun şad olduğu gündür.”
Hakeza,
TRT’de de Kafkas İslam Ordusu’nu yere göğe koyamayan belgeseller
yayınlanmaktadır. Yani İslamcılıkla İttihatçılık bir şekilde sentezlenmeye
çalışılmaktadır. Oysa Türkiye’deki siyasi akımların tarihini biraz olsun bilen
herkes, Enver Paşa’ya ve diğer İttihatçılara ne konuda olursa olsun olumlu bir
referansta bulunmanın Türk İslamcılığının genetik kodlarını inkâr etmek
anlamına geldiğini bilir. Fakat günümüzde bütün burjuva çevreler arasında artık
İslamcı-Kemalist veya İslamcı-İttihatçı ideolojik çelişkilerinden çok daha
önemli görülen, Türk tekelci kapitalizminin emperyalizm aşamasına geçiş
çabalarıyla bağlantılı olan “ortak milli meseleler” vardır.
Hakeza,
AKP-MHP’nin ya da moda deyimle, “Saray Rejimi”nin baskı düzenine karşı çıkmak
bahanesiyle -diyelim ki “Kahrolsun Baskı, Yaşasın Özgürlük” yerine özellikle
İTC’nin kullandığı şekliyle- “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” sloganının
İYİP’ten DİP’e, CHP’nin neredeyse bir “demokrasi şehidi” düzeyine çıkardığı
Sinan Ateş’ten Ahmet Şık’a bütün burjuva ve küçük-burjuva muhalefetin ortak
sloganı haline gelmesi acaba bir tesadüf müdür?
Hakeza,
bu sloganı kullanan bütün küçük-burjuva sol çevrelerinin ortak hedefinin “Kurucu
Meclis” (yani bütün burjuva ve küçük-burjuva “muhalefet partileri”nin ortak
olarak oluşturacağı yeni bir burjuva meclis) olması sadece bir tesadüf müdür?
Faşist
partilerin ve hatta kökü İTC’de olan sosyal-faşist CHP’nin bu sloganı
kullanmasında yadırganacak bir durum yoktur. Ancak sol, sosyalist geçinen
partiler, elinde Nazi soykırımına ilham kaynağı olmuş tarihin en büyük
soykırımlarından birinin kanı olan (bkz. Kevork B. Bardakjian, Hitler ve
Ermeni Soykırımı, Peri Yay.) bir partiyi çağrıştıran bir sloganı nasıl bu
kadar rahat kullanabiliyorlar?
Lenin,
emperyalist yağmanın somut bir olasılık haline geldiği koşullarda yalnızca
burjuvazinin değil küçük-burjuva kitlenin de -deyim yerindeyse- “bitinin
kanlanacağı”nı şu sözlerle ortaya koymuştu:
“[…] Küçük-burjuvazi, yani
Rusya’nın henüz uyanmamış dev kitlesi, burjuvazinin peşinde ve milliyetçi
önyargıların cazibesi altında, ‘körlemesine’, el yordamıyla yürüyor. Bir yandan
savaşın görülmedik dehşeti ve sıkıntısı, pahalılık, mahvoluş, sefalet ve
açlıkla devrime itiliyor, öte yandan adım başında bakışlarını geriye, anavatan
savunması düşüncesine ya da Rusya’nın devlet bütünlüğü düşüncesine, ya da
kapitalizmi yenilgiye uğratmadan Çarlık ve Almanya üzerinde zafer sayesinde
küçük-köylü refahı düşüncesine çeviriyor.” (Lenin, “Rusya’nın Yenilgisi ve
Devrimci Kriz”, Seçme Eserler, Cilt 5, İnter Yay., s. 162)
“[…] Gerçekler,
küçük-burjuvazi ve ‘aydınlar’ da dâhil bütün mülk sahibi sınıfların bir salgın
halinde emperyalizmin safına geçtiklerini gösteriyor.” (Lenin, “II.
Enternasyonal’in Çöküşü”, Seçme Eserler, Cilt 5, İnter Yay., s. 202)
Bizim
küçük-burjuva sosyalistlerimizin de büyük bölümü, Türkiye’nin “devlet bütünlüğü
düşüncesi”ne ve kapitalizmi -emperyalizme geçiş sürecinin kaçınılmaz
sarsıntılarından ve sancılarından da “emperyalist savaşta kendi hükümetinin
yenilgisi” devrimci şiarıyla yararlanarak- yenilgiye uğratmadan uygulanacak “kamucu”
(yani kapitalist devletçi) yöntemlerle kitlelerin bir görece refaha
ulaşabileceği düşüncesine son derece bağlıdır ve Türkiye’nin Suriye, Irak,
Afrika, Kafkaslar ve başka yerlerdeki emperyalist işgal, ilhak ve
müdahalelerini açıkça desteklemiyorlarsa da, bunlara karşı büyük bir itirazları
da duyulmamaktadır.
Aynı
şekilde, İtalyan komünist partisinin ünlü lideri ve teorisyeni Antonio Gramsci
de -Türkiye’de ne yazık ki Foti Benlisoy gibi teorisyen taslaklarının kendi
oportünizmlerini gerekçelendirmek için ve gülünç bir şekilde içini
boşalttıkları- “renk değiştirme, kabul değiştirme, dönüşümcülük” gibi anlamlara
gelen “transformizm” kavramı altında, İtalya’nın emperyalizme geçişi
aşamasında, daha önce radikal muhalif hatta solcu iddialarla ortaya çıkan
partilerin nasıl “salgın halinde” düzenin saflarına geçtiğini ele alır:
“[…] İtalya’da modern bir
devletin oluşum süreciyle ilgili olarak, ‘devrim-restorasyon’ veya ‘pasif
devrim’ hakkında daha önce not edilmiş olanların tarihsel biçimlerinden biri
olarak transformizm. Militan faaliyet döneminde (Partido d’Azione) aşırılık
yanlısı görünen partilerin gerçek doğasının ‘gerçek tarihsel belgesi’ olarak
transformizm. İki transformizm dönemi[nden söz edilebilir]: 1. 1860’tan 1900’e
kadar ‘moleküler’ transformizm, yani demokratik muhalefet partileri tarafından
oluşturulan bireysel siyasi figürler, bireysel olarak muhafazakar-ılımlı ‘siyasi
sınıfa’ (devlet yaşamına, halk kitlelerinin herhangi bir müdahalesinden, kaba,
diktatörce ‘egemenlik’in yerine bir ‘hegemonya’ koyacak herhangi bir organik
reformdan hoşlanmamasıyla karakterize edilir) dahil edilir; 2. 1900’den
itibaren ılımlı kampa geçen tüm solcu grupların transformizmi (ilk olay, eski
sendikalist ve anarşist gruplardan oluşan ve ilk etapta Libya savaşında ve
sonrasında müdahalecilikte doruğa ulaşan milliyetçi partinin oluşumudur). İki
dönem arasında, bir aydın kitlesinin sözde sosyalist ama gerçekte yalnızca
demokratik olan Sol partilere katıldığı bir ara aşama (1890-1900) ayırt
edilebilir.” (Antonio Gramsci, Selections From The Prison Notebooks,
International Publishers, s. 58)
Pek
çok benzerleri gibi, anarşist-milliyetçi bir işçinin oğlu ve savaş karşıtı
İtalyan Sosyalist Partisi’nin gazetesi Avanti’nin ateşli yazarı olan
Benito Mussolini’yi, önce “sınıf ayrımlarını aşan devrimci milliyetçiliğin” bir
savunucusu ve keskin bir müdahalecilik yanlısı jingoist ve daha sonra -ondaki
yeteneği gören tekelci sermayenin cömert destekleriyle- faşist partinin
kurucusu haline getiren geçiş süreci de tam olarak buydu.
Bizde
de burjuva muhalefette geçmişte küçük-burjuva kitleyi ucuz sloganlarla harekete
geçirmeye çalışarak Erdoğan’a lafta en şiddetli muhalefeti yapan pek çok akımın
ve siyasetçi-yazar-çizer takımından tek tek önde gelen figürlerin (örn.
Perinçekçiler, Teğmen Çelebi, Soner Yalçın, Muharrem İnce, Sinan Oğan ve daha
pek çokları), akşamdan sabaha “Reisçi” oluvermelerinin kerameti de sadece bu
kişilerin satılık kimseler olmasında değil (elbette bunun da payı inkâr edilmez
ama işin asıl dikkat edilmesi gereken yönü bu değildir), Lenin’in sözünü ettiği
“küçük-burjuvazi ve “aydınlar” da dâhil “bütün mülk sahibi sınıfların bir
salgın halinde emperyalizmin safına geçmeleri”nde aranmalıdır diye düşünüyoruz.
Bu kimseler ve akımlar aslında “Reis”in değil (ya da sadece “Reis”in değil),
emperyalizm yönünde gelişen tekelci kapitalist devletin safına geçiyorlar ya da
bütün mülk sahibi sınıfların bu salgın halindeki geçişinden kendi kariyerleri
için yararlanmaya çalışıyorlar. Görünüşte farklı akımları temsil eden siyasi
figürlerin hepsi de bu ani saf değiştirmelerini açıklarken “milli meseleler”
dedikleri aynı maddeleri ağız birliği etmişçesine bir çırpıda sayıp
dökebiliyorlar.
Örneğin
CHP’den ayrılma ve kendi partisini kurma süreci oldukça ses getiren Bay
Muharrem İnce, cumhurbaşkanı adayı olmasının gerekçelerini ortaya koyduğu
yazısında, neden sadece CHP tabanında değil, AKP ve MHP tabanında da
sevildiğini şu sözlerle izah ediyordu:
“[…] Milli meselelerde,
örneğin Libya’ya asker gönderilmesinde, Mavi Vatan politikasına, Azerbaycan
desteğine, PKK ve FETÖ gibi terör örgütleri ile yapılan mücadeleye destek
verdiğimiz için: savunma sanayi projelerine, SİHA’lara, İHA’lara, yerli sanayin
gelişmesi için gösterilen çabaları takdir ettiğimiz için de seviliyoruz.”
İnce’ye
ve diğer taraf değiştirenlere göre CHP, bu “milli meseler”de yeterince “yerli
ve milli” bir çizgi izleyemiyordu. MHP’nin Azerbaycan’da TC’nin darbe
denemeleri yaptığı dönemde benimsediği Bozkurt işaretinin günümüzde Ali Koç,
MHP ve CHP işbirliğiyle partiler üstü “milli simge” düzeyine yükseltilmeye
çalışılması gibi, doğrudan doğruya Türkiye’nin emperyalizme geçişiyle
bağlantılı olan bu yeni “milli meseleler”imiz de bütün burjuva çevreler
tarafından tam bir kutsallık ve tartışılmazlık düzeyine yükseltilmeye
çalışılmaktadır, bunları bir nebze olsun sorgulamak bile “vatan hainliği”yle
bir tutulmaktadır.
İşte
ittihatçı sloganları ve ittihatçı paşalara övgüleri, AKP dâhil bütün burjuva
partilerin ve “sosyalist” hatta “komünist” geçinenler dâhil küçük-burjuva
partilerin büyük bölümünün ortak paydası haline getiren furyanın derin maddi
kökleri, Türkiye kapitalizminin emperyalizme geçiş aşamasına girmesinde, bunun
artık bir rüya olmaktan çıkıp elle tutulur bir gerçek haline gelmeye
başlamasında aranmalıdır. Böyle olunca gençliğin belli kesimlerinin de -elbette
büyük çoğunluğu kendileri için bunun gerçekte ne anlama geldiğinin kesinlikle
bilincinde olmadan ve yaygın gerici akıntıya kapılarak- bu geçişten
etkilenmemesini beklemek fazla iyimserlik olurdu. Fakat gençliğin büyük
bölümünün kafasının böylesine karışık olması, burjuva ve küçük-burjuva
akımlardan esen en gerici tesirlerle, devrimci sloganların ve (“sosyalist”
iddialı Doğan Avcıoğlu hayranlığı vb. en çarpıtılmış biçimlerde olsa da)
sosyalist özlemlerin çelişkili bir yumak halinde onların kafasında iç içe
geçmesi, bu geçişin daha şimdiden nesnel olarak onların en geniş kesimlerine
daha fazla sefalet, daha fazla geleceksizlikten başka bir şey getirmemesinden
kaynaklanmaktadır. Fakat her halükârda suçu öncelikle gençlerde bulmak, hele de
“sol” adına CHP’nin ve sosyal-şoven “sosyalistler”in (bunların toplamına büyük
sosyal-demokrat partimiz ya da cephemiz diyebiliriz) Kemalizm, İttihat
nostaljileriyle kitlelerin “ilericilik, istibdat karşıtlığı, cumhuriyetçilik”
vb. adı altında alabildiğine gerici eğitimindeki suçlarını görmemek, ya büyük
bir ikiyüzlülüğün ya da en az o kadar büyük bir ahmaklığın ifadesi olabilir.
Sınıf
bilinçli proletarya ve proletarya komünistleri, ne bu durumun vahametini
küçümseyebilirler ne de bazı küçük-burjuva sosyal medya figürlerinin yaptığı
gibi umutsuzluğa kapılabilir. Proletaryanın küçük-burjuvaziye ve proletarya
içindeki küçük-burjuva yanılsamalara karşı soğukkanlı taktiği her zaman olduğu
gibi değişmeden kalır:
“[…] küçük-burjuvaziyi,
küçük-burjuvazi sağa kaydığında ona hatalarından öğrenme olanağı vererek
ileriye itmek ve hayat küçük-burjuvaziye sola gitmeyi dayattığında onun bütün
güçlerinden hücum için yararlanmasını bilmek …” (Lenin, Seçme Eserler,
Cilt 5, s. 162-163)
Peki
eylemlerde Türk bayrağı sallayan herkes iflah olmaz faşist olarak görülebilir
mi? Tabii ki görülemez. Örneğin ulusalcı mahfiller, Saraçhane’de Ümit Özdağ’ın
adı anılınca çok az alkış alırken, Selahattin Demirtaş’ın adı anılınca büyük
bir alkış kopmasından rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Hakeza, Mansur Yavaş’ın Kürt
düşmanı söylemleri de aynı meydanda büyük bir kitle tarafından yuhalandı ve
Özgür Özel ertesi gün adını vermeden de olsa onun adına özür dilemek zorunda
kaldı. Bütün bunlar, büyük ölçüde CHP kitlesi olan Saraçhane’deki kitle içinde
ilerici/demokratik ve gerici eğilimlerin iç içe olduğunu gösteriyor. Bunları
ayrıştırmak, hâlâ kitlelere Mansur Yavaş, Cemal Enginyurt vb. azılı faşistlere,
Salih Uzun gibi ANAP’lılara koltuk dağıtan, Melih Gökçek’in “özel” işlerini
yaptığı söylenen -eski MHP Pursaklar belediye başkan adayı ve sonra İYİP’li
“işadamı”- Adnan Berker gibilere rozet takan ve bunlar gibi MHP, AKP, ANAP
döküntülerini bütün “altılı masa” deneyimine rağmen hâlâ kitleye AKP-MHP
koalisyonuna karşı “güvenilir müttefikler” diye pazarlayan CHP patronlarının
sosyal-faşist niteliğini kitlelere göstermek gerçek sınıf bilinçli güçlerin
görevidir.
İşin
bir de öteki yüzü vardır. En genç kuşağın bir bölümü, devletin “ilgili
birimleri”nin ve onların uzantılarının (“sol” maskeli olanlar dâhil) dört
koldan ve bütün araçlarla yürüttükleri milliyetçi, kemalist, ittihatçı,
neo-nazi vb. bol ürün çeşitlemeli gerici propagandadan etkilenirken,
küçümsenemeyecek bir kesimi de neredeyse doğal ve önüne geçilemez bir çekimle,
yasaklanmaya çalışılan Mahirlere, Denizlere, hatta her dönem mutlak yasak
sayılan İbrahim Kaypakkaya’ya ve diğer büyük devrimci kahramanlarımıza ve
geleneklerimize yönelmektedir. Önde gelen devrimci figürlere ve devrimci,
komünist, enternasyonalist düşüncelere karşı, devletle bağlantılı hesaplar ve
kanallar tarafından sistematik olarak körüklenen azılı düşmanlık, pek çok
gençte ters tepmekte, tam tersine, bunlara ilginin daha da fazla uyanmasına yol
açmaktadır. Bu sınıf mücadelesinin zorunlu bir diyalektiğidir. Zira bir kere
hükümet ve polis baskısıyla mücadeleye girişen, devleti bizzat sokakta,
gözaltında, hapiste tanımaya başlayan gençlerin pek çoğu, el yordamıyla ve
içgüdüsel olarak da olsa kurtuluşun topyekûn bir toplumsal devrimden başka bir
yolla olamayacağını kavramaya yöneliyorlar.
Bütün
göçmenleri “mitralyözle tarama” fantezilerini anlatarak ilgi toplamaya çalışan
bazı küçük Hitler taslaklarının “Sizce iktidar ‘Deniz Mahir Ulaş kurtuluşa
kadar savaş’ sloganından mı korkar, ‘bozkurtlar burada apocular nerede?’
sloganından mı?” gibi çok zekice sandıkları demagojik soruları, Deniz, Mahir, Ulaş, İbo ve diğer
büyük devrimci öncülerimizin sadece isimlerini ananların ya da resimlerini
taşıyanların dahi gözaltına alınması, tutuklanması, İbo’nun yazılarının
(milyonuncu kez) yasaklanması ve “ülkücü”lerle faşist slogan yarışına
girenlerden ise iktidarın zerre kadar korkmaması, hatta bunlara ortaklık teklif
etmesi gibi olgularla bizzat hayatın gerçekliği tarafından yanıtlanıyor.
Bu
yüzden, en ufak olumsuzluk karşısında bunalıma girmeye, devrimden umudunu
kesmeye, “bu milletten bir cacık olmaz abi” söylemlerine kaymaya eğilimli
kendini beğenmiş küçük-burjuva nihilistlerin aksine, gençliğin bir bölümünü
aşırı gerici fikirlere kapılması sınıf ve tarih bilinçli insanları asla
yılgınlığa sürükleyemez. Zira haklı bir tepkinin ürünü olan hiçbir kitle
hareketinde eksik olmayan bu kitlesel bilinç uyanışları bu eylemlerde de
gittikçe artan şekilde görülmektedir.
Kızıl Okuyucu
31
Mart 2025
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder