12 Nisan 2025

Bu Gençleri Kim “İttihatçı” Yaptı?


Saraçhane’de ve diğer yerlerde iktidarı protesto etmek için toplanan kitlelerin, özellikle de gençlerin ideolojik-siyasal eğilimleri yoğun tartışmalara konu oluyor. Bir sosyal medya kullanıcısı şöyle yazıyor:

“Önümde bozkurt işareti yapan çocuk ‘Berkin Elvan 15’inde bir fidan’ diye bağırıyor. Keşke o işareti yapmasa. Diyeceğim, bu çocuklar sandığımız kadar da doktrine değil, kazanılabilir.”

Bir diğeri, “DEM’e domalmayı bırak eczacı” yazan bir pankartı tutan birkaç gencin fotoğrafını paylaşarak, şu yorumu yapıyor:

“Çocuklar gayet net. Kılçıksız faşistler ve bunun arkasındalar. Sizi suya götürüp susuz getirirler.”

Gerçekten gençlerin küçümsenemeyecek bir kısmının kılçıksız faşist, hem de düz neo-nazi tarzında faşist akımların etkisi altında olduğu görülüyor.

Devrimci ve demokratik güçlerin örgütleyemediği gençliğin tepkisini sahte muhalif neo-faşist akımların örgütlemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Örneğin Yunanistan’da da, yıllarca süren ağır ekonomik kriz döneminde, Altın Şafak neo-faşistleri “tek sistem dışı parti biziz, komünistler bile burjuva partileriyle ittifak yaptı” (revizyonist Yunanistan “Komünist” Partisi’nin seksenlerin sonu ve doksanların başında iki defa sağcı Yeni Demokrasi Partisi’nin kurduğu hükümetlere koalisyon ortağı olarak katılması kastediliyor) gibi bir söylemle ciddi oy oranlarına ulaşmıştı.

Aynı şekilde, günümüzde pek çok Avrupa ülkesinde kitlelerin düzene karşı bilinçsiz tepkilerini haddinden fazla düzeniçileşmiş “sol” ve “sosyalist” partilerden çok “aşırı sağ” hatta neo-faşist partiler (kendilerini “halktan yana” göstermeye dönük çok çeşitli demagojilere başvurarak) örgütlemektedir. Bunun böyle olacağını Dimitrov, bundan neredeyse yüz yıl önce yazmıştır:

“[…] sosyal demagoji maskesi, faşizme, bir dizi ülkede buhrandan dolayı ne yapacağım şaşıran küçük-burjuva kitlelerini ve hatta proletaryanın en geri tabakalarının bazı kesimlerini peşinden sürükleme imkânı vermiştir. Oysa bunlar, faşizmin gerçek sınıf niteliğini ve gerçek özünü kavrasalardı, asla onun peşine takılmazlardı.” (Georgi Dimitrov, Faşizm ve İşçi Sınıfı, İnter Yay., s. 12)

Gençlerin bazıları da belirtildiği gibi hem Berkin Elvan için, “faşizme karşı omuz omuza” diye slogan atıyor hem de bozkurt işareti yapıyor. Yani pek çoğunun kafaları tamamen karışık. En büyük sosyalist/komünist iddialı partilerin CHP’nin kuyruğundan bir santim ayrılamayan politikası gençliğin radikalizm ihtiyacını karşılamaktan fersah fersah uzaktır. Acı ama gerçek durum budur. Bu acı gerçeği kabul etmeli ama bundan umutsuzluğa kapılmadan ileriye hareket etmeliyiz.

Gençleri yargılarken CHP’nin Ümit Özdağ’la ve diğer pek çok MHP döküntüsüyle ittifak yaptığını; CHP’nin kurduğu gerici “Millet İttifakı”nın baş ortağı “kontrgerilla ablası” Meral Akşener’in özellikle İttihatçı sloganları kullandığını; daha da kötüsü “sosyalist” ve “komünist” geçinen sol partilerin bile gençleri Kemalizmle eğittiğini hatta soykırımcı İttihat triumvirasıyla flört ettiğini; örneğin TİP, Yordam Yayınları ve diğer pek çok çevre tarafından “Türkiye'nin en önde gelen sosyalist aydınları”ndan biri olarak pazarlanan Bay Metin Çulhaoğlu’nun “Türkiye’de proletarya diktatörlüğünün beslenebileceği tek kaynak İttihatçı-Kemalist gelenektir” diye yazabildiğini, kısaca, sağlı-“sol”lu bütün sosyal-demokratik cephenin, aynı zamanda Koç’ların ve benzerlerinin dört koldan milliyetçiliği, bozkurt işaretini, “ülkücü”lüğü ya da ittihatçılığı matah bir şey gibi, yurtseverliğin göstergesi gibi pazarladıklarını unutmamak gerekir. Yani “burada en son suçlu her yandan tam bir furya halinde fışkıran bu gerici propagandadan etkilenen gençlerdir” dersek yanlış olmaz sanırız.

T”K”P’nin sosyal-medyadaki baş sözcülerinden biri iki öğrenci grubunun karşı karşıya geldiği bir videoyla ilgili olarak şunları yazıyor:

“Sürecin belki en ilginç karesi Mülkiye’den:

Faşistlerin saldırmaya çalıştığı öğrenciler “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı atıyor.

Bazıları, sesin kendilerinden geldiğini düşünerek tekrar ediyorlar.

Sonra aralarından biri ‘Enver, Cemal, Talat, İttihat’ diye düzeltiyor.”

ve bu “en ilginç” sahneyle ilgili kendi yorumunu ekliyor:

“İstibdada başkaldırmış bir hareketin ismiyle, boyun eğmeyen öğrencilere saldırmaya çalışmak, ülke siyasetinin yaşadığı tahribatın boyutlarına dair çok iyi bir örnek sunuyor. Sana duygusal motivasyon sağlayan birkaç saniyelik video neciyse, ocu oluyorsun ama bilmeden.”

T”K”P zihniyeti, neo-faşistlerin 1908 grevlerini zorla bastıran ve 1915 Ermeni Soykırımı’nı yapan İttihat Terakki triumvirasının isimlerini slogan olarak kullanarak kendileriyle aynı sloganı (“Mustafa Kemal’in askerleriyiz”i) atan diğer öğrencilere saldırmalarını “bilinçsizlik” olarak görüyor ve partisinin doktrinine uygun olarak hem Kemalist hem İttihatçı sloganlara sahip çıkıyor.

T”K”P şeflerini öğretmeni olan Yalçın Küçük, “Musul’u almazsak Diyarbakır’ı veririz” emperyalist formülünün mucidi olmakla övünen açık bir ulusalcı-emperyalist ideolog olmadan önce ve bu tür söylemleri haklı olarak “jingoizm” (saldırgan emperyalizm taraftarlığı) saydığı dönemlerde (zira o zamanlar ulusalcıların şampiyonu olmaya değil, hâlâ sosyalistlerin ve devrimcilerin gönlünü kazanmaya çalışıyordu) yazdığı yazılarda, Türkiye kapitalizmi emperyalizm yönünde geliştikçe “Kemal Paşa”nın gözden düşeceği ve İttihatçıların yeniden moda olacağı kehanetinde bulunmuştu:

“[…] Belgrad’dan Çin Duvarları’na kadar Türkçe anlaşılabilen bir alan Türkiye oligarklarına açılıyor; Bunun bir yakın sonucunu görebiliyorum; Kemalizm bir yana, Kemal Paşa’nın itibarının ‘resmen’ de indirileceği bir dönem başlıyor. Marx ve Engels’in bilinç ve ideoloji ile ilgili yazdıklarının kesinkes doğruluğu bir daha yaşanmak üzeredir; Kemal Paşa’nın artık Türk yönetenlerinin ideal lideri olmaktan çıkacağı bir zaman aralığı kapıdadır.

Bütün çalışmalarımda Kemal Paşa’nın devrimci geçmişi olmayan, oldukça tutucu ve son derece sınırlı ufuklu bir burjuva demokrat olduğunu gösterebilmiş durumdayım. Türkiye Üzerine Tezler dizisinin sonuncu ve beşinci kitabı, bu alanda yepyeni bilgiler getiriyor; ayrıca bu inceleme, tartıştığım alanla pek büyük ölçüde çakışıyor. Tezler’in bu sonuncu kitabında, 1918-1922 arasında, Anadolu, Kürdistan, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan devrimlerine ayrı yer vermeye çalıştım; Enver Paşa, işte bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Orta Asya’ya taşımaya çalışıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nu Orta Asya’ya taşımayı planlamış olan bir burjuva demokrat, bugünün oligarklarına, Kemal Paşa’dan çok daha yatkın bir model veriyor.

Kemal Paşa inecek ve Enver Paşa çıkacaktır; Marx’ın epistemolojisinin bir kez daha doğrulanacağına inandığım için muhtemel gelişmeleri bu kadar net yazabiliyorum. Görüleceğini umuyorum. Enver ile birlikte Kazım Paşa’nın da yıldızı parlamak üzeredir.

[…] Fakat bugün, kemalizm, yönetenlerin kemirmesine de uğruyor. Bugün Türkiye’yi yönetenler, kemalizm konusunda ciddi bir sorunla karşılaşıyorlar. Artık, Türkiye sınırları, Türkiye’nin büyük işletmelerine yetmiyor. Türkiye dışarıda iş alıyor ve sürekli ihracat yapmak zorunda kalıyor. Bu, ‘yurtta sulh cihanda sulh’ diyerek olmaz. Bu, Misak-ı Milli diyerek olmuyor. Türkiye’nin emperyalist planlar yapması dönemi başlamış görünüyor. Böyle bir dönemde, ufku Abdülhamit’ten de, Enver’den de daha sınırlı bir Mustafa Kemal yetersiz kalıyor.” (Yalçın Küçük, Emperyalist Türkiye, 1992)

Bu, her ne kadar tam olarak doğru çıkmamış olsa da oldukça önemli bir kehanettir. Tam olarak doğru çıkmamıştır zira Kemalizm emperyalizmle bağdaştırılamaz değildir, tam tersine, başından beri çok belirgin bir emperyalist eğilime sahip olmuştur. Kemalizmin özü “yurtta sulh, cihanda sulh” değildir, “Misak-ı Milli”nin sınırları Kemalistler tarafından bilinçli olarak belirsiz tutulmuştur, Mustafa Kemal bu “misak”ın uygun koşullar oluştuğunda Musul’un, Kerkük’ün vb. ilhakını dışlamadığını açıkça belirtmiştir, ve daha “Kemal Paşa” döneminde Osmanlı’dan devraldığı sömürgeleri (Kürdistan gibi) elinde tutmakla kalmayıp buna yenilerini ekleyen (örneğin Antakya) TC ilk aşamalarından itibaren -Komintern’in tanımıyla- “küçük emperyalist” bir güç olarak nitelenebilir. Hakeza, İttihatçılar ve Kemalistler, aralarındaki bütün çelişkilere rağmen, Kafkaslara egemen olmak için Bolşeviklere karşı verilen mücadelede tek bir yumruk gibi hareket ettiler ve Kafkas ülkelerinin birbiri ardına gerçekleştirdiği Sovyet devrimleri sonucunda birlikte yenildiler (bu konuda daha fazla bilgi edinmek şu kitaba bakılabilir: S.D. Alihanyan, G.K. Orjonikidze ve Ermenistan'da Sovyet İktidarının Kuruluşu, Umut Yay.).

Tam da bu yüzden ve aynı zamanda AKP’nin anti-tezi olarak görüldüğünden, Kemal gözden düşmedi ama, kendisi de İttihatçı kökenli olan Kemal Paşa ile Enver-Talat-Cemal paşalar birlikte moda oldular. Ama yine de bunun muazzam bir öngörü (ki yazarın bizzat kendisi de ittihatçılık rüzgârına kapılmaktan kurtulamamıştır) olduğunu kabul etmek gerekir. O kadar ki günümüzde yurt içinde en koyu Abdülhamitçi olan RTE bile, Kafkaslarda Enverci olabiliyor, Karabağ savaşı sonrası Azerbaycan’ın düzenlediği “Zafer Geçidi Töreni”nde şunları söylemekte bir beis görmeyebiliyor:

“[...] Bugün Azerbaycan’ın milli şairi, büyük mücahit Ahmed Cevad Bey’in ruhunun şad olduğu gündür, bugün Nuri Paşa’nın, Enver Paşa’nın, Kafkas İslam Ordusu’nun yiğit neferlerinin ruhunun şad olduğu gündür.”

Hakeza, TRT’de de Kafkas İslam Ordusu’nu yere göğe koyamayan belgeseller yayınlanmaktadır. Yani İslamcılıkla İttihatçılık bir şekilde sentezlenmeye çalışılmaktadır. Oysa Türkiye’deki siyasi akımların tarihini biraz olsun bilen herkes, Enver Paşa’ya ve diğer İttihatçılara ne konuda olursa olsun olumlu bir referansta bulunmanın Türk İslamcılığının genetik kodlarını inkâr etmek anlamına geldiğini bilir. Fakat günümüzde bütün burjuva çevreler arasında artık İslamcı-Kemalist veya İslamcı-İttihatçı ideolojik çelişkilerinden çok daha önemli görülen, Türk tekelci kapitalizminin emperyalizm aşamasına geçiş çabalarıyla bağlantılı olan “ortak milli meseleler” vardır.

Hakeza, AKP-MHP’nin ya da moda deyimle, “Saray Rejimi”nin baskı düzenine karşı çıkmak bahanesiyle -diyelim ki “Kahrolsun Baskı, Yaşasın Özgürlük” yerine özellikle İTC’nin kullandığı şekliyle- “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” sloganının İYİP’ten DİP’e, CHP’nin neredeyse bir “demokrasi şehidi” düzeyine çıkardığı Sinan Ateş’ten Ahmet Şık’a bütün burjuva ve küçük-burjuva muhalefetin ortak sloganı haline gelmesi acaba bir tesadüf müdür?

Hakeza, bu sloganı kullanan bütün küçük-burjuva sol çevrelerinin ortak hedefinin “Kurucu Meclis” (yani bütün burjuva ve küçük-burjuva “muhalefet partileri”nin ortak olarak oluşturacağı yeni bir burjuva meclis) olması sadece bir tesadüf müdür?

Faşist partilerin ve hatta kökü İTC’de olan sosyal-faşist CHP’nin bu sloganı kullanmasında yadırganacak bir durum yoktur. Ancak sol, sosyalist geçinen partiler, elinde Nazi soykırımına ilham kaynağı olmuş tarihin en büyük soykırımlarından birinin kanı olan (bkz. Kevork B. Bardakjian, Hitler ve Ermeni Soykırımı, Peri Yay.) bir partiyi çağrıştıran bir sloganı nasıl bu kadar rahat kullanabiliyorlar?

Lenin, emperyalist yağmanın somut bir olasılık haline geldiği koşullarda yalnızca burjuvazinin değil küçük-burjuva kitlenin de -deyim yerindeyse- “bitinin kanlanacağı”nı şu sözlerle ortaya koymuştu:

“[…] Küçük-burjuvazi, yani Rusya’nın henüz uyanmamış dev kitlesi, burjuvazinin peşinde ve milliyetçi önyargıların cazibesi altında, ‘körlemesine’, el yordamıyla yürüyor. Bir yandan savaşın görülmedik dehşeti ve sıkıntısı, pahalılık, mahvoluş, sefalet ve açlıkla devrime itiliyor, öte yandan adım başında bakışlarını geriye, anavatan savunması düşüncesine ya da Rusya’nın devlet bütünlüğü düşüncesine, ya da kapitalizmi yenilgiye uğratmadan Çarlık ve Almanya üzerinde zafer sayesinde küçük-köylü refahı düşüncesine çeviriyor.” (Lenin, “Rusya’nın Yenilgisi ve Devrimci Kriz”, Seçme Eserler, Cilt 5, İnter Yay., s. 162)

“[…] Gerçekler, küçük-burjuvazi ve ‘aydınlar’ da dâhil bütün mülk sahibi sınıfların bir salgın halinde emperyalizmin safına geçtiklerini gösteriyor.” (Lenin, “II. Enternasyonal’in Çöküşü”, Seçme Eserler, Cilt 5, İnter Yay., s. 202)

Bizim küçük-burjuva sosyalistlerimizin de büyük bölümü, Türkiye’nin “devlet bütünlüğü düşüncesi”ne ve kapitalizmi -emperyalizme geçiş sürecinin kaçınılmaz sarsıntılarından ve sancılarından da “emperyalist savaşta kendi hükümetinin yenilgisi” devrimci şiarıyla yararlanarak- yenilgiye uğratmadan uygulanacak “kamucu” (yani kapitalist devletçi) yöntemlerle kitlelerin bir görece refaha ulaşabileceği düşüncesine son derece bağlıdır ve Türkiye’nin Suriye, Irak, Afrika, Kafkaslar ve başka yerlerdeki emperyalist işgal, ilhak ve müdahalelerini açıkça desteklemiyorlarsa da, bunlara karşı büyük bir itirazları da duyulmamaktadır.

Aynı şekilde, İtalyan komünist partisinin ünlü lideri ve teorisyeni Antonio Gramsci de -Türkiye’de ne yazık ki Foti Benlisoy gibi teorisyen taslaklarının kendi oportünizmlerini gerekçelendirmek için ve gülünç bir şekilde içini boşalttıkları- “renk değiştirme, kabul değiştirme, dönüşümcülük” gibi anlamlara gelen “transformizm” kavramı altında, İtalya’nın emperyalizme geçişi aşamasında, daha önce radikal muhalif hatta solcu iddialarla ortaya çıkan partilerin nasıl “salgın halinde” düzenin saflarına geçtiğini ele alır:

“[…] İtalya’da modern bir devletin oluşum süreciyle ilgili olarak, ‘devrim-restorasyon’ veya ‘pasif devrim’ hakkında daha önce not edilmiş olanların tarihsel biçimlerinden biri olarak transformizm. Militan faaliyet döneminde (Partido d’Azione) aşırılık yanlısı görünen partilerin gerçek doğasının ‘gerçek tarihsel belgesi’ olarak transformizm. İki transformizm dönemi[nden söz edilebilir]: 1. 1860’tan 1900’e kadar ‘moleküler’ transformizm, yani demokratik muhalefet partileri tarafından oluşturulan bireysel siyasi figürler, bireysel olarak muhafazakar-ılımlı ‘siyasi sınıfa’ (devlet yaşamına, halk kitlelerinin herhangi bir müdahalesinden, kaba, diktatörce ‘egemenlik’in yerine bir ‘hegemonya’ koyacak herhangi bir organik reformdan hoşlanmamasıyla karakterize edilir) dahil edilir; 2. 1900’den itibaren ılımlı kampa geçen tüm solcu grupların transformizmi (ilk olay, eski sendikalist ve anarşist gruplardan oluşan ve ilk etapta Libya savaşında ve sonrasında müdahalecilikte doruğa ulaşan milliyetçi partinin oluşumudur). İki dönem arasında, bir aydın kitlesinin sözde sosyalist ama gerçekte yalnızca demokratik olan Sol partilere katıldığı bir ara aşama (1890-1900) ayırt edilebilir.” (Antonio Gramsci, Selections From The Prison Notebooks, International Publishers, s. 58)

Pek çok benzerleri gibi, anarşist-milliyetçi bir işçinin oğlu ve savaş karşıtı İtalyan Sosyalist Partisi’nin gazetesi Avanti’nin ateşli yazarı olan Benito Mussolini’yi, önce “sınıf ayrımlarını aşan devrimci milliyetçiliğin” bir savunucusu ve keskin bir müdahalecilik yanlısı jingoist ve daha sonra -ondaki yeteneği gören tekelci sermayenin cömert destekleriyle- faşist partinin kurucusu haline getiren geçiş süreci de tam olarak buydu.

Bizde de burjuva muhalefette geçmişte küçük-burjuva kitleyi ucuz sloganlarla harekete geçirmeye çalışarak Erdoğan’a lafta en şiddetli muhalefeti yapan pek çok akımın ve siyasetçi-yazar-çizer takımından tek tek önde gelen figürlerin (örn. Perinçekçiler, Teğmen Çelebi, Soner Yalçın, Muharrem İnce, Sinan Oğan ve daha pek çokları), akşamdan sabaha “Reisçi” oluvermelerinin kerameti de sadece bu kişilerin satılık kimseler olmasında değil (elbette bunun da payı inkâr edilmez ama işin asıl dikkat edilmesi gereken yönü bu değildir), Lenin’in sözünü ettiği “küçük-burjuvazi ve “aydınlar” da dâhil “bütün mülk sahibi sınıfların bir salgın halinde emperyalizmin safına geçmeleri”nde aranmalıdır diye düşünüyoruz. Bu kimseler ve akımlar aslında “Reis”in değil (ya da sadece “Reis”in değil), emperyalizm yönünde gelişen tekelci kapitalist devletin safına geçiyorlar ya da bütün mülk sahibi sınıfların bu salgın halindeki geçişinden kendi kariyerleri için yararlanmaya çalışıyorlar. Görünüşte farklı akımları temsil eden siyasi figürlerin hepsi de bu ani saf değiştirmelerini açıklarken “milli meseleler” dedikleri aynı maddeleri ağız birliği etmişçesine bir çırpıda sayıp dökebiliyorlar.

Örneğin CHP’den ayrılma ve kendi partisini kurma süreci oldukça ses getiren Bay Muharrem İnce, cumhurbaşkanı adayı olmasının gerekçelerini ortaya koyduğu yazısında, neden sadece CHP tabanında değil, AKP ve MHP tabanında da sevildiğini şu sözlerle izah ediyordu:

“[…] Milli meselelerde, örneğin Libya’ya asker gönderilmesinde, Mavi Vatan politikasına, Azerbaycan desteğine, PKK ve FETÖ gibi terör örgütleri ile yapılan mücadeleye destek verdiğimiz için: savunma sanayi projelerine, SİHA’lara, İHA’lara, yerli sanayin gelişmesi için gösterilen çabaları takdir ettiğimiz için de seviliyoruz.”

İnce’ye ve diğer taraf değiştirenlere göre CHP, bu “milli meseler”de yeterince “yerli ve milli” bir çizgi izleyemiyordu. MHP’nin Azerbaycan’da TC’nin darbe denemeleri yaptığı dönemde benimsediği Bozkurt işaretinin günümüzde Ali Koç, MHP ve CHP işbirliğiyle partiler üstü “milli simge” düzeyine yükseltilmeye çalışılması gibi, doğrudan doğruya Türkiye’nin emperyalizme geçişiyle bağlantılı olan bu yeni “milli meseleler”imiz de bütün burjuva çevreler tarafından tam bir kutsallık ve tartışılmazlık düzeyine yükseltilmeye çalışılmaktadır, bunları bir nebze olsun sorgulamak bile “vatan hainliği”yle bir tutulmaktadır.

İşte ittihatçı sloganları ve ittihatçı paşalara övgüleri, AKP dâhil bütün burjuva partilerin ve “sosyalist” hatta “komünist” geçinenler dâhil küçük-burjuva partilerin büyük bölümünün ortak paydası haline getiren furyanın derin maddi kökleri, Türkiye kapitalizminin emperyalizme geçiş aşamasına girmesinde, bunun artık bir rüya olmaktan çıkıp elle tutulur bir gerçek haline gelmeye başlamasında aranmalıdır. Böyle olunca gençliğin belli kesimlerinin de -elbette büyük çoğunluğu kendileri için bunun gerçekte ne anlama geldiğinin kesinlikle bilincinde olmadan ve yaygın gerici akıntıya kapılarak- bu geçişten etkilenmemesini beklemek fazla iyimserlik olurdu. Fakat gençliğin büyük bölümünün kafasının böylesine karışık olması, burjuva ve küçük-burjuva akımlardan esen en gerici tesirlerle, devrimci sloganların ve (“sosyalist” iddialı Doğan Avcıoğlu hayranlığı vb. en çarpıtılmış biçimlerde olsa da) sosyalist özlemlerin çelişkili bir yumak halinde onların kafasında iç içe geçmesi, bu geçişin daha şimdiden nesnel olarak onların en geniş kesimlerine daha fazla sefalet, daha fazla geleceksizlikten başka bir şey getirmemesinden kaynaklanmaktadır. Fakat her halükârda suçu öncelikle gençlerde bulmak, hele de “sol” adına CHP’nin ve sosyal-şoven “sosyalistler”in (bunların toplamına büyük sosyal-demokrat partimiz ya da cephemiz diyebiliriz) Kemalizm, İttihat nostaljileriyle kitlelerin “ilericilik, istibdat karşıtlığı, cumhuriyetçilik” vb. adı altında alabildiğine gerici eğitimindeki suçlarını görmemek, ya büyük bir ikiyüzlülüğün ya da en az o kadar büyük bir ahmaklığın ifadesi olabilir.

Sınıf bilinçli proletarya ve proletarya komünistleri, ne bu durumun vahametini küçümseyebilirler ne de bazı küçük-burjuva sosyal medya figürlerinin yaptığı gibi umutsuzluğa kapılabilir. Proletaryanın küçük-burjuvaziye ve proletarya içindeki küçük-burjuva yanılsamalara karşı soğukkanlı taktiği her zaman olduğu gibi değişmeden kalır:

“[…] küçük-burjuvaziyi, küçük-burjuvazi sağa kaydığında ona hatalarından öğrenme olanağı vererek ileriye itmek ve hayat küçük-burjuvaziye sola gitmeyi dayattığında onun bütün güçlerinden hücum için yararlanmasını bilmek …” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 5, s. 162-163)

Peki eylemlerde Türk bayrağı sallayan herkes iflah olmaz faşist olarak görülebilir mi? Tabii ki görülemez. Örneğin ulusalcı mahfiller, Saraçhane’de Ümit Özdağ’ın adı anılınca çok az alkış alırken, Selahattin Demirtaş’ın adı anılınca büyük bir alkış kopmasından rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. Hakeza, Mansur Yavaş’ın Kürt düşmanı söylemleri de aynı meydanda büyük bir kitle tarafından yuhalandı ve Özgür Özel ertesi gün adını vermeden de olsa onun adına özür dilemek zorunda kaldı. Bütün bunlar, büyük ölçüde CHP kitlesi olan Saraçhane’deki kitle içinde ilerici/demokratik ve gerici eğilimlerin iç içe olduğunu gösteriyor. Bunları ayrıştırmak, hâlâ kitlelere Mansur Yavaş, Cemal Enginyurt vb. azılı faşistlere, Salih Uzun gibi ANAP’lılara koltuk dağıtan, Melih Gökçek’in “özel” işlerini yaptığı söylenen -eski MHP Pursaklar belediye başkan adayı ve sonra İYİP’li “işadamı”- Adnan Berker gibilere rozet takan ve bunlar gibi MHP, AKP, ANAP döküntülerini bütün “altılı masa” deneyimine rağmen hâlâ kitleye AKP-MHP koalisyonuna karşı “güvenilir müttefikler” diye pazarlayan CHP patronlarının sosyal-faşist niteliğini kitlelere göstermek gerçek sınıf bilinçli güçlerin görevidir.

İşin bir de öteki yüzü vardır. En genç kuşağın bir bölümü, devletin “ilgili birimleri”nin ve onların uzantılarının (“sol” maskeli olanlar dâhil) dört koldan ve bütün araçlarla yürüttükleri milliyetçi, kemalist, ittihatçı, neo-nazi vb. bol ürün çeşitlemeli gerici propagandadan etkilenirken, küçümsenemeyecek bir kesimi de neredeyse doğal ve önüne geçilemez bir çekimle, yasaklanmaya çalışılan Mahirlere, Denizlere, hatta her dönem mutlak yasak sayılan İbrahim Kaypakkaya’ya ve diğer büyük devrimci kahramanlarımıza ve geleneklerimize yönelmektedir. Önde gelen devrimci figürlere ve devrimci, komünist, enternasyonalist düşüncelere karşı, devletle bağlantılı hesaplar ve kanallar tarafından sistematik olarak körüklenen azılı düşmanlık, pek çok gençte ters tepmekte, tam tersine, bunlara ilginin daha da fazla uyanmasına yol açmaktadır. Bu sınıf mücadelesinin zorunlu bir diyalektiğidir. Zira bir kere hükümet ve polis baskısıyla mücadeleye girişen, devleti bizzat sokakta, gözaltında, hapiste tanımaya başlayan gençlerin pek çoğu, el yordamıyla ve içgüdüsel olarak da olsa kurtuluşun topyekûn bir toplumsal devrimden başka bir yolla olamayacağını kavramaya yöneliyorlar.

Bütün göçmenleri “mitralyözle tarama” fantezilerini anlatarak ilgi toplamaya çalışan bazı küçük Hitler taslaklarının “Sizce iktidar ‘Deniz Mahir Ulaş kurtuluşa kadar savaş’ sloganından mı korkar, ‘bozkurtlar burada apocular nerede?’ sloganından mı?” gibi çok zekice sandıkları demagojik soruları, Deniz, Mahir, Ulaş, İbo ve diğer büyük devrimci öncülerimizin sadece isimlerini ananların ya da resimlerini taşıyanların dahi gözaltına alınması, tutuklanması, İbo’nun yazılarının (milyonuncu kez) yasaklanması ve “ülkücü”lerle faşist slogan yarışına girenlerden ise iktidarın zerre kadar korkmaması, hatta bunlara ortaklık teklif etmesi gibi olgularla bizzat hayatın gerçekliği tarafından yanıtlanıyor.

Bu yüzden, en ufak olumsuzluk karşısında bunalıma girmeye, devrimden umudunu kesmeye, “bu milletten bir cacık olmaz abi” söylemlerine kaymaya eğilimli kendini beğenmiş küçük-burjuva nihilistlerin aksine, gençliğin bir bölümünü aşırı gerici fikirlere kapılması sınıf ve tarih bilinçli insanları asla yılgınlığa sürükleyemez. Zira haklı bir tepkinin ürünü olan hiçbir kitle hareketinde eksik olmayan bu kitlesel bilinç uyanışları bu eylemlerde de gittikçe artan şekilde görülmektedir.

Kızıl Okuyucu
31 Mart 2025
Kaynak

0 Yorum: