30 Aralık 2024

,

Değişmeyen Gündem: Sömürü

Genel Grev

Asgari ücretin 22 bin lira olduğu açıklanınca sosyal medyada genel grev paylaşımı/talebi üst sıralara tırmanarak gündeme yerleşti. Bu sesi duyan CHP, miting düzenledi. Ortada bir sendika ve sendikacılık olmayınca boşluğu CHP dolduruyor, sendikalar da yetkilerini ona devretmek için varlar. Bunu en açık yapan ise DİSK.

Konfederasyonun kendisini sendikacılıktan DİSKalifiye etmesinin bedelini emekçiler ödüyor. Oy yönelsemesi üzerinden sendikaların aforoz ettiği ve sendikacılık yapmamanın gerekçesine dönüştürülen emekçilerden biri şunu diyor: “O zincir marketler var ya işte onlar boykot edilmeli, önünde protesto gerçekleştirilmeli, Samsun’da yol üzerinden patatesin çuvalının 8 lira olduğu dönemde İstanbul’a geldik markette kilosu bundan fazlaydı. Ancak yan yana gelirsek marketleri durdurabiliriz.” (Kamu emekçisi, 52 yaşında)

Kahve zinciri markalardan birinde yıllardır çalışan meslek lisesi mezunu genç şunu diyor: “Yedi yıldır farklı şubelerde çalıştım, üç yıldır asgari ücretin biraz üzerinde maaş alıyorum. Sınava girip iki yıllık sağlık bölümü okuyunca yurt dışına gitmeye çalışacağım, akrabalarım var Avrupa ülkelerinde, sağlık bölümü diploması işime yarayabilir.” (İşçi, 25 yaşında)

Liseyi İstanbul’da bitirip mühendislik son sınıf okuyan ve garsonluk yapan Suriyeli bir öğrenci ise şöyle diyor: “Bu yıl okul bitsin, Avrupa ülkelerine diplomam aracılığıyla geçmeye çalışacağım.” (Mülteci işçi, öğrenci, 22 yaşında)

Bu sözlerin emperyalizm düzleminde buluştuğunu ülkemiz solu ve onun sendikaları anlayamaz, sınıfsal çözümlemesini yapamaz. İlki zincir market üzerinden burjuvaziye karşı ne yapılması gerektiğini ifade ediyor, verdiği oydan dolayı o “geri, yobaz” diye nitelenen emekçi çözümü kendi öz gücünde arıyor fakat Evrensel gibi işçi gazetesi olduğunu iddia edenler, “sorun zincir marketlerde değil, enflasyonun nedeni onlar değil” minvalinde başlık atarak burjuvaziyi koruyor. Kendi partilisi bar ortağı olup sendika genel merkezinde görev alıyor. Halk gerçeğine yabancılaşmaları olağan bir durum, aksi yönde hareket edemezler çünkü onlar, emperyalistlerin bölgeden çıkmaması için imza kampanyası düzenleyen, şirketlere daha fazla kâr için proje geliştiren yazarlara köşe veren gazete.

İki gencin birinin Türk diğerinin Suriyeli, birinin lise mezunu diğerinin üniversite öğrencisi olması bir farklılığa yol açmıyor. Aradaki değişkenleri emperyalizm sıfırlayarak ikisini de yurtsuzlaştırıyor. Genç işçinin ve öğrencinin sınıf bilincini politize edecek bir sol bulunmuyor.

İntihar

Marmaray’ın bir durağında intihar vakası gerçekleşti. Kayıtlara göre bu istikametteki altıncı intihar. Siyanürle intihar yayılınca siyanür satışına yasal düzenleme getirilmişti fakat metro durdurulamaz, metro ve toplu ulaşım halk için değil sömürü için bir hizmettir.

İntihardan dolayı kapitalist hız durunca işe geç kalan insanların tepkisi sosyal medyada eleştirilerek bu insanların “vicdanı” tartışmaya açıldı. Sömürü tam olarak bu şekilde işler; yürüyen merdivenler ve bantlar, asansörler, alt ve üst geçitler işe geç kalınmaması içindir. İşe geç kalmamak hayatın merkezine kapitalizm tarafından yerleştirilir. İşçi emekçi, hem kendi vicdanına ve duygularına hem de toplumsal acıya yabancılaştırılır. İnsan, birbirinin kurduna dönüştürülür. Seküler kesimin bunu anlaması beklenemez. İntihar artıyorsa orada toplumsal sınıfsal nedenler aranmalıdır.

Alevi

Asgari ücret, emekli ve kamu emekçileri zamlarının tartışıldığı, 11 işçinin iş katliamında can verdiği, intihar vakasının konuşulduğu günlerde sosyal medyada “siyasal Alevilik” diye bir adlandırma üzerinden Esat rejimi bahane edilerek Alevileri hedef alan paylaşımlar yapıldı. Zulme karşı çıkmak siyasal Alevilik oluyorsa demek ki Ehl-i Beyt Kerbela çölünde, İran İsrail’e füzeler yağdırırken, Lübnan Hizbullah'ı ve Yemen Ensarullah’ı Filistin’e askeri destek verirken siyasal Alevilik yapmıştır.

O “diktatör” Esat’ın ülkeye terk ettiği ana kadar İsrail, Suriye sınırından geçemezken şu an Suriye’yi karadan da işgal edip tatlı su kaynaklarını denetimine almıştır. Nusayri halka çevrilen kılıç İsrail’e dönmemiştir, o yüzden ne HTŞ ne de Cevlani Ehli Beyt'tir. Asıl Siyonist Yezid'e karşı savaşan Hüseyin'dir.

Emperyalizm de burada işler. Önce HTŞ “terörist” ilan edilir, sonra Esat. Esma Esat İngiliz vatandaşıdır fakat onun İngiltere’ye girişi yasaklanmıştır. Şu an Cevlani, emperyalistler için demokrasi havarisidir.

Ülkemiz özelinde siyasal Alevilik adı altında yapılan paylaşımlar hakkında değinilmesi gereken bir nokta daha vardır: Her çözüm sürecinde geliştirilen ittifakta İdris-i Bitlisi-Yavuz ittifakı güncellenir ve oklar Alevilere döner çünkü bilinmelidir ki asıl ok İran’adır. Sünni Müslüman’ın emperyalizmle çelişkisi uzlaştırılırken Aleviler de hizaya getirilmeye çalışılır çünkü Alevi’nin sola ve antiemperyalizme eğilimi bertaraf edilmelidir(!) O yüzden sorun ne Alevilik ne de Sünniliktir, sorun emperyalizm için düzleştirilmeye çalışılan yoldur.

Taviz tavizi doğururken politika da doğa da boşluk tanımıyor. İki yıldır okul ve mahalle duvarlarına faşist yazılamalar yapılmasına karşı solu ve sendikaları bu konuda adım atmaya çağırırken bugün Alevilerle ilgili bu faşist paylaşımlar yapılıyorsa bunun sorumlusu yetkiyi CHP’ye devreden soldur. Maraş’ın ve 19 Aralık’ın yıldönümünde bu paylaşımların yapılması, yeni bir faşizm anlayışının inşasının ve İran’a yönelik olası bir hamlenin hazırlandığını gösterir.

Maraş Katliamı’nın yıldönümünde HDP, MHP liderinin adının önüne “Sayın” ibaresini yerleştiriyor. Bu hitap, ezilenlerin tarihini paranteze alan pragmatizmin bir yansımasıdır. Linç, katliam, hedef gösterme hepsi de artık o “Sayın” ile birer vesairedir.

Çözüm

Sosyal medya paylaşımları ve gündemi sorunlarımıza çözüm olmayacaktır fakat güncel durumun kavranmasına yardımcı olabilir. Yaşadığımız tüm sorunların nedeni emperyalist kapitalizmin sömürüsüdür. Emeğimiz temelinde ortaklaşıp mücadele etmedikçe geriye kalan tüm kimliksel/aidiyet farklılıklarımız bölünüp daha fazla sömürülmemize yol açar. Bizi kurtaracak olan gerçek çözüm, sömürüye karşı mücadele etmektir. Çelişkilerin bu denli yoğunlaştığı düzende emperyalizmin kimlik politikaları ve solun yaşam biçimciliği kurtuluşumuza çare olmayacaktır.

S. Adalı
30 Aralık 2024

29 Aralık 2024

,

“Ilımlı” Kelle Avcıları


Suriye trajedisi İsrail için bir ödül, Direniş Ekseni için ise stratejik bir yenilgidir. Aynı zamanda Rusya için de stratejik bir yenilgidir, Ukrayna’da olası bir barış çözümüyle telafi edilebilecek olsa bile.

Kana susamış cihatçı komutan ve “emir” Ahmed Şera, daha çok bilinen adıyla Ebu Muhammed Cevlani, Suriye’nin yeni devlet başkanı olmaya hazırlanıyor. Suriye’de Esad ailesinin ve Baas Partisi’nin dönemi sona erdi ve Batı, cihatçıların Şam’a girmesini büyük bir coşku ve tezahüratla kutluyor.

Mayıs’ta Acımasız Emir, Aralık’ta Pragmatik ve Ilımlı İsyancı

Cevlani, El Kaide’nin resmi Suriye kolu olarak kurduğu kötü şöhretli Nusret Cephesi’nin isim değiştirmiş hâli olan Heyet Tahrirü’ş Şam’ın (HTŞ) lideridir. Bu olay, 2011 yılında, Iraklı El Kaide lideri Bağdadi’nin doğrudan emriyle, sözde Arap Baharı Şam’a ulaştığında, Bağdadi’nin Irak Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) ilan etmesinden iki yıl önce gerçekleşti. Cevlani, o kadar kana bulandı ki 2017’de ABD onun nerede olduğuna dair bilgi için 10 milyon dolar ödül koydu.

Aranan Kafa Kesiciden Ilımlı Kurtarıcıya Dönüşüm

Artık bunun bir önemi yok. Neredeyse tüm Batı medyası ve devlet başkanlarının gözünde Cevlani, birdenbire bir kahramana ve kurtarıcıya dönüştü. Seçilmiş Başkan Donald Trump, bu konuda istisnai bir isim. X’te (eski adıyla Twitter’da) “Unutmayın, tüm bu insanlar binalarımıza uçak göndermek istiyor” yorumunu yaptı.

Kötüden Çok Daha Kötüye

Medya anlatı, şu anda Moskova’ya sığınmış bulunan Beşar Esad’ın Suriye’yi ekonomik olarak yerle bir eden bir canavar olduğunu söyleyip duruyor. Ama aynı medya, halkı açlığa mahkûm eden Batı yaptırımlarından ve kuzeydoğudaki ABD işgalcilerinin ülkenin petrol kaynaklarını ele geçirip çaldıklarından hiç söz edilmiyor.

Batı’nın ve İsrail’in yeni hamisi, Nusret Cephesi’nin eski lideri HTŞ komutanı Cevlani ile kıyaslandığında Esad ailesi pazar okulu öğretmenleri gibi görünüyor. [HTŞ çatısı altında bir araya gelen -ç.n.] 37 farklı silahlı grup, siyasi muhaliflerin, Hristiyanların, Alevilerin ve diğer dini azınlıkların ve birbirlerinin kafalarını kesmeye başladığında, milyonlarca Suriyelinin eski yozlaşmış rejimi bile özleyebilecekleri düşünülemeyecek bir şey değildir.

Baba-oğul Hafız ve Beşar Esad, onlarca yıl boyunca baskıcı bir rejimi yönettiler. Ayrıca, Suriye laikti (Esad ailesi Alevi dini azınlığa mensuptu) ve Baas Partisi’nin Suriye’si, nesiller boyunca bir dizi Filistinli direniş örgütü için nispeten güvenli bir sığınak olarak hizmet etti. Rejimin baskısı genel olarak örgütlü muhalefeti kapsamakla birlikte, öncelikli olarak İslamcı ve mezhepçi hareketlere yönelmişti.

Esad Tuzağa Düştü

13 yıldır İsrail ve Katar tarafından finanse edilen terörist gruplara karşı verilen savunma mücadelesi, Esad’ın iki cepheli bir savaş başlatmasını etkili bir şekilde engelledi. Suriye, Siyonist devlete topyekûn savaşa girmek için bir bahane vermekten korktuğu için, İsrail’in Suriye topraklarına yönelik düzenli füze ve hava saldırılarına yıllarca karşılık vermeden katlandı. Eğer Suriye, düşmana askeri olarak karşı koyacak cesarete ve kapasiteye sahip olsaydı, Suriye, Filistin ve Lübnan’daki durum farklı olabilirdi. Şu andakinden daha kötü veya daha iyi olabilirdi. Hangisi olurdu, asla bilemeyeceğiz.

Suriye, Türkiye, İran ve Rusya arasındaki Astana görüşmelerinin ardındaki fikir, Türkiye’nin İdlib’deki HTŞ çetelerini kontrol altında tutacağı, böylece Esad’ın güvenliğini sağlayacağı şeklindeydi. Suudi Arabistan ve diğer Arap devletleri, Suriye’yi 2023’te yeniden birliğe dâhil ettiklerinde, Esad’ın bir tuzağa düşürüldüğüne işaret eden birçok gösterge var. Şam rejimi, bu diplomatik yumuşamanın Körfez ülkelerinin İslamcı uzantılarının Suriye’de iktidarı devirmeye yönelik yeni girişimlerine karşı bir sigorta poliçesi olduğuna inanıyordu. Bu nedenle, İran ve Rusya’nın askeri desteğini sonuna kadar reddettiği söyleniyor. Ve bir noktadan sonra geri dönmek için iş işten geçmişti.

Rus Yenilgisi

29 Kasım gibi geç bir tarihte Ruslar Esad’ı, belki de Tartus’taki deniz üssü ve Hmeymim’deki hava üssünü güvence altına almanın bir parçası olarak, sözümona daha “meşru” isyancı gruplarla müzakere etmeye ikna etmeye çalıştı ancak Esad bunu reddetti. Rusya’nın Lazkiye vilayetindeki üslerin akıbeti konusunda yeni rejimle anlaşmaya vardığı ve diplomatik söylemini değiştirdiği bildiriliyor.

Üsler, 1971’den bu yana Rusya’nın ve eski Sovyetler Birliği’nin bölgedeki tek doğrudan askeri dayanağı konumundaydı. Bunları kaybetmek, Rusya için önemli bir yenilgi olacaktır. Ancak Rusya için BRICS ittifakının geleceği gibi daha da önemli şeyler söz konusu. Rusya’nın ortak devlet olarak gördüğü Türkiye, BRICS devletleri olan Rusya, Çin ve İran ile doğrudan bir çarpışmaya girme yolunda ilerliyor. ABD ve NATO’nun diğer uzantıları olan Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri de BRICS üyesi.

Suudi Arabistan çuvallamazsa, eski Türk-Amerikan rüyası olan Katar’dan Türkiye'ye Suriye toprakları üzerinden bir petrol ve doğal gaz boru hattının önü açılmış olacak. Bu hat, hem İran hem de Rusya’dan gelen petrolün yerini alabilir. Esad, bu planlara ayak diremişti. Katar da Suriye’deki vekil milislerine daha fazla para ve silah aktararak karşılık verdi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Katar Emiri Sani’nin, Müslüman Kardeşler aracılığıyla kurulan ilişkiler de dâhil olmak üzere, çeşitli düzeylerde müttefik oldukları unutulmamalıdır.

Ukrayna İçin Pazarlık

Bazı kaynaklar, Vladimir Putin ile Vaşington’daki yeni Trump yönetimi arasında gizli bir anlaşma yapıldığına inanıyor. Özetle şu söyleniyor: Trump, Ukrayna’nın Rusya’nın taleplerini büyük ölçüde karşılayan bir barış anlaşmasına girmesini sağlaması karşılığında, Rusya’nın ABD’nin Ortadoğu’da istediğini yapmasına izin verecek (İran, muhtemelen önemli bir istisna olmak kaydıyla).

Söylentiler, Trump’ın sosyal medyada yaptığı ve müstakbel ABD başkanının Ukrayna’da ateşkes çağrısında bulunduğu ve gönülsüz Volodimir Zelenski’nin ağzından Ukrayna’nın zayıflamış bir Rusya ile barış anlaşması yapmak istediğini söylediği bazı açıklamalarla destekleniyor.

Batı ve Norveç’teki siyasetçiler ve “uzmanlar” sinyalleri aldılar, şimdi söylemlerini buna göre uyarlıyorlar. Dışişleri Bakanı Espen Barth Eide, son iki yıldır duymaya alıştığımız zorunlu savaş çığlıklarının aksine, “barış çözümü” ve “Ukrayna” gibi kelimeleri aynı paragraf içinde kullanmaya başladı. Oysa aynı Eide’nin “Rusya ve Ukrayna arasında bir uzlaşma istemiyoruz” demesinin üzerinden sadece iki ay geçti. Barış anlaşması [Rusya’ya verilmesi düşünülen -ç.n.] bir ödün.

Filistin İçinYenilgi

Suriye’de yaşananlar, Lübnan’daki Hizbullah ve özellikle de Filistin direnişi için ciddi bir yenilgiyi ifade ediyor. Suriye, İran’dan Lübnan’a silah sevkiyatı için çok önemli bir geçiş güzergâhı olmuştur.

İdlib’den başlayan yıldırım harekâtı Türkiye, İsrail ve ABD ile yakın işbirliği içinde gerçekleşti. İsrail’in aylardır Suriye hedeflerini her gün bombalaması ve Türkiye’nin baskısı, Suriye’de bir tür güç paylaşımına yönelik Türk-Siyonist planına tanıklık etmektedir. Her ne kadar Pentagon ve CIA, Suriyeli, Türkmen ve Kürt milislerden oluşan kendi savaşçı gruplarını beslese de, bu Türk-Siyonist planı ABD tarafından da desteklenmektedir. Türkiye ve ABD, terör örgütlerinin boşluğu doldurmasını önlemek için Suriye içinde “kendi” himaye ettikleri güçler lehine bombalama ve topçu saldırıları gerçekleştiriyor!

Kökleri El Kaide’ye dayanan “İslamcılar” hakkında komik olan şey, Siyonist İsrail devletiyle hiçbir anlaşmazlıklarının olmamasıdır. Aksine, onlar için İsrail; Şii ağırlıklı “Direniş Ekseni”ne, özellikle de İran, Hizbullah, Irak'taki Şii milisler ve Gazze’deki Sünni Hamas’a karşı mücadelede bir müttefik ve dosttur.

İsrail Doğuya Doğru Genişliyor

“Kurtarıcılar” Şam’ı alır almaz İsrail, her zamanki gibi bütün uluslararası hukuku ihlal ederek Golan Tepeleri’ndeki tampon bölgeyi işgal etti. Şam’ın “kurtarılmasından” bu yana İsrail, HTŞ, SMO ve ÖSO terör gruplarının en ufak bir tepkisiyle karşılaşmadan, Suriye’de yüzlerce hedefi vurdu. İsrail medyası, hava saldırılarını, ülkenin hava kuvvetlerinin tüm tarihi boyunca gerçekleştirdiği en büyük saldırılar olarak tanımlıyor. Bu da bir şey ifade ediyor. Donanma da füze saldırılarına katıldı ve Suriye’nin deniz kuvvetlerini imha etti. Saldırıların bahanesi, silah stoklarının “yanlış ellere” geçmesini önlemek.

İsrail’in “isyancılara” yaptığı silah ve teçhizat sevkiyatının izlerini silme çabası içinde olması da bir o kadar muhtemel. İsrail güçlerinin Suriye başkentinin birkaç kilometre batısına kadar ilerlediğine dair çeşitli haberler geliyor. Norveçli BM elçisi Geir O. Pedersen’in İsrail’e saldırıları durdurması için yaptığı çağrılar şu ana kadar karşılık bulmadı.

Büyük İsrail Suriyeliler Hilafına Kurulacak

İslamcıların Şam’ı ele geçirmesinden iki gün sonra İsrail’in uluslararası alanda yargılanmak üzere aranan kişi durumundaki Başbakanı Binyamin Netanyahu, 99 gün aradan sonra ilk basın toplantısını düzenledi.

Netanyahu, “Söz verdiğim gibi Ortadoğu’nun çehresini değiştiriyoruz. İsrail Devleti, onlarca yıldır görülmedik şekilde bölgemizdeki bir güç olarak konumunu sağlamlaştırıyor” dedi. “Kim bizimle işbirliği yaparsa büyük kazançlar elde eder. Kim bize saldırırsa büyük kayıplar yaşar” diyen Netanyahu, hem İsrail’in hem de Suriyelilerin yararına olacak farklı bir Suriye görmek istediğini sözlerine ekledi.

Bu mesajdan, Büyük İsrail’in Suriyeliler hilafına kurulacağı sonucunu rahatlıkla çıkarabiliriz. Ya Şam’ın önde gelenleri İsrail’in dediğini yapacak ya da İsrail, ABD ve NATO’dan, iktidara getirdikleri teröristlere karşı yeni bir “terörle savaş” bekleyeceğiz.

Revolusjon
Norveç Komünist Platform-Marksist Leninistler Yayın Organı
Kaynak
Çeviri: Enternasyonal Marksist-Leninist Arşiv

28 Aralık 2024

Fukaranın Kılıcı


Geçtiğimiz günlerde asgarî köleliği belirleme tiyatrosu sonucu açıklanan ücret, fakir aklın yoksunluğudur ve şaşıracak bir durum değildir aslında.

Sözde bir bilim adamı(!) da ortaya çıkıp/çıkarılıp utanmadan “Asgarî ücret ne kadar fazla olursa halk bir o kadar daha ister ve daha fazla harcar, bu yüzden fakir tip hayat en sağlıklı, en dengeli hayattır” diyerek fakir halkı aklı sıra hizaya getirmek istiyor. Dengeyi de bilmiyor, tam tersine ifadeler kullanıp da zengin çocuğu nasıl barınıyorsa, yiyorsa, giyiniyorsa, sağlık ve eğitimini vs. alıyorsa “dengeli” olabilmek için “aynı haklar fakir çocukların da hakkıdır” diyemiyor, o kendi bilimsel diliyle düşünüp, konuşuyor.

Aslında bu bilim adamı, arka planda halka şunu söylüyor: “Sizler vegan olun, vegan hayat daha sağlıklı bir hayattır.” Tam olarak bunu dile getirmek istiyor fakat bunu başka bir yolla yapıyor.

Veganlığı ve et yememeyi iyimserleştirerek, bir tür elitlik katarak fakir halkı ve çocuklarını manipüle ediyor, ama arka planda kendi elit grubuyla sofralarında etin en iyi bölümlerini mideye indiriyor, fakir halka et yememeyi tavsiye ederken, öğütlerken, kendileri ceplerini ve sofralarını boş bırakmıyor.

Kaldı ki fakir halk et buldu mu ki yemesin? Ancak fakir halk, sizin bu cümlelerinizi yemez, sen bunu veganlığın propagandasını ve reklâmını yapıp küreselciler tarafından fonlanan entelektüel elitlere yedirirsin. O küreselciler de en iyi hayvansal besinleri yiyorlar, çünkü onlar da biliyor ki özellikle nörolojik/psikolojik duruma etkisi en önemli kaynak B12 vitaminidir. B12’nin en fazla bulunduğu, en etkili besin ise hayvansal besinlerdir. Bu tür gıda ürünlerini tüketmek gerekliliktir (bilimsel çalışmalar da bunu destekliyor.)

Fakat onlar, akıl ve düşünme yetisini geriletmek için her türlü planı ortaya koyarlar bunu sadece veganlıkla değil, veganlık sadece bu oyunun bir ayağı, özellikle tıp/sağlık sektöründeki küreselcilerin “insanî duyarlılıkları(!)” “sağlıktaki ilerleme(!)”yi de göz önüne seriyor, öyle ki tıptaki, sağlık alanındaki bu gelişmeler birçok hayatı alıp götürecek.

Ivan İllic’in Sağlığın Gaspı eserinde yazar şu cümleleri kullanır. “Tıplaştırılmış ölüm beklentisi, zengini sınırsızca garanti edilmiş sigorta ödenekleriyle tavlar, yoksulu ise süslü bir sağlık tuzağına çeker.” (Bu noktada Sağlığın Gaspı adlı eseri okunulması gerekli bir kitap olarak tavsiye edelim.)

Evet, sağlık, küresel sermaye tarafından bu şekilde kontrol altında tutuluyor. O bilimsel liberaller de sadece liberal bir kafayla düşündükleri için dışarıyı görüp içeriyi göremiyor. Örneğin, birkaç zengin müteahhit için, rant için bölge halkının nefesi olan ormanlık alanları talan ederek bölge halkını nefessiz bırakabiliyor. Yine organize sanayi bölgelerindeki fabrikalardan çıkan gaz, duman ve kötü kokuların halk sağlığı için doğurduğu olumsuz sonuçlar hiç umurlarında değil, kaldı ki burada olumsuz ve kötü koşullar altında çalışan işçileri siz düşünün, bunlar sadece birkaç örnek ve niceleri, tabii bu durum devam edecek ki halk havasız kalıp, kötü koşullara alıştırılıp sonuç olarak hastane kapılarına düşsün, çünkü hastalanıp hastaneye gitsinler ki bu sömürü döngüsü devam etsin, çünkü sağlıkta bir sektör ayakta kalması lazım.

Sermayedarlar kendi aralarındaki ilişkiyi bu çıkar zemininde değerlendiriyor. Aydınlar onlar adına konuşuyor. Bu bilimsel, aydınlık liberallerin bu tür olumsuz ve kötü durumları gizleyip, söz etme gereksinimi bile duymazken halkın temel bir beslenme hakkına dil uzatmak tam anlamıyla ahlaksızlıktır, aklın fakirleşmesidir, çölleşmesidir.

Fakir halkın bu duruma örgütsel bir tepki gösterememesi de ayrıca sağlıklı beslenememenin, temel ihtiyacını karşılayamamanın bir göstergesidir. Çünkü fakir halkın aklı geçim derdi, ay sonunu getirememe, çocukları adına gelecek kaygısı, karın tokluğunu düşünme vs. gibi kendi özel durumların da olduğu için örgütlü, kolektif bir tepki de oluşmuyor, bu şartlarda oluşamıyor. Bu şekilde sermaye eliyle fakir halkın hayatı pasifize edilip suskunlaştırılıyor, bu sömürü sistemine karşı bir ses, bir direniş göstermek elzemdir. Bu sese, bu direnişe kolektif olalım, o kolektife katılalım.

Fakirlik Toplumsal Felakete Götürür

Fakirliğin toplum üzerindeki olumsuz ve kötü sonuçlarına değinmek gerekirse, fakir bir toplumda ahlaki olmayan durumlar da çok fazladır. Tabii ben burada “Bu ahlaki olmayan durumların tek sebebi fakirliktir” demiyorum, başka tetikleyici durumlar da olabilir, ekseriyetle en büyük sebebi, bazen de tek sebebi, maddi anlamdaki fakirlik, yoksulluk, adil olmayan yaşam koşullarıdır diyebiliriz.

Şu bir gerçek ki refah anlamında, maddi düzlemde kendisine yeterli olan bir toplum, sanatını da, felsefesini de, eğitimini de, kültürel çalışmalarını da çok iyi bir düzeye getirebilir. Dolayısıyla şunu görmek lazım: fakir halkın maddi yetersizlikleri, mevcut durumu, karşı sınıf için, sermaye için bir silahtır, kozdur.

Bu ahlaki olmayan duruma birkaç örnek vermek gerekirse;

Özellikle gençlerin daha rahat para kazanma biçimi olarak kumar oyunlarına meyilli olması ve bağımlı olması, işten eve gelen işçi babanın günde en az 10-16 saat (yol süresi ile birlikte) dışarıda zamanını gereğinden fazla harcaması sonucu eşine, çocuklarına, ailesine, yeteri zamanı verememesi ve bunun sonucunda ailevi sorunlar, huzursuzluklar, sıkıntılar ve hatta boşanma ve intihara kadar gidecek olaylar, dostlukların dahi çıkar zemininde değerlendirilmesi, uyuşturucu bağımlısı olmuş çocuğunu bu durumdan kurtarma pahasına tüm varlığını feda eden, akşama kadar oğlunun peşinde koşan fakir halkın anneleri, boşanmalar, bağımlılıklar, intiharlar, vs. bunun gibi birçok kötü örnek verilebilir. Ne yazık ki bu kötülüklerin altında yatan en büyük sebep, maddi yoksunluk durumu ve bu maddi yoksunluğa sebep olan aç gözlü sermayenin doyumsuzluğudur.

Bunun sonucunda oluşan toplumsal ahlaki yozlaşmanın ve kötülüğün arka planında, temelinde bu mülkiyet edinme mücadelesi yatar. Bu mücadelede adaletin, eşitliğin, paylaşımın, Hakkın yanında olup mücadele etmek en büyük sorumluluğumuzdur.

Direncimizi ve direnişimizi kolektif kötülüğe karşı kolektif mücadelenin safında olarak büyütebiliriz.

Ebuzer Gifari, “Gece yatağa aç girip de kılıcını çekmeyene şaşarım” buyurur.

O kılıç kuşanılmalı, aç kalmamak, fakirlikten kurtulmak adına, sermayeye ve sömürü düzenine savrulmalıdır.

Serhat Altın
27 Aralık 2024

25 Aralık 2024

,

İşçi Sınıfının Yolu


Nikâh Şahitleri

TKP’nin Balıkesir’in Bandırma ilçesinde düzenlediği etkinlikte konuşan Engin Solakoğlu, bu ülkeden ayrılmama nedenini yurtseverlikle ilişkilendiriyor. Koç Holding’in önemli isimlerinden birinin oğlu olan Solakoğlu’nun nikâh şahidi de CHP ve Koç Holding yöneticileri.

Kendisini sosyalist hareket diye tarif eden çevrelerin egemenlerle ve burjuvaziyle kıydığı nikâhın bedelini emekçi halk sınıfları ödüyor. Mürüvvet, semt evlerinde kendini var ediyor. Bugün o ilçenin bağlı olduğu kentteki bir fabrikada meydana gelen patlamada 11 işçinin yaşamını yitirdiği bilgisi ajanslara düşüyor. Bu olay karşısında Kemal Okuyan "farkında mısınız?" diyerek emekçilere parmak sallıyor. Çözüm, emekçileri kendi partisine ram etmek ama o partinin Fatih Yaşlı’sı, sosyalist hareketi CHP tabanına örmenin tezini yeniden üretiyor.

Onlar için halk yok, CHP tabanı var. Hiçbirinin derdi, emekçileri sınıfsız sömürüsüz bir düzene hazırlamak değil, emekçileri Koç’un sermayesine sömürtmek. Emekçileri o nikâh töreninin organizasyonuna çalışan yapanlar, bugün partisine komünist niteliğini iliştirip mızrakların ucuna Marksizmi asanlardır. O nikâhı kıyan hoca da İsmail Saymaz. SEP başkanı Güneş Gümüş, partisiyle ilgili haber yapan İsmail Saymaz’a “İsmail Hocam” diye hitap ediyor. İsmail Saymaz, sosyalist harekete hoca tayin ediliyor.

Tekrar TKP konusuna dönecek olursak, semt evlerinin ördüğü bir mahalle mücadelesi hattı yoktur. Konduların yıkımlarına, uyuşturucuya ve çeteleşmeye karşı mücadeleye o semt evleri kapalıdır. TKP’li psikolog-psikiyatristlerin uyuşturucu bağımlısı genci semt evlerinde terapi-tedavi ettiğine rastlamazsınız. Sözde antiemperyalistlerdir ama emperyalizmin uyuşturucuyla bedene ve zihne saldırdığı gerçeği onların politik mücadelesinin dışındadır.

O beden ve zihin vatandır, TKP bu gerçeği göremez. TKP, 2007 seçimlerinde “Sürüden ayrılma zamanı” diyen partidir. Eğitim Sen içinde partiye yakın öğretmenlerini Eğitim İş’e çekip Fatih Yaşlı’nın tezini hayata geçirendir. Ömrü hapis, sürgün ve bedellerle geçen Nazım Usta’nın adını verdiği kültür merkezinde alkol satar, o merkeze saldıran ülkücüleri püskürtemez. 

Eğitim Sen’den ayrılır fakat ayrıldığı sendikanın yönetim kadrosu, zaten başka bir sol partinin bar-meyhane ortağı kişilerden oluşur, özünde onları ve TKP’yi birleştiren nokta, işçileşmeye düşmanlıktan ve burjuvalaşma arzusundan ileri gelir.

Şimdi sorulması gereken sorulardan bazıları şunlardır: Bir müzik grubu bile baskı görürken TKP, EMEP, SOL Parti, DİP, Halkevleri, TÖP neden baskı görmez? Sokak röportajına katılan insanlar bile yargılanırken Kemal Okuyan ve diğer parti başkanları neden herhangi bir zorlukla karşılaşmaz? Bunun nedeni, emperyalizme uzlaşıda aranmalıdır.

O uzlaşıda Troçkist olunması da sorun teşkil etmez. İDP’ye yakın Nisan gazetesinin Suriye’de yaşanan gelişmeleri değerlendirmesi, emperyalizmin beslemesi çeteleri “halk” diye göstermesidir ki bu yaklaşım Ufuk Uras’ı bile geride bırakmıştır.

Gürcistan sorununda solun hiç beklenmedik çevreleri bile her türlü tepkide umut arıyor fakat gösterilerin asıl amacı, AB müzakerelerine devam edilmesini ve emperyalizmin fonlarının kesilmesine yol açacak politikaların engellenmesini sağlamak.

Bugün ideolojik alanda kendiliğindencilikle, küreselcilikle, postmodernizmle, üç dünyacılıkla ve anarşizmle mücadele etmemiz gerekiyor. Politik alanda ise kendini sol gösterip laisizm ve yaşam biçimcilik dışında hiçbir siyaseti olmayan sol çevrelerin emperyalizmin ideolojik aygıtı olduğu gerçeği emekçi sınıflara açıklanmalı ve bu gerçek her seferinde dile getirilmelidir.

Mehir

Egemenlerle ve burjuvaziyle kıyılan nikâhın bedelini halk ödüyor. Bugün asgari ücret 22 bin lira olarak açıklanıyorsa bunun nedeni sol ve sendikalardır. Zincir marketleri boykot edemeyen o semt evleri, sendikalar ve sol, serbest piyasanın güvencesidir. O çok geri diyerek tepeden baktıkları çevreler Filistin için İsrail ürünlerini boykot ettikçe fiyatlar yarıya indi. Buradan çıkarılması gereken ders, solun serbest piyasayı ve şirketleri boykot edememesidir.

Asgari ücrete yapılan zammı CHP'nin, solun ve sendikaların eleştirmesi bile politik etiği aşar çünkü İBB memur ve emekli maaşının zammının yüzde on beşi geçmeyeceği beklenen ortamda daha zam oranları açıklanmadan İspark, ücretlerine yüzde elli ile yüzde yüz on beş arası zam yaptı. Buna hiçbir sol çevrenin yayını ses çıkarmadı.

Sol, sermayenin ve egemenlerin çıkarına zeval gelmeyecek şekilde hareket ettiği sürece emekçiler asgari yaşam sürdüreceklerdir. Geriye kalan kendiliğindencilik politikasına teslim olmayacağız. En işçici olduğunu iddia eden EMEP bile kendiliğindencidir. Onun ve diğer sol çevrelerin yönetim ittifakı kurduğu Eğitim Sen ve KESK’te şubeden genel merkez düzeyine kadar birçok yöneticisinin söylemi, “Bize ‘ne yani, hepimiz işçi mi olacağız?’ diye soruyorlar, ‘yok yanlış anladınız, düzen değişirse hepimiz burjuva olacağız’ diyoruz iş yerleri ziyaretlerinde”, “Biz bir türlü STK olmayı başaramadık”, “Biz 1 Mayıs için yürüyüşten çekiliyoruz, alanda kalmak üyenin inisiyatifidir” cümleleri üzerine kuruludur.

Bugün o sendikaları emek özgürlük ittifakının vekil adayları yönetiyor. Ne CHP’nin ne de emek özgürlük ittifakının ve tüm bunların bileşenlerinin eşit ve adil bir düzen diye derdi var, onların derdi, asgari yaşamın emekçilere dayatılması için burjuvaziye kırmızı halı sermektir. O halıyı onların elinden çekmediğimiz sürece sömürüle sömürüle insanlığımızı yitireceğiz. Çözüm, emekçiler olarak doğru hatta bir araya gelip sömürüye karşı mücadele etmenin yollarını geliştirmekten geçiyor.

S. Adalı
25 Aralık 2024

24 Aralık 2024

,

Kapitalist Heyula ve Umutta Israr

 

Şiddet, burjuva toplumunun temelidir: ceza sisteminin sefaletinde, burjuva günlük yaşamının altındaki gettolarda, ‘iç güvenliğin’ militarizasyonunda, sömürü ilişkisinde...

[Peter Brückner]

 

Devlet şiddeti birçok kişiyi etkiler; öncelikle de yoksulları, sömürülenleri, dışlanmışları. Bu şiddet, protesto edenlere veya bu “normal” duruma karşı kendilerini savunan ve bu durumu doğal bir veri olarak kabul etmeyenlere yöneliktir. Bunlar -en güncel tezahürü- Filistin’deki soykırıma ve ona silah/lojistik destek sağlayan hükümetlere karşı gösteri yapanlar ve polis copları, yakalama, yargı tehditleri, sınır dışı etme şantajları, iş kaybı ve gizli servis gözetimi gibi otoriter-şiddet karışımına maruz kalanlar veya gösterileri tamamen yasaklananlardır.

Batı’nın küresel hegemonyasını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalması karşısında egemenler, militarizasyona ve Üçüncü Dünya Savaşı boyutlarına varacak savaşlar planlamaya yöneliyorlar gezegeni umursamadan.

Foucault ve kısmen Byung-Chul Han’ın öngörülerinin aksine, giderek sınırları zorlayan, akıllara durgunluk verecek derecede otoriterleşen bir “devlet çağı”na geldik. Bu, hiç şüphesiz kolektif travmalar yaratacak düzeyde bir toplumsal vakıa. Ancak bu, aynı zamanda kapitalizmin artan istikrarsızlığına da işaret ediyor. Kâr hırsıyla, üretilmesi giderek zorlaşan birikim olanaklarına ihtiyaç duyuyor “sistem”. Krizden krize yalpalıyor. Savaşların, toplumsal çalkantıların ve halkların üzerine fütursuzca boca edilen gerici düşüncelerin çağı.

Ve dönüp dolaşıp sorduğumuz kronik sorular: Ne yapılmalı?

Gelecekte, kolektif süreçlerdeki sömürü ve baskı koşullarını sorgulayan ve bunlarla mücadele eden sınıf mücadeleleri gelişecek mi?

Toplumsal dönüşümün nasıl başarılabileceği soruları; varoluşsal/toplumsal ve ekonomik erozyon, iktidarın artan askeri-kriminal basınçları ve gezegenin ekolojik olarak geri döndürülemez tahribatı çağında her zamankinden daha güncel.

Tarihin devrimci kavramları, kapitalizmi yenmek için yanıtlar sağlayamadı. Enzo Traverso ya da Zizek gibi “yenilgi diyalektiği” dolayımından havlu atmayı utangaç bir şekilde meşrulaştırmak/pasifizmi sineye çekmek yerine, yine de, değişen koşullar altında -temelde- aynı sorularla karşı karşıyayız.

Bu bakış açısından, krizle birlikte ortaya çıkan devlet ve toplum radikalizasyonuna ancak sisteme bir alternatif bulmanın yollarını arayarak karşı konulabilir. Toplumsal sorun, savaşa ve militarizasyona karşı direniş, kapitalizmin gezegeni ekolojik olarak yok etmesine karşı direniş ve dayanışma temelli enternasyonalizmin örgütlenmesi, bu yolu zorunlu olarak birlikte işaretler.

Yasadışılık, Dayanışma ve “Teröristler”

Güçlülerin tarih yazımında, kapitalist sisteme karşı direnişin bedeli kriminal yaftalarla ödetilir: suç, şiddet ve terör.

Yaratılan imgenin amacı, gerçekliğin yerini almak ve sistemin yapısal şiddetinin, insanlığın en büyük sorunu olduğu gerçeğini gizlemektir. Tedavüle sokulan bayat “terörist” imgesinin muradı, kapitalist şiddet ilişkilerine karşı direnişin tarihini siyasallaştırmak, bölmek, devlet şiddetinin ve kapitalist sistemin şiddet ilişkilerinin dünyadaki birçok insan için gerçekte "asıl terör" olduğu gerçeğini gizlemektir.

Protestodan direnişe geçen herkes, istisnasız “terörist” olarak stilize edilebilir. Sayısız isyan ve direniş hikâyesi bunu anlatır: Thomas Müntzer, ilk şehir gerillasının yaratıcısı ve 1920’lerin işçi hareketi ayaklanmalarının militanı Karl Plättner, Durruti, Che Guevara, Ulrike Meinhof, Patrice Lumumba, Mahir Çayan ve arkadaşları...

İster Paris Komünü olsun, ister siyah Jakobenler olsun, ister Avrupa sömürgeciliği tarafından köleleştirilen ve 1791’den itibaren bugünün Haiti’sinde sömürge karşıtı devrimde kurtuluş için savaşan insanlar olsun, ister birçok Avrupa ülkesinde Nazizme-faşizme karşı koyan partizanlar olsun, ister İspanya’da askeri diktatörlüğe barikat olan anarşistler olsun, ister Kara Panterlerin devrimci mücadelesi olsun, ister Ege’nin vicdanı 17 Kasım olsun, isterse Şah zulmüne ve darbecilere boyun eğmeyen İran’ın/Türkiye’nin onurlu devrimcileri... Hepsi de iktidarı gaspedenlerin propagandasında "terörist"ti.

Terörün bizimle hiçbir ilgisi yok ama yöneticilerle ve kapitalist sistemle çok ilgisi var!

“Terör” teriminin, tarihin özgürleştirici hareketlerinin devrimci öz savunması olan, yalnızca ve özellikle muktedirlere karşı yöneltilen devrimci karşı şiddetle hiçbir ilgisi yoktur. Terör, yönetimi yürürlüğe koymak veya güvence altına almak için ayrım gözetmeyen şiddeti tanımlar. Burjuva toplumunda “teröristler” terimi, gerçeklik içeriğini, diğer şeylerin yanı sıra, kendini suçlama ve yöneticileri tanımlama olarak deneyimleyecek ve o zaman manipülatif bir ifade yerine anlamlı bir terim olacaktır.

Bugün, “terörist” terimi, her şeyden önce bir yönetim, sömürü, baskı, Frontex rejimi, sınıf adaleti ve hapishane sistemi aracıdır; açlık, savaşlar, darbeler ve kapitalist merkezlerin yönetimi altındaki askeri diktatörlükler: milyonlarca ölü artık sayılamaz!

Terörün bizimle hiçbir ilgisi yok muhakkak, ancak onlarla ve onların sistemiyle kopmaz bir göbek bağı var!

Yusuf K.
24 Aralık 2024

22 Aralık 2024

, , ,

Refüj



Hasan Sivri’nin özellikle son bir ay içerisinde söyledikleri, ya yalan ya da yanlış. Hatta Esad, Sivri’nin istihbaratına kanıp her şeyin yolunda olduğuna inandığı, bu yüzden önlem almadığı, ihaneti görmediği, iktidarını tam da sebeple yitirdiği söyleniyor!

AKP borazanları da yalan söylüyorlar. Suriye’de olayların başladığı günlerde Esad’ın uyguladığı zulümden bahsederken, Erdoğan’ın o dönemde çıkıp “Esad kardeşimizi ‘Mübarek ve Kaddafi’nin başına gelenler senin de başına gelir’ diye uyardık. Kendisine, gerekirse eylemleri zor kullanarak bastırmasını tavsiye ettik” dediği üzerinde hiç durmuyorlar.

O borazanlar, Sünnilerin ikna edildiği yağma sürecinde o toprakların ateşe ve kana boğulmasında Türkiye’nin politik ve askeri bir araç olarak kullanıldığı gerçeğine hiç değinmiyorlar. O Sünniler, “biz ıslahçı yolumuzda yürüyorduk. Bize parti kurmamızı Hakan Fidan söyledi. Sonra başımıza gelmeyen kalmadı” diyen Mısır’ın İhvancılarını unutmuş görünüyorlar. O İhvan’a yönelik katliamın simgesi Rabia, devlete ait bir simgeye bizzat Erdoğan’ın eliyle dönüştürülüyor. Solun hâlen daha laiklik yaygarası koparması da devletin emri. Yapılanlar, bu yaygarayla gizleniyor.

Arap Baharı, Sünnilerin sürece topyekûn ikna ve ortak edilmesinden başka bir anlama sahip değil. Abdullah Gül’ün makul vatandaşı olarak 1 Mayıs’ta Taksim’e girenler, meydana uzanan yolun bir şeridinde, (hafıza yanıltmıyorsa eğer) “Arap Baharı emperyalizmin oyunudur” diyen MKP, diğer şeridinde “Arap Baharı halkların devrimidir” diyen TKP-ML pankartlarına şahit olmuştu. Belki de iki öneri de yolun ortasındaki refüj kadar Maoist değildi! Zira kimsenin uzun yürüyüşe sabrı yoktu.

Bir momentte Esad’ın uyguladığı zulüm görülmeliydi, ama emperyalizmin müdahalesi sonrası sürecin içeriği ve biçimi değişti. Gene de gözler, sahada Esad’a karşı yürüyen bir devrim varsa ona örgütlenebilen, kitleleri örgütleyebilen, onların öfkesini kuşanan bir iradeyi arıyordu. O günlerde ya gözler ya da iradenin kendisi kördü.

Esad, Hizbullah’ın dolayısıyla İran’ın devlette ve mekânda stratejik öneme sahip noktalara yerleşmesine izin vermedi. Aynı şeyi 27 Kasım sonrası da yaptı. Sonra Rusya’ya sığınmayı tercih etti. Bu süreçte kimse, ateşi ateşle durdurmayı düşünmedi. Karşı-devrimin karşısına devrimle çıkmadı. Eski düzenin devrim olduğu inancıyla hareket edildi.

Marx, “karşı-devrim de devrimdir” diyor. Emek-Adaletçiler, işte tam da bu karşı-devrimciliğe örgütlüler.[1] 2010 ve öncesinde kurucularının bastığı toprakları ateş ve kana boğuldu. Onlar, bu konuda hiçbir şey yapmadılar. Suriye, Filistin ve Lübnan’daki dirençle ve öfkeyle buluşma kanallarını aramadılar. Ancak karşı-devrim gerçekleşince ses çıkartabildiler. Solu liberal bir yerden silahsız bırakmak için uğraştılar. Müslüman cenahtan gelenlerin asli niyeti bu.

EAP’ın ve solcuların gözlerini kapadığı bir gerçek var: Esad, babasından miras ülkeyi neoliberalizmin rüzgârlarına açandı. İngiltere’den yanında getirdiği iktisatçı, finans-kapitalin elemanıydı. 2003’teki kıtlık sonrası mahvolan köylünün maruz kaldığı sömürü ve zulmün altında bu elemanın bağlı olduğu güçlerin imzası vardı. O köylüler proleterleştiler, misal Halep’e işçi olup akın ettiler. Bu akını ve sınıfı laik solcuların “İslamcı ve cihatçı” diye tu kaka ilân etmeyi sevdikleri güçler örgütledi. Kimse, “biz niye örgütlemedik?” diye sormadı. Bu açıdan, Aralık ayı başında Suriye Komünist Partisi’nin “devletin liberal politikalarına da karşı çıkıyoruz”[2] demesinin bir anlamı yok. O da TKP gibi devletin sarayının gölgesinde yaşamaya alışmış bir bitkiden başka bir şey değil. Neoliberalizmin yol açtığı öfkeyi örgütlemek için hiçbir şey yapmadı. Devletin serinliğine saklandı.

Dolayısıyla, aradaki çatlaklardan ilerleyecek, işçi-köylü iktidarı adına mevzi örecek bir iradeye ihtiyaç vardı. Bu yoksa Esad’da temsil olunan iradeye bakmak zorunluydu. Emek ve Adaletçilerin kimlikçi-liberal bir Sünnicilikle Suriye’deki yağmaya alkış tutmasının politik bir anlamı bulunmuyordu. Onlar, mikro siyaset ve birey merkezli ideolojileri üzerinden pratiklerini kendilerinden kuruyorlardı. Bu kurguda başkasına ancak hürmet edilebilir ya da acınabilirdi. Aynı kurgu, doğası gereği, emperyalizme kör ve sağırdı.

Emperyalizm, Libya’da Kaddafi’yi, Suriye’de Esad’ı El-Kaide ile mücadeleye zorla kattı. Sonra da El-Kaide’yi silahlandırıp bu isimlerin üzerine saldı. Bu oyun görülemedi. Sünni’deki öfke, idrak edilemedi. Halk sınıflarının tabi olduğu dinamik, anlaşılamadı. Devlet, Sünni’yi emperyalist yağmaya örgütleme işini Erdoğan’a verdi.

Denildiğine göre, HTŞ aslında geçen sene saldıracaktı ama Erdoğan’ın isteği üzerine saldırı ertelendi. Ağustos ayı içerisinde Esad’la görüşme niyetinin dile döküldüğü günlerde saldırı hazırlıkları başlatıldı. Demek ki Erdoğan’ın görüşme talebi, hazırlıkları gizleyen sis perdesiydi.

Suriye’deki gelişmeler, Irak işgali ile bağlantılı. 2003’te Irak’a güneyden girmek isteyen İngiltere’yle ABD arasında gerilim olduğu söyleniyordu. Hatta iddiaya göre, Türkiye’deki İngilizcilerin etkisiyle 1 Mart tezkeresine “hayır” denildi. Sonrasında ABD, İstanbul’da doğrudan İngiliz’le bağlantılı noktalara yapılan bombalı saldırılarla bu “hayır”a cevap verdi.

Suriye’de yaşananlarda CIA-Pentagon arası gerilim de etkili. Bu iki kuruluş, bir tür “iyi polis-kötü polis” oyunu çeviriyor. Kürtler ve HTŞ ile ilgili tartışmalar, bu gerilimle alakalı olmalı.

HTŞ, yeni ihtiyaçlara göre eldeki El-Kaide’nin dönüştürülmüş hâli. Amerikalı gazeteci Seymour Hersh (burada Tekin Yayınları’ndan çıkması gereken ama yayınevinin korkudan basamadığı) kitabında, Ladin’in 2006’da yakalandığını, 2011’de öldüğü ilan edilene kadar CIA’in El-Kaide hücrelerine Ladin imzalı mektuplar gönderdiğini söylüyor.[3]

Belki de Ladin, 2006’da yakalandıktan kısa bir süre sonra öldürüldü. 2011’e dek Suriye için tüm örgütsel yapı, içeriği ve biçimiyle birlikte dönüştürüldü. Bugün EAP’ın “blazerli devrimci”si Cevlani, yeni makyaj, yeni imaj. Muhtemelen yakında “bizim dışişleri politikamızın merkezinde LGBT duruyor” diyen Amerikan dışişleri bakanlığının emri uyarınca eşcinselliğine dair imalara veya bu alana dair mesajlarına tanık olacağız! O, serbest piyasa ekonomisi neyi emrediyorsa onu yapacak. Kalın’ın kıldığı namaz da aynı sermaye için. EAP, o sermayenin ilerleyişini “halkların özgürlük yürüyüşü” olarak makyajlamak zorunda.

Kalın’ın selefi Hakan Fidan’a İsrail’le ticaretin solcu raportörü Metin Cihan’ın methiyeler düzmesi tesadüf değil. Demek ki Cihan’ın bilgi kaynağı orası. Cihan da “Hakan Fidan’ın dışişleri bakanı olmasını isterim” diyen Sırrı Süreyya Önder’le aynı yere hizmet ediyor. Vaktiyle Fidan’ın PR’ı için çekilen dizide bugünkü Etimesgut belediye başkanının hem tiyatrocu hem de yapımcı olarak rol almış olması gayet normal!

Dildeki İsrail karşıtlığı yalan. Sahada HTŞ, İsrail’i kuran Hagana ve İrgun gibi hareket ediyor. Bu terör örgütleri zamanla devletin ordusu hâline geliyorlar. Örgüt içerisinde savaşan Uygurlar İsrail’in model ülke olduğunu söylüyorlar. Emperyalist-Siyonist proje, kendi kadrolarını imal ederek ilerliyor. Herkes, bir akla, sınıfa ve güncel ihtiyaçlara bağlanıyor.

Hakan Fidan, meclisteki oturumda Dem Parti sıralarına dönüp, “biraz rasyonel olun, biraz sınıf atlayın, kendinizi update edin. Üçüncü dünyacı demagojiden kurtulun” diyor. Oysa zaten o sıralarda oturanlar, tam da Fidan’ın dediğini yapıyorlar, o söz uyarınca hareket ediyorlar. O nedenle, dün sendikasını ve örgütünü devlete teslim eden, o devletin içteki elemanı olarak Veysi Sarısözen, “Öcalan’ı verin, Rojava’yı alın” buyuruyor. Kimin toprağını kime verdiğini kimse sormuyor.

Bugün dostlar alışverişte görsün çatışmalarına ve eylemlerine tanık olunuyor, perde gerisinde yapılan anlaşma işliyor, plan yürüyor, ezilenlere umut olarak sunulan, özgürlük diyarı Rojava, parsel parsel devlete teslim ediliyor. Her şey, Sünni zenginler, Kasiyun Dağı manzaralı lüks malikanelerinde alkolsüz şampanyalar patlatsın, Körfez ağalarıyla partilesin, Türk’ün laik zenginleri de paylarını alsın diye yapılıyor. Sosyalist hareketin önderi Özgür Özel, bu yüzden patronlara “madem Suriyeliler gidecek, siz de fabrikalarınızı Suriye’ye taşıyın” buyuruyor.[4] O işçiden ve köylüden tiksinenler, sosyalist hareketi o özgür ve o özel için ele geçiriyor. Herkes, koşa koşa CHP kervanına bağlanıyor.

Eren Balkır
18 Aralık 2024

Dipnotlar:
[1] “Suriye Halklarının Sevincini Kuşanalım, Halkların Düşmanlarına Karşı Ayağa Kalkalım!”, 9 Aralık 2024, EAP.

[2] Suriye Komünist Partisi, “Tüm Güçler Seferber Edilmeli, Düşmanlara Karşı Konulmalı”, 1 Aralık 2024, İştiraki.

[3] Seymour M. Hersh, The Killing of Osama bin Laden, Verso, 2016. Hersh, aynı zamanda Suriye’yi istikrarsızlaştırma çabalarının 2006’da başladığını söylüyor.

[4] “Özgür Özel Patronlara Suriyeli Sömürme Taktiği Verdi”, 17 Aralık 2024, Sol.

20 Aralık 2024

,

Oksijen


Bugün sınıfsız bir düzene geçmek için en önemli görevimiz, ideolojik-teorik mücadeleyi geliştirip, emekçi sınıfların zihinlerini sömürünün ideolojik aygıtlarına karşı berraklaştırarak, birlikte bilinçlenmektir.

Kendimizi dönüştürüp aşarken, ideolojik ikna yeteneğimizi güçlendirmemiz gerekiyor. Sınıflar mücadelesinin emekçiler açısından gerilediği dönemlerde bütünlüklü bir ideolojik hesaplaşmayı yürütmemiz şart.

Bu bağlamda, şu soruların yanıtını vermemiz, ülkemiz solunun durumunu da açık edecektir:

Bugün emperyalist kapitalizm çağında solun emperyalizme karşı duruşu nedir? Bu konuda yazdıkları yazılarla ortaya koydukları deneyimleri ve tavırları tutarlı mıdır?

Sol, ideolojik aygıtlar ve yabancılaşma bağlamında, emperyalizm düzleminde teorik bir çözümleme yapabiliyor mu?

Solun önüne koyduğu kısa, orta, uzun vadeli yol haritası var mıdır? Varsa nelerdir?

Sömürü tüm hızıyla ilerlerken, solun ve yer aldıkları sendikaların emekçilere yönelik kurtuluş reçetesi nedir?

Sol, ülkemiz özelinde muhafazakâr kesimle hangi bağı kurmaktadır?

Solun mahalle, okul, iş yeri temelli bir mücadelesi var mıdır?

Solun uyuşturucu, kumar, bahis, fuhuş gibi yozlaştırma politikaları karşısındaki teorisi, tutumu ve karşı kampanyası var mıdır?

Solun kırmızı çizgi düzeyinde ilkeleri var mıdır? Varsa nelerdir?

Sol, kaç kentte emekçilerle ne düzeyde bağ kurabilmiştir?

Solun barınma, zincir market, sağlık, eğitim, tarım alanlarında bir programı ve mücadelesi var mıdır?

Solun kültürel alanda emekçilere araladığı kapı var mıdır?

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile Wilson Prensipleri arasındaki ayrımı sol, emekçi sınıflara hangi argüman ve araçlarla açıklıyor? –

En geri sendikada bile kalınacağının şartı olarak sol neler söylüyor?

Solun anarşizm konusundaki yaklaşımı nedir?

Emperyalist kapitalizm çağında yaşıyoruz. Küreselleşme adı altında emperyalist sömürü; medyasından kültürüne, yaşam biçimine, duygulara, aile yapısına, insani ilişkilere kadar her alanda ideolojik aygıtlarla zihinleri işgal ediyor. İnsanı insandan, kendinden, halkından, yurdundan, kültüründen, değerlerinden özgürlük ve birey olma adı uzaklaştırıyor. Emeğin ve disiplinin değeri hiçe sayılıp kolaycılık aşılanıyor. Bu yapılırken, bencil bir kişilik yapısı inşa ediliyor. Teslimiyet zihinde başlayınca yozlaştırılan ve yabancılaştırılan bireyler toplamına dönüştürülen toplum sömürüye açık ve rıza gösteren bir karaktere büründürülüyor. Solun bu yabancılaşma ve yozlaştırmanın sınıfsal çözümlemesini yapacak bir teorisi bulunmuyor.

Solun önemli bir bölümü, sistemin ideolojik aygıtı olarak emekçilerin içinde emekçilere karşı faaliyet yürütüyor. İşçilerin-emekçilerin sendikası olması gereken yapılar, bugün emperyalizm lehine görev ifa ediyorlar.

Bugün sol diye göklere çıkarılan sendikaların hiçbirinin iş yerlerinin panolarına asmak için Filistin, Suriye, Donbass halklarına destek afişi mevcut değil. Oradaki emekçiyle, kadınla, çocukla sınıfsal dayanışma ve destek geliştirilmiyor.

En geri sendikada kalınması gerektiğiyle kalmanın gereklileri arasındaki farkı hiçbir sol çevre, bugüne kadar açıktan ifade edebilmiş değil.

● Sol, vekalet savaşlarıyla sahaya sürülen uluslararası çetelerin Irak’ı, Afrika’yı, Suriye’yi emperyalizmin işgal ettiğine dair bir çıkışa ve mücadele programına sahip değil. Diktatör karşıtlığı gerekçeye dönüştürülüp özgürlük aşkı bağımlılık ilişkisine dönüşüyor. Sol, o çetelerin yolunu açan, onlara İHA ve eğitim verenin emperyalizm olduğunu söyleyemiyor.

Çetelere Wilson Prensipleri gereği bakıp onları özgürlük timsali kabul ediyor. Bu bağlamda, ulusların kendi kaderini tayin hakkını anti-emperyalizm temelinde değerlendirmiyor. Emperyalizmin desteğiyle özerkleşmeyi ulusların kendi kaderini tayin hakkı diye kabul edip bağımlılık ilişkisinin üstü örtülüyor.

Sol, bahis oyunlarına ve uyuşturucu kullanımına sömürü ekseninde değil, bireysel tercih düzleminde yaklaşıyor. İşçinin emekçinin uyuşturulmasına karşı mücadele yürütülmüyor. Fuhşun adı “seks işçiliği” diye değiştirilip emekçi kültürüne ve insan onuruna bir darbe de sömürü adına soldan indiriliyor. Karşı çıkanlar “Eril” diye yaftalanıyor. Kadının özgürleşeceği tek yerin sınıfsız-sömürüsüz düzen mücadelesi olduğu gerçeği zihinlerden siliniyor.

Bugün barınma, eğitim, sağlık, beslenme, tarım konularında solun ne bir programı ne mücadele hattı ne de kampanyası var. Solun önünde seçimlere göre denge ve sendikalarda sekreterlik almak dışında koyduğu bir planı yok.  Kentsel dönüşüm adı altında müteahhitlere, avukatlara ve bankalara çalışan bir sol var.

Bugün mahalle düzeyinde solun yürüttüğü bir mücadele yok. Hiçbir mahallede kumara, fuhşa, uyuşturucuya karşı yürütülen mücadeleye rastlanmıyor. Hiçbir mahallede forum düzenlenmediği gibi, mahallelere sızan zincir marketler önünde protesto ve boykot örülmesi söz konusu değil, demek ki sol bireyler toplamı çevreler, daha komşusunu ikna edememiş.

Uzun bir yazının konusu olan tartışmanın genel hatlarını şu tespitler oluşturuyor: bugün sol, emperyalist kapitalizmin ideolojik aygıtıdır. Emekçiler için mücadele hattı teşkil edememektedir. Özeleştiri kültüründen uzaklaşmıştır. Ezilen kimlikleri emek gerçeği etrafında birleştirememektedir.

Bu yüzden önce ideolojik-teorik alanı güçlendirmek, sesimizi sınıfımıza duyurmak ve yan yana gelip yozlaşmayı, yabancılaşmayı, umutsuzluğu aşmak için İştiraki’ye çağırıyoruz. Bu çağrı; yazıları tartışmak, yaymak ve kendi çevremizde sohbet konusuna çevirmek, sorular yöneltmek, aynı kentte yaşıyorsak birbirimize ulaşıp mücadeleyi geliştirmek içindir. İki el, her zaman tek elden üstündür. Ellerimiz bir yerde buluşup bütün derelerimiz aynı yerde toplanmadıkça kurtuluşumuz mümkün olmayacak.

İştirakî
20 Aralık 2024

18 Aralık 2024

, , , ,

Direniş Ekseni Polemiği


Ben, Esad rejiminin Filistinlilerin bir müttefiki olduğunu düşünmüyorum.

Suriye ordusu, 1976’da FKÖ’ye müdahale etmek için Lübnan’a girdiğinde Beyrut’taydım. Ordu, Tele’z Zahter halkının ele geçirilip katledilmesinde Lübnan güçlerine yardım etti. Suriye rejimi, birçok Filistinliyi kaçırıp katletti.

Filistinlilerin dostu mu? Affedersiniz ama böyle dostunuz varsa düşmana ihtiyacınız yoktur.

Buradan şunu söyleyebilirim. Bazıları, rejimin çöküşünün “Direniş Ekseni” denilen yapının da çökmesine sebep olduğunu söylüyor. Evet bir eksen vardı, onu da İran icat etti. Burada da amaçları, İran rejimini koruyacak caydırıcı bir unsur imal etmekti. İran’ın ulusal çıkarlarını korumak istiyorlardı. Bu yüzden Suriye ile ittifak kurdular. Hizbullah’a, Hamas’a ve Ensarullah’a bu sebeple destek sundular.

Bu aktörlerin her biri kendince belirli bir bağımsızlığa sahipti. İran’a bağlı, onun tarafından kontrol edilen vekil güçler değillerdi. Ama İran onları destekledi ve bu destek muazzam bir maliyete yol açtı. İranlılar, 30 milyar dolarlarını Suriye’ye verdiler. Ama İranlılar, bu parayı hiç görmediler. O parayı rejimin ve İran’ın çıkarları için verdiler. Amerika’nın ve bölgedeki ülkelerin düşmanlıklarına karşı İran’ı koruyacak caydırıcı unsurlar oluşturdular.

İşte benim kanaatime göre, bu desteğin Filistin’in ulusal çıkarıyla bir alakası yok. Bu destekten bazı Filistinli örgütler istifade etmiş olabilir. Sonuçta bu direniş ekseni denilen şeyin amacı, Filistin’i özgürleştirmek veya Lübnanlılara İsrail’in Şeyh Dağı boyunca uzanan Lübnan sınırındaki, Güney Lübnan’a ait toprakları kurtarmaları konusunda yardım sunmak değildi. Onun amacı İran’ı korumaktı.

Şimdi bu eksen ortadan kayboldu ve İran, artık saldırılara daha fazla açık ve savunmasız hâle geldi. Bu iyi ya da kötü bir gelişme olabilir, ama neticede bu durumun Filistinlilerle bir alakası yok.

Dürüstçe ifade etmem gerekirse, ben direniş ekseni diye bir şeyin hiçbir zaman olmadığına inandım. Ortada sadece İran’ı koruma ekseni vardı ve bu eksen de koruma amacına, İsrail kendisinin daha güçlü olduğunu gösterene dek hizmet etti.

Raşid Halidi
14 Aralık 2024
Kaynak

Raşid Halidi’ye Cevap

 

Raşid Halidi’ye borçlu olduğumu her daim söylerim. Kendisi Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde öğrenciyken danışmanımdı, sonrasında aynı yüksek lisans tezimi hazırlarken gene danışmanlığımı yaptı. Eğitim hayatım boyunca bana yön ve akıl verdi, ABD’de doktora tezimi hazırlarken bana yardımları oldu.

Suriye rejimi ve Filistinliler konusunda şunları söyleyebilirim:

Her daim dile getirdiğim gibi, ben 1976’da Lübnan’a Falanistler ve faşist müttefikleriyle (İsrailli milislerle) gerçekleştirdiği askeri müdahaleden dolayı Suriye rejimini hiçbir zaman affetmedim. Bu unsurları yenilgiden kurtaran Suriye rejimi oldu. Evet doğrudur, Suriye’nin müdahalesi, ABD ve İsrail ile birlikte gerçekleşti.

Ama şunu da söylemem lazım: Madem bu durum benim gibi Raşid’i de kızdırmış, tıpkı Suriye rejimi gibi Tele’z Zahter’deki Filistinlilere ihanet etmiş olan Yasir Arafat’a da kızmalı. Madem Raşid, tıpkı benim gibi o dönemde Suriye rejiminin Falanjistlerle kurduğu ittifaktan rahatsız olmuş, o vakit savaşın muhtelif aşamalarında Lübnan Güçleri’yle ittifak kurmuş olan, savaş süresince, hatta Filistinliler katledilirken dahi bu güçlerle arasındaki gizli kanalları her daim muhafaza eden FKÖ’ye dair rahatsızlığını da dile getirmeli. Bu noktada Ebu İyad’ın Sabra-Şatilla katliamları sonrası kaleme aldığı (Cemayel’in hatıratında yer verdiği) içler acısı mektubu okumak gerekiyor.

Ayrıca madem Raşid de benim gibi Suriye rejiminin Lübnan Güçleri ile kurduğu bağlardan rahatsız, FKÖ ve Arafat’ın iç savaşın ilerleyen aşamalarında Lübnan Güçleri’ne sunduğu desteğe ve temin ettiği silahlara dair rahatsızlığını da dile getirmeli. Lübnan Güçleri’nin İsrail’deki resmi temsilcisi olan Pierre Rizk, sonrasında Arafat’ın maliye ve siyaset konusunda fikir aldığı özel danışmanı hâline geldi.

Şimdi şu “kâğıttan kaplan” meselesine gelelim. Raşid, son savaşta Lübnan direnişinin “kâğıttan kaplan” olduğunu söylüyor. Bu lafı ederken, neyi ve kimi ölçüt alıyor? FKÖ’yü mü? Onun yardım almayan, kudretli bir yapı olduğunu mu düşünüyor?

1978 ve 1982’deki işgallerde FKÖ, İsrail’e karşı koydu. Evet bugün Lübnan direnişi İran’dan destek alıyor. Aynı şekilde FKÖ ve Lübnan Ulusal Hareketi de SSCB, Doğu Almanya, Bulgaristan, Küba, Çin, Macaristan, Cezayir, Yemen, Libya, (Sedat öncesi) Mısır’dan para ve silah aldı. Suriye, farklı örgütlere sürecin farklı aşamalarında yardım sundu. Bu listeye Irak da eklenmeli. Ayrıca, Yasir Arafat’ın şanlı devrimci liderliğine yön veren Körfez ülkelerinden de yardım geldi. Buna karşın, FKÖ önemli bir başarı gösteremedi. O dönemde İsrail’in Beyrut’a ulaşması birkaç saatini alıyordu. 2006’da ve liderlerinin öldürüldüğü, ağır darbeler aldığı bugünkü koşullarda Hizbullah’la savaşan İsrail, Güney Lübnan’da bir karış toprağı bile işgal edemedi. Ateşkes talebi İsrail’den geldi. Oysa geçmişte İsrail ateşkesi kabul etmez, Arafat bu konuda yalvar yakar olurdu.

Kuşatma Altında isimli kitabında Raşid Halidi, FKÖ’yü Beyrut’taki duruşunu destansı bir eylem olarak takdim ediyor. Oysa bugün Güney Lübnan köylerinde İsrail’le gerçekleştirilen her bir muharebe, FKÖ’nün tüm tarihi boyunca İsrail’e karşı yürüttüğü tüm mücadeleden daha destansı ve daha kahramanca.

Raşid, İran’ın da kâğıttan kaplan olduğunu söylüyor. Peki ama onu kimlerle kıyaslıyor, Arap ordularıyla mı? Raşid, ayrıca birçok Arap aydını gibi sadece Suriye ve İran rejimlerini eleştiriyor. Kimi eleştirmek istiyorsa eleştirsin ama İsrail’le barışan, ona teslim olan diğer tüm Arap hükümetlerini eleştiriden muaf mı tutacağız? Peki ama neden? Bu eleştirinin bir kıymeti yok mu?

Evet İran, İsrail hedeflerine tüm Arap hükümetlerinden çok daha fazla füze gönderen bir kâğıttan kaplan.

Raşid Halidi, İran’ın Filistinlilere kendi ulusal çıkarları uyarınca destek sunduğunu söylüyor. İyi ama Hamas ve Hizbullah’a sunulan destek, İran’ın ulusal çıkarlarına nasıl katkıda bulunuyor? Bu konuda Halidi, bir delil ve izahat sunmalı.

İran, onlarca yıldır Filistinlilerin ve Arapların direnişine destek sunuyor diye İsrail komplolarıyla ve ağır Batı yaptırımlarıyla uğraşıyor. Burada, Şii olmayan, komünist bir örgüt olarak FHKC’ye bile silah temin etmiş bir ülkeden bahsediyoruz. Bu yardımın İran’a nasıl bir katkısı olmuş olabilir?

İran, bugün Arapların direnişine sunduğu desteği sonlandırsa tüm yaptırımlar hemen kaldırılır. Eğer Batı’nın İran rejimiyle sorununun insan haklarıyla ilgili olduğuna inanmıyorsanız, bu tespite doğal olarak onay verirsiniz. Arap kültürünü ve akademyasını kontrol etmek için para saçan Körfez rejimlerini erdemli birer demokrasi olarak görüyorsanız, bu rejimlerle tabii ki bir sorununuz olamaz.

Benim de hayranı olduğum Nasır hükümeti dâhil hiçbir Arap hükümeti, Filistinlilere İran kadar destek sunmadı. Ama Raşid Halidi, bu desteği alaya alıyor, İran’ın ilgili desteği kendi çıkarları için sunduğunu iddia ediyor. Peki bu iddiayı kabul edelim, ama o noktada şunu sormak gerekiyor: madem yardım ulusal çıkarlarına katkıda bulunacak, o vakit bu Arap rejimleri neden Filistinlilere İran gibi yardım etmiyor?

Batı’daki insanlar, Humeyni’nin merkezinde Filistin’in durduğu bir öğreti inşa ettiğini, onu takip edenlerin bu öğretiye inandıklarını, tam da bu sebeple İran’ın Filistinlilere yardım ettiğini bir türlü anlamıyorlar. İran bu öğretiyi terk ederse, Filistin’e yardım etmez. Siz de o noktada ömrünüzü Filistinlilerin Arapların lafta kalan açıklamaları ve uluslararası meşruiyet üzerinden daha iyi duruma geleceğine inanarak geçirirsiniz.

Altmışlardan beri kendi topraklarını savunurken ölen Güney Lübnan halkının fedakârlıklarını alaya alan ifadelerin beni rahatsız ettiğini belirtmeliyim. Bu insanlar, tarihin farklı aşamalarında, daha İran rejimi ortada yokken topraklarını savundular, çünkü onlar da Filistinliler gibi topraklarına bağlılar. Bu insanlar, o toprakları İran, Humeyni veya bir başkası için savunmadılar.

Raşid Halidi, Lübnan’da İsrail-Suudi-BAE ajandasından yana duran 14 Mart hareketinin laflarını tekrarlayıp duruyor. 1982’de Arafat’a bağlı Hacı İsmail’in gerçekleştirdiği, kendisi gibi benim de şahit olduğum direnişle dalga geçiyor.

Ayrıca, savaş esnasında Damur’da cereyan eden muharebeyle ilgili tespitiyle ilgili olarak bir şey söylemek isterim: Raşid Halidi konuyla ilgili değerlendirmede bulunurken, kendisine de ilettiğim üzere, Falanjistlerin tümüyle yanlış olan iddialarını temel alıyor.

Esad Ebu Halil
14 Aralık 2024
Kaynak

Cevap

 

Profesör Raşid Halidi, benim üniversitede uluslararası ilişkiler hocamdı. Şikago Üniversitesi’ndeki varlığı ve sunduğu destek konusunda teşekkürlerimi iletmek isterim. Çalışmalarından çokça yararlandım, ailesindeki insanlara hâlen daha çok değer veririm.

Ama maalesef kendisi, bugün tarih dışı ve sorunlu bir konum almış, yanlış yorumlarda bulunmuştur. Hatta bir yıl önce yerli halk konusunda ırkçı bir açıklama yapmıştır.

Raşid Halidi, Edward Said gibi Oslo Anlaşmaları’ndan yana saf tuttu. Ama kariyerinin sonlarına doğru Said, İkbal Ahmed’in de etkisiyle, yüzünü sola çevirdi. Said’in analizinde emperyalizm ve antiemperyalizm her zaman merkezi bir yere sahipti. Said, kitabında İkbal’e bu konuda teşekkürlerini sunar.

Raşid, Direniş Ekseni diye bir şeyin olmadığını, onun hiçbir zaman var olmadığını söylüyor. Bu tespit, tam da Esad Ebu Halil’in de dediği gibi, onun Filistin Yönetimi’ne sunduğu ve sunmaya devam ettiği desteğin bir yansıması. Asıl sıkıntılı olansa, onun bugün yapıp ettikleri karşısında Filistin Yönetimi’ne saldırmayı tercih etmiyor oluşu.

Bunun yerine kendisi, Direniş Ekseni’ne saldırıyor. Üstelik bu saldırıyı tarihle alakası olmayan bir yerden gerçekleştiriyor. Madem Direniş Ekseni yok, o vakit 2000’de ve 2006’da Lübnan’ı kim kurtardı? İsrail’in geçen yıl Gazze’yi ele geçirmesine kim mani oldu?

Bu tür ifadeler, tarihle ve kavramlar dünyasıyla bağını kopartmış bir insanın ağzından dökülüyor. Raşid, ulusal kurtuluş meselesini politik bir olay veya analiz için gerekli bir kategori olarak ciddiye almıyor.

Ciddiye alsaydı, geçen yıl yerli halklarla ilgili o açıklamayı yapmazdı. Direniş Ekseni’nin yürüttüğü çalışmayla politik düzlemde ilişki kurar, onu bu topraklardan bütünüyle silmek için uğraşmazdı.

Nihayetinde Edward Said’den farklı olarak Profesör Halidi, akademik kariyerini sonlandırdığı aşamada eskiden durduğu yerin sağına doğru savruldu. Oysa bilinmeli ki tarih, sırrını akademisyenlerin açıklamalarıyla faş etmez. Onların sözü, Ulusal kurtuluş davasını yok edemez.

Nina Farnia
14 Aralık 2024
Kaynak