03 Aralık 2024

, ,

Godard Fedailerle Birlikte



Michel Garin (L’Express)

Temmuz 1970

 

Aşağıda, yapımcılığını Fetih örgütünün üstlendiği, Filistin devrimiyle ilgili filmiyle ilgili olarak yönetmen Jean-Luc Godard’la yapılan röportaja yer veriliyor. Sonrasında bir dizi değişikliğe maruz kalan film için çekilen sahneler, 1976 tarihli, Anne-Marie Miéville ile birlikte çekilen Ici et Ailleurs [“Burada ve Orada”] isimli belgesele eklendi. Bu röportaj, Godard’ın filmle ilgili ilk niyetlerine ışık tutuyor.

* * *


Amman’da bir film çekme fikri nereden aklınıza geldi?

Film çekme işini Filistin Devrimi Merkez Komitesi verdi. Bu, Arapların finanse ettiği, Araplara ait bir film. Bu filmi çekme fikri, aklıma bazı Filistinlerle ve Fransızlarla kurduğum temasların ardından geldi.

Bu filmi nasıl tarif edersiniz?

Bir Fransız olarak çekeceğim bu filmi Cezayir savaşı sırasında çekilmemiş, Araplarla ilgili bir film olarak tarif ederim. Bu, Fransızların uzun zamandır sömürgesi olan Arap dünyasıyla ilgili bir film. Bilindiği üzere, Fransa’da işgücünün önemli bir kısmını Araplar ve Afrikalılar oluşturuyor. Burada bulunmamızda amaç, bu film aracılığıyla insanlara dersler vermek değil, bizim önümüzde olan insanlardan bir şeyler almak. Ben, burada sahip olduğum teknik bilgiyi Filistin devrimine ait fikirleri dile dökmek için kullanmaya çalışıyorum.

Filmin adı ne olacak?

Filistin Devriminde Düşüncenin ve Mücadelenin Yöntemleri.[1] Politik bir film olacak, daha doğru bir ifadeyle, filmin dağıtımıyla ilgili ihtiyaçlar uyarınca seslendirilecek, ama esas olarak Arapça çekilecek politik bir rapor bu.

Politik film mi?

Duyguları harekete geçiren görüntülerin arayışında değiliz. Amerikan televizyonlarında, CBS’te ve ORTF’te yığınla böylesi görüntü var zaten. Biz, burada Filistin devriminin politik analizini yapmaya çalışıyoruz. Neticede bugüne dek politik görüntüleri, imajları nasıl sunacağımıza dair bir eğitim almadık. Bunu nasıl yapacağımızı daha yeni idrak etmeye başladık. Bu filmin iki amacı var:

1. Şu veya bu yöntemle kendi ülkesinde emperyalizme karşı mücadele eden halka yardım etmek;

2. Yeni bir sinema türü geliştirmek. Bir tür politik broşür sunmak.

“Politik broşür” derken neyi kastediyorsunuz, açıklar mısınız?

Bizim amacımız, görüntüleri değil, görüntüler arasındaki ilişkileri göstermek. Bu ilişkiler, Filistin devriminin birleşik komutasının geliştirdiği politik hatla uyumlu olduğu için film de politik bir nitelik kazanıyor. Filistin devrimi için zamana ihtiyaç var. Filistinliler, uzun soluklu halk savaşı yürütüyorlar. Demek ki onunla ilgili filmin çekilmesi için de bir zamana ihtiyaç var.

Ne tür güçlüklerle karşılaştınız?

Asıl güçlük, filmin politik bir beğeninin değil de politik tartışmanın sonucu olmasından kaynaklandı. Filistin direnişinin üyeleri, filmin çekim sürecine iştirak ettiler. Bu, onların ifa ettikleri görevlerinin bir boyutu idi. Film konusunda düzenli tartışmalar yürütüldü.

Filmde Filistinli liderleri görecek miyiz?

Bazılarını göreceğiz.

Farklı hareketler arasındaki ayrışma noktalarından bahsedecek misiniz?

Onlardan bahsedeceğiz ama farklı hareketleri emperyalist basın gibi birbirine rakip ve hasım unsurlarmış gibi sunmayacağız.

Son dönemde Ürdünlülerle Filistinliler arasında yaşanan kriz filmin hazırlık sürecini etkiledi mi?[2]

Bazı hususların netleşmesini sağladı. Biz, Filistin devriminde düşünce ve mücadele yöntemlerini inceliyoruz. Bu devrimin özgünlüğü, Ortadoğu’daki rejimlerde, bunun yanında, bu rejimlerin Amerikalı ve Rus hamileri arasında korkuya sebep oluyor.

Bazıları, sizi sadece en güçlü örgüt olan Fetih’le çalıştığınız için eleştirdi.

Son dönemde burjuva basını diğer örgütlere dair yığınla laf etti. Kimse, Fetih’e dair bir şey söylemedi.

Sinema açısından baktığımızda bu filmin ilginç yanı ne?

Sinema, emperyalizmin oldukça güçlü olduğu bir alan. Bugüne dek sinema, politik ifade aracı olarak hep ihmal edildi. Biz, sinemayı kullanma imkânına sahip olduğumuz durumda onu kullanmamız gerektiğine inanıyoruz.

Kaynak

Dipnotlar:
[1] Sonrasında film Jusqu’à la victoire (“Zafere Kadar”) ismini aldı. Tamamlanamayan film için çekilen sahneler Anne-Marie Miéville birlikte çekilen Ici et ailleurs (1976) filmine dâhil edildi.

[2] Röportajı yapan kişi burada Altı Gün Savaşı sonrası FKÖ ile Ürdün Krallığı arasında yaşanan çatışmalara atıfta bulunuyor. Bu röportajın yayınlanmasından iki ay sonra bu çatışma süreci Kara Eylül’de zirvesine ulaştı. Ürdün Silâhlı Kuvvetleri Kral Hüseyin liderliğinde Ürdün’de yaşayan binlerce Filistinliyi katletti.

02 Aralık 2024

, ,

Halep’e Saldırı Rejim Değişikliği Planının İlk Adımı mı?



Heyet Tahrirü’ş Şam (eski adıyla Nusret Cephesi) öncülüğündeki Suriyeli muhalif gruplar tarafından, yabancı güçlerin desteğiyle (ki bu güçlerin Ukrayna, Türkiye veya paralı askerlerden oluştuğu düşünülüyor) düzenlenen bu saldırılar, spontane bir gelişme olarak değerlendirilemez. Bilâkis, Amerika-İsrail-Türkiye ortaklığında uzun süredir hazırlığı yapılan bir planın parçası ve bu hazırlık aylar, hatta daha uzun bir süre boyunca gizli toplantılarda yürütülmüştür.

Şu anda Halep’te yaşananlar, Suriye hükümeti ve müttefiki Rusya’yı şaşırtan bir biçimde, 2011 senaryosunun tekrarı. Bu şaşkınlık, saldırıya geçen güçlerin Halep’in yarısından fazlasını bir gün gibi kısa bir sürede ele geçirmesi ve Suriye Arap Ordusu’nun büyük kayıpları önlemek adına taktiksel bir şekilde şehirden çekilmesiyle kendini gösteriyor. Ordu, yeniden mevzilenip kenti geri almak ve saldırgan güçleri püskürtmek için hazırlık yapıyor; bu, birkaç yıl önceki süreci andırıyor. Önümüzdeki haftalarda ya da aylarda, yeşil otobüslerin tekrar gündeme gelmesi muhtemel.

Suriye’de şu an yaşananlar, ABD’nin Irak’ta 1991 yılından itibaren uyguladığı, önce halkı boğucu bir ambargo ile aç bırakmak, ardından 12 yıl sonra işgal ve rejim değişikliğini içeren senaryonun birebir tekrarı. Fakat Irak için geçerli olan bu strateji, güçlü bir orduya, kendisine sadık bir halk tabanına ve Vladimir Putin liderliğinde stratejik bir müttefik olan Rusya’ya sahip olan Suriye için geçerli olmayabilir. Üstelik, İran’ın güçlü askeri (belki de nükleer) desteği ile Lübnan, Irak, Yemen ve Filistin’deki ideolojik silahlı unsurlar da bu müttefikler arasında yer alıyor. Bu nedenlerle, ikinci senaryonun Suriye’de ilk versiyonu gibi başarısız olması muhtemel.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun bu saldırılara doğrudan müdahil olduğu aşikâr. Bunun en bariz göstergesi, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı Hizbullah’a destek vermekle suçlaması ve Esad’ın, Amerika ve İsrail’in İran yapımı modern füze ve askeri teçhizatın Hizbullah’a ulaşmasını engellemeye yönelik baskılarına boyun eğmeyi reddetmesidir. İsrail’in Lübnan-Suriye sınırındaki kapılara düzenlediği hava saldırıları, bu planın en önemli örneklerinden biri olarak görülebilir.

Suriye Arap Ordusu, bu planlara karşı koyup Halep şehrini savunurken yalnızca Suriye’nin egemenliği ve ulusal toprak bütünlüğünü koruma amacı taşımıyor; aynı zamanda Direniş Ekseni’nin lideri İran’ı ve Rusya’nın stratejik çıkarlarını da savunuyor. İsrail Başbakan Netanyahu, defalarca Lübnan’daki ateşkes anlaşmasını kabul ettiğini, fakat İran’la mücadeleye ve Gazze Şeridi’ndeki tüm direniş örgütlerini yok etmeye odaklanabilmek için bunu yaptığını açıkça ifade etmişti.

Türkiye Dışişleri Bakanı ve eski istihbarat başkanı Hakan Fidan, bugün (cumartesi) düzenlediği bir basın toplantısında, Türkiye’nin Halep ve İdlib bölgelerinde şu anda yaşanan çatışmalarla hiçbir ilgisi olmadığını belirtti. Ancak bu açıklamalar kimseyi ikna etmiyor. Bu saldırıya katılan tüm grupların, Türk istihbaratının bilgisi ve onayı olmadan, Kuzey Suriye’de bir kuştan bile daha küçük bir hedefe ateş açması mümkün değil. Zira bu gruplar, Türk istihbaratı tarafından destekleniyor, silahlandırılıyor ve korunuyor.

Türkiye’nin bu çatışmalara her ne şekilde dâhil olduğu ya da ne ölçüde rol oynadığı belirsiz olsa da bu durum Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve hükümetinin, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin ve güçlü komşusu Rusya ile ilişkilerinin aleyhine dönebilir. Halep’e yönelik bu saldırı, Erdoğan’ın bizzat Devlet Başkanı Vladimir Putin ile imzaladığı Astana ve Soçi mutabakatlarını ihlal ediyor. Bu anlaşmalar, İdlib ve kırsalındaki tüm “silahlı grupların” bölgeden çıkarılmasını öngörüyordu. Dün gerçekleştirilen Suriye-Rusya ortak hava saldırılarında bu gruplara mensup 500’den fazla militanın öldürülmesi, olası bir Türk-Rus çatışmasının başlangıcı olabilir.

Halep ve Musul’u, Türkiye’nin toprakları olarak gören Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye güçlerini Halep’ten çıkarmayı ve müttefiki olan silahlı Suriye muhalefetini, tıpkı İdlib ve diğer işgal altındaki bölgelerde olduğu gibi, Halep’te yönetici olarak taçlandırmayı amaçlıyorsa, bu hesaplamasında yanılıyor olabilir. Bunun yerine tam tersi bir sonuç doğabilir ve yüz binlerce yeni Suriyeli mülteci Türkiye sınırına akın edebilir ve güvenlik için Erdoğan Amca’ya sığınabilir.

Nusret Cephesi ve militanları tarafından Halep savaşında kullanılan modern insansız hava araçları ve füzelerle ilgili bazı haberler, bu silahların Ukrayna’dan geldiğini ve kullanımını Ukraynalı askeri danışmanların yönettiğini öne sürüyor. Bu durum, büyük ölçüde doğrulanmış görünüyor ve bu silahların kullanımı, Rusya’nın tüm kırmızı çizgilerini ihlal ederek Türkiye’nin Ukrayna savaşındaki gizli rolünü ortaya çıkarıyor.

2023 yılı Mayıs ayında, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad ile evinde yaklaşık beş saat süren bir görüşme gerçekleştirdim. Bu görüşmede Esad, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a kesinlikle güvenmediğini ve Türk kuvvetlerinin Suriye topraklarından tamamen çekilmediği takdirde onunla bir araya gelmeyeceğini açıkça belirtmişti. Bu şartı, hiçbir koşulda esnetmeyeceğini de vurgulamıştı. Cumhurbaşkanı Esad’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tüm uzlaşma çağrılarını ve Vladimir Putin’in aracılığıyla bir Suriye-Türkiye zirvesi düzenlenmesi tekliflerini reddetmesi beni hiç şaşırtmadı. Esad, ancak Rusya’nın garantisi altında net ve bağlayıcı bir çekilme taahhüdü sonrasında böyle bir zirveye katılabileceğini söyledi.

Amerika-İsrail-Türkiye üçlüsünün Suriye’yi yeniden parçalamayı ve Netanyahu’nun planı doğrultusunda bölgenin haritalarını İsrail bayrağı altında yeniden çizmeyi hedefleyen bu yeni planının başarı şansı oldukça düşük görünüyor, hatta neredeyse imkânsız. İran ve Rusya’nın bu plana karşı tepkisiz kalacağını düşünmüyoruz; zira Suriye’nin yenilgisi, İran ve Rusya rejimlerinin ve belki de Irak yönetiminin yenilgisine zemin hazırlayacaktır. Bekleyip göreceğiz…

Abdülbari Atvan
30 Kasım 2024
Kaynak
Çeviri: Emre Köse

, , ,

Marinetti ve Fütürizm

Fütürizm; Kübizm, Ekspresyonizm ve Dadaizm gibi sadece avangart sanat okulu veya eğilimi değil. Her şeyin ötesinde Fütürizm, İtalyan hayatına özgü bir şey. 

Fütürizm, Kübizm, Ekspresyonizm ve Dadaizm gibi sanatsal yaratıma özgü bir anlayış veya biçim üretmedi. O, ilişki kurduğu hareketlerin anlayışlarını veya biçimlerini kısmen veya bütün olarak benimsedi. 

Yeni bir sanat oluşturma çabası içine girmek yerine, eski sanatı yok etmek için uğraştı. Ama Fütürizm, sadece sanatı yenileme hareketi değil, ayrıca politikayı yenileme hareketi olmak istedi. Bir felsefe olmak için çabaladı. Bu yönüyle Fütürizm, İtalya’nın yakın tarihindeki diğer olgulara ait manevi köklerle iç içe geçen veya onlara dolaşan manevi köklere sahipti.

Fütürizmin vaftiz töreninin üzerinden on beş yıl geçti. Şubat 1909’da Marinetti ve diğer sanatçılar Paris’te ilk Fütürist Manifesto’nun altına imzalarını attılar ve metni yayınladılar. Fütürizmin arzusu beynelmilel bir hareket olmaktı. Tam da bu sebeple Paris’te doğdu. Ama onun alnında temelde İtalyanlara has biçime ve öze ufak adımlarla kavuşmak yazılıydı. Onun reisi, (duçesi), lideri, harekete can vereni, İtalya mizacına sahip bir sanatçıydı.

Marinetti, Güney İtalyalıların tipik bir örneği. Tüm Avrupa’yı dolaştı. Paris’te, Londra’da ve Petrograd’da dersler verdi. Ancak Fütürizm, İtalya dışında hiçbir yere uyum sağlayamadı, hiçbir yerde kalıcı ve yaşamsal bağlar kuramadı.

Bir dönem Fütürist hareketin saflarında olan insanlar, Papini, Govoni, Palazeschi ve Folgore gibi günümüz İtalya’sının önemli sanatçılarının etkisi altına girdiler. Böylelikle Fütürizm, yenilenmeyi hemen gerçekleştirmeye yönelik çok boyutlu bir arzuyu ifade eder hâle geldi.

Liderleri, Fütürizmin bir doktrin, bir dogma olmasını istiyorlardı. Sonradan kaleme alınan Fütürist manifestolardaki ana eğilim, bu doktrini ve dogmayı tanımlamak yönündeydi.

Nisan 1909’da o ünlü manifesto ortaya çıktı. Nisan 1910’da yayınlanan Fütürist resim manifestosu geçmişçi Venedik manifestosuna karşı çıkan bir metin olarak kaleme alınmıştı. Altında Boccioni, Carrá, Russolo, Balla, Severini gibi isimlerin imzası vardı.

Ocak 1911’de Valentine de Saint Point, Fütürist Kadın Manifestosu’nu, Nisan 1912’de ise Boccioni, Fütürist Heykel Manifestosu’nu kaleme aldı. Mayıs ayında Fütürist Edebiyat Manifestosu, Marinetti’nin imzasıyla yayımlandı.

Resim sanatı alanında Fütüristler şu soruyu sordular: “Hareket ve ışık, bedenlerin maddiliğini yok ediyor mu?” Müzik alanında ise Fütüristler, kalabalıkların, fabrikaların, trenlerin ve okyanusu aşan gemilerin müzikal ruhunu yorumlama eğilimini başlattılar. Edebiyat alanında özgürce kelimeler icat ettiler. Bunlar, sözdiziminden ve iç tutarlılıktan yoksun kelimelerdi. Marinetti, bu işi “hiçbir bağı olmayan hayal gücü” pratiği olarak tarif ediyordu.

Ekim 1913’de Fütüristler sanat alanından politika alanına geçiş yaptılar. Önceki programların aksine beynelmilel değil gayet de İtalya’ya has olan bir politik program yayımladılar. Bu programda “saldırgan, kurnaz ve kuşkucu” bir dış politika anlayışı savunuluyordu. Dışarıya yönelik yaklaşımı konusunda Fütürizm kendisini emperyalist, fetihçi ve savaşçı bir güç olduğunu söylüyordu. O, anakronik bir yaklaşım dâhilinde, Roma İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasını istiyordu. İçeriye yönelik olaraksa kendisinin sosyalizm ve ruhban sınıfı karşıtı olarak tanımlıyordu. Hâsılı, kaleme aldığı program devrimci değil, gerici bir programdı. Fütürist değil geçmişçiydi. Sadece estetikle alakalı sebeplerle üretilmiş bir edebiyat anlayışına sahipti.

Sonra Fütürist mimari manifesto, ardından da Fütürist sentetik tiyatro manifestosu kaleme alındı. Böylelikle Fütürizm farklı konularla ilgili fikirlerini içeren programını tamamlamış oldu. Artık bir eğilim değil, eğilimler demetiydi.

Tüm bu eğilimlere Marinetti, ortak ruhu ve ortak yazınsal birikimi kazandırdı. O dönemde Marinetti, Batı dünyasındaki en ilginç ve en özgün karakterlerden biriydi. Birinin de ifade ettiği biçimiyle o, “Avrupa’nın kafeini”ydi.

Marinetti, İtalya’da savaş konusunda en aktif propaganda faaliyeti yürüten insanlardan biriydi. Fütürizmin kaleme aldığı tüm metinler ve yazılarda “savaş dünyayı arındıracak yegâne temizlik maddesi” olarak gösterilip yüceltiliyordu. İtalya’nın Trablusgarp’ı fethetmesinin ardında Fütüristlerin teşviki ve tahriki vardı. Bu savaş girişiminde asker olarak yer alan Marinetti savaş üzerinden temin ettiği motifleri ve vezni tüm şiirlerinde ve kitaplarında kullandı. Örneğin Mafarka, sıcak Afrika ikliminden ve toprağından ilham alan bir romandı. Sonrasında Marinetti ve arkadaşları “Avusturya’ya saldırılsın!” korosunun en önünde yer aldılar.

Savaş, Fütüristlerin kendi damak tatlarına, zevklerine ve kabiliyetlerine uygun bir mesleğe sahip olmalarını sağladı. Barışa düşmanlardı. Savaşın yol açtığı çileler, barış yanlılığının güçlenmesine neden olmuştu. İtalya’da emperyalizm ve savaş eğilimi zayıfladı. Sosyalist Parti ve Katolik Parti seçimlerden zaferle çıktı, iktidarın gidişatında ve yöneliminde güçlü bir etkiye kavuştu.

Aynı dönemde Fransa, Almanya ve Rusya’da geliştirilmiş anlayışlar ve sanatsal biçimler İtalya’ya göç etti. Böylelikle Fütürizm avangart sanat alanındaki tekel olma vasfını yitirdi. Carrá gibi isimler, Valori Plastici [“Plastik Değerler”] dergisinde Rus ve Alman sanatında gelişmiş en yeni akımları tanıtmaya başladılar. Evolá, Retina şehrinde Dadaist bir şapel inşa etti. Bragaglia isimli sanat evi ve bu evin sakinlerinin çıkarttığı Cronache di Attualitá [“Güncel Olayların Tarihçesi”] dergisi Avrupa’daki avangart sanatın en seçkin örneklerine ev sahipliği yaptı.

Dinamizminden hiçbir şey yitirmemiş olan Marinetti, sahneyi bir saniyeliğine bile terk etmedi. Şair arkadaşı Cangiullo ile birlikte Fütürist tiyatro anlayışını geliştirdi. Paris ve Roma’da dokunmanın gücü üzerine dersler verdi. Tabii bu arada politikayı hiç unutmadı. O dönemin en yeni fikri ve eylemi Bolşevizmdi. Marinetti, Más allá del comunismo [“Komünizmin Ötesinde”] isimli kitabını yazdı. Fütürist ideolojinin komünist ideolojinin önünde yürüdüğünü söyledi. Zamanla faşist harekete bağlandı.

Bugün Fütürizm, faşizmin manevi ve tarihsel bileşiminin ana unsurlarından birisidir. Daha önce D'Annunzio’ya atıfla, faşizmin dannunziyoculuk olduğunu söylemiştim. Fütürizm, bu dannunziyoculuğun bir veçhesidir. Dannunziyoculukla Marinetticilik, aynı madalyonun iki yüzüdür. D’Annunzio’nun kendisini klasik biçime sevdalı biri olarak takdim etmesinin, Marinetti’ninse bu biçimi yok ettiğini söylemesinin bir önemi bulunmamaktadır. Anlayış ve mizaç itibarıyla Marinetti de tıpkı D’Annunzio gibi pagan, estetist, aristokrat ve bireycidir. D’Annunzio’daki paganizm, bezgin bir karaktere sahipken, Marinetti’de ifrata varmış durumdadır.

Marinetti, İtalya’da Hristiyan düşüncesinin en büyük düşmanlarından birisiydi. Antonio Labriola, onu faşizmi psikolojik düzeyde imal eden isimlerden biri olduğunu söylerken haklıydı. Aktardığına göre, Marinetti, İtalyan gençliğine şiddet tapıncını, insani duygulara yönelik nefreti ve savaşa bağlılığı vaaz eden bir isimdi.

Faşizmin geliştiği ortam, Fütürizmi diriltti. Fütürizm tarikatı, bugün hâlâ güçlü. Marinetti, İtalya’da Futurismo y Fascismo [“Fütürizm ve Faşizm”] isimli kitabıyla bir kez daha sahneye çıkma imkânı buldu. Bu kitapta yer alan ve kendisinin çıkarttığı Noi [“Biz”] dergisinde yayımlanan bir makalesinde Niçeciliğe ve romantizme bağlı olduğunu söylüyor. Felsefecilerin ve sanatçıların idaresi anlamında “Sanatokrasi (Artekrasi)” fikrinin pagan bir anlayışla vücut bulmasını istiyor. Politikacıların örgütlediği ve yönettiği toplum yerine sanatçıların örgütlediği ve yönettiği bir toplumun hayalini kuruyor. Eşitliği temel alan kolektivist fikrin karşısına Eşitsizliği temel alan bireycilik fikrini çıkartıyor. Sürekli adalet, kardeşlik ve demokrasi kavramlarına saldırıyor.

Politik düzeyde Fütürizmi faşizm absorbe etti, özümseyip kendi bünyesine kattı. Roma’da çıkan aşırı gerici ve faşist gazete L’Impero’yu [“İmparatorluk”] Settimelli ve Carli isimli iki Fütürist yazar çıkartıyordu. Bu gazetede çıkan bir makalesinde Settimelli, “mutlak krallık rejiminin en mükemmel rejim” olduğunu söylüyordu.

Zamanla Fütürizm, ruhban karşıtı fikirlerinden ve putkırıcılığından vazgeçti. Öncesinde Vatikan’ı ve tüm müzeleri yok etmek isteyen Fütürizm, bugünlerde faşizmle uzlaştığı için bu arzularını terk etti. Faşizm, güçlerini krallıkla ve kiliseyle birleştirdi. Tüm gelenekçi güçler, geçmişin tüm güçleri, ister istemez, tarihsel düzlemde birbirine yakınlaştı ve zamanla bir araya geldi. Böylelikle Fütürizm, çelişkili bir biçimde, geçmişçi bir akım hâline geldi. Mussolini’nin ve kara gömleklilerin idaresine giren Fütürizmin bugün simgesi, Roma İmparatorluğu’ndan alınmış olan, sapı çubuklarla örülü baltadır.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

01 Aralık 2024

,

Ambulans



Öğretmenin batıya tayin istemesiyle solun batıya çekilmesi, birbiriyle yakın ilişkili süreçlerdir.

Anadolu’dan kaçışın eşiği 1980’dir. O güne kadar sola ağıtlar ve türküler yakan şehirler, bugün gericiliğin merkezleridir.

Ne olduysa, nasıl olduysa, resmî tarih anlatısına yansıyan, milli mücadele döneminde belirli şehirlerde meydana gelmiş olan gerici isyanlara katılan halkın torunları, 1960 sonrası süreçte hızla sol siyasette radikalleşip, dedelerinin aksine, bir düzen arayışı için bedeller ödemişlerdir. Yine sonra nasıl olduysa, bu kuşağın çocukları tekrar dedelerine benzemişlerdir!

Geriye “bir” ihtimal kalıyor: “moda”, “rüzgâr”, “çağın ruhu”... Tuhaftır ki insanlar moda için can veriyor, işinden aşından oluyor, öğrencilerinden koparılıyor. Bu 20 yıllık süreci “moda” diye değerlendirenlerin bir bölümü “Sovyetler modaydı”, diğer bölümü de “Dönemin ruhundan dolayıydı” diyorlar. Bu iki kesim de bugün parlamentodan sendikalara kadar her alanda ittifak bileşeni. O yüzden onların öğretmenleri de siyasetleri de Anadolu’yu sevmiyor, metropollere gelince de oradaki Anadolu'dan uzak duruyor.

Anadolu’ya bakış, “laiklik, ilericilik, aydınlanma” ölçütünden öteye geçmeyen beyaz bir aklın marifetidir. Bu akıl, emperyalizmin icadı olup içteki mandacılıktır.

Hiçbir siyasi hareket, kendi halkından nefret ederek bir yere varamaz. Bu mandacı aklın bugüne ve halka bakışı, sembolik mantığın ilkelerine de ahlaka da kültüre de aykırıdır: “Baba da olsa erkek erkektir, sapıktır”, “Gelsin koca, gelsin baba, alayına isyan”. Mantık öyle işlemez: “Tüm babalar erkektir, bazı erkekler baba değildir, bazı babalar sapık olabilir.”

“Baba da olsa” diye başlayan cümle, erkeğe değil, aileye savaş açar. Bu tuzaklarla örülü söylemin kökeninde, kadın cinayetlerinin faillerinin erkek olmasından öte ailenin kurucu öznelerinden birinin üzerinden savaşı içten yürütme iradesi yatar.

Devam edelim: “Düzen değişirse bazı şehirlere ‘tankla’ girmek gerek.” Niye? “Çünkü onlar karşı çıkar, yobaz, gerici”. Halk düşmanlığının böylesi görülmemiştir, düşman toprağına mı giriyorsunuz, işgalci misiniz, halk sizin düşmanınız mı?

Devam edelim. Erkek cinayetleri politiktir. Yılda 1.500 civarı işçi can veriyor, bu yılın ilk 6 ayında 800 civarı işçi can verdi, bu işçilerin 33’ü kadın. Yılda 400 civarı kadın, erkekler tarafından yaşamından ediliyor. Kadın cinayetleri politiktir, evet çünkü yaşamdaki her şey ideolojinin ürünüdür, sonucudur. Erkek cinayetleri politiktir çünkü belirli bir sınıf, daha fazla kâr uğruna işçileri katletmektedir. Üstelik bu sınıfın, yani patronların “dayanışma” kuruluşları ve birlikleri adı altında yasalarla güvence altına alınmış ortak hareket merkezleri ve politikaları vardır. Bu patronların içinde sayısı azımsanmayacak kadın vardır.

Şimdi başa dönelim. Bu halk neden mevcut solu sevip de onun peşinden gitsin. Aileye savaş açan, kadının tüm uzuvlarının adlarını dövizlere yazan, ağzı bozuk, uzlaşmacı, kendi halkından nefret eden, mandacılığı dünya yurttaşlığı ve küreselleşme adı altında fonlarla ve Avrupa’ya sığınmacılıkla normalleştiren solu halk neden sevsin?

Anadolu halkının yerel direnişler geliştirerek kovduğu emperyalist ülkeleri “halkımızın geriliklerini düzelt” feryadıyla bu topraklara fonuyla, STK’siyle, medyasıyla, barıyla meyhanesiyle, gözlem kuruluşlarıyla çağıran ve onlara çalışma alanı açan solu, partileri, sendikaları bu halk neden sevsin?

Maraş, daha Kuvvayı Milliye ortada yokken emperyalistleri kovmuştu, hem de o geri görülen dinî saiklerin verdiği meşruiyetle. Şimdi o İngiliz ve Fransız, bu topraklara Maraş halkının “geriliğini” eğitmesi için çağrılıyor.

Maraş da bir sembol Antep de. Emperyalistin indirmeye çalıştığı peçeye savaşı sol açıyor, yüz görünsün istiyor, kapalı bir yüz sola “tehlikeli” geliyor. O peçe inmesin diye Maraş işgalden kurtuldu, şimdi “gerici” diye yüzüne bakılmayan, deprem dayanışması başına kakılan halkın mücadelesi olmasaydı, ne o milli mücadele olurdu ne de sonrası.

Fatsa belgeselinde bir köylü anlatıyor: “Biz belediyeden köyümüze cami yapmasını istedik, gelip yaptı”. Şimdi o geleneğin devamı olduğunu iddia edenler, o köylülere “laiklik” adı altında sopa sallıyor.

Tüm argümanlarıyla ve bileşenleriyle çökmüş bir sol var. Önce hasta var diye emperyalizmin “insancıl”, “çağdaş”, “demokrat” uluslararası kuruluşlarına çağrı yapılıyor; sonra emperyalizmin ambulansı gelip kırmızı ışıkta yol açıyor; daha sonra o ambulansın açtığı yola solun taksileri giriyor. Ambulansın ardına geçme sırasında kaza yapan taksiciler de bir yer kapma peşinde. Ortada dönen kayıkçı kavgasının asıl nedeni bu. Artık kimse halka siyaset örmüyor. Artık kimse, halkın öğretmenleri olmak da istemiyor, hiçbir siyaset o öğretmeni de yetiştirmiyor.

Bize düşen, o siyaseti örecek güce birlikte ulaşabilmek. Bize düşen, bir şekilde İştirakî’ye ulaşıp, onun sesini yayıp, yan yana omuz omuza, geleceğimiz olan kolektivizmi kurmaktır.

S. Adalı
1 Aralık 2024