12 Ağustos 2024

Ayla

1950 yılında “İlahiyat Kültür Te’lifleri Basın ve Yayın Kurumu” tarafından kritik öneme sahip bir kitap yayımlandı. “Kore Savunmasına Katılmamızda Dini ve Siyasi Zaruret” başlıklı bu kitabın yazarı Arusi tarikatının şeyhi Ömer Fevzi Mardin idi. Mardin, postnişinliğe Nakşi-Halidi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’den sonra oturmuştu. Ö. Fevzi Mardin, Osmanlı döneminde Mardinîler diye bilinen tanınmış bir sülaledendi.

Yazılanlara göre “Ömer Fevzi” isminde birinin doğacağı ve şeyh olacağı Gavsı Geylani hazretleri tarafından müjdelenmişti. Ebulula Mardin, Şerif Mardin, Betül Mardin gibi isimler bu ailedendi. Mardin kitabında, Türkiye’nin, “Allah’ın bayrağını çekmiş hürriyetçilerin önünde canıyla-malıyla” savaşan ABD’yle mukaddes bir savaşa katıldığını; bu savaşın cihad ve gaza mahiyetinde olduğunu; Allah için her milletin Kore’ye koştuğunu yazmıştı. İlginç bir tarikattı bu. Fevzi Çakmak gibi önemli isimlerin tarikata yakın olduğu söyleniyordu. Ama daha da önemlisi Arusi tarikatının Musevilerle yakın ilişkisiydi.

Mardin, 1952’de Kitap Ehli Ailesi diye bir kitap yazmış, Musevilerle nasıl ortak paydalara sahip olduğumuzu anlatmıştı. Nitekim, 2001’de Üzeyir Garih mezarlıkta saldırıya uğradığında Fevzi Çakmak’ın yakınında medfun olan Küçük Hüseyin Efendi’yi ziyaret etmekte olduğu basında yazıldı. Her neyse, asıl anlatmak istediğim bunlar değil. Kore Harbi’nin dindarlık, Amerikancılık ve İsrail’le ilişkisine değinmek istiyorum.

Kore Harbi, bizim ilk “milli” ve “dini” savaşımızdı. Kore’ye asker gönderileceği 25 Temmuz 1950 tarihinde Demokrat Parti (DP) hükümeti tarafından açıklandı. Fakat DP hükümetinin ilk icraatı bu değildi. DP’nin iktidara gelmesiyle ilgili kısa bir notu da düşelim: 14 Mayıs 1950 seçimlerinden 10 gün önce, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Amerikan Enformasyon Ajansı (USIA) tarafından basılıp 33 dile çevrilen “Halk Tarafından Kurulmuş Bir Hükümet” isimli kitap, 80 bin adet bastırılarak Türkiye’de bedava dağıtıldı. Kitapçık DP’yi işaret ediyordu. İşaret edildiği gibi de oldu.

Menderes, Türkiye dindarlığının siyasal hafızasında unutulmaz bir karara imza atmıştı. İktidara geldikten 34 gün sonra, 16 Haziran 1950’de (Ramazan ayı arifesinde) ezanı Türkçeden Arapçaya çevirmişti. Bununla da yetinmemiş, radyoda Kur’an okutmaya başlamış ve türbeleri ziyarete açmıştı. Tek parti döneminin kışından çıkan dindarlar için bunlar “mucizevi” şeylerdi. Nitekim Eşref Edib, Sebilürreşad’da Şubat 1953’te Menderes’e şöyle seslenecekti: “Uzun ve karanlık bir geceden sonra bir sabah sen, Müslüman gönüllerin afakında bir yıldız gibi doğdun. Nur ve ziya saçan bir yıldız gibi.” Edib bunları yazarken, Türk askeri Kore’de, Amerikalı general McArthur’un arkasında çoktan saf tutmuştu. Buraya tekrar döneceğim.

Fakat 16 Haziran 1950’de Meclis’te yapılan oylamada dindarların pek dikkatini çekmeyen bir şey vardı. Ya da dikkatlerini çekti ama önemsemediler. Tek Parti döneminin hâkimi CHP, o gün muhalefet sıralarında oturuyordu. Kamuoyu nefesini tutmuş Meclis’te kopacak kıyameti bekliyordu. Muhalefet partisi adına kürsüye çıkan Cemal Reşit Eyüboğlu, tasarıya karşı çıkmayacaklarını söyledi. O gün Meclis’te kıyamet filan kopmadı. Mevzu tereyağından kıl çeker gibi halledildi. CHP’den tasarıya tek bir “red” oyu gelmedi. Karar, bir gün sonra da yürürlüğe girdi.

İlginç değil mi? Daha birkaç yıl önce dindarlara kök söktüren CHP’nin Meclis’te kıyameti kopartması gerekmiyor muydu? Gerekmiyordu. Çünkü mevzu, iç siyasetin parametreleriyle ilgili bir şey değildi. “Ezan” mevzuu, Amerika’nın kontrolünde, komünizme karşı konumlandırılacak “ılımlı İslam” projesinin bir adımı olarak atılmıştı. Kaldı ki CHP, 17 Kasım 1947’de, tam 19 gün sürecek 7. Kurultay’ında kendini yeni dönemin gereklerine göre düzenlemeye çalışmıştı. Fakat Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’ın ilk dönem yazarlarından Şemsettin Günaltay’ın başbakanlığa getirilmesi dahi onunla ilgili algıyı değiştirmeye yetmedi. Bu arada meşhur 163. maddenin de Günaltay döneminde yürürlüğe konduğunu, sağcılığın sembol isimlerinden Özal döneminde kaldırıldığını; o dönemde Meclis’te bulunan SHP’nin de karara tam destek verdiğini hatırlatalım. Bir de İlk körfez savaşını tabii ki.

Arapça ezan kararından tam 40 gün sonra, Hükümet, Kore’ye bir tugay asker göndermeye karar verdiğinde bütün bir ülke coşkuyla komünizme karşı savaşmaya hazırdı. Üstelik, Karar Meclis’e getirilmeden alınmıştı. Fakat ilginçtir, “don” ve “köpek maması”nın gündem edildiği Yassıada’da bu hiç gündeme getirilmedi. Devam edelim.


Gazeteler, Kore haberleri verirken dindarların gönlünü hoş edecek haberlerle birlikte veriyordu. Örneğin 6 Temmuz 1950’de yayınlanan Cumhuriyet gazetesinde bir taraftan “kızıllarla” savaş; hemen yanında “Radyoda Kur’an okunacak” haberi, onunla birlikte de “Kore için gönüllü kaydı” haberi aynı sayfada yer alıyordu. Halbuki bu tarihte Hükümet, Kore’ye asker göndereceğini açıklamamıştı daha, ama kamuoyu oluşturulmaya başlanmıştı.

Savaş kararının alınmasıyla birlikte Türk siyasal tarihinde bir ilke daha imza atıldı. Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki, 25 Ağustos 1950’de basın toplantısı yaptı. “Komünistliğe karşı gelebilecek en kudretli silah, iman ve ruh kuvvetidir. Hakiki bir müminin komünistlik fikirleriyle ve irticayla bağdaşabilmesine imkân yoktur.” Harbin ilk ayları çok çetin geçti. Türk askeri, Kunuri’de ağır kayıplar veriyordu. Birkaç ay sonra cenazeler gelmeye başladı.

10 Aralık 1950’de Hükümet, Süleymaniye'de Diyanet İşleri Başkanı’nın da katılımıyla bir mevlit okuttu. Diyanet İşleri Reisi, Kore Yolu’nun Allah yolu olduğunu ve Kore’de ölenlerin şehit sayılacağını söyledi. Bu arada Kore’de de manevi hava yoğundu. Pusan Şehitliği’nde Tugay imamının yaptığı dua ilginçtir:

“Ya Rabbi! Camilerde, kiliselerde, havralarda ve bütün iman mabedlerinde sana tapanlar, fiillerini vicdanlarını senden korkarak, senin buyruklarına uydurmak zarureti diniyesini duyanlar yepyeni bir mücadeleye atıldılar. Bu cihad-ı ekber, Allah diyenlerle dinsizlerin mücadelesi, adlin zulme karşı müdafaasıdır. Ya Rabbi sen Birleşmiş milletler ordularını muzaffer eyle.”

Dua, Ö. Fevzi Mardin’in Kitap Ehli Ailesi kitabının uygulama örneği gibiydi.

Malum, o dönemlerde Amerika sadece hür dünyanın değil, “ehl-i kitap”ın da kalesiydi. Türkiye’de Amerikancı dindarlığın yerleşmesinin önemli argümanlarından biriydi bu. ABD, Komünizme/ateizme karşı savaşımızda “ehven-i şer”i temsil ediyordu. Nitekim, dindar kesime hitap eden yayınlarda, Tek parti dönemi eleştirilirken ABD başkanlarının İncil’e el basarak yemin ettiği, Kiliselerin ne kadar özgür olduğu filan anlatılırdı. Necip Fazıl, 17 Temmuz 1959’da Büyük Doğu dergisinde ABD’ye karşı nasıl durmamız gerektiğini şu sözlerle açıklayacaktı:

“Bize düşen, kendi kendimize sahip olarak Amerika’nın ebedi müttefiki, Amerikalının da ‘Sen sensin, ben de ben’ tarzında dostu olmaktır. Amerikalıyı da böylece kendimiz için bir saadet unsuru kılmak… yoksa bela haline getirmek değil.”

Kore Savaşı, sivil alanda dindarlara hitap eden âlim ve aydınlar tarafından da selamlanmıştı. Örneğin Bediüzzaman Said-i Nursi, öğrencisi Bayram Yüksel’i Kore’ye göndermiş, Nurettin Topçu da “Şehit” isimli bir broşür hazırlamıştı. O dönemde âşıkların yazdığı Kore destanları dilden dile dolaşıyordu. Bunlardan biri olan “Kore Savaşı Destanı”nın bir kıtası şöyleydi: “Şanlı Türk evladı her zaman öğün Nâm aldın dünyada şen ol ve sevin Seni takdir etti Toraman [Truman] Beyin Hasmını yerlere seren ordumuz Türk askeri.”

“Ezan, bayrak, vatan” sloganlarıyla binlerce km uzaktaki Kore’de ABD ordusuyla aynı safta savaşırken İsrail’de kıyım devam ediyordu. Demokrat Parti hükümetinin ise İsrail’le arasından su sızmıyordu. “Arapça Ezan” kararının alınmasının üzerinden daha birkaç hafta geçmemişti ki meşhur edebiyat tarihçisi ve dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, İsrailli gazetecilere “Türkiye’nin İsrail ile münasebetlerinin inkışafı umumi siyasetimizin temelini teşkil eder” diyecekti. Beyanat, 12 Temmuz 1950’deki gazetelerde yer aldı. Bu arada ABD’den gelen bir mektup ile Fuat Köprülü’nün Yassıada’dan ceza almadan kurtulduğunu da hatırlatalım.


O dönemlerde bir taraftan Türkiyeli “Museviler” İsrail’e göç ediyor, diğer taraftan İsrailli gazetecilerin, yetkililerin biri gidip diğeri geliyordu. 5 Temmuz tarihli gazeteler, ilk sayfadan “Türk-İsrail ticaret anlaşması imzalandı” haberini geçiyordu; ezanın Arapçaya çevrilmesinden 2 hafta sonra.

13 Temmuz 1950’deki bir haber İsrailli gazetecilerin Türkiye’den ayrıldığını haber verirken, hemen altında “Camiler dün gece sabaha kadar açık kaldı” deniyordu. Aynı nüshada hacca gideceklere döviz verileceği de belirtiliyordu. Yine örneğin 13 Ekim tarihinde Türkiye’ye ilk defa İsrailli bir sanayi heyetinin geldiği bildiriliyordu. Ondan bir hafta sonra, 21 Ekim 1950 tarihli gazeteler ise bir Türk ticaret heyetinin İsrail’e gittiğini söylüyor, “İsrail bizden 1 milyon dolar kıymetinde mal satın aldı” diyordu.

21 Kasım tarihli gazeteler ise tanıdık bir ismin “general” Moşe Dayan’ın İstanbul’a “gayr-i resmi” bir ziyaret yaptığını söylüyordu. Türkiye’den “takdir ve hayranlıkla” bahsettiği aktarılan Dayan’ın “Yeni gelenleri kumandanı bulunduğum cenup bölgelerine iskân etmekteyim” dediğini aktarıyordu.

Süleymaniye’de okutulan Mevlit’ten bir hafta sonra, 16 Aralık 1950’de ise “Hayfa’dan aldığımız Petrollar” başlıklı bir haber yayınlandı. Bu habere göre de “Süveyş kanalından İsrail tankerlerinin geçmesine izin verilirse” senede “60 milyon lira” kazanacağımız söyleniyordu. Bu arada İsrail’le “sosyal-sportif” aktiviteler de düzenleniyordu. 28 Ekim 1950’de Milli takımımız İsrail’i Tel-Aviv’de 3-2 yenmişti. 7 Aralık 1950 tarihli bir haberde ise bu sefer İsrailli futbolcuların Türkiye’ye geldiği, Tel-Aviv’i 2-0 yendiğimizi, genç futbolcularımızın “güzel ve hâkim” bir oyun oynadığı söyleniyordu. Bu arada Museviler de 13 Aralık’ta Kore şehitleri için bir “ayin” yapmıştı.

Kore Savaşı’nın sıcak çatışmaları 1953’te bitti. Savaş devam ederken Türkiye 18 Şubat 1952’de NATO’ya girdi. DP başvurusunu savaş kararı alındıktan 1 hafta sonra yapmıştı. Türkiye, ABD’den sonra en ağır kayıp veren ikinci ülkeydi. Kore Savaşı kararının Türkiye için ne anlama geldiğini ABD Büyükelçisi McGhee anılarında şöyle tanımlayacaktı: “[Türkiye’nin] Batı’ya adanmışlığını kesin biçimde gösterdi.”. DP Bakanı Samet Ağaoğlu ise “Kore’de bir avuç kan verdik ama büyük devletler arasına katıldık.” diyecekti. Halbuki kan bir avuç değildi. 

Kore, 20. yüzyılın en kanlı savaşlarından biriydi; yaklaşık 4 milyon kişi öldü. ABD, savaştan sonra bölgeye yerleşti ve 400 civarında üs kurdu. Bu arada ABD’li generaller “kahramanlıklarımızdan” dolayı şehitlerin ailelerine madalya takmayı ihmal etmemişti.

Herkes, o günlerde NATO’ya girmek için buna değdiğini düşünüyordu. Ne var ki öyle olmadığı 1964’teki Kıbrıs krizinde anlaşılacaktı. Johnson Mektubu’ndan sonra bazı aileler bu madalyaları geri iade etti. Karşı çıkanlar yok muydu? Tabii ki vardı ama çok az. Behice Boran, Adnan Cemgil gibi kişilerin başını çektiği küçük bir azınlık, Türkiye Barışseverler Cemiyeti karşı çıkmıştı. Onları da “komünist” diye kimse dinlemedi. Fuat Köprülü, “Bu tamamen komünizm propagandası ve komünist matbuatın lisanıdır.” demiş ve eklemişti: “Kore’ye yardım hadisesinin memlekette bir huzursuzluk yaratacağı şayiaları komünizm yardakçıları ve spekülatörlerinin sözleridir.” TBC üyeleri "Milli mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici" açıklamada bulunmak suçundan 3 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldılar.

Aradan yıllar geçti. Kore, 2017’de yeniden gündem oldu. O yıl Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle “Ayla” adında bir film çekilmişti. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı olan Numan Kurtulmuş: “Ayla bizim Oscar adayımız… İnşaallah Oscar’da yüzümüzü güldürür." demiş, bütün bir Türkiye’de Ayla’yı izleme kampanyaları başlatılmıştı. Nitekim Trump da o yıl, basına yansıyan haberlere göre Kore’deki kahramanlıklarımızı unutamadıklarını söylemişti.

Oğuz Atay Tutunamayanlar kitabında, “Tarih geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir, ama görülürken değil.” diye yazar. ABD, dindarların saygıyla ve özlemle andıkları bir dönemde Türkiye’ye yerleşti. İsrail, o dönemde adım adım genişledi. Belki, o dönemdeki kişileri rüya görülürken yorumlayamadıkları için mazur görebiliriz. Fakat tekrar tekrar benzer rüyaları görerek yaşayamayız. Yine de TBC örneğinde olduğu gibi rüya görülürken yorum yapabilenlere de kulak vermek gerekliyken, bu kişiler, rüyanın tadını bozdukları için olsa gerek genelde umursanmamış ya da cezalandırılmıştır.

Bugün Filistin’de korkunç bir soykırım sürüyor. Türkiye ne İsrail’le ilişkilerini kesebildi, ne de giden petrolü durdurabildi. Gazze, tam da “dünya bizi bekliyor!” algısıyla ikna edildiğimiz bir dönemde yakaladı bizi. Artık dindarlığın sembolleri kamusal meşruiyet kazanmıştı. Ayasofya bile açılmıştı, daha ne olsundu? Arapça ezan, tadı ağzımızdan çıkmayan bir baldı; Ayasofya gibi.

Sorunumuz da bu. Bu tadın verdiği sarhoşlukla olsa gerek gerçeklerle yüzleşemiyoruz. Rüya görülürken yorumlamaya çalışan çok az. Onları da ekarte etmek çok kolay. Trollerin hâkim olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Dahası, bazı âlimlerin, akademisyenlerin ve aydınların da trolleştiği bir dönem bu.

Eskiden “komünizm”le korkutuyordu bizi ABD. Şimdi de “Şii Hilali” ile. Her tarafımız NATO ve ABD üsleriyle çevriliyken yapıyorlar bunu. Kürecik ve İncirlik çalışmaya devam ederken yapıyorlar. Avrupa’yla birlik olabileceğimize, ABD’yle müttefik olabileceğimize inananlar ya da bunu göz ardı edenler direniş ekseni ile birlik olamayacağımızı söylüyor. Kuşkusuz manipülasyon çağında yaşıyoruz. Pek çok faktör var. Ama sanırım bizim “din ve dindarlık” anlayışımızla asıl manipülasyonu biz kendi kendimize yapıyoruz. Ağzımıza çalınan balların tesiriyle rüya âleminde yaşamaya devam ediyoruz. Bu rüyadan bizi Gazze de uyandıramıyorsa, “uyanmak istemiyorsak” ayetin de söylediği gibi “oturup beklemekten” başka çaremiz yok.

Mücahit Gültekin
11 Ağustos 2024
Kaynak

0 Yorum: