1950
yılında “İlahiyat Kültür Te’lifleri Basın ve Yayın Kurumu” tarafından kritik
öneme sahip bir kitap yayımlandı. “Kore Savunmasına Katılmamızda Dini ve Siyasi
Zaruret” başlıklı bu kitabın yazarı Arusi tarikatının şeyhi Ömer Fevzi Mardin
idi. Mardin, postnişinliğe Nakşi-Halidi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’den sonra
oturmuştu. Ö. Fevzi Mardin, Osmanlı döneminde Mardinîler diye bilinen tanınmış
bir sülaledendi.
Yazılanlara
göre “Ömer Fevzi” isminde birinin doğacağı ve şeyh olacağı Gavsı Geylani
hazretleri tarafından müjdelenmişti. Ebulula Mardin, Şerif Mardin, Betül Mardin
gibi isimler bu ailedendi. Mardin kitabında, Türkiye’nin, “Allah’ın bayrağını
çekmiş hürriyetçilerin önünde canıyla-malıyla” savaşan ABD’yle mukaddes bir
savaşa katıldığını; bu savaşın cihad ve gaza mahiyetinde olduğunu; Allah için
her milletin Kore’ye koştuğunu yazmıştı. İlginç bir tarikattı bu. Fevzi Çakmak
gibi önemli isimlerin tarikata yakın olduğu söyleniyordu. Ama daha da önemlisi
Arusi tarikatının Musevilerle yakın ilişkisiydi.
Mardin,
1952’de Kitap Ehli Ailesi diye bir kitap yazmış, Musevilerle nasıl ortak
paydalara sahip olduğumuzu anlatmıştı. Nitekim, 2001’de Üzeyir Garih mezarlıkta
saldırıya uğradığında Fevzi Çakmak’ın yakınında medfun olan Küçük Hüseyin
Efendi’yi ziyaret etmekte olduğu basında yazıldı. Her neyse, asıl anlatmak
istediğim bunlar değil. Kore Harbi’nin dindarlık, Amerikancılık ve İsrail’le
ilişkisine değinmek istiyorum.
Kore
Harbi, bizim ilk “milli” ve “dini” savaşımızdı. Kore’ye asker gönderileceği 25
Temmuz 1950 tarihinde Demokrat Parti (DP) hükümeti tarafından açıklandı. Fakat
DP hükümetinin ilk icraatı bu değildi. DP’nin iktidara gelmesiyle ilgili kısa
bir notu da düşelim: 14 Mayıs 1950 seçimlerinden 10 gün önce, ABD Dışişleri
Bakanlığı ve Amerikan Enformasyon Ajansı (USIA) tarafından basılıp 33 dile
çevrilen “Halk Tarafından Kurulmuş Bir Hükümet” isimli kitap, 80 bin adet
bastırılarak Türkiye’de bedava dağıtıldı. Kitapçık DP’yi işaret ediyordu.
İşaret edildiği gibi de oldu.
Menderes,
Türkiye dindarlığının siyasal hafızasında unutulmaz bir karara imza atmıştı.
İktidara geldikten 34 gün sonra, 16 Haziran 1950’de (Ramazan ayı arifesinde)
ezanı Türkçeden Arapçaya çevirmişti. Bununla da yetinmemiş, radyoda Kur’an
okutmaya başlamış ve türbeleri ziyarete açmıştı. Tek parti döneminin kışından
çıkan dindarlar için bunlar “mucizevi” şeylerdi. Nitekim Eşref Edib, Sebilürreşad’da
Şubat 1953’te Menderes’e şöyle seslenecekti: “Uzun ve karanlık bir geceden
sonra bir sabah sen, Müslüman gönüllerin afakında bir yıldız gibi doğdun. Nur
ve ziya saçan bir yıldız gibi.” Edib bunları yazarken, Türk askeri Kore’de,
Amerikalı general McArthur’un arkasında çoktan saf tutmuştu. Buraya tekrar
döneceğim.
Fakat
16 Haziran 1950’de Meclis’te yapılan oylamada dindarların pek dikkatini
çekmeyen bir şey vardı. Ya da dikkatlerini çekti ama önemsemediler. Tek Parti
döneminin hâkimi CHP, o gün muhalefet sıralarında oturuyordu. Kamuoyu nefesini
tutmuş Meclis’te kopacak kıyameti bekliyordu. Muhalefet partisi adına kürsüye
çıkan Cemal Reşit Eyüboğlu, tasarıya karşı çıkmayacaklarını söyledi. O gün
Meclis’te kıyamet filan kopmadı. Mevzu tereyağından kıl çeker gibi halledildi.
CHP’den tasarıya tek bir “red” oyu gelmedi. Karar, bir gün sonra da yürürlüğe
girdi.
İlginç
değil mi? Daha birkaç yıl önce dindarlara kök söktüren CHP’nin Meclis’te
kıyameti kopartması gerekmiyor muydu? Gerekmiyordu. Çünkü mevzu, iç siyasetin
parametreleriyle ilgili bir şey değildi. “Ezan” mevzuu, Amerika’nın
kontrolünde, komünizme karşı konumlandırılacak “ılımlı İslam” projesinin bir
adımı olarak atılmıştı. Kaldı ki CHP, 17 Kasım 1947’de, tam 19 gün sürecek 7.
Kurultay’ında kendini yeni dönemin gereklerine göre düzenlemeye çalışmıştı.
Fakat Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’ın ilk dönem yazarlarından
Şemsettin Günaltay’ın başbakanlığa getirilmesi dahi onunla ilgili algıyı
değiştirmeye yetmedi. Bu arada meşhur 163. maddenin de Günaltay döneminde
yürürlüğe konduğunu, sağcılığın sembol isimlerinden Özal döneminde kaldırıldığını;
o dönemde Meclis’te bulunan SHP’nin de karara tam destek verdiğini
hatırlatalım. Bir de İlk körfez savaşını tabii ki.
Arapça
ezan kararından tam 40 gün sonra, Hükümet, Kore’ye bir tugay asker göndermeye
karar verdiğinde bütün bir ülke coşkuyla komünizme karşı savaşmaya hazırdı.
Üstelik, Karar Meclis’e getirilmeden alınmıştı. Fakat ilginçtir, “don” ve
“köpek maması”nın gündem edildiği Yassıada’da bu hiç gündeme getirilmedi. Devam
edelim.
Gazeteler,
Kore haberleri verirken dindarların gönlünü hoş edecek haberlerle birlikte
veriyordu. Örneğin 6 Temmuz 1950’de yayınlanan Cumhuriyet gazetesinde
bir taraftan “kızıllarla” savaş; hemen yanında “Radyoda Kur’an okunacak”
haberi, onunla birlikte de “Kore için gönüllü kaydı” haberi aynı sayfada yer
alıyordu. Halbuki bu tarihte Hükümet, Kore’ye asker göndereceğini açıklamamıştı
daha, ama kamuoyu oluşturulmaya başlanmıştı.
Savaş
kararının alınmasıyla birlikte Türk siyasal tarihinde bir ilke daha imza
atıldı. Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki, 25 Ağustos 1950’de basın
toplantısı yaptı. “Komünistliğe karşı gelebilecek en kudretli silah, iman ve
ruh kuvvetidir. Hakiki bir müminin komünistlik fikirleriyle ve irticayla
bağdaşabilmesine imkân yoktur.” Harbin ilk ayları çok çetin geçti. Türk askeri,
Kunuri’de ağır kayıplar veriyordu. Birkaç ay sonra cenazeler gelmeye başladı.
10
Aralık 1950’de Hükümet, Süleymaniye'de Diyanet İşleri Başkanı’nın da
katılımıyla bir mevlit okuttu. Diyanet İşleri Reisi, Kore Yolu’nun Allah yolu
olduğunu ve Kore’de ölenlerin şehit sayılacağını söyledi. Bu arada Kore’de de
manevi hava yoğundu. Pusan Şehitliği’nde Tugay imamının yaptığı dua ilginçtir:
“Ya Rabbi! Camilerde,
kiliselerde, havralarda ve bütün iman mabedlerinde sana tapanlar, fiillerini
vicdanlarını senden korkarak, senin buyruklarına uydurmak zarureti diniyesini
duyanlar yepyeni bir mücadeleye atıldılar. Bu cihad-ı ekber, Allah diyenlerle
dinsizlerin mücadelesi, adlin zulme karşı müdafaasıdır. Ya Rabbi sen Birleşmiş
milletler ordularını muzaffer eyle.”
Dua,
Ö. Fevzi Mardin’in Kitap Ehli Ailesi kitabının uygulama örneği gibiydi.
Malum,
o dönemlerde Amerika sadece hür dünyanın değil, “ehl-i kitap”ın da kalesiydi.
Türkiye’de Amerikancı dindarlığın yerleşmesinin önemli argümanlarından biriydi
bu. ABD, Komünizme/ateizme karşı savaşımızda “ehven-i şer”i temsil ediyordu.
Nitekim, dindar kesime hitap eden yayınlarda, Tek parti dönemi eleştirilirken
ABD başkanlarının İncil’e el basarak yemin ettiği, Kiliselerin ne kadar özgür
olduğu filan anlatılırdı. Necip Fazıl, 17 Temmuz 1959’da Büyük Doğu dergisinde
ABD’ye karşı nasıl durmamız gerektiğini şu sözlerle açıklayacaktı:
“Bize düşen, kendi
kendimize sahip olarak Amerika’nın ebedi müttefiki, Amerikalının da ‘Sen
sensin, ben de ben’ tarzında dostu olmaktır. Amerikalıyı da böylece kendimiz
için bir saadet unsuru kılmak… yoksa bela haline getirmek değil.”
Kore
Savaşı, sivil alanda dindarlara hitap eden âlim ve aydınlar tarafından da
selamlanmıştı. Örneğin Bediüzzaman Said-i Nursi, öğrencisi Bayram Yüksel’i
Kore’ye göndermiş, Nurettin Topçu da “Şehit” isimli bir broşür hazırlamıştı. O
dönemde âşıkların yazdığı Kore destanları dilden dile dolaşıyordu. Bunlardan
biri olan “Kore Savaşı Destanı”nın bir kıtası şöyleydi: “Şanlı Türk evladı her
zaman öğün Nâm aldın dünyada şen ol ve sevin Seni takdir etti Toraman [Truman]
Beyin Hasmını yerlere seren ordumuz Türk askeri.”
“Ezan,
bayrak, vatan” sloganlarıyla binlerce km uzaktaki Kore’de ABD ordusuyla aynı
safta savaşırken İsrail’de kıyım devam ediyordu. Demokrat Parti hükümetinin ise
İsrail’le arasından su sızmıyordu. “Arapça Ezan” kararının alınmasının
üzerinden daha birkaç hafta geçmemişti ki meşhur edebiyat tarihçisi ve dönemin
Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, İsrailli gazetecilere “Türkiye’nin İsrail ile
münasebetlerinin inkışafı umumi siyasetimizin temelini teşkil eder” diyecekti.
Beyanat, 12 Temmuz 1950’deki gazetelerde yer aldı. Bu arada ABD’den gelen bir
mektup ile Fuat Köprülü’nün Yassıada’dan ceza almadan kurtulduğunu da
hatırlatalım.
O
dönemlerde bir taraftan Türkiyeli “Museviler” İsrail’e göç ediyor, diğer
taraftan İsrailli gazetecilerin, yetkililerin biri gidip diğeri geliyordu. 5
Temmuz tarihli gazeteler, ilk sayfadan “Türk-İsrail ticaret anlaşması
imzalandı” haberini geçiyordu; ezanın Arapçaya çevrilmesinden 2 hafta sonra.
13
Temmuz 1950’deki bir haber İsrailli gazetecilerin Türkiye’den ayrıldığını haber
verirken, hemen altında “Camiler dün gece sabaha kadar açık kaldı” deniyordu.
Aynı nüshada hacca gideceklere döviz verileceği de belirtiliyordu. Yine örneğin
13 Ekim tarihinde Türkiye’ye ilk defa İsrailli bir sanayi heyetinin geldiği
bildiriliyordu. Ondan bir hafta sonra, 21 Ekim 1950 tarihli gazeteler ise bir
Türk ticaret heyetinin İsrail’e gittiğini söylüyor, “İsrail bizden 1 milyon
dolar kıymetinde mal satın aldı” diyordu.
21
Kasım tarihli gazeteler ise tanıdık bir ismin “general” Moşe Dayan’ın
İstanbul’a “gayr-i resmi” bir ziyaret yaptığını söylüyordu. Türkiye’den “takdir
ve hayranlıkla” bahsettiği aktarılan Dayan’ın “Yeni gelenleri kumandanı
bulunduğum cenup bölgelerine iskân etmekteyim” dediğini aktarıyordu.
Süleymaniye’de
okutulan Mevlit’ten bir hafta sonra, 16 Aralık 1950’de ise “Hayfa’dan aldığımız
Petrollar” başlıklı bir haber yayınlandı. Bu habere göre de “Süveyş kanalından
İsrail tankerlerinin geçmesine izin verilirse” senede “60 milyon lira”
kazanacağımız söyleniyordu. Bu arada İsrail’le “sosyal-sportif” aktiviteler de
düzenleniyordu. 28 Ekim 1950’de Milli takımımız İsrail’i Tel-Aviv’de 3-2
yenmişti. 7 Aralık 1950 tarihli bir haberde ise bu sefer İsrailli futbolcuların
Türkiye’ye geldiği, Tel-Aviv’i 2-0 yendiğimizi, genç futbolcularımızın “güzel
ve hâkim” bir oyun oynadığı söyleniyordu. Bu arada Museviler de 13 Aralık’ta
Kore şehitleri için bir “ayin” yapmıştı.
Kore Savaşı’nın sıcak çatışmaları 1953’te bitti. Savaş devam ederken Türkiye 18 Şubat 1952’de NATO’ya girdi. DP başvurusunu savaş kararı alındıktan 1 hafta sonra yapmıştı. Türkiye, ABD’den sonra en ağır kayıp veren ikinci ülkeydi. Kore Savaşı kararının Türkiye için ne anlama geldiğini ABD Büyükelçisi McGhee anılarında şöyle tanımlayacaktı: “[Türkiye’nin] Batı’ya adanmışlığını kesin biçimde gösterdi.”. DP Bakanı Samet Ağaoğlu ise “Kore’de bir avuç kan verdik ama büyük devletler arasına katıldık.” diyecekti. Halbuki kan bir avuç değildi.
Kore, 20. yüzyılın en kanlı savaşlarından biriydi; yaklaşık 4 milyon kişi öldü.
ABD, savaştan sonra bölgeye yerleşti ve 400 civarında üs kurdu. Bu arada ABD’li
generaller “kahramanlıklarımızdan” dolayı şehitlerin ailelerine madalya takmayı
ihmal etmemişti.
Herkes,
o günlerde NATO’ya girmek için buna değdiğini düşünüyordu. Ne var ki öyle
olmadığı 1964’teki Kıbrıs krizinde anlaşılacaktı. Johnson Mektubu’ndan sonra
bazı aileler bu madalyaları geri iade etti. Karşı çıkanlar yok muydu? Tabii ki
vardı ama çok az. Behice Boran, Adnan Cemgil gibi kişilerin başını çektiği
küçük bir azınlık, Türkiye Barışseverler Cemiyeti karşı çıkmıştı. Onları da
“komünist” diye kimse dinlemedi. Fuat Köprülü, “Bu tamamen komünizm
propagandası ve komünist matbuatın lisanıdır.” demiş ve eklemişti: “Kore’ye
yardım hadisesinin memlekette bir huzursuzluk yaratacağı şayiaları komünizm
yardakçıları ve spekülatörlerinin sözleridir.” TBC üyeleri "Milli
mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici" açıklamada bulunmak
suçundan 3 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldılar.
Aradan
yıllar geçti. Kore, 2017’de yeniden gündem oldu. O yıl Kültür Bakanlığı’nın
desteğiyle “Ayla” adında bir film çekilmişti. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı
olan Numan Kurtulmuş: “Ayla bizim Oscar adayımız… İnşaallah Oscar’da yüzümüzü
güldürür." demiş, bütün bir Türkiye’de Ayla’yı izleme kampanyaları
başlatılmıştı. Nitekim Trump da o yıl, basına yansıyan haberlere göre Kore’deki
kahramanlıklarımızı unutamadıklarını söylemişti.
Oğuz
Atay Tutunamayanlar kitabında, “Tarih geçmişten geleceğe uzanan ve bugün
gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir, ama
görülürken değil.” diye yazar. ABD, dindarların saygıyla ve özlemle andıkları
bir dönemde Türkiye’ye yerleşti. İsrail, o dönemde adım adım genişledi. Belki,
o dönemdeki kişileri rüya görülürken yorumlayamadıkları için mazur görebiliriz.
Fakat tekrar tekrar benzer rüyaları görerek yaşayamayız. Yine de TBC örneğinde
olduğu gibi rüya görülürken yorum yapabilenlere de kulak vermek gerekliyken, bu
kişiler, rüyanın tadını bozdukları için olsa gerek genelde umursanmamış ya da
cezalandırılmıştır.
Bugün
Filistin’de korkunç bir soykırım sürüyor. Türkiye ne İsrail’le ilişkilerini
kesebildi, ne de giden petrolü durdurabildi. Gazze, tam da “dünya bizi
bekliyor!” algısıyla ikna edildiğimiz bir dönemde yakaladı bizi. Artık
dindarlığın sembolleri kamusal meşruiyet kazanmıştı. Ayasofya bile açılmıştı,
daha ne olsundu? Arapça ezan, tadı ağzımızdan çıkmayan bir baldı; Ayasofya
gibi.
Sorunumuz
da bu. Bu tadın verdiği sarhoşlukla olsa gerek gerçeklerle yüzleşemiyoruz. Rüya
görülürken yorumlamaya çalışan çok az. Onları da ekarte etmek çok kolay.
Trollerin hâkim olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Dahası, bazı âlimlerin,
akademisyenlerin ve aydınların da trolleştiği bir dönem bu.
Eskiden
“komünizm”le korkutuyordu bizi ABD. Şimdi de “Şii Hilali” ile. Her tarafımız
NATO ve ABD üsleriyle çevriliyken yapıyorlar bunu. Kürecik ve İncirlik
çalışmaya devam ederken yapıyorlar. Avrupa’yla birlik olabileceğimize, ABD’yle
müttefik olabileceğimize inananlar ya da bunu göz ardı edenler direniş ekseni
ile birlik olamayacağımızı söylüyor. Kuşkusuz manipülasyon çağında yaşıyoruz.
Pek çok faktör var. Ama sanırım bizim “din ve dindarlık” anlayışımızla asıl
manipülasyonu biz kendi kendimize yapıyoruz. Ağzımıza çalınan balların
tesiriyle rüya âleminde yaşamaya devam ediyoruz. Bu rüyadan bizi Gazze de
uyandıramıyorsa, “uyanmak istemiyorsak” ayetin de söylediği gibi “oturup
beklemekten” başka çaremiz yok.
Mücahit Gültekin
11 Ağustos 2024
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder