07 Ağustos 2024

,

Rabindranath Tagore

Büyük Hint şairi Rabindranath Tagore’un şahsiyetinin temel özelliklerinden biri, herkesi kucaklayan enternasyonalizmidir. Bu, bir siyasetçinin değil, şairin enternasyonalizmidir.

Tagore’un şiiri, nefreti ret ve mahkûm eder. Sadece sevgiyi bilir, sadece onu yüceltir. Onun eserlerinde milli duygular, olumsuz bir niteliğe sahip değildir. Bu duygular her daim olumlanır.

Tagore, insana dair olan her şeyin kendisine ait olduğunu düşünür. O, kendi ruhunu evrensel ruhla bir kılmak için uğraşır. Şimdi şairin düşüncesine ait bu bölgeyi keşfedelim. Onun Batı, Gandi ve onun öğretisi karşısında aldığı konumu ele alalım.

Tagore’un eserleri, politik ve ahlaki felsefesine dair bir dizi belgeyi içerir. Bunların en ilginci ve en zekice kaleme alınmış olanı ise Ev ve Dünya isimli çalışmasıdır. İnsanı anlatan bu büyük roman, aynı zamanda Hindu romanının da önemli bir eseridir. Raja Nikhil, eşi Bimala ve milli-yetçi ajitatör Sandip, bugün tüm dünya genelinde “Svadeşi” hareketi olarak bilinen milliyetçi hareketin oluşturduğu atmosfer içerisinde hareket etmektedirler. “Svadeşi” “kendi ülken” anlamına gelmektedir. Bu hareket, sadece Hint mallarının satın alınması talebiyle yola koyulmuştur.

Gandi’nin pasif itaatsizlik ve direniş siyasetinin yaslandığı tutkular, fikirler, insanlar ve sesler, okuyanı kendisine hayran eden hikâyedeki sahneler üzerinden geçip gider. O güzel ve tatlı karakteriyle raja Nikhil isimli karakterinin ağzından Bengalli şairimiz Svadeşi hareketinin yazarları ve destekçileriyle polemiğe girer. Nikhil, Sandip’e “Tıpkı senin milletin gibi Tanrı’nın tecellisi olan diğer milletlerden nefret ederken bir yandan da nasıl Tanrı’ya ibadet edebiliyorsun?” diye sorar. Sandip cevabında, “nefret ibadetimin tamamlayıcı unsuru” der.

Nikhil’in eşi Bimala da Sandip gibi düşünmektedir:

“Ülkemi bir kişi gibi görmek, ona anne, tanrıça, Durga demek istiyorum. Ve ben, bu kişi için feda ettiğim kanımla yeryüzünü kızıla boyarım. Ben insanım. Kutsal değilim.”

Sandip sevinçle şunu söyler:

“Gördün mü Nikhil, hakikat bir kadının kalbinde nasıl da karşılık buluyor! Kadın, nasıl zalim olacağını biliyor. Onun şiddeti hiçbir şeyi gözü görmeden yıkıp geçen korkunç ama bir o kadar da güzel bir boran gibi. Erkeğin şiddeti ise çirkin, çünkü erkek, kucağına topladığı, aklın ve düşüncenin iç kemirici kurtlarıyla besliyor kendisini. Anavatanımızı kurtaracak olan, kadınlarımızdır. Zerre tereddüt etmeden, akla başvurmaksızın, acıma-sız olmalıyız.”

Sandip’in ağzından, gerçek bir Gandicinin edemeyeceği laflar dökülüyor. Şiddetten bahseder-ken şu dizeleri anımsatıyor:

“Gel, azametli Günah, kızıl öpücükler, alevini kanımıza akıtsın. O zorba kötülüğün borusu çalsın. Alnımıza bayram eden adaletsizliğin çelengi takılsın!”

Bu, Gandi’nin dili değil. Şakirtlerinin cümleleri olabilir. Gandi’nin öğrencilerinin geliştirdiği Svadeşi doktrinini inceleyen Romain Rolland, şu şekilde sesleniyor onlara:

“Heybetli ve ürkütücü şakirtler! Ne kadar saf olurlarsa o kadar korkunç oluyorlar! Tanrı, büyük insanı, Gandi’yi onun düşüncesinin sadece belirli bir kısmını idrak eden dostların-dan korusun! O düşünceyi bir sisteme bağlayan şakirtleri ondaki ahengi yok ediyorlar.”

Romain Rolland, Gandi ile ilgili kitabında, Rabindranath Tagore ile Mahatma arasında geçen diyalogu özetliyor. Orada Tagore, kendisindeki enternasyonalizmi şu şekilde izah ediyor:

“İnsanlığın tüm güzellikleri benim. Upanişadların da dediği gibi İnsanın Ebedi Şahsiyeti, tüm insan ırkları arasında kurulacak o görkemli ahenk olmadan gerçekleşemez. Duam şudur ki Hindistan, dünyadaki tüm halklar arasında kurulacak işbirliğinin somut bir ifadesi olsun. Birlik Hakikattir. Birlik, herkesi içine alır, dolayısıyla inkâr yoluyla ulaşılacak bir hedef değildir. Bugün ruhlarımızı Batı’nın ruhundan ayırmak için ortaya konulan çaba, ruhsal bir intihar girişimidir. Bugünkü çağ, bütün gücüyle Batı’ya aittir. Bu, ancak Batı’nın insana büyük bir görev yüklemesiyle mümkün olabilmiştir. Doğu’nun insanları olarak bizim kendimize öğretmemiz gereken şeyler vardır. Hiç şüphe yok ki kendi kültürümüzle uzun zamandır temas hâlinde olmamamız, sonuç olarak Batı’nın kültürünün doğru yere konulamaması, kötü bir şeydir. Fakat, kötü olduğunu söyleyip onunla teması kopartmamak, fikri fakirlikten başka bir şey üretmemiş olan taşralılığın en kötü biçimini teşvik edecektir. Bugünün sorunu küresel bir sorundur. Hiçbir insan, kendisini başkalarından ayırarak sağlığına kavuşamaz. İnsanlar, ya kendilerini birlikte kurtaracak ya da yok olacaklar.”

Rabindranath Tagore, Doğu ile Batı arasında kurulacak işbirliğini savunuyor. Bu nedenle, Batı’nın mallarını boykot etme kararını ve bu yönde ortaya konulan eylemleri onaylamıyor. Çıkrığa geri dönülünce mucizevi sonuçlar elde edileceğini düşünmüyor. “Madem büyük makineler Batı’nın ruhu için tehlikeli, o vakit küçük makineler de bizim için daha az tehlikeli olmalı” diye soruyor.

Bu türden görüşlerinde Rabindranath Tagore, o el üstünde tuttuğu idealizminden bağımsız olarak, gerçekte karşımıza Gandi’den daha gerçekçi biri olarak çıkıyor.

Hindistan, özgürlüğüne kendisini Batı’nın bilimi ve makinelerinden gizemli âleme çekilip kopmak suretiyle kavuşamaz. Direniş eylemleri üzerinden elde edilen politik deneyim, Gandi’nin öngörüleriyle çelişiyor.

Fakat öte yandan Rabindranath Tagore, Gandi’yi politik lider olarak ortaya koyduğu faaliyetleri üzerinden kınarken, kendisi de soyutlama alanına çekiliyor. Peki Tagore, Gandi’yi politik lider değil de dindar bir reformcu olduğu için mi eleştiriyor yoksa esasında kendisi ahlak ve estetik düzleminde politikayı küçümsediği için mi bu eleştiriyi dillendiriyor? Dindar reformculuk konusunda Tagore, haklı olabilir.

Daha önce Gandi ile ilgili kaleme aldığım yazıda aktardığım biçimiyle, Mahatma’nın çalışmaları politik olmaktan çok ahlaki ve dini. Ayrıca Gandi, gücünü Hindulara kölelik, açlık gibi meseleler konusunda çözüm sunuyor oluşundan alıyor. Bu anlamda, Gandi, dini vaazları değil, politik ve ekonomik çıkarları temel alan yaklaşımı sayesinde öne çıkıyor.

Buna karşılık, Tagore, ilhamını sadece şair ve felsefeciye ait kanaatlerinden alıyormuş gibi görünüyor. Tagore, Hindistan’ın politik ve toplumsal meselelerini Gandi’ye nazaran daha az düşünüyor. Svarac denilen ülke idaresi, onu pek ilgilendirmiyor. Politik ve toplumsal devrim onu hiç heyecanlandırmıyor. Tagore, eylem adamı değil. O, bir şair ve ideolog. Gandi, bu konuda onu hakikate dair o derin sezgisiyle suçluyor: “Bu bir savaş. Bırakalım şairimiz lirini yere bıraksın! Şarkısını sonra söylesin.”

Tagore’la yürüttüğü polemiğin bu kısmında Mahatma, peygambervari bir dille konuşuyor:

“Şair dediğin, yarın için yaşar ama aynısını bizim yapmamızı istemez. […] Biz oturup kumaş dokumalıyız! Herkes dokusun kumaşını! Tagore da başkaları gibi dokusun! Yabancı kıyafetlerini ateşe versin! Bugünün görevi bu. Yarınla Tanrı ilgilenir. Gita’nın da dediği gibi, salih amellerde bulunun!”

Görebildiğimiz kadarıyla Tagore’un halkın ruhuyla bir alakası bulunmuyor. Onların derdini, çilesini yüreğinde hissetmiyor. Halkın tutkusunu ve şiddetini zerre paylaşmıyor. Bu adamdaki düşünsel ve ahlaki duyarlılık had safhada ama o, bir prensin torunu olarak, yüksek mertebelerin, aristokrasinin hayat anlayışını miras almış. Hiyerarşi anlayışı, etine, ruhuna işlemiş. Hindu devrimini, Svadeşi hareketini tümüyle anlayabilmesi, yüreğinde hissedebilmesi için onun halka ve tarihe biraz yaklaşması gerekiyor.

Tagore’un Batı medeniyetine yönelik yaklaşımında Mahatma’nın yaklaşımındaki kadar öfke yok. Mahatma, Batı medeniyetini “şeytani bir olgu” olarak tarif ederken Tagore, bu tür bir fikre sahip değil. Ama o da Batı medeniyetinin sonunun geldiğini hissediyor, günahlarını bir bir mahkûm ediyor.

Tagore, Avrupa’nın içini materyalizmin kemirip tükettiğini düşünüyor. Şehrin insanını redde tabi tutuyor. Şehrin fazla irileşmesini Batı’daki çürümenin bir alameti veya bu çürümeye sebep olan unsurlardan biri olarak görüyor. Modern Babil’ler onu hiçbir şekilde cezbetmiyor, aksine, kendisini kedere boğuyor. O, şehirleri ruhsuz buluyor. İnsanın hayatın kaynağı olarak doğayla temas hâlinde kalmasını sağlayan köylü hayatını ise çok seviyor.

Tagore’un köylü hayatına ait bir insan olduğu açık. Ondaki ahlak ve metafizik anlayışının şekillendirdiği, kapitalizmin krizine dair izleniminin gene de somut ve derinlikli olduğunu görmek gerekiyor. Tagore’a göre, Batı’nın elindeki zenginlik açgözlü bir zenginliktir. Batı’nın zenginleri, zenginliği toplumsal amaçlarından kopartmıştır. Bu zenginlerdeki açgözlülük, lüks anlayışı, idare ettikleri malların kullanımına ait ahlaki sınırları ihlal ediyor. Zenginlerin zevkleriyle ilgili izlenim, bir biçimde sınıfsal nefrete yol açıyor. Para sevgisi Batı’ya kaybettiriyor. Bu anlamda, Tagore, babahancı ve aristokratik bir zenginlik anlayışına sahip.

Neticede düşünür Tagore, şair Tagore’un gerisinde kalıyor. Her şeyden önce Tagore büyük bir şair, zeki bir sanatçı. Bugün yazılmış hiçbir kitapta Tagore’un Gitanjali kitabındaki şiirsel rayiha ve derinlik yok. Bu kitaptaki şiirler, bir köylü kadar pürüzsüz, çapaksız ve basit. Ayrıca, André Gide’in ifade ettiği biçimiyle, hiçbir mitolojinin ürünü olmamak gibi önemli bir vasfa ve değere sahip. Yeni Ay ve Bahçıvan’da da aynı saflığı, aynı basitliği, aynı ilahi lütfu bulmak mümkün. Onda da şiirler alabildiğine derin. Hep insanın sesini duyuyorsunuz. Çokluğun, kalabalıkların sesini hiçbir şekilde duymuyorsunuz. Ama gene de bu şiirler evrensel bir duygunun doğurduğu sözler.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

0 Yorum: