07 Mart 2016

,

Muhtar Çakmağı


Birikim dergisi patronu Ömer Laçiner, “Erdoğan, Türkiye toplumunun vasatına oynuyor.” demiş. Doğrudur, Erdoğan ve AKP, zaten bu becerisi sayesinde Birikim dergisini de kendisine örgütleyebilmiştir. Muhsin Kızılkaya’nın “beni AKP’ye Birikim dergisi örgütledi” lafı anımsanmalıdır. Birikim, sosyalist hareketin vasatını tayin etsin diye örgütlenmiştir. Arkasında doğuya ve oranın kavgasına ait olma iradesini tasfiye etme girişimi vardır. AKP’yle buluştuğu kavşak, Batı uşaklığıdır.

Türkiye’deki her darbenin sol siyasette bir izdüşümü vardır. Birikim, 12 Mart’ın izdüşümüdür. Batı’ya ve Batı’yla kurulmuş devlet-sermaye ilişkileri ölçütünde fazla ileri gitmiş olan devrimci gençlerin pratiği, vasata çekilmek zorundadır. Birikim, bu tasfiye işlemini Fransa’dan ithal kişi ve kuramlarla gerçekleştirmenin adıdır. Arkasında bir de bu ülkenin kuruluşundaki ana güç olan İngiliz parmağı da aranmalıdır.

12 Mart’ın politik açıdan örgütlediği kesimse Aydınlıkçılardır. 12 Eylül’ün izdüşümünü TKP bileşenlerinde görmek mümkündür. Altmış darbesi ise en çok Aybar çizgisinde karşılık bulur. Aydınlık’ın da arkasında İngiliz parmağı aranmalıdır.

Erdoğan, 12 Eylül’ün ancak Fethullahçılar üzerinden başarabildiği “muhbir vatandaş” pratiğini kurumsallaştırmıştır. MİT içindeki CHP’lilerin eliyle sızdırılan bilgileri gazetesinde “Bilinmeyen Sol” başlığı ile yayınlayan Aydınlıkçıların bugün AKP ile yan yana geldiği hiza, 12 Eylül’dür.

Hizanın paraleli de vardır. Bu da büyük ölçüde 28 Şubat hattıdır. O gün SİP ve Dev-Yolcuların kaymak tabakası, kitle örgütleri üzerinden 28 Şubat hattına hizalanmıştır. Demek ki Erdoğan’ın muhtarlar toplantısı ile bu iki kesimin muhbirliği yan yanadır, aynı salıncağı sallamaktadır.

Bu açıdan, Fatih Yaşlı’nı[2] Zaman gazetesi önünde, yerlerde sürüklenen, dayak yiyen kadınları “aşağılık varlıklar” olarak gördüğü için o yazıyı yazdığı açıktır. Geçmişte Kemalistler dayak yerken, “yesinler birbirlerini” demeyen bu eşhas, bağlı olduğu istihbarat ağına, koluna sürekli mesajlar verip durmakta, safını belirginleştirmektedir. Yaşlı gibiler her fırsatta sahiplerine rapor vermeye, işmar etmeye, selam durmaya mecburdurlar.

Birgün, SoL gibi yapılarla Erdoğan’ın muhtarlar toplantısı arasında fark yoktur. Her ikisi de İkinci Dünya Savaşı’nda Vietnamlıların evlerini ateşe vermekte kullanılan çakmakların hediye edildiği kesimdir. Muhtar çakmağıdır. (Bu sol çevrelerin ana istihbarat kaynağı, önemli ölçüde Zaman ve çevresi olduğuna göre, kayyım sonrası Birgün ve SoL’un yarın bir gün “Erdoğan dünya lideri” manşeti ile çıkma ihtimali de mevcut!)

Dolayısıyla, Ayrıntı kanalıyla, Agamben’in ağzından[3], “Her yurttaş potansiyel bir teröristtir. Fakat böylesi bir ilkeyle yönetilen bir Devlet nedir? Onu hâlâ demokratik bir devlet olarak tanımlayabilir miyiz?” demenin bir anlamı yoktur. Zira Birgün, SoL vs. sosyalizm propagandasını bir kenara bırakmış, cümle taraftarını devlete bağlı birer muhbire dönüştürmüştür. Artık bu solcular, okul önlerinde, kurum kapılarında, toplantılarda İslamcı, şeriatçı, gerici avına çıkmıştır. 28 Şubat ve Batı Çalışma Grubu, onlar üzerinden, yeniden örgütlenmektedir.

Charlie Hebdo’da öldürülen karikatüristlere üzülmemelerinin, o olayın yağını çıkartıp ekmeklerine sürmek istemelerinin, şarli ebdo olmalarının sebebi de buradadır. Dolayısıyla, Hollande’ın Suudi prensine onur nişanı vermesine şaşırmamaları gerekir.[4] Aslında bu haber, “o onur nişanını neden bize vermiyorsunuz da o gericiye veriyorsunuz?” şaşkınlığına dairdir. Efendilerine yalvarma yöntemidir. Birgün’ün, Fransız devletinin Hebdo ve diğer olaylar üzerinden, “her yurttaşını terörist” görmesi, ülkeyi demir yumrukla yönetmesi, iç güvenlik yasaları çıkartması, Müslümanları ve göçmenleri terörize etmesi, umurunda değildir. O ve yoldaşları, Fransız devleti dolayımı ile kendi devletinin safındadır. Her zaman da öyle olmuştur.

Aynı çizginin parçası olan Halkevleri’nin kısa süre önce kurum-dernek statüsünü tekrar elde etmesine şaşırmamak gerekir. Birikim gibi çalışmalar üzerinden bu geleneğin teorik-politik aklı, iğdiş edilmiştir. Dolayısıyla, bu statünün neden bugün verildiğini sorgulayacak ferasetten yoksundur. Yıllardır bu coğrafyadan kaçıp Latin Amerika’ya sığınırken istismar ettikleri James Petras’ın adını ağızlarına artık almamaları da bu yoksunlukla alakalıdır.

James Petras[5] yazısında, Latin Amerika’da solcu hükümetlerin neden başarısız olduklarına değinmektedir. “21. Yüzyıl Sosyalizmi” söyleminin ardındaki maden-tarım sektörü faaliyetlerinden, çokuluslu şirketlerle yapılan anlaşmalardan, yolsuzluktan, yoksulların tahkir edildiğinden, hor görüldüğünden bahsetmektedir. Belirli bir kesimin emtia canlılığı, para girişi ile zengin olduğunu, bu kesimin “Eşitlik” sloganını gerici bulmaya başladığını ve güvenlik meselesini en önemli başlık kabul ettiğini söylemektedir. Petras’ın dilinden dökülen, liberalizme kul-köle edilmiş 21. Yüzyıl solculuğunun hâl-i pürmelalidir.

Eğer neoliberalizmde çalışmanın kendisi bile lüks ve imtiyaz hâline geliyorsa, “çalışmamak özgürlüktür, çalışmayın” diyen bir teori, misal Otonomculuk, hemen piyasaya sürülecektir. Otonom, Koordinasyoncuların, Koordinasyonculuk Dev-Yol’un semeresidir. Çalışmaya mecbur yoksullara tepeden bakanlar da bu teoriyi hemen içselleştireceklerdir. Bir inşaatta yaşanan cinayet sonrası ölen arkadaşı için bağırıp çağıran işçiye böylesi bir solcu, “çalışma o zaman!” diye bağırabilmektedir. O işçi ise iki çocuğu olduğundan, gece-gündüz çalışması gerektiğinden bahsetmektedir. Petras’ın soldaki başarısızlığın altında gördüğü, işte bu kibirdir. O kibir, “gereksiz nüfus”, “artık kitle” laflarının dillendirildiği dönemde kendisini kendi aynasında “devrimci” görmektedir.

Demek ki son yirmi yıldır “21. yüzyıl sosyalizmi”nden, Latin Amerika örneklerinden bahsedip duranlar, dinsiz ve milletsiz bir ütopyayı allayıp pullayanlar, çokuluslu şirketlerin yerel ajanlarıdırlar. O nedenle, bir inşaat kazasında ölen genç, emekçi değil, özel bir örgütün özel üyesi olduğu için değer görebilmektedir. Oysa tam tersi olabilmelidir. Kaldıraç, kendi yoldaşını anabilmekte, ama ölen, katledilen işçiyi önemsemediğini ortaya koymaktadır. Halk, işçi sınıfı, ezilenler tali; örgütlü bireysel varoluş asli ve yücedir. Bu kibir, altüst edilmelidir.

Belirli mesleklere ve imkânlara sahip kesimlere seslenilmesinin, onların şeriat ve Kürd gibi güvenliği tehdit edici unsurlara karşı örgütlenmesinin sebebi buradadır. DSİP’in “Demirtaş’a sahip çıkalım” kampanyası ve sivil siyaset gezintileri de burayla alakalıdır. Cem-i cümlesi, eşitliğin, adaletin gerici, Sorosçu özgürlüğün ilerici olduğunu söyleyen ideolojik salgıyla kuşatılmıştır. Varlığını yoksulla, işçiyle değil, aldığı destekler ve fonlarla tanımlı kılanlardan da başka bir şey beklenmemelidir.

AKP, soldaki yoksula, mazluma dönük kibrin güncellenmesi için sadece basit bir bahaneden ibarettir. Petras, hükümet işlerinde yükselen eski solcuların sınıf atlama yanılsamasıyla yoksul halktan uzaklaştıklarından, ideolojilerini terk ettiklerinden, başlarındaki siyasetçileri “modernleştirici” liderler olarak gördüklerinden, yoksulların da bu kibirden uzaklaştıklarından bahsetmektedir. AKP dolayımı ile devlet içre bir hatta hizalanan sol da yükseldiğini zannetmekte, ideolojisini terk etmekte, AKP’ye son verme ihtimali bulunan güçlere “modernleştirici” payesi bahşetmektedir.

Uzun zamandır “Kobanê Devrimi”nden söz edenler, oraya inşa edildiği söylenen ABD üssüne[6] bu yüzden tek laf etmemektedirler. Latin Amerika neyse Ortadoğu da odur. Kıyameti zorlayan kimi kesimler gibi bazı solcular da darbeyi zorlamaktadırlar. Darbe, solun sihirli değneği, tek kurtuluş yoludur artık.

Oysa bir tür darbe AKP üzerinden devinmekte, devlet bir koldan yere inmekte, içe işlemektedir. Kendisini koruma, yeniden üretme imkânını sadece AKP şahsında görmesi mümkün değildir. Sol da bu görünün parçası olmak istemektedir. AKP balonunun içinde solun da nefesi vardır. Devletin sadece tek bir koldan, AKP üzerinden işlediğini söyleyenler, esasen devletin kendi şahıslarında da varolmasını gizlemek derdindedirler.

O balona üflenen nefes, Kürd’e ve Müslüman’a düşman olmak zorundadır. Gericiliğe karşı aydınlanma hareketinin öncülerinden Hüseyin Aygün, o nedenle yıllar önce PKK’nin öldürdüğü söylenen bir öğretmenle bugün izleyebildiği, dinin zorla dayatılmasına dair olduğunu düşündüğü filmi ilişkilendirmektedir.[7] Nereye mesaj vereceğini iyi bilmektedir.

Batı Çalışma Grubu, gizli odalardan çıkmakta, sokağa taşmakta, devletin sürekliliği gereği, bu isimlerde vücut bulmaktadır. O, sosyalist hareket şahsında yeniden örgütlenmiştir. Devlet için her yurttaş teröristse, onların kontrol altında tutulmaları gerekiyorsa, bunun için ideolojik bir dayanağa da ihtiyaç vardır. Bu solcular, yoksul, mazlum halkı sırtlarından bıçaklayıp, işte bu faaliyete ortak olmaktadırlar.

Bize ise yoksulların, mazlumların öfkesini, derdini kuşanan, doğu eylem kolektifi gerekmektedir. Çünkü Batı burjuva; Doğu proleterdir.

Eren Balkır
7 Mart 2016

Dipnotlar:
[1] Ömer Laçiner Söyleşisi, “Erdoğan Türkiye Toplumunun Vasatına Oynuyor”, 6 Mart 2016, Medyascope.

[2] Fatih Yaşlı, “Zaman Dayanışma Zamanı mı?”, 6 Mart 2016, Birgün.

[3] Giorgio Agamben, “Eksiltili Bir İktidar Teorisi İçin”, 10 Mart 2014, Ayrıntı.

[4] “Prens’e Onur Nişanı”, 7 Mart 2016, Birgün.

[5] James Petras, “Putların Alacakaranlığı”, 4 Mart 2016, İştirakî.

[6] “Kobane’de Hava Üssü”, 7 Mart 2016, T24.

[7] Hüseyin Aygün, “Sezgin Keçeci ve İftarlık Gazoz’a Ağıt”, 3 Mart 2016, Birgün.

0 Yorum: