“İnsan yaradılışını ve
onun zihin ürünlerini incelerken şu kanıya vardım: tarihsel gerçek bir kez
oluştu mu, ne ise o olması nedeniyle (örneğin olduğu şey olan ve olduğu şey
olduğu için, öyle olmaması ya da başka türlü bir şey olması olanaksızlaşan bir
kimya elementinin zorunluluğundan) hiç farklı olmayan bir zorunluluk niteliği
kazanıyordu.”
[Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, s. 10, TTK Basımevi,
Ankara, 1988]
Yukarıdaki
alıntı, aslında siyasal-felsefi-bilimsel bir özet. Siyasal yanı modern ulus
devlete, felsefi yanı aydınlanmacılığa, bilimsel yanı da pozitivizme karşılık
gelmektedir. Suat Sinanoğlu zaten bu alıntıyı yaptığımız Türk Hümanizmi adlı
çalışmasında Kemalizm’in siyasal-felsefi içeriklendirilme örneklerinden
birisini, hatta Kemalizm’in ana omurgasını oluşturan içeriklendirme örneğinden
birisini sunar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş zemini, nesnel olarak
da alıntıda ortaya konan zemine dayandırılarak yapılmaya çalışılmıştır. Özcesi,
topluma dışsal bir ilke aracılığıyla verilen düzenleme tarihselleştiğinde,
olduğundan başka türlü olamayanın (kimya elementi) taşıdığı kesinlik ve
mutlaklık sağlanabiliyordu. Dışsal ilkeyi veren dışsallık alanı, evrensel
olarak belirlenen ilkelerle iş gördüğü varsayılan akıl alanıydı. Akıl alanını
topluma dışsallaştıran (ve aşkınlaştıran) koşul, aklın insan toplumuna dışsal
bir güç oluşu ile değil, aklı kurduğu iddia edilen ilkelerin dayandığı zemini
pozitivist yöntemle kavrama ile ilgiliydi. Yöntem, tarihsel gerçek bir kez
oluştuğunda, topluma yedirilen ilkenin toplumun doğal-maddi parçası olduğunu
varsaymaktaydı. Elbette yöntem tamamıyla hakikatsizlik içinde değildir. İnsan
toplumları sentetik müdahaleyle değişme olanağına sahiptirler. Bir yanıyla buna
insan da sahiptir. Ancak hem yöntem, hem de yöntemin dayandığı siyasi-felsefi
zemin mutlaklık ve kesinlik karakteri taşıdıklarını varsaymaktadırlar.
Heidegger, batı metafiziğinin temel belirlemelerinden birisi olan özne-nesne
denklemine karşı çıkmaz, o bu denklemin hakikatin bütünü olarak belirlenmesine
karşı çıkar. Pozitivist yöntemde karşı durulması gereken de budur. İnsan
toplumları sentetik müdahaleyle değişme olanağına sahiptir, ancak insan
toplumları diyalektiğe de sahiptir. Bu diyalektik, insan toplumlarını doğa
determinizminin zorunluluğundan özerk bir biçimde, tarihselleştiği oranda
kesinlik karakterine sahip ama mutlak olmayan ve asla fen bilimlerinde elde
edilecek sonuçlara benzemeyecek olan doğal, içkin işleyişler ve usullerle
devindirir. Türk ulus devleti deneyiminde gördüğümüz budur. Evet Türk ulus
devlet modeli varsaydığı zeminin öznesini tutturmuştur. Demokratik, laik, hukuk
devletine yalnızca vatandaşlık kimliğiyle bağlı ve bu hukuk bağlamında Türk
ulusunun üyesi, her türlü dinsel, kimliksel, mezhepsel, sınıfsal yani tarihsel
bağlarından soyundurularak yerleştirildiği kamusal alanın hukuk önünde herkesle
eşit parçası. Bugün bu zeminin tam da tanımlandığı gibi parçası olduğunu
varsayan birey Türkiye’de vardır. Ancak toplum diyalektiği karşımıza bu
fenomenin yanında başka fenomenler de çıkarmıştır. Bu sentetik müdahale
doğal-içsel-tarihsel dirençlerle karşılaşmıştır. Türkiye coğrafyasında bugün
karşılaştığımız sorunları yaratan iki tarihsel direnç vardır. Bunlardan birisi
İslam diğeri de Kürt kimliğidir. Evet Türk ulus devleti varsaydığı zeminde,
örneğin tarihsel kimliğinden soyunarak, kamusal alanın saf özne vatandaşlığı
kimliğini içselleştirmiş Kürt yaratmıştır. Ya da kamusal alanın seküler
formuyla uzlaşmış bir müslüman yaratmıştır. Ama diğer yandan bunu yaratamadığı
bir Kürt ve müslüman da vardır. Çünkü bu tarihsel kimlikler oluşmuş tarihî
gerçeklerdir ve cumhuriyetçi modeli de içeren liberal demokrasi öznenin bu
bağlarını, diğer öznelerle çatışmasına olanak tanıyacak kategoriler olarak
gördüğü için onları saf kamusal alan belirlemesi içinde eriterek çözmeye
çalışmıştır. Ancak tarihsel deneyim toplum diyalektiğinin buna direnç
gösterdiğini, doğal tarihsel kimliklerin dışsal bir alan üzerinden belirlenen
ilkelerle bütünüyle formatlanamadığını görünür kılmıştır.
Türk
ulus devleti deneyimi bugün tarihinin en derin kriziyle karşı karşıyadır.
Yukarıda ortaya koyduğumuz çerçeve bağlamında kendi siyasal-kamusal
organizasyon formunda tamamıyla eritemediği iki fenomen, yani dinsel kimlik
olarak İslam ve ulusal kimlik olarak Kürtlük bugün onu büyük bir fetrete
sürüklemiştir. Cumhuriyetin seküler siyasi zeminine tepki olarak doğan ve
büyüyen İslamcı siyasi gelenek, genlerine liberalizmi şırınga ederek hem dünya
sisteminin icazet verebileceği sınıra yerleşmiş hem de modern Türk ulus devlet
yapısının tamamıyla çözemediği bir siyasal sorun formu olarak statükoyla
içeriden bağlanma yoluyla evrimleşebilme ihtimali denenmiştir. Ancak hem dış
hem de iç koşulların etkisiyle devasa bir güç ve meşruiyet sağlayarak
evrimleşme sürecini devam ettirmeyi değil, devletin yapısını değiştirmeyi
siyasal gündemine almıştır. Fetretin ne menem bir boyutta olduğu AYM’nin Can
Dündar ve Erdem Gül kararından sonra iktidarın farklı kliklerinden gelen
açıklamalarla ortaya çıkmıştır. Üstelik fetret yalnızca iç fetret olarak
sürmemekte, hem Kürt hareketi hem de Suriye üzerinden dış fetret olarak da
seyretmektedir. Akp Türk sermayesinin gelişmesine paralel olarak onun emperyal
içgüdülerinin oluşmaya başladığını görmekle Kürt meselesini çözüme bağlamak
istedi. Esasta oluşturmak istediği zemin kendisine bağlı bir kuzey-güney
Kürdistan hinterlandıyla beraber Suriye meselesini de istediği yönde çözmüş bir
şekilde federatif bir bölgesel alanın ağabeyi olmaktı. Aslında Türk Devleti’nin
dış güçlerin icazetinden tamamıyla bağımsız olmasa da yine de Abdullah Öcalan
ile görüşmeye başlayarak çözüm araması bir Türk-Kürt iç ittifakı arayışıyla
sorunu çözüme bağlama çabasıydı. İmralı Notları yayınlandı, isteyen
oradan okuyabilir. Öcalan’ın kendi ifadelerinde yer almakta. Gerçek çözüm
kimsenin hesabına dâhil olarak değil, tarihî ittifakı ve bu ittifakın siyasal
formunu kurarak gerçekleşecek. Ancak hem iç hem de dış siyasi gelişim bunu
engelledi. Ve Türk ulus devleti bir türlü varlığı içerisinde eritemediği iki
tarihsel olgunun kendisini ölümcül bir şekilde sarmasını engelleyememe
durumuyla karşı karşıya kaldı. Dahası, siyasal İslamcı gelenek devlete kendini
belli bir miktarda yedirdi ve Türk ulus devleti deneyiminin iç fetretinin
bizatihi nedeni oldu.
Varmak
istediğimiz sonuç şu: tarihin diyalektiği şu an gözlerimizin önünde canlı kanlı
bir sonuç olarak yaşanmaktadır. Cumhuriyetçi modeliyle de beraber liberal
demokratik siyasi gelenek öznenin tarihsel olarak beraberinde getirdiği
özellikleri, sosyal gruplar arası çatışmasızlığı sağlamak adına dışsal
ilkelerle kurduğu, yani sentetik saf bir alan olarak tasarladığı “bir-arada-
olmaklığında” çözdürerek bir sözleşme deneyimi kurmaya çalıştı. Ancak
“bir-arada- olmaklığın” temel güçlerinden birisinin öznenin beraberinde
getirdiği bu tarihsel özellikler olduğu görüldü. Bu özelliklerin sırf sosyal
gruplar arası çatışma yaratabilme ihtimali yüzünden sentetik kamusal alanda
tasarımlanan saf bir öznede eritilmeye çalışılmasının belli oranda başarılı
olmasına rağmen esasta kolektif bir siyasal travma yarattığı ve özneye ilişkin
temel problemleri çözemediği görüldü. Radikal demokrasi kuramı bizzat bu
noktalardan çıkmıştır. İçinde yaşadığımız Türk ulus devleti deneyiminde de
bahsettiğimiz bu iki noktanın artık kolektif bir siyasal travma fenomeni olarak
gözlerimizin önünde naklen yayınını izlemekteyiz. Tüm devrimci, demokratik
güçler, toplumu ve siyasal alanı bu iki can alıcı noktayı çözme noktasına
zorlama göreviyle karşı karşıyadır. Devletin iç fetretinin nedeni olan siyasal
İslam’a, saltanat İslamı’na karşı kurucu İslam’ın tarihsel deneyiminde mevcut
olan seslenişin ve kavramların inatla topluma hatırlatılması ve dillendirilmesi
gerekmektedir. Bugün sosyalist hareket içerisindeki unsurların AKP’nin saltanat
İslamı’nı bahane ederek tam da eski statükonun belirlediği “gericilik” kavramı
üzerinden aydınlanma narası atması büyük bir aymazlık ve siyasi hatadır.
Kur’an’ı ve İslam tarihini az çok inceleyen bir devrimci, İslam’ın çıkış
aşamasında devrimci bir din olduğunu kolayca görür ve tüm o aydınlanmacı,
modernist ezberlerin burjuva ideolojisine yedeklenmek, dahası burjuvazinin
açmış olduğu tarihsel bir alanın bekçiliğini yapmak olduğunu kolaylıkla kavrar.
Peygamber’in sünneti devrimci bir sünnettir, tıpkı Lenin’in sünneti gibi. Lenin
nasıl canlı bir sürecin canlı bir parçası olarak, devrimi duyumsadığı anda
kavramsallaştırma yeteneğini göstermiş ve tüm eserlerini bunun kayıt altına
alınması olarak önümüze koymuşsa, Kur’an İslam peygamberinin canlı bir devrim
sürecinin canlı bir parçası olarak vahiy yoluyla tuttuğu kayıttır. Bundan
dolayı tüm örgütlü ya da örgütsüz demokrat, devrimci, sosyalist insanlar
müslüman dindar emekçi halkımıza sırf saltanat İslamı iktidarda diye onu
ötekileştirecek olan statüko kavramlarıyla seslenmemelidirler. Her zaman kurucu
İslam’ın eşitlik, adalet kavramlarını, Medine Sözleşmesi’nin ortaya koyduğu
bir-arada-olma deneyimini, Peygamber’in Medine’ye göç ettiğinde
gerçekleştirdiği ilk praksisin bahçe çitlerini yıkmak olduğunu anlatmalıyız ve
bu eksen etrafında oluşan söylemi desteklemeliyiz. Devlete kendini yedirmeyi
başarmış ve başardığı oranda saltanat İslamı’na evrilmiş Siyasal İslamcılık
ancak dindar emekçi halkımızın bu eksende bir söylemle mücadeleye dâhil
edilmesiyle çözülebilir. İkinci önemli nokta Kürt meselesidir. Aslında ilkin
devlete yedirilmesi gereken tarihsellik İslam değil, Kürtlüktür. Çözüm
sürecinde de Abdullah Öcalan Kürtlerin kendi otonom sivil toplumlarının
kurulumu aracılığıyla ve bunu her türlü dış hesaptan münezzeh bir iç Kürt-Türk
ittifakı yoluyla zorladı. Ancak gelinen nokta ortada. Tüm demokrat, devrimci,
sosyalist insanların bugün karşı karşıya olduğu ikinci acil görev bir iç savaşa
evrilme potansiyelini barındıran sorunda toplumu demokratik yollarla bu zemine
tekrar çekmeye çalışmaktır. Bundan dolayı Kürt hareketine karşı da eleştirel
tutum almada çekingen kalınmamalıdır. Savaşın tüm vahşetine ve acımasızlığına
rağmen bu yapılmalıdır.
Türk
devleti derin bir fetretin içindedir. Bu fetret, ancak toplumun doğru siyasal
taktik yollarla devindirilmesiyle çözülür. Uzun uzun anlatmaya çalıştığımızı
özetleyelim. Tarihsel olarak arkasından sürüdüğü iki sorunla beraber krize
giren toplumsal yapımızı anlattığımız zeminde bir siyasal hatla
rahatlatabiliriz. Devletlü ve saltanat İslamı’na karşı kurucu İslam’ın
zeminiyle halkımıza seslenmek, saltanat İslamı’nın dayandığı toplumsal tabanı
ve meşruiyeti bu yolla çözmek ve Kürtlerin otonom olarak örgütlenmiş sivil
toplumları aracılığıyla tarihi Türk-Kürt iç ittifakını
demokratik yollarla zorlamak. Bunlar gerçekleşmediğinde göreceğiz ki fetret ya
darbe yoluyla çözülecek ya da diktatörlüğün tahkimi yoluyla.
Ozan Çılgın
3
Mart 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder