15 Mart 2016

, ,

Akademi

Akademi: Çekin Ellerinizi Devrimci Felsefenin Üzerinden!

Filozoflar, batılı küresel rejim tarafından susturuldular; birçok büyük, modern felsefe, kitlelerden gizlendi. Geriye, yüzeysel, etkisiz, yersiz ve anlaşılmaz bir felsefe kaldı: o da artık, çok küçük sayıda entelektüel snobun uğraştığı modası geçmiş, aptalca bir teorik alan başka bir şey değil.
Felsefe, önceleri insanlığın entelektüel edinimlerinin içinde değeri en yüksek bir mücevher gibiydi. Daha iyi bir dünya için verilen mücadelelerin neredeyse tamamında bir öncü kuvvet gibi yer alıyordu. Gramsci bir filozoftu ve Lenin, Mao Tse-tung, Ho-Chi-Minh, Guevara, Castro, Frantz Fanon, Senghors, Cabral, Nyerere ve Lumumba da keza öyleydi. Ve bunlar, bizim saydığımız yalnızca birkaç isim.
Düşünürlük, filozofluk, Antik Çin, Japonya, hatta batının bazı bölgelerinde en çok saygı duyulan “meslekti”.
“Normal” olarak gelişen tüm toplumlarda bilgi, maddi servetten ya da çıplak iktidardan çok daha değerliydi. Antik Yunan ve Çin’de halk, filozoflarının çoğunu anlayabiliyordu. Dünyayı anlama ve yorumlama arzusu, hiç de “ayrıcalıklı” bir durum değildi. Filozoflar halkla, halk için konuşurlardı.
Bazıları hâlâ aynısını yapıyor. Ancak felsefeyi üniversite duvarlarının arkasına hapseden, batının bu ahlaksız ve sefil akademi çetesi, sözü edilen kadın ve erkekleri acımasızca saf dışı bırakıyor.
Memur filozoflar, barikatlarda yer alan halka yol gösterme, dünyamızın karşı karşıya bulunduğu en acil sorunlara işaret etme yerine; beyinlerini ve bedenlerini imparatorluğa sunmak suretiyle, bulundukları mevkileri kaybetmemek için birbirleriyle savaşıyorlar. En iyi ihtimalle yaptıkları; durmadan birbirlerini geri dönüştürmek, dipnotlar eksik olmamakla birlikte milyonlarca sayfayı boşa harcamak, bunları Derrida ve Nietzsche’nin vardığı yargılarla karşılaştırmak ve Kant ve Hegel’in turşusu çıkmış fikirleri üzerinde debelenip durmak.
En kötüsü de, bunlar tıpkı bir şeytan misali, hâlâ geçerliliğini koruyan devrimci felsefî düşünceleri tamamen anlaşılmaz bir hâle sokuyorlar, bunlara karşı saldırıya geçiyor ve hatta bunları yeryüzünden tümden silip yok ediyorlar.
* * *
Şu anda, neredeyse tamamı beyaz/batılı “düşünce geri dönüştürücülerinden” oluşan bu memur türü dışında hiç kimseye “filozof” titri bahşedilmiyor. Dünyanın her köşesinden arkadaşım var ve bunlar, yeryüzünün en parlak insanlarından. Ancak bunlar, hiçbir zaman filozof olarak nitelendirilmezler. “Filozof” kelimesi, en azından hâlâ teoride muazzam bir saygınlık taşıyor ve Tanrı korusun, bunlar, batı terörüne karşı, sosyal adalet ya da gerçek özgürlük fikri için savaşırlarsa doğrudan diğer gruba dâhil edileceklerdir!
Fakat şüphesiz ki bunların hepsi de büyük filozoftur! Hiçbir zaman oldukları yerde saymazlar, daima ileri giderler, gezegenimiz üzerindeki yaşamı iyileştirmek için sürekli, yeni, parlak fikirler geliştirirler. Bazıları düştü, bazıları hâlâ hayatta ve bazıları ise görece gençtir:
Eduardo Galeano, tüm zamanların en iyi hikâyecisi ve batı emperyalizmine karşı mücadeleye kendini adamış bir savaşçı. Noam Chomsky, anlı şanlı dilbilimci ve Batı faşizmine karşı amansız savaşçı. Pramoedya Ananta Toer, Suharto kamplarında eski bir siyasi tutsak ve Güneydoğu Asya’nın en büyük romancısı. John Steppling, son derece zeki, Amerikalı oyun yazarı ve düşünür. Christopher Black, Kanadalı, imparatorluğun yasadışı neo-kolonyal uygulamalarına karşı savaşan uluslararası avukat. Peter Koenig, ünlü iktisatçı ve düşünür. Milan Kohout, düşünür ve performans sanatçısı, Avrupa ırkçılığıyla mücadele eden bir savaşçı.
Evet, bunların hepsi büyük düşünürlerdir; hepsi de filozoftur! Benim tanıdığım ve sevdiğim daha birçok kişi -özellikle de Afrika, Latin Amerika ve Asya’da…
Bir şahsın filozof olarak nitelendirilebilmesi için, sınavdan geçtiğini ve imparatorluğa hizmet etmek için gerekli izinlerin çıktığını gösteren birtakım onay kaşeleriyle donanmış olması gerektiğinde ısrar edenler için, buyurun bunun tam tersinin ispatı:
Modern Amerikan Filozofları Sözlüğü’nde (internet ed.). (New York: Oxford University Press ) bile:
“Bu sözlükte ‘filozof’ etiketi, genel olarak, akademik kariyerine ya da meslekî unvanına bakılmaksızın felsefeye katkısı olmuş entelektüeller için kullanılmaktadır. Bu sözlükte yer alan geniş anlamda felsefî etkinlik; şu an, geçtiğimiz yüz elli yıl boyunca tedrici bir şekilde felsefeden ayrılmış çeşitli beşeri ve sosyal bilimler kategorisine dâhil edilmiştir. Pedagoji, retorik, edebiyat, tarih, siyaset bilimi, iktisat, sosyoloji, psikoloji, dilbilimi, antropoloji, din ve teoloji gibi alanların felsefî temelleri üzerine çalışıp akademik olarak felsefeci olmayan birçok şahsiyet bulunmaktadır” denilmektedir.
* * *
Yakında çıkacak olan Aesthetic Resistance and Dis-Interest [“Estetik Direniş ve Kayıtsızlık”] adlı enfes kitabında arkadaşım John Steppling, Hullot-Kentor’dan şu alıntıyı yapıyor:
“Sanat, elbette ki sanat olması gerektiği gibi iken bizi, bizim kendimizi bilinçli olarak anlayabildiğimizden daha iyi anladıktan sonra, sanat felsefesi de bizi anlayanı idrak etmek zorunda kalacaktır. Düşünmek, bu nesneye karşı kaçınılmaz bir hâl alacaktır; öznellik ise nesnenin bayağı bir manipülasyonuna değil, gerçek potansiyeline dönüşecektir. Adorno estetiğinin temeli budur. Bu düşünce nosyonu, herkesin kendini; Derrida’yı Nietzsche ile, bu ikisini Levinas ile ve bunların hepsini de şu anda Badiou, Žižek ve Agamben ile kıyaslamak zorunda hissettiği günümüzün ‘teori’ anlayışından epeyce farklıdır. Bu tarz bir düşünme biçimi, aslında manipülasyondur. Bu, ötekileri masseden ya da onların ilgilerine mazhar olmak isteyen toplumsal kontrol modelini farkında olmayarak esneten bürokratik akıldır.”
Batılı akademi, hangi analizlerin ve hangi yöntemlerin kullanılması gerektiğinin yanında, filozofların yararlanacağı hangi düşünce çizgilerinin geçer akçe olduğunu da çok kaba bir biçimde tanımlıyor.
Buna razı olmayanlar “gerçek filozof değildir”. Onlar, zevk için bu işi yapan “amatörlerdir”.
Ayrıca, bazı “saygın” kurumlar tarafından benimsenmeyenler hiç ciddiye alınmıyorlar (özellikle de Rus, Asyalı, Afrikalı, Ortadoğulu ya da Latin adlar taşıyorlarsa). Bu, biraz gazeteciliğe benziyor. Arkanızda “önemli” bir medya kuruluşu yoksa (batılı olması tercih edilir), imparatorluğun size gerçekten güvendiğini gösteremezseniz, basın kartınız hiçbir işe yaramaz ve hatta savaş bölgesine giden bir BM ya da savaş uçağına bile alınmazsınız.
Sayıları milyonları bulan okuyucularınız, sizi önemli bir filozof olarak görebilir. Ama açık konuşalım: İmparatorluk, zarfınızın kıçına onay mührünü basmadığı sürece siz, Batı için değersiz bir boktan başka bir şey değilsiniz!
* * *
Devrimci Filozofların Eserleri Bulanıklaştırılıyor
Tüm bu tanık olduklarım ve yazdıklarımdan sonra, gezegenimizin karşılaştığı sorunlar içinde en acilinin ve en tehlikelisinin Batı Emperyalizmi ve neo-kolonyalizm olduğuna dair kanaatim her geçen gün daha çok artıyor. Belki de yegâne sorun budur…
Dünyadaki 160 ülkeyi gördüm. Savaşa, çatışmalara, emperyalist hırsızlığa ve beyaz tiranların tarifsiz vahşetine tanıklık ettim.
Ve bu yüzden geçtiğimiz günlerde, 20. yüzyılın iki büyük düşünürü, Batı’nın emperyalist faşizmine karşı kararlı bir şekilde mücadele eden iki savaşçıya yeniden başvurmanın tam zamanı diye düşündüm: Frantz Fanon ve Jean-Paul Sartre.
Yeryüzünün Lanetlileri ve Kara Deri Beyaz Maskeler: Martinik doğumlu Afro-Karayipli psikiyatrist, filozof, devrimci ve yazar ve Batı sömürgeciliğine karşı mücadeleye kendini adamış savaşçı Frantz Omar Fanon tarafından yazılmış iki önemli kitap. Ünlü Fransız direnişçi, filozof, oyun yazarı ve romancı Jean-Paul Sartre’ın, değerinden hiçbir şey kaybetmemiş kitabı, Sömürgecilik ve Yeni-sömürgecilik
Bu kitapların üçü de kütüphanemde vardı ve yıllar sonra onları yeniden okumanın tam sırasıydı.
Fakat Sömürgecilik ve Yeni-sömürgecilik kitabının bendeki İngilizce baskısı sayfalar dolusu önsöz ve girişle doluydu. Bu “entelektüel tampon” o kadar yoğundu ki bir noktada kitaba olan ilgimi kaybettim ve kitabı Japonya’da bıraktım. Sonra Kerala’da yeni bir tane aldım, bu defaki Hintçe baskıydı.
Bu kitapta da aynı şekilde 60 sayfa, önsöz, giriş, Sartre’ın Fanon, Memmi ve diğerleriyle olan ilişkisini anlamam gerektiğine dair kibirli, müdahaleci, önceden çiğnenmiş sakız misali açıklamalardan oluşuyordu. Ve evet, her şey, birdenbire bir kez daha bu önceden çiğnendiği hâlde sindirilemeyen “Derrida-Nietzsche” bataklığına giriyordu.
Bu önsözler, arka kapak yazıları, girişler ve yorumlar; öfke ve hiddet uyandırmak ya da beni somut devrimci bir eyleme sevk yerine, Sartre ve Fanon’un vermek istediği önemli mesajları kısırlaştırıyor ve hatta boğuyordu. Bunlar, okuyucuların ve filozof meslektaşların olayın özünü kavramasının önünde engel teşkil ediyordu.
Nihayet Sartre’ın kendi metnine ulaştığımızda her şey berraklaşıyor, rejimin, okuyucuları orijinal metinden neden “korumakta” kararlı olduğu anlaşılıyor.
Çünkü metnin özü ve orijinal hâli son derece basit ve güçlü. Kelimeler, konuyla doğrudan ilişkili ve anlaşılması kolay. Sözcükler, hem eski Fransız sömürgecilerinin barbarlıklarını hem de günümüzün Batılı yeni-sömürgeciliğin yaptıklarını tarif ediyor. Tanrı korusun ki, ikisi bir araya gelmesin!
Filozof Sartre, Çin ve batının faşist kültürel propagandası üzerine şöyle diyor:
“Çocukken tam bir pitoresk kurbanıydım: her şey Çinlileri umacılaştırmak için yapılmıştı. Bana anlatılanlar, kokmuş yumurtalar […] kereste gibi kesilmiş adamlar, kulak tırmalayıcı ve uyumsuz bir müzik. […] [Çinliler] ufak tefek ve berbat, parmaklarınızın arasından kayan, arkadan saldıran, durduk yerde şamata çıkaran kişilerdi. […] Bir de bayağı bir şekilde bana anlatılan, ne idüğü belirsiz Çin ruhu vardı. ‘Oryantalistler işte…’ Zenciler beni endişelendirmezdi; çünkü bana öğretilen, onların iyi köpek olduklarıydı. Onlarla biz hâlâ memeliler arasındaydık. Gelgelelim, Asyalılar beni korkutuyordu. […]”
Batı sömürgeciliği ve ırkçılığı üzerine Sartre:
“Irkçılık, olayların, kurumların, mübadele ve üretimin doğasının içine nakşedilmiştir. Politik ve sosyal statüler birbirlerini besler: yerliler insan-altı canlılar oldukları için İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi onlara uygulanmaz; tersine, her hangi bir hakları olmadığı için, doğanın insanlık dışı güçlerine ve ekonominin ‘ demir yasalarına’ karşı savunmasız bırakılırlar.[…]”
Ve Sartre devam eder:
“Batının hümanizm ve haklar söylemi, dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu insan kategorisinden çıkarılarak yürürlüğe konuldu.”
Chomsky de ben de aynı meselelerden bahsediyoruz. Fakat imparatorluk, yarım yüzyıldan daha fazla zaman önce Sartre, Memmi ve Fanon’un bizimle “aynı dili” konuştuğunu insanların bilmesini istemiyor!
Albert Memmi:
“Muhafazakârlık, vasat insanlardan oluşan bir tabaka yaratır. Vasatlıklarının farkında olan bu zorba seçkinler, nasıl olur da ayrıcalıklarını meşrulaştırırlar? Sadece bir yolla: Sömürgeleştirilmiş nüfustan bazılarını, sevinsinler diye ayır, yerlilerin insan statüsünde olduklarını inkâr et ve onları en temel haklardan mahrum et.”
Batı cehaleti üzerine Sartre:
“Bu, sinizm değildir, bu, bizim cesaretimizi kıran bir hınç da değildir: hayır, bu yalnızca, bizim de içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız ve sürüp gitmesine kendi kendimizin katkıda bulunduğu, sahte bir cehalet hâlidir.”
Batının dünyayı “terbiye etme” yöntemi üzerine Sartre yeniden:
“Avrupalı seçkinler, yerlilerden seçkin bir tabaka yaratmaya koyuldu. Gençler arasından ayıklayıp seçtiler; bunların alınlarına Batı kültürünün ilkelerini kızgın demirlerle dağladılar, ağızlarını tumturaklı, içi boş sözcüklerle tıkadılar. Kısa bir süre Avrupa’da kaldıktan sonra onları, gözleri boyanmış bir hâlde kendi ülkelerine yolladılar.”
* * *
Başkalarının fikirlerinin nasıl geri dönüştürüleceğini, birbirleri ile nasıl mukayese edileceğini ve nihayetinde bunların dipnotlarla nasıl derlenip toparlanacağını öğrenmek, aslında kolaydır. Zaman alır, sıkıcıdır, meşakkatlidir ve çoğunlukla da işe yaramaz ama gerçekten çok zor değildir.
Buna karşılık, yeni fikirler üretmek, toplumların ve dünyanın düzeni üzerinde bir devrim gerçekleştirmek, çok zordur. Eğer beyinlerimiz çok fazla olduğu yerde sayar, üretmek için çok az çaba gösterirse, tembelleşir ve felç olur.
Entelektüel itaatkârlık ve yaltakçılık yozlaştırıcı bir hastalıktır.
Batı sanatı da berbat uyuşturucu ritimlere, abartılı parlak renkler ve çocuksu geometrik şekillere, “kurgunun” yanı sıra kâbus gibi, şiddet içeren filmler ve çizgi filmlere dönüşerek bozulmuştur. Tüm bunlar o kadar kullanışlıdır ki, tüm bu gürültü patırtı arasında insan, ne yalnızlığını anlayabilir ne de boşluğu kavrayabilir.
Dünyanın her yerinde, kitapevlerinde şiir ve felsefe ya azalmakta ya da tamamen yok olmaktadır.
Şimdi ne olacak? Yalnızca Althusser (o da çoğunlukla gerçek Althusser bile değil, onun geri dönüştürülmüş ve kısaltılmış versiyonu), Lévi-Strauss ya da Derrida’nın her biri sonu gelmeyen nakaratlarla sarıp sarmalanmış akademik konuşmaları mı yer alacak?
Hayır! Yoldaşlar, filozoflar, bu böyle olmayacak! Kahrolsun felçli ve kaltak akademi ve onun felsefe yorumları!
Kahrolsun felsefe katilleri!
Felsefe, entelektüel bir öncü olmakla yükümlüdür. Devrim, hümanizm ve isyanla eşanlamlıdır.
Daha iyi bir dünya üzerine kafa patlatan, bunun için mücadele yürüten ve beynini tıpkı silâh gibi kullananlardır gerçek filozoflar.
Duvarlarında ve alınlarında yüzlerce diploma ve belge olsa bile, çıkar amaçlı yüksek “öğrenim” kurumlarından çöp ve imtiyaz devşirenler kesinlikle filozof değildir!
Onlar yaratmazlar, rehberlik etmezler. Hatta hiçbir şey öğretmezler. Bilgiyi sustururlar. Fanon der ki; “Halka her şeyi izah edebilmek için gereken tek şey, sadece anlamalarını istemenizdir.” Gelgelelim “onlar” halkın anlamasını istemiyor; gerçekten istemiyor…
Ve bir şey daha: Bu, Fanon, Sartre, Gramsci, Mao, Guevara ve Galeano’nun büyük fikirleri, kirlerinden arındırılıp yeniden sunulmalı ve egemenlerin yanında yer alan zehirli düşünürlerin tüm bu boğucu “tahlillerinden” ve karşılaştırmalarından kurtarılmalıdır. Özgür, devrimci filozofların yazdıklarına eklenecek hiçbir şey yoktur. Bunların üzerinden ellerinizi çekin! Bırakın konuşsunlar! Lütfen, önsöz ve girişlerin olmadığı basımlar yayınlayın. Felsefenin en büyük eserleri en içten duygularla, kanla ve tutkuyla yazılmıştır! Yorumlanmaya ihtiyaçları yoktur. Çocuk bile anlar.
Andre Vltchek
26 Şubat 2016

0 Yorum: