24 Mart 2016

,

Emperyalizme Karşı İslamî Direniş


İslam Batı’nın emperyalist dünya hâkimiyetine ait iki önemli öncüle meydan okuyor: “Bir milletin parasının kontrolünü bana verin, yasalarını kimin yaptığı umurumda bile değil.” (Mayer Rothschild); “Savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir.” (Carl von Clausewitz). Bu “jeopolitik yasalar” İslam’ın redde tabi tuttuğu modern kapitalizmin temelini teşkil ediyor. Eric Walberg’in bir önceki kitabı Postmodern Imperialism: Geopolitics and the Great Games [“Postmodern Emperyalizm: Jeopolitika ve Büyük Oyunlar”] isimli kitabı bu iki teze yer veriyordu. Yeni kitabı Islamic Resistance to Imperialism’de [“Emperyalizme Karşı İslamî Direniş”] ise yirmi birinci yüzyılda emperyalizme karşı direnişi İran gibi devletlerde ve İslamî direniş hareketlerinde karşılık bulduğunu söylüyor.
Kitapta yazar jeopolitika bilgisini derin bir İslam anlayışı ile mezcediyor. İhvan konusunda endişelerini dile getiriyor. Türkiye, Katar ve ABD’nin esiri hâline gelen örgütün Mısır’ın yeni askerî diktatörünce ezilmesinin kendisine acı bir ilâcı içmek gibi geldiğini söylüyor. Suudilerin desteklediği Sisi, Batı emperyalizmi için kirli işlere koşturulan bir adam. Yazara göre, seküler kesimlerin emperyalizme karşı direnişindeki hataya karşılık verilmesi gerekiyor, o bu noktada halkın İslamî hareketleri daha dirençli gördüğünü iddia ediyor.
Kanadalı gazeteci Eric Walberg, devletin örgütlediği propagandanın perde gerisindekine bakmaya cüret edebilen az sayıda insandan biri. Gazetecilik ve siyaset deneyimi, sahip olduğu İslam inancı onun gazetecilerin asla karşı koyamadıkları sosyetik hayata ve yalakaların içi boş nağmelerine karşı kendisini bağışık kılıyor.
Jeopolitik strateji ile ilgili bu kitabında yazar, Ortadoğu’ya Batı’nın gerçekleştirdiği saldırılardan kaynaklanan, birkaç ülkedeki yıkımın küresel sonuçlarına odaklanıyor. Walberg esas olarak şu sorulara cevap arıyor:
1979’da (Afganistan, İran) ve 2011’de (Arap Baharı) Ortadoğu’da yaşanan tarihî ayaklanmalardan geriye ne kaldı? 11 Eylül İslamî direniş denkleminde nereye oturuyor? El-Kaide’nin uzun erimli projesi hâlâ yürürlükte mi? IŞİD’in Irak ve Suriye’de galip gelme ihtimali nedir? Bunlar emperyalizmin aldattığı, onunla aynı fikirde olan insanlar mı yoksa meşru birer direniş hareketi mi?
Dört kısımdan oluşan Birinci Bölüm sömürgecilik mirasını, cihadın manasını ve emperyalizme karşı koyma noktasında Sünni ve Şiiler arasındaki paralel hareketleri ele alıyor.
İkinci Bölüm ise Azzam, Bin Ladin ve Zevahiri gibi “yeni-vehhabi” harekete ait ana isimler üzerinde duruyor: yazar hem ayrım gözetmeksizin tatbik edilen şiddetin gerekçelerini hem de bu şiddet mirasını sorguluyor. Ardından hilafeti yeniden tesis etmeye çalışan hareketlere, renkli devrimlere, Arap Baharı’na ve son yirmi yıl içinde çoğunluğunu Müslümanların teşkil ettiği önemli ülkelerdeki (Türkiye, Afganistan, Irak, Mısır, Fas, Tunus, İran) deneyimlere bakıyor.
Devamında yazar, yirmi birinci yüzyılda ümmetin hâline dair bir özet çıkartıyor ve emperyalizme karşı İslamî direnişin ileride karşılaşacağı ihtimalleri inceliyor.
Walberg’e göre, 1979’da İran devrimi Batı emperyalizminin sistemine ait temellere meydan okudu. Humeyni, Gandi gibi şiddete başvurmamayı telkin etse de “terörist” denilerek üzeri çizildi, zira “İslam, imparatorluğa ve onun Batılı olmayan kültürler karşısında üstün olunduğuna dair iddiaları”nı tehdit ediyordu. Walberg’in ifadesiyle, Humeyni, emperyalizmin ve siyonizmin Allah’ın otoritesini inkâr ettiği gerçeğini çok iyi anlamış bir isimdi. Oysa Humeyni’yi “Müslüman Gandi” diyerek yüceltmek bir anlam ifade etse de onun iktidarında binlerce İranlı komünistin katledildiğini de unutmamak gerek.
Suudiler İran devriminin ümmet içinde oynayacağı liderlik rolüne itiraz ettiler. Onlar Şiiliğin bir kolu olan Aleviliğe mensup Esad’ı devirmek için Suriye’de bir vekâlet savaşı başlatmakla kalmadılar, ayrıca Kudüs’teki Siyonist rejimle ortaklık kurdular. Walberg’in ifadesiyle, “sonuçta emperyalizme karşı koyma noktasında açığa çıkan, ümmetin birliğine ve Sünni-Şii yakınlaşmasına dönük ihtiyaç ile El-Kaide tipi örgütlere yönelik alternatif bir bakış tam olarak belirginleşmiyor. İran İslam devrimi önder niteliğini koruyor, zira onu taklit etmeye dönük çabalar başarısız oldu. Son dönemde bu türden bir yakınlaşma konusunda tek başarılı adımı Hizbullah ve Hamas attı. Bu yakınlaşma dâhilinde Sünnilik-Şiilik arasındaki farklar en aza indirgendi.”
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah Ortadoğu’daki bu son karışıklığın mezhebî değil siyasî olduğu görüşünde. Ona göre Daeş hem Sünnilerin hem de Şiilerin ortak düşmanı. Suudi Arabistan bu görüşte değil, zira o İran’ı düşman kabul ediyor.
İtalya’nın Floransa kentindeki Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde çalışan Fransız profesör Olivier Roy, İran devrimini “İslamî bir kılıf altında gerçekleştirilmiş son solcu, Üçüncü Dünyacı ve anti-emperyalist bir devrim” olarak görmesine karşın Walberg başka bir şey söylüyor: “İran devriminde hâlâ can var, zira imparatorluğa karşı dizlerini titretmeden gerçekleştirdiği itiraz, ondaki tartışma ve seçim sistemi üzerinden, İran’ın kendi yürüdüğü yolu ayarlama becerisine sahip olduğunu gösteriyor.” İran’la Suudi Arabistan’ı kıyaslayan yazar Suudilerin İran’ın politik başarılarının ışık yılı gerisinde olduğunu söylüyor.” Yazar ayrıca emperyalistlerin icat ettikleri “Yahudi-Hristiyan mirası” lafına da itiraz ediyor. Esasen İran’daki politik sistem oldukça karmaşık bir yapı ve temelde Batılıların kabul etmedikleri veya kabul edemedikleri manevi araçların kılavuzluğunda işliyor. Resistance: The Essence of the Islamist Revolution [“Direniş: İslamcı Direnişin Özü”] isimli muhteşem kitabında Alastair Crooke da benzer bir çıkarıma ulaşıyor.
Batı’nın emperyalist sonuçlara ulaşmak için İslam’ı maniple etme stratejisinin iki yüz yılı aşkın bir geçmişi var. Yazara göre, mevcut neokolonyal rejime karşı muhalefetten ilham alan İran İslam devrimi Sünni dünyada da yankı buldu. Aynı yıl Suudi isyancılar devrimin kıvılcımını çakmaya dönük o ümitsiz gayret dâhilinde Kâbe’yi işgal ettiler. Devrim Suriye’deki İslamcıların da 1980’de Hafız Esad’a karşı ayaklanmaları konusunda gerekli ilhamı verdi. İleride El-Kaide’nin başına geçecek olan Eymen Zevahiri de 1981’de Enver Sedat’a yönelik suikast planını hazırladı. Ama bu ayaklanmalar ezildi, Sünni dünya neokolonyalizmin arafına sıkışıp kaldı, imparatorluk ordularınca mağlup edildi ve Suudilerin Şii anti-emperyalistlere karşı ortaya koydukları fitnenin tutsağı hâline geldi.
Walberg, 11 Eylül’ün Amerikan istihbaratınca gerçekleştirilmiş, bir yanıltma harekâtı olduğu iddialarına şüpheyle yaklaşıyor. Gene de 11 Eylül’ün imparatorluk için gerekli savaş sebebini temin ettiğini, İslam’ı dünyanın gözünde karaladığını kabul ediyor. “Eğer emperyalistler gerçekten böylesi bir harekâttan sorumlu ise bu türden sahte bayrak girişiminin en net sebebi bu karalama faaliyeti. 11 Eylül’ün sorumluluğunun kime ait olduğundan bağımsız olarak, bu eylem Müslümanları dinlerini olumlamak ve dünyanın İslam’ın ve cihadın gerçekte ne demek olduğunu, onların gerçekte masum insanları havaya uçurmakla alakası olmadığını bilmesini sağlamak gibi yakıcı ve acil bir amaçla karşı karşıya bıraktı.”
Pentagon, CIA, FBI ve Federal Havacılık İdaresi’nin hazırladığı 11 Eylül Komisyonu Raporu’na, bariz yalan söylendiği ve karartma yapıldığına dair sert eleştiriler getirildi. Oysa bu eleştirilerde ilgili kurumların eksikliklerinin örtbas edilmesine, önemli bilgileri paylaşmayı reddetmelerine ve eylemi gerçekleştirenlerin arasında bulunan ajanların çift taraflı çalıştığı hususuna odaklanıldı. Bu rapor “eksiklikleri” örtbas etmekle kalmadı ayrıca Bush/Cheney yönetiminin fiilî dâhlini de kararttı. Herkesin bildiği üzere rapor çelişkiler, kusurlar, yalanlarla hükmünü yitirdi, hatta değeri sıfır gösterilen Dünya Ticaret Merkezi’nin 7 nolu binasının yıkımından bile bahsedilmedi.
Solcu seküler çevreler sahip olduğu toplumsal muhafazakârlık sebebiyle İslam’ın üzerini çiziyor olsalar da bu kesimlerin en azından kullandıkları seküler söylemin artık kitlelere ilham vermediğini ve doğal yolunda ilerleyemediğini kabul etmeleri gerek. Walberg’in yazdığı kadarıyla, İslam, inançlarının emperyalizm çağıyla bir biçimde uzlaştığını kabul eden Hristiyanlara ve Yahudilere bile ilham veriyor. Yazar, Batı’nın bunun sebebini nihayet gördüğünü söylüyor: “Emperyalistler bile İslamcılara ileride şiddete başvuran İslamcı bir seçeneğin bugünden çökertilmesi için iktidara gelme noktasında şans verilmesi gerektiğini kabul etmeye başladılar.” En azından Filistin bağlamında bu ifade gerçekliğe tekabül etmiyor. 2006’da Hamas’ın elde ettiği seçim zaferinin hemen ardından ABD ve ona bağlı devletler İsrail’in söylemine uyum gösterdiler ve Hamas’ı “terörist örgüt” olarak etiketlediler.
Batı’da yetmişlerde ortaya çıkan, tüketimciliğe karşı yeni bir ahlak sunan “post-materyalizm”in “İslam’ın özü” ile uzlaşıp uzlaşmayacağı meselesi ucu açık niteliğiyle varlığını muhafaza ediyor. Görünüşe göre, Batı emperyalizmine karşı son direniş hareketi olma potansiyeline şimdilik sadece İslam sahip.
Ludwig Watzal
22 Mart 2016

0 Yorum: