İslam Batı’nın emperyalist dünya hâkimiyetine ait
iki önemli öncüle meydan okuyor: “Bir milletin parasının kontrolünü bana verin,
yasalarını kimin yaptığı umurumda bile değil.” (Mayer Rothschild); “Savaş
politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir.” (Carl von Clausewitz). Bu
“jeopolitik yasalar” İslam’ın redde tabi tuttuğu modern kapitalizmin temelini
teşkil ediyor. Eric Walberg’in bir önceki kitabı Postmodern Imperialism: Geopolitics and the Great Games [“Postmodern
Emperyalizm: Jeopolitika ve Büyük Oyunlar”] isimli kitabı bu iki teze yer
veriyordu. Yeni kitabı Islamic Resistance
to Imperialism’de [“Emperyalizme Karşı İslamî Direniş”] ise yirmi birinci
yüzyılda emperyalizme karşı direnişi İran gibi devletlerde ve İslamî direniş
hareketlerinde karşılık bulduğunu söylüyor.
Kitapta yazar jeopolitika bilgisini derin bir
İslam anlayışı ile mezcediyor. İhvan konusunda endişelerini dile getiriyor.
Türkiye, Katar ve ABD’nin esiri hâline gelen örgütün Mısır’ın yeni askerî
diktatörünce ezilmesinin kendisine acı bir ilâcı içmek gibi geldiğini söylüyor.
Suudilerin desteklediği Sisi, Batı emperyalizmi için kirli işlere koşturulan
bir adam. Yazara göre, seküler kesimlerin emperyalizme karşı direnişindeki
hataya karşılık verilmesi gerekiyor, o bu noktada halkın İslamî hareketleri
daha dirençli gördüğünü iddia ediyor.
Kanadalı gazeteci Eric Walberg, devletin
örgütlediği propagandanın perde gerisindekine bakmaya cüret edebilen az sayıda
insandan biri. Gazetecilik ve siyaset deneyimi, sahip olduğu İslam inancı onun
gazetecilerin asla karşı koyamadıkları sosyetik hayata ve yalakaların içi boş
nağmelerine karşı kendisini bağışık kılıyor.
Jeopolitik strateji ile ilgili bu kitabında yazar,
Ortadoğu’ya Batı’nın gerçekleştirdiği saldırılardan kaynaklanan, birkaç
ülkedeki yıkımın küresel sonuçlarına odaklanıyor. Walberg esas olarak şu
sorulara cevap arıyor:
1979’da (Afganistan, İran) ve 2011’de (Arap
Baharı) Ortadoğu’da yaşanan tarihî ayaklanmalardan geriye ne kaldı? 11 Eylül
İslamî direniş denkleminde nereye oturuyor? El-Kaide’nin uzun erimli projesi
hâlâ yürürlükte mi? IŞİD’in Irak ve Suriye’de galip gelme ihtimali nedir?
Bunlar emperyalizmin aldattığı, onunla aynı fikirde olan insanlar mı yoksa
meşru birer direniş hareketi mi?
Dört kısımdan oluşan Birinci Bölüm sömürgecilik
mirasını, cihadın manasını ve emperyalizme karşı koyma noktasında Sünni ve
Şiiler arasındaki paralel hareketleri ele alıyor.
İkinci Bölüm ise Azzam, Bin Ladin ve Zevahiri gibi
“yeni-vehhabi” harekete ait ana isimler üzerinde duruyor: yazar hem ayrım
gözetmeksizin tatbik edilen şiddetin gerekçelerini hem de bu şiddet mirasını
sorguluyor. Ardından hilafeti yeniden tesis etmeye çalışan hareketlere, renkli
devrimlere, Arap Baharı’na ve son yirmi yıl içinde çoğunluğunu Müslümanların
teşkil ettiği önemli ülkelerdeki (Türkiye, Afganistan, Irak, Mısır, Fas, Tunus,
İran) deneyimlere bakıyor.
Devamında yazar, yirmi birinci yüzyılda ümmetin
hâline dair bir özet çıkartıyor ve emperyalizme karşı İslamî direnişin ileride
karşılaşacağı ihtimalleri inceliyor.
Walberg’e göre, 1979’da İran devrimi Batı
emperyalizminin sistemine ait temellere meydan okudu. Humeyni, Gandi gibi
şiddete başvurmamayı telkin etse de “terörist” denilerek üzeri çizildi, zira
“İslam, imparatorluğa ve onun Batılı olmayan kültürler karşısında üstün
olunduğuna dair iddiaları”nı tehdit ediyordu. Walberg’in ifadesiyle, Humeyni,
emperyalizmin ve siyonizmin Allah’ın otoritesini inkâr ettiği gerçeğini çok iyi
anlamış bir isimdi. Oysa Humeyni’yi “Müslüman Gandi” diyerek yüceltmek bir
anlam ifade etse de onun iktidarında binlerce İranlı komünistin katledildiğini
de unutmamak gerek.
Suudiler İran devriminin ümmet içinde oynayacağı liderlik
rolüne itiraz ettiler. Onlar Şiiliğin bir kolu olan Aleviliğe mensup Esad’ı
devirmek için Suriye’de bir vekâlet savaşı başlatmakla kalmadılar, ayrıca
Kudüs’teki Siyonist rejimle ortaklık kurdular. Walberg’in ifadesiyle, “sonuçta
emperyalizme karşı koyma noktasında açığa çıkan, ümmetin birliğine ve Sünni-Şii
yakınlaşmasına dönük ihtiyaç ile El-Kaide tipi örgütlere yönelik alternatif bir
bakış tam olarak belirginleşmiyor. İran İslam devrimi önder niteliğini koruyor,
zira onu taklit etmeye dönük çabalar başarısız oldu. Son dönemde bu türden bir
yakınlaşma konusunda tek başarılı adımı Hizbullah ve Hamas attı. Bu yakınlaşma
dâhilinde Sünnilik-Şiilik arasındaki farklar en aza indirgendi.”
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah Ortadoğu’daki bu
son karışıklığın mezhebî değil siyasî olduğu görüşünde. Ona göre Daeş hem
Sünnilerin hem de Şiilerin ortak düşmanı. Suudi Arabistan bu görüşte değil,
zira o İran’ı düşman kabul ediyor.
İtalya’nın Floransa kentindeki Avrupa Üniversitesi
Enstitüsü’nde çalışan Fransız profesör Olivier Roy, İran devrimini “İslamî bir
kılıf altında gerçekleştirilmiş son solcu, Üçüncü Dünyacı ve anti-emperyalist
bir devrim” olarak görmesine karşın Walberg başka bir şey söylüyor: “İran
devriminde hâlâ can var, zira imparatorluğa karşı dizlerini titretmeden
gerçekleştirdiği itiraz, ondaki tartışma ve seçim sistemi üzerinden, İran’ın
kendi yürüdüğü yolu ayarlama becerisine sahip olduğunu gösteriyor.” İran’la
Suudi Arabistan’ı kıyaslayan yazar Suudilerin İran’ın politik başarılarının
ışık yılı gerisinde olduğunu söylüyor.” Yazar ayrıca emperyalistlerin icat
ettikleri “Yahudi-Hristiyan mirası” lafına da itiraz ediyor. Esasen İran’daki
politik sistem oldukça karmaşık bir yapı ve temelde Batılıların kabul
etmedikleri veya kabul edemedikleri manevi araçların kılavuzluğunda işliyor. Resistance: The Essence of the Islamist
Revolution [“Direniş: İslamcı Direnişin Özü”] isimli muhteşem kitabında
Alastair Crooke da benzer bir çıkarıma ulaşıyor.
Batı’nın emperyalist sonuçlara ulaşmak için
İslam’ı maniple etme stratejisinin iki yüz yılı aşkın bir geçmişi var. Yazara
göre, mevcut neokolonyal rejime karşı muhalefetten ilham alan İran İslam
devrimi Sünni dünyada da yankı buldu. Aynı yıl Suudi isyancılar devrimin
kıvılcımını çakmaya dönük o ümitsiz gayret dâhilinde Kâbe’yi işgal ettiler.
Devrim Suriye’deki İslamcıların da 1980’de Hafız Esad’a karşı ayaklanmaları
konusunda gerekli ilhamı verdi. İleride El-Kaide’nin başına geçecek olan Eymen
Zevahiri de 1981’de Enver Sedat’a yönelik suikast planını hazırladı. Ama bu
ayaklanmalar ezildi, Sünni dünya neokolonyalizmin arafına sıkışıp kaldı,
imparatorluk ordularınca mağlup edildi ve Suudilerin Şii anti-emperyalistlere
karşı ortaya koydukları fitnenin tutsağı hâline geldi.
Walberg, 11 Eylül’ün Amerikan istihbaratınca
gerçekleştirilmiş, bir yanıltma harekâtı olduğu iddialarına şüpheyle
yaklaşıyor. Gene de 11 Eylül’ün imparatorluk için gerekli savaş sebebini temin
ettiğini, İslam’ı dünyanın gözünde karaladığını kabul ediyor. “Eğer
emperyalistler gerçekten böylesi bir harekâttan sorumlu ise bu türden sahte
bayrak girişiminin en net sebebi bu karalama faaliyeti. 11 Eylül’ün
sorumluluğunun kime ait olduğundan bağımsız olarak, bu eylem Müslümanları
dinlerini olumlamak ve dünyanın İslam’ın ve cihadın gerçekte ne demek olduğunu,
onların gerçekte masum insanları havaya uçurmakla alakası olmadığını bilmesini
sağlamak gibi yakıcı ve acil bir amaçla karşı karşıya bıraktı.”
Pentagon, CIA, FBI ve Federal Havacılık
İdaresi’nin hazırladığı 11 Eylül Komisyonu Raporu’na, bariz yalan söylendiği ve
karartma yapıldığına dair sert eleştiriler getirildi. Oysa bu eleştirilerde
ilgili kurumların eksikliklerinin örtbas edilmesine, önemli bilgileri
paylaşmayı reddetmelerine ve eylemi gerçekleştirenlerin arasında bulunan
ajanların çift taraflı çalıştığı hususuna odaklanıldı. Bu rapor “eksiklikleri”
örtbas etmekle kalmadı ayrıca Bush/Cheney yönetiminin fiilî dâhlini de kararttı.
Herkesin bildiği üzere rapor çelişkiler, kusurlar, yalanlarla hükmünü yitirdi,
hatta değeri sıfır gösterilen Dünya Ticaret Merkezi’nin 7 nolu binasının
yıkımından bile bahsedilmedi.
Solcu seküler çevreler sahip olduğu toplumsal
muhafazakârlık sebebiyle İslam’ın üzerini çiziyor olsalar da bu kesimlerin en
azından kullandıkları seküler söylemin artık kitlelere ilham vermediğini ve
doğal yolunda ilerleyemediğini kabul etmeleri gerek. Walberg’in yazdığı
kadarıyla, İslam, inançlarının emperyalizm çağıyla bir biçimde uzlaştığını
kabul eden Hristiyanlara ve Yahudilere bile ilham veriyor. Yazar, Batı’nın
bunun sebebini nihayet gördüğünü söylüyor: “Emperyalistler bile İslamcılara
ileride şiddete başvuran İslamcı bir seçeneğin bugünden çökertilmesi için
iktidara gelme noktasında şans verilmesi gerektiğini kabul etmeye başladılar.”
En azından Filistin bağlamında bu ifade gerçekliğe tekabül etmiyor. 2006’da
Hamas’ın elde ettiği seçim zaferinin hemen ardından ABD ve ona bağlı devletler
İsrail’in söylemine uyum gösterdiler ve Hamas’ı “terörist örgüt” olarak
etiketlediler.
Batı’da yetmişlerde ortaya
çıkan, tüketimciliğe karşı yeni bir ahlak sunan “post-materyalizm”in “İslam’ın
özü” ile uzlaşıp uzlaşmayacağı meselesi ucu açık niteliğiyle varlığını muhafaza
ediyor. Görünüşe göre, Batı emperyalizmine karşı son direniş hareketi olma
potansiyeline şimdilik sadece İslam sahip.
Ludwig Watzal
22 Mart 2016
22 Mart 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder