Sudan,
çağdaş kapitalizmin fay hattında yer alıyor. Altın yatakları, tarım arazileri
ve Kızıldeniz’i kesen ticari koridorlar, onu maden çıkartma ve ticari ürün nakli
için stratejik öneme sahip bir bölge haline getiriyor. Sahip olduğu işçi sınıfı
ve mahalleleri temel alan Direniş Komiteleri ile Sudan, Arap ayaklanmalarından
beri, halk yönetiminin en gelişkin deneylerinden birini ortaya koyuyor.
Mevcut
savaş, salt “iki general”e indirgenebilecek bir olgu değil. Bu, sömürge sonrası
bir birikim modelinin şiddetli bir şekilde çözülmesi ve güvenilir bir halk
alternatifine karşı ulusötesi güçlerin gerçekleştirdiği bir karşı-devrimdir.
Sudan;
Afrika ile Arap dünyası, Sahil Bölgesi ile Kızıldeniz, üretim ile yağma
arasında uzanan bir köprüdür. Coğrafyası, onu sömürgeci fetihlerin bir ödülü,
emeği onu bir mücadele alanı haline getirmiştir. Bugün devrimiyle, köleliğini
katmerleyen beslenen küresel düzen için bir tehdit oluşturmaktadır.
Altın
yatakları, pamuk ovaları ve deniz koridorları, Sudan’ı hem bir kaynak hem de
önemli bir güzergâh kılmaktadır. Sudan’ı kim yönetiyorsa, sadece Nil havzasını
değil, aynı zamanda Avrupa, Asya ve Afrika Boynuzu’nu birbirine bağlayan
küresel ticaretin önemli bir arterini de kontrol eder. Bu durum, halkını bir
asır boyunca planlı bir bağımlılığa mahkûm etmiştir. Ancak aynı zamanda onları
kıtadaki her kurtuluş hareketinin merkezinde konumlandırmıştır. Bugün Direniş Komiteleri’ni
meydana getiren işçi sınıfı ağları yoktan var olmamıştır. Onlar, sıradan
Sudanlıların ürettikleri serveti ve mahrum bırakıldıkları yaşamı geri almak
için verdikleri sürekli mücadelenin en son ifadesidirler.
İçinde
bulunduğumuz momentin derinliğini anlamak için Sudan’ın yürdüğü yolu
şekillendiren üç tarihsel dönemeci, sömürgecinin kaynak-hammadde temine yönelik
faaliyetlerini, güvenlikçi rantiye devletini ve halk devrimini incelememiz
gerekiyor. Her dönem, halkın emeği ile elitlerin kaynaklar üzerindeki kontrolü
arasındaki aynı çelişkiyi yeniden yapılandırarak, yeni isyan ve baskı döngüleri
yaratmıştır.
Madencilik
Faaliyetlerinin ve İsyanın Tarihsel Temelleri
I.
Sömürgecinin Kaynak/Hammadde Temini Faaliyetleri (1898–1956)
İngiliz-Mısır
Ortak Yönetimi, Sudan’ı emperyalist üretim için tasarladı. Gezira Planı, Nil
ovalarını İngiliz sermayesi için endüstriyel pamuk üretim sahasına dönüştürdü.
Plan, Sudan’ın altyapısını, demiryollarını, limanlarını ve telgraf hattını
ihracat ihtiyaçlarına bağlarken, eğitim ve sağlık hizmetlerine yapılan sosyal
yatırımları zayıflattı. Bu ikili ekonomi, nehir kıyısındaki merkezi ayrıcalıklı
kılarken, kırsal çevreyi, özellikle Darfur, Güney Sudan ve Nuba Dağları’nı
idari açıdan ihmal edileceği gerçekliğe ve zorunlu yoksulluğa mahkûm etti.
Bağımsızlık sonrasında devlet, artık temini için yeterince güçlü, ancak geliri bölgesel
düzeyde eşit dağıtmak veya bölgeler arasındaki eşitsizliği gidermek için fazla zayıf
olan bir yapıyı miras aldı. Böylece, isyan ve bölgesel başkaldırının tohumları,
emperyalist merkezin sunduğu ayrıcalıklarla marjinal terk edilmişlik arasındaki
çelişkinin meydana getirdiği toprağa ekildi.
II.
Askeri Kapitalizm ve Güvenlikçi-Rantiye Devleti (1958–2018)
Bağımsızlık
sonrası hükümetler, sivil ve askeri rejimler arasında salınıp durdular, ancak
hepsi de ihracat güdümlü birikim, dış borç bağımlılığı ve askeri baskıyı esas
alan mantığı miras aldı, onu yeniden üretti. Petrolün keşfi, doksanlarda ülkeyi
yeni zenginlerle tanıştırdı, ancak bu gelirden sadece Hartum merkezli bir kentli
elit istifade etti. Çevrede konumlanmış bölgelerde savaş ve kıtlık devam ettiği
için eşitsizlikler daha da derinleşti.
Güney
Sudan 2011’de ayrıldığında, Sudan, petrol gelirinin çoğunu kaybetti. Ülke, yüzünü
altın madenciliğine ve baskıya çevirdi: 2013’te devletin devreye soktuğu (“Silahlı
Süvari” anlamına gelen) Cancavid ismini taşıyan silahlı çetelerle birlikte
resmiyet kazanan Acil Destek Kuvvetleri (RSF), hem şiddetin ve birikimin
özelleştirilmiş kolu haline geldi, hem de ticareti vergilendirdi, madenleri
sömürdü, Körfez’deki savaşlara gerekli işgücünü ihraç etti.
Nekropolitika,
yani kimin yaşayıp kimin ölmesi gerektiğine karar verme gücü, Sudan devletinin
bağımsızlığından bu yana halkıyla ilişkisini yapılandırmıştır. Kemer sıkma
politikaları, baskı ve militarize edilmiş sınırların meydana getirdiği terkip,
kendi egemenliğini korumak için ölüm cezası vermeye istekli bir yönetici sınıfını
ortaya çıkarmıştır. İster çevre bölgelerde kıtlık yaratarak, ister sağlık ve
eğitim hizmetlerinin sistematik olarak verilmemesiyle, isterse Darfur ve Güney’deki
“fazla” nüfusun askerileşmiş yönetimi yoluyla olsun, Sudan’ın başındaki
yöneticiler, ülkenin geniş bölgelerini, milyonlarca insanın hayatının elitlerin
servet biriktirmesine hizmet etmek için harcandığı terk edilmiş bölgelere
dönüştürdüler.
Güvenlikçi-rantiye
devleti, üretimin yerine şiddet araç ve yöntemlerinin satışını koyarak,
kalkınmayı teşvik etmek yerine kaynak rantlarına bağımlılığı pekiştirdi. Bu
dönüşüm, toplumsal desteği zayıflattı, sınıf çatışmalarını derinleştirdi,
devrimci bir kopuşun zeminini hazırladı.
III.
Devrimci Kopuş (2018–Günümüz)
Ekmek
fiyatlarındaki büyük artış, 2018 ayaklanmasını tetikledi. Aynı ayaklanmada halk,
sömürü, kemer sıkma ve aşağılama üzerine kurulu sistemle yüzleşti. Sudan’ın
işçi sınıfı, öğretmenleri, mühendisleri, gençleri ve özellikle de kadınları,
devrimin omurgasını oluşturan, merkezi olmaktan uzak, özyönetim esası üzerine
kurulu konseyler anlamında Direniş Komiteleri'ni oluşturmak için yerelliklerde
örgütlendiler. Bu komiteler, açları doyuruyor, sağlık hizmeti veriyor, sokakları
koruyor, ve Halkın İktidarının Kurulması İçin Devrimci Bildirge’yi hazırlıyordu.
Bildirge, derin devleti ortadan kaldırmayı, yağmalanmış serveti kamulaştırmayı
ve konseylerle kırsal kooperatiflere dayalı bir demokrasi inşa etmeyi amaçlayan
bir programı ihtiva ediyordu.
Devrim
patlak verdiğinde, bu, yalnızca yüksek fiyatlara karşı bir protesto değil, aynı
zamanda devletin ve destekçilerinin kimin hayatta kalacağına karar verme
hakkına karşı bir ayaklanmaydı. Ordu ve RSF, alenen nekro-politikayı esas alan bir
şiddet pratiğiyle karşılık verdi: protestolarda gerçek mühimmat kullanıldı. Kayıplara
tanıklık edildi. Ayrıca halkın hafızasını silmek amacıyla, göstericilerin
cesetlerinin Nil Nehri’ne atıldığı, 3 Haziran 2019 tarihli o meşhur Hartum
katliamı gerçekleştirildi. Rejim, şehitleri örnek göstermenin, cesetleri
sokaklarda bırakmanın, terörü ve tecavüzü silah haline getirmenin, ayaklanmanın
kolektif umudunu yok edeceği hesabını yapmıştı.
Ancak
Direniş Komiteleri bu mantığı tersine çevirdi; devletin ölüm ektiği yerde,
yaşamı örgütlediler, yaralılara baktılar, ölüleri insana yakışır bir şekilde defnettiler
ve dayanışmanın örgütlü terk edilmişlikten daha uzun ömürlü olabileceği
konusunda ısrarcı oldular.
Devrim,
özünde nekro-politikaya karşı bir mücadeleye dönüştü: bu mücadele de Sudanlıların
yaşamlarının değerinin artık piyasalar, generaller veya emperyalist çıkarlar
tarafından belirlenmemesi talebini dillendiriyordu. İşte bu nedenle, Sudan’da
ekmek ve onur mücadelesi, başından beri, yaşama hakkının kendisi için bir
mücadele olmuştur.
Bu
alternatif, Sudanlı elitler ve yabancı destekçileri için o kadar tehdit
ediciydi ki, karşı-devrim, hızlı, acımasız ve küresel olarak koordineli bir
şekilde gerçekleşti. RSF ve ordunun 3 Haziran 2019’da gerçekleştirdiği, yüzlerce
protestocuyu öldürüp ortadan kaldırdığı katliam bir dönüm noktasıydı; ancak bu
tür baskılara rağmen Direniş Komiteleri, varlığını sürdürdü ve şiddetin
ortasında dayanışmanın canlı laboratuvarı haline geldi.
Sömürgecilerin
kaynak-hammadde teminine yönelik faaliyetleri, güvenlikçi-rantiye devletinin
militarizmi ve halkın ülkeyi yeniden kurma pratiğinden oluşan bu üç temel eksen,
Sudan’ın egemen sınıflarının birikim mekanizmasını her yeniden inşa edişinde
halkın yeni direniş biçimleriyle karşılık verdiğini ortaya koyan tek bir ortak
çizgiyi takip ediyor. Son savaş, sistemin son çırpınışı. Bu savaş, aynı zamanda
mevcut gerçekliğin ötesinde yeni bir şeyin doğma ihtimalini bağrında taşıyor.
Karşı-Devrim
ve Alt-Emperyalizmin Anatomisi
IV.
Karşı-Devrimin Yerli Ajanları, Küresel Destekçileri
Sudan’da
karşı-devrim, aynı sistemin iki yüzünü, sömürgecilik döneminde ve Soğuk Savaş’ta
inşa edilmiş yapının miras bıraktığı, bugün ülkenin başındaki isim olarak
Abdülfettah Burhan’a tevarüs etmiş olan askeri bürokrasi ile başkan yardımcısı
savaş ağası Korgeneral Muhammed Hamdan Dagalo’nun (Hamitti) özel ekiplerce
işlettiği şiddet ve rant devşirme mantığını birleştirdi. Aralarındaki rekabet, hammadde
temini kanalları, topraklar, altın yatakları ve yabancı rantlar üzerinde hâkimiyet
kurmakla alakalı. Devrim iktidarlarını tehdit ettiğinde, yerel yönetici sınıf,
küresel bir çıkar hiyerarşisinin desteğini arkasına alıyor: BAE, Mısır, Suudi
Arabistan ve Batılı finansörler, dizginleri ellerinde tutmaya devam etmek için,
bu savaş ağalarına para, silah ve diplomatik koruma sağlıyor.
Bugün
karşı-devrim mekanizmasının işleyişi, istikrarsızlıkla malul. Batı ve Körfez’deki
aktörler “istikrar”dan dem vursalar da bunların asıl amacı, işçi sınıfının
sunacağı alternatifin egemen olmasına mani olmak.
Bu
karşı-devrimin en büyük itici gücü ise tek kuruluş gayesi, yirminci yüzyılda
Ummanlı sosyalistlere karşı karşı-devrim yapmak olan Birleşik Arap Emirlikleri’dir.
Bu karşı-devrimciler, ne tür bir rol üstlendiklerini gayet iyi biliyorlar. Bu
rolü Sudan gibi Batı’dan doğrudan emir almadan icra ediyorlar. Başka zamanlarda
ise şiddet uygulama işinin başka dış güçlere aktarılmasında ve Batı’nın düşmanı
olan ülkenin topraklarına akın edip onu yok edecek paralı askerlerin toplanmasında
bir araç olarak kullanılıyorlar. Yemen’de olan, bundan gayrısı değildi. Bu
açıdan bakıldığında, RSF’nin BAE’yi yansıttığı görülüyor. Tıpkı Batı’nın şiddet
uygulama işini BAE’ye yaptırmasında olduğu gibi önce Sudan hükümeti, ardından
da Yemen, Libya ve şimdi de Sudan’da BAE, şiddet uygulama işini RSF’ye verdi. Üstelik
tüm bu adımlar, bir halk ayaklanmasını bastırmak için atılıyor.
V.
BAE Koridoru: Alt-Emperyalizm ve Savaşın Politik Ekonomisi
Birleşik
Arap Emirlikleri, karşı-devrimin ana harici dış mimarı haline geldi. BAE, artık
sıradan bir vekil güç değil, kapitalist merkezin çıkarlarını gözeten, ama aynı
zamanda kendi lojistik imparatorluğunu kuran bir alt-emperyalist güç olarak
hareket ediyor. Liman yatırımları, askeri karakollar ve altın aklama yoluyla
Emirlikler, Afrika’nın dört bir yanına yerleşerek, Afrika’yı boydan boya kesen
bir güç koridoru inşa etti.
BAE,
son on yılda Afrika ülkelerine yaklaşık 60 milyar dolar yatırım yaparak, Çin,
AB ve ABD’den sonra dördüncü en büyük yabancı yatırımcı konumuna yükseldi. Asıl
stratejisi, altyapı inşa sürecinin dizginlerini eline geçirmek üzerine kurulu:
BAE’ye ait AD Ports Group ve DP World adlı şirketler, Kuzey Afrika’dan (Mısır,
Cezayir) Atlas Okyanusu’na (Angola, Kongo, Gine), Hint Okyanusu’na (Kenya,
Tanzanya, Mozambik) ve Kızıldeniz’e (Mısır, Puntland, Somaliland) kadar uzanan
limanları işletiyor veya yönetiyor. En az 70 lojistik merkez ve sayısız kara
limanı, Afrika’nın iç kesimlerine kadar uzanıyor, altını, toprağı ve emtiayı
nakliye rotalarına bağlıyor. Bunlar, ticaret ve kaynak akışlarına hızlı
müdahale ve hâkimiyet sağlayan askeri ve siyasi dayanak noktalarıdır.
BAE’nin
Kızıldeniz, Afrika Boynuzu ve Atlantik limanlarına yaptığı yatırımlar ile DP
World ve AD Ports şirketlerinin kontrolündeki kilit noktalar, koridorun
omurgasını teşkil ediyor. Bu yatırımlar, altın ve zırai işletmeye yönelik
madencilik faaliyetlerini küresel ticaret için kritik öneme sahip nakliye
yollarına bağlayarak, ülkenin lojistik ve stratejik avantajlara kavuşmasını
sağlıyor.
Bu
Afrika’yı dikine kesen emperyal koridor, aynı zamanda Atlas Okyanusu’ndan Kızıldeniz’e
uzanan bölgesel ortaklıklar, askeri üsler ve lojistik ağlarından oluşan bir örgüyü
ifade ediyor. Zincirin her halkasında, ülkelerdeki rejimler, BAE’nin yarı-emperyalist
stratejisi için üsler, paralı askerler, ulaşım yolları ve siyasi koruma sağlıyorlar.
Aşağıda bu ülkelerin birkaçı sıralanıyor.
Çad,
BAE’nin Sahil’deki kilit noktası haline gelerek, Ammujaras havaalanı
aracılığıyla Sudan’a gizli askeri ikmal imkânı sağlıyor.
Libya,
BAE’nin Afrika’da kuvvet intikal etmek için kullandığı asli laboratuvarı. BAE,
General Hafter’i insansız hava aracı üsleri, uçak pistleri ve gelişmiş silahları
içeren askeri destekle yıllarca besledi. Libya toprakları, aynı zamanda Sudan
altını kaçakçılığı ve silah taşımacılığı için de kullanılıyor. Somaliland’ın
Berbera limanı, Emirlikler için hem ticari hem de askeri karakol olarak
faaliyet gösteriyor, ayrıca Kızıldeniz’deki operasyonlar için üs görevi
görüyor.
Mısır’ın
başındaki askeri diktatörlük, milyarlarca dolarlık BAE yatırımlarıyla ayakta
duruyor, bu da Sisi rejimini bölgesel karşı-devrim eksenine yerleştiriyor.
Mısır istihbaratına ait ağlar, ayaklanmaları bastırmak için BAE ile işbirliği
yapıyor. Bu ağların bundan gayrı üstlendiği daha birçok başka görevi var.
Hamitti
liderliğindeki RSF, BAE’nin Sudan’da kullandığı mızrak. Altın madenlerini
kontrol eden Hamitti, şiddet pratiğini yabancıların çıkarları adına yönetir,
Dubai’nin finans sistemi aracılığıyla kârları yönlendirir. BAE, bu güçleri hem
Sudan ordusuna karşı bir tampon olarak hem de bölgesel isyanları
tetikleyebilecek devrimci hareketleri bastırmak için finanse etmektedir.
BAE,
kurduğu bu hat dâhilinde yatırım, baskı ve kontrgerilla faaliyetlerini
harmanlıyor. RSF, Dubai üzerinden altın aklar, karşılığında silah ve para alır,
şirketlere ait tarım faaliyetleri ve lojistik imtiyazları için toprakları arındırmak
amacıyla halkı göç ettirir. Devletin gerilediği yerde, askerileşmiş işletmeler
devreye girerek, savaşı kârlı bir döngüye dönüştürür.
İnsanları
yersiz-yurtsuz kılmaya dönük adımlar ile kıtlık sayesinde madencilik için
gerekli alanlar açılmaktadır. Yağma, silahlı çatışmaları finanse edenlerin
kontrolündeki yardımlara bağımlılığı artırmaktadır. Yıkılan her köy, geleceğin
yatırım bölgesi haline gelmektedir. İnsani kriz, imparatorluğun iş modelinde başvurulan
bir adımdır.
Direniş
Komiteleri: İkili İktidar ve Devrimci Demokrasi
Direniş
Komiteleri, Sudan’ın devrimci alternatifinin merkezidir. İşçi sınıfı
mahallelerinden kök alan yapısıyla komiteler, iktidarın generallerden ve
yatırımcılardan aşağıya doğru değil, konseylerden, sendikalardan ve
kooperatiflerden yukarıya doğru inşa edildiği bir sistem olarak devrimci
demokrasinin pratikte hayata geçirilmesidir. Halkın İktidarının Kurulması İçin Bildirge,
tam da bu devrimci demokrasiyi sistemleştirir: belge, elitist merkezi yönetimi
ortadan kaldırıp, egemenliği aşağıdan yukarıya doğru inşa etme taahhüdüdür.
İnsanların
maddi âlemde hayatta kalma çabalarına ortak olan her bir komite, gıda yardımı,
klinikler, eğitim ve siyasi koordinasyon gibi faaliyetlerde bulunur. Devletin
çöktüğü yerlerde yaşamı yönetebilecek ikili iktidarın çekirdeğini teşkil eder. Komitelerin
Geçiş Dönemi Devrimci Yasama Konseyleri kurulması yönünde yaptığı, elitlerle
müzakere yürütülmesi önerisinden uzak duran çağrı, gerçek yetkinin halka verilmesini
talep eder, orduyla veya eski elitlerle uzlaşma fikrine karşı çıkar.
Müzakereyi
de katilleri meşrulaştıracak her türden zemini dışlayan bu duruş, pratik
deneyimlerin ve dünyanın geri kalanına dair gözlemlerin ürünüdür. Komitelerin
anlayışına göre, karşı-devrimci şiddeti mümkün kılan, sermaye veya askeri elitlerle
yapılan her türden işbirliğidir. Anayasa, siyasi dönüşümün yanı sıra ekonomik
adalet de talep etmektedir: “Önemli endüstrileri millileştirin, toprakları geri
alın, IMF/Dünya Bankası’na yönelik bağımlılığı redde tabi tutun, halk
egemenliğini inşa edin.” Programları, dönüşümün canlı bir taslağı ve bugün
bölgedeki hem yarı-emperyalist hem de emperyal yönetime karşı en açık meydan
okumadır.
Krizin
ve Kurtuluşun Ana Stratejik Hattı Olarak Sudan
Sudan
devrimi yalnız değil. Kapitalizmin çevre ülkelerdeki derin krizini açığa vuran
Sudan devrimi, borç bağımlılığı, ekolojik çöküş, militarize edilmiş sınırlar, elitlerin
iktidar üzerinde kurduğu tasallutla tanımlı krize direniyor. Savaş bir hata
değil, harici güçlerin çıkarları için inşa edilen, kârlı bir yönetim rejimidir.
“Kalkınma” ve doğrudan şiddet içermeyen sömürü başarısız olduğunda,
imparatorluk militarizasyona ve savaşa yönelir.
Kızıldeniz
koridoru, limanlar ve lojistik ağlar Sudan’ı Batı ve Körfez’in stratejileri
için vazgeçilmez kılıyor. Sudan’a kim hâkim olursa, Afrika’yı Asya ve Avrupa’ya
bağlayan ekonomik arterleri de o kontrol edecek demektir. Port Sudan ve Suakin
gibi önemli şehirlerin yanında Darfur’daki madenleri kimin ele geçireceği konusunda
süren yoğun rekabet, esasen dünya sistemindeki emperyalist iktidarla alakalıdır.
Ancak
Sudan, aynı zamanda bir kopuş olasılığını da içeriyor. Direniş Komiteleri,
doğrudan demokrasinin, ekonomik adaletin ve karşılıklı yardımlaşmanın yaşamı
sürdürebileceğinin, hiyerarşiye meydan okuyabileceğinin ve yeni kalkınma
yolları sunabileceğinin delili. Bu anlamda Direniş Komiteleri, kıta ve dünya
çapında yankı uyandırabilecek bir örnek.
Alt-Emperyalizm
Teorisyenler,
alt-emperyalizmi, Batı egemenliğinin merkezinden uzak olan, ancak kendi
ordularının ve yatırım kanallarının ulaştığı menzil dâhilinde hammadde teminine
yönelik faaliyetler içine girebilen, askeri işlemler gerçekleştirebilen bölgesel
güçleri tanımlamak için kullanıyor. BAE, bu konuda yaygın olarak başvurulan bir
örnek: tam egemen bir devlet olmasa da hâlen daha ABD’nin finansal ve askeri
mimarisine tabi olsa da demokratik hareketleri bastırmak, kendisine karşı çıkan
elitleri disiplin altına almak ve bağımlı devletleri krizde tutmak için muazzam
bir nüfuza sahip. Elindeki güç, Sudan’daki Direniş Komiteleri gibi hem yerel
oligarşiden hem de küresel imparatorluktan kurtulmaya çalışanları hedef alan
bölgesel sınıf mücadelesi düzeyinde kendisini belirgin biçimde ortaya koyuyor.
BAE’nin
Afrika’yı kuşatan koridoru, finansı, lojistiği ve şiddet pratiklerini
birleştiriyor. Dayandığı mantıksa dışlayıcı ve sömürücü: “Kıtayı kuşat, onu devrime
karşı güvence altına al, altın, emek ve jeostratejik fayda için kanını akıt.”
Sudan, bu stratejinin temel taşı ve deneme alanı: Karşı-devrim, Sudan’da
ortadan kaldırılacak, bu da o bitmek bilmeyen, kriz, kemer sıkma ve dış güçlerin
tahakküm kurma amaçlı gayretleriyle tanımlı politikada bir kırılmaya işaret
edecek.
Sudanlı
devrimcilerin öğrendiği gibi, bu, küresel bir mücadeledir. Hartum, Omdurman ve Faşir’de
alt-emperyalizmi yenenler, tüm Afrika’ya ve dünyaya, halk egemenliğini inkâr
etmek için kurulmuş bir sisteme meydan okumanın ne demek olduğunu gösteriyorlar.
BAE’nin
Afrika’da uyguladığı alt-emperyalizm, küresel kapitalist merkeze bağımlı
bölgesel bir gücün kendi sınırları içerisinde emperyalist uygulamaları nasıl
yeniden üretebileceğinin ders kitaplarına girecek türden bir örneğidir. Sudan
ve ötesinde BAE, stratejik yatırımları, vekalet savaşlarını ve vekil devletlere
has kalkınmayı birleştirmek suretiyle, kaynaklar, ticaret koridorları ve
rejimler üzerinde kontrol sağlıyor, imparatorluk için pazarları istikrara
kavuştururken, kendi çıkarlarını da koruyor.
Alt-Emperyalizmin
Paradoksu: Küçük Ortak, Bölgesel Hegemon
BAE,
askeri ve mali çıkarlarını birleştirerek, Batı emperyalizmi kampında sağlam bir
şekilde yer alırken, özerkliğini Afrika genelinde tahakküm kurmak için
kullanıyor. Forumlarda barış ve kalkınma dilini konuşuyor; sahada ise gizli
savaş, ekonomik fetih ve siyasi manipülasyon yöntemlerini kullanıyor. Bu ikili
statü, alt-emperyalizmin özünü teşkil ediyor: BAE, bir imparatorluk ajanı,
ancak aynı zamanda tahakkümün yereldeki mimarı; doğrudan hesap vermekten
kaçınırken tüm bölgeleri istikrarsızlaştırabiliyor.
İnsan
Maliyeti ve Politik Dersler
Milyonlarca
Sudanlı yerinden edildi, yüz binlercesi kitlesel katliamlarda öldürüldü; tüm
bunlar, kaostan kâr elde etmek ve piyasa disiplinini korumak için tasarlanmış
bir alt-emperyalist sistemin sonucu. Gerçek hesap verebilirlik sadece BAE
değil, bu tür müdahalelere imkân sağlayan, genel emperyalist yapıyla da yüzleştiğimiz
vakit mümkün olabilir.
Çözüm
Sudan
devrimi, modern kapitalizmin sınırlarının hem krizini hem de potansiyelini
yansıtan, dünyaya ayna tutan bir olaydır. Sömürgecilerin kaynak ve maden temini
için başvurdukları plandan, nekro-politik yönetime dayanan onlarca yıllık
askeri ve neoliberal birikime, oradan da sistemin sebep olduğu ölüme karşı
yaşamı örgütleyen Direniş Komiteleri’nin kendiliğinden ortaya çıkışına kadar uzanan
bir sürecin tanığı olarak Sudan, çevre ülkelerdeki sınıf mücadelesinin gerçek
boyutlarını gözler önüne sermiştir.
2018’de
başlayan devrimci kopuş, yaşamın değerini, kaynakların dağılımını ve toplumun
şeklini belirleme yetkisinin kimde olduğu konusunda verilmiş bir mücadeleydi ve
halen daha öyle. Küresel ve bölgesel sermayenin desteğini alan ordu ve RSF,
rejimlerini sürdürmek için nekropolitik bir güce başvuruyor; ancak Direniş
Komiteleri, küllerin ve dayanışmanın harrı içinde doğmuş yapılar olarak, piyasa
mantığına ve asker kaynaklı şiddete meydan okuyan, halkçı bir alternatifin,
karşılıklı yardımlaşmanın ve demokratik örgütlenmenin temellerini inşa etti.
Hem
yerel aktörlerin hem de BAE’nin yarı-emperyal emellerinin tetiklediği
karşı-devrim, Sudan’ı imparatorluk için bir savaş alanına dönüştürdü. Vekalet
savaşı, liman hâkimiyeti ve altın kaçakçılığı, askeri yöntemlerle sürdürülen hammadde
teminine yönelik faaliyetlerin, bağımlı devletlerin ve insani krizin küresel
sermayenin yeniden üretiminin araçları olarak hizmet ettiği yirmi birinci
yüzyılda emperyalizmin anatomisini ifşa ediyor. Ancak savaş altyapıyı yok edip
milyonlarca insanı yerinden etse de, devrimci potansiyeli veya sıradan
insanların hayatta kalma ve özgürlük için dirençli yapılar inşa etme becerisini
ortadan kaldıramadı.
Direniş
Komiteleri’nin dirençli, uyum sağlamayı bilen, ama katillerle uzlaşmayı
reddeden tutumu, dönüşümün belirleyici gücü olmayı sürdürüyor. Yerel konseyler,
doğrudan demokrasi ve sosyal adaleti temel alan ikili iktidar modelleri, tüm
Küresel Güney için yeni bir olasılığa işaret ediyorlar. Başarı, sömürge ve
sömürge sonrası düzenin çöküşü anlamına gelirken; yenilgi, krizin kural haline
gelmesinin sıradanlaşmasına işaret ediyor. Devrimci strateji tartışmaları gibi
hareket içerisinde bir şekilde yaşanan ayrışmalar ve aksaklıklar bile
başarısızlık değil, işçi sınıfının liderliğinin ve anti-kapitalist dönüşüm
mücadelesinin netleşip derinleştiği momentlerdir.
Sudan,
emperyalizmin nekro-politikasına ve onu ayakta tutan sömürüye karşı küresel
mücadelenin öncüsüdür. Egemenlik döngüsü, ancak işçiler, yoksul çiftçiler,
kadınlar ve gençlerin iktidarı ve üretimi örgütlemeleri ile kırılabilir. Kapitalizm,
salt gösteriler veya müzakerelerle yıkılmaz; o, ezilenlerin örgütlü ve militan
eylemiyle, her mahallede ve işyerinde aşağıdan demokrasi inşa ederek kökünden
sökülüp atılmalıdır.
Devrimin
zaferi, her yerde imparatorluğa indirilmiş bir darbedir. Yenilgisi zaten bizim
yenilgimizdir. Sudan’da karşı-devrim kazanırsa, Körfez sermayesi ve yerel
diktatörler tarafından yönetilen askeri kapitalizm, Afrika’da egemenlik modeli
haline gelecektir. Devrim devam ederse, kitle konseyleri, işçi kooperatifleri
ve halk egemenliği için yeni imkânlar yaratacaktır. Sudan’la dayanışma, evet
dayanışma pratiğinin bir veçhesidir ama aynı zamanda bir stratejidir. Sudan’daki
savaşı körükleyen sistem, hastaneleri özelleştiriyor ve başka yerlerdeki nüfusu
yoksullaştırıyor. Sudan’ı savunmak, kurtuluş davasının geleceğini savunmaktır.
Ebu Hüreyre
28
Ekim 2025
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder