30 Ekim 2025

, ,

Sudan İmparatorluğun Kavşağında: Devrim, Karşı-Devrim, BAE’nin Alt-Emperyalist Emelleri


Sudan, çağdaş kapitalizmin fay hattında yer alıyor. Altın yatakları, tarım arazileri ve Kızıldeniz’i kesen ticari koridorlar, onu maden çıkartma ve ticari ürün nakli için stratejik öneme sahip bir bölge haline getiriyor. Sahip olduğu işçi sınıfı ve mahalleleri temel alan Direniş Komiteleri ile Sudan, Arap ayaklanmalarından beri, halk yönetiminin en gelişkin deneylerinden birini ortaya koyuyor.

Mevcut savaş, salt “iki general”e indirgenebilecek bir olgu değil. Bu, sömürge sonrası bir birikim modelinin şiddetli bir şekilde çözülmesi ve güvenilir bir halk alternatifine karşı ulusötesi güçlerin gerçekleştirdiği bir karşı-devrimdir.

Sudan; Afrika ile Arap dünyası, Sahil Bölgesi ile Kızıldeniz, üretim ile yağma arasında uzanan bir köprüdür. Coğrafyası, onu sömürgeci fetihlerin bir ödülü, emeği onu bir mücadele alanı haline getirmiştir. Bugün devrimiyle, köleliğini katmerleyen beslenen küresel düzen için bir tehdit oluşturmaktadır.

Altın yatakları, pamuk ovaları ve deniz koridorları, Sudan’ı hem bir kaynak hem de önemli bir güzergâh kılmaktadır. Sudan’ı kim yönetiyorsa, sadece Nil havzasını değil, aynı zamanda Avrupa, Asya ve Afrika Boynuzu’nu birbirine bağlayan küresel ticaretin önemli bir arterini de kontrol eder. Bu durum, halkını bir asır boyunca planlı bir bağımlılığa mahkûm etmiştir. Ancak aynı zamanda onları kıtadaki her kurtuluş hareketinin merkezinde konumlandırmıştır. Bugün Direniş Komiteleri’ni meydana getiren işçi sınıfı ağları yoktan var olmamıştır. Onlar, sıradan Sudanlıların ürettikleri serveti ve mahrum bırakıldıkları yaşamı geri almak için verdikleri sürekli mücadelenin en son ifadesidirler.

İçinde bulunduğumuz momentin derinliğini anlamak için Sudan’ın yürdüğü yolu şekillendiren üç tarihsel dönemeci, sömürgecinin kaynak-hammadde temine yönelik faaliyetlerini, güvenlikçi rantiye devletini ve halk devrimini incelememiz gerekiyor. Her dönem, halkın emeği ile elitlerin kaynaklar üzerindeki kontrolü arasındaki aynı çelişkiyi yeniden yapılandırarak, yeni isyan ve baskı döngüleri yaratmıştır.

Madencilik Faaliyetlerinin ve İsyanın Tarihsel Temelleri

I. Sömürgecinin Kaynak/Hammadde Temini Faaliyetleri (1898–1956)

İngiliz-Mısır Ortak Yönetimi, Sudan’ı emperyalist üretim için tasarladı. Gezira Planı, Nil ovalarını İngiliz sermayesi için endüstriyel pamuk üretim sahasına dönüştürdü. Plan, Sudan’ın altyapısını, demiryollarını, limanlarını ve telgraf hattını ihracat ihtiyaçlarına bağlarken, eğitim ve sağlık hizmetlerine yapılan sosyal yatırımları zayıflattı. Bu ikili ekonomi, nehir kıyısındaki merkezi ayrıcalıklı kılarken, kırsal çevreyi, özellikle Darfur, Güney Sudan ve Nuba Dağları’nı idari açıdan ihmal edileceği gerçekliğe ve zorunlu yoksulluğa mahkûm etti. Bağımsızlık sonrasında devlet, artık temini için yeterince güçlü, ancak geliri bölgesel düzeyde eşit dağıtmak veya bölgeler arasındaki eşitsizliği gidermek için fazla zayıf olan bir yapıyı miras aldı. Böylece, isyan ve bölgesel başkaldırının tohumları, emperyalist merkezin sunduğu ayrıcalıklarla marjinal terk edilmişlik arasındaki çelişkinin meydana getirdiği toprağa ekildi.

II. Askeri Kapitalizm ve Güvenlikçi-Rantiye Devleti (1958–2018)

Bağımsızlık sonrası hükümetler, sivil ve askeri rejimler arasında salınıp durdular, ancak hepsi de ihracat güdümlü birikim, dış borç bağımlılığı ve askeri baskıyı esas alan mantığı miras aldı, onu yeniden üretti. Petrolün keşfi, doksanlarda ülkeyi yeni zenginlerle tanıştırdı, ancak bu gelirden sadece Hartum merkezli bir kentli elit istifade etti. Çevrede konumlanmış bölgelerde savaş ve kıtlık devam ettiği için eşitsizlikler daha da derinleşti.

Güney Sudan 2011’de ayrıldığında, Sudan, petrol gelirinin çoğunu kaybetti. Ülke, yüzünü altın madenciliğine ve baskıya çevirdi: 2013’te devletin devreye soktuğu (“Silahlı Süvari” anlamına gelen) Cancavid ismini taşıyan silahlı çetelerle birlikte resmiyet kazanan Acil Destek Kuvvetleri (RSF), hem şiddetin ve birikimin özelleştirilmiş kolu haline geldi, hem de ticareti vergilendirdi, madenleri sömürdü, Körfez’deki savaşlara gerekli işgücünü ihraç etti.

Nekropolitika, yani kimin yaşayıp kimin ölmesi gerektiğine karar verme gücü, Sudan devletinin bağımsızlığından bu yana halkıyla ilişkisini yapılandırmıştır. Kemer sıkma politikaları, baskı ve militarize edilmiş sınırların meydana getirdiği terkip, kendi egemenliğini korumak için ölüm cezası vermeye istekli bir yönetici sınıfını ortaya çıkarmıştır. İster çevre bölgelerde kıtlık yaratarak, ister sağlık ve eğitim hizmetlerinin sistematik olarak verilmemesiyle, isterse Darfur ve Güney’deki “fazla” nüfusun askerileşmiş yönetimi yoluyla olsun, Sudan’ın başındaki yöneticiler, ülkenin geniş bölgelerini, milyonlarca insanın hayatının elitlerin servet biriktirmesine hizmet etmek için harcandığı terk edilmiş bölgelere dönüştürdüler.

Güvenlikçi-rantiye devleti, üretimin yerine şiddet araç ve yöntemlerinin satışını koyarak, kalkınmayı teşvik etmek yerine kaynak rantlarına bağımlılığı pekiştirdi. Bu dönüşüm, toplumsal desteği zayıflattı, sınıf çatışmalarını derinleştirdi, devrimci bir kopuşun zeminini hazırladı.

III. Devrimci Kopuş (2018–Günümüz)

Ekmek fiyatlarındaki büyük artış, 2018 ayaklanmasını tetikledi. Aynı ayaklanmada halk, sömürü, kemer sıkma ve aşağılama üzerine kurulu sistemle yüzleşti. Sudan’ın işçi sınıfı, öğretmenleri, mühendisleri, gençleri ve özellikle de kadınları, devrimin omurgasını oluşturan, merkezi olmaktan uzak, özyönetim esası üzerine kurulu konseyler anlamında Direniş Komiteleri'ni oluşturmak için yerelliklerde örgütlendiler. Bu komiteler, açları doyuruyor, sağlık hizmeti veriyor, sokakları koruyor, ve Halkın İktidarının Kurulması İçin Devrimci Bildirge’yi hazırlıyordu. Bildirge, derin devleti ortadan kaldırmayı, yağmalanmış serveti kamulaştırmayı ve konseylerle kırsal kooperatiflere dayalı bir demokrasi inşa etmeyi amaçlayan bir programı ihtiva ediyordu.

Devrim patlak verdiğinde, bu, yalnızca yüksek fiyatlara karşı bir protesto değil, aynı zamanda devletin ve destekçilerinin kimin hayatta kalacağına karar verme hakkına karşı bir ayaklanmaydı. Ordu ve RSF, alenen nekro-politikayı esas alan bir şiddet pratiğiyle karşılık verdi: protestolarda gerçek mühimmat kullanıldı. Kayıplara tanıklık edildi. Ayrıca halkın hafızasını silmek amacıyla, göstericilerin cesetlerinin Nil Nehri’ne atıldığı, 3 Haziran 2019 tarihli o meşhur Hartum katliamı gerçekleştirildi. Rejim, şehitleri örnek göstermenin, cesetleri sokaklarda bırakmanın, terörü ve tecavüzü silah haline getirmenin, ayaklanmanın kolektif umudunu yok edeceği hesabını yapmıştı.

Ancak Direniş Komiteleri bu mantığı tersine çevirdi; devletin ölüm ektiği yerde, yaşamı örgütlediler, yaralılara baktılar, ölüleri insana yakışır bir şekilde defnettiler ve dayanışmanın örgütlü terk edilmişlikten daha uzun ömürlü olabileceği konusunda ısrarcı oldular.

Devrim, özünde nekro-politikaya karşı bir mücadeleye dönüştü: bu mücadele de Sudanlıların yaşamlarının değerinin artık piyasalar, generaller veya emperyalist çıkarlar tarafından belirlenmemesi talebini dillendiriyordu. İşte bu nedenle, Sudan’da ekmek ve onur mücadelesi, başından beri, yaşama hakkının kendisi için bir mücadele olmuştur.

Bu alternatif, Sudanlı elitler ve yabancı destekçileri için o kadar tehdit ediciydi ki, karşı-devrim, hızlı, acımasız ve küresel olarak koordineli bir şekilde gerçekleşti. RSF ve ordunun 3 Haziran 2019’da gerçekleştirdiği, yüzlerce protestocuyu öldürüp ortadan kaldırdığı katliam bir dönüm noktasıydı; ancak bu tür baskılara rağmen Direniş Komiteleri, varlığını sürdürdü ve şiddetin ortasında dayanışmanın canlı laboratuvarı haline geldi.

Sömürgecilerin kaynak-hammadde teminine yönelik faaliyetleri, güvenlikçi-rantiye devletinin militarizmi ve halkın ülkeyi yeniden kurma pratiğinden oluşan bu üç temel eksen, Sudan’ın egemen sınıflarının birikim mekanizmasını her yeniden inşa edişinde halkın yeni direniş biçimleriyle karşılık verdiğini ortaya koyan tek bir ortak çizgiyi takip ediyor. Son savaş, sistemin son çırpınışı. Bu savaş, aynı zamanda mevcut gerçekliğin ötesinde yeni bir şeyin doğma ihtimalini bağrında taşıyor.

Karşı-Devrim ve Alt-Emperyalizmin Anatomisi

IV. Karşı-Devrimin Yerli Ajanları, Küresel Destekçileri

Sudan’da karşı-devrim, aynı sistemin iki yüzünü, sömürgecilik döneminde ve Soğuk Savaş’ta inşa edilmiş yapının miras bıraktığı, bugün ülkenin başındaki isim olarak Abdülfettah Burhan’a tevarüs etmiş olan askeri bürokrasi ile başkan yardımcısı savaş ağası Korgeneral Muhammed Hamdan Dagalo’nun (Hamitti) özel ekiplerce işlettiği şiddet ve rant devşirme mantığını birleştirdi. Aralarındaki rekabet, hammadde temini kanalları, topraklar, altın yatakları ve yabancı rantlar üzerinde hâkimiyet kurmakla alakalı. Devrim iktidarlarını tehdit ettiğinde, yerel yönetici sınıf, küresel bir çıkar hiyerarşisinin desteğini arkasına alıyor: BAE, Mısır, Suudi Arabistan ve Batılı finansörler, dizginleri ellerinde tutmaya devam etmek için, bu savaş ağalarına para, silah ve diplomatik koruma sağlıyor.

Bugün karşı-devrim mekanizmasının işleyişi, istikrarsızlıkla malul. Batı ve Körfez’deki aktörler “istikrar”dan dem vursalar da bunların asıl amacı, işçi sınıfının sunacağı alternatifin egemen olmasına mani olmak.

Bu karşı-devrimin en büyük itici gücü ise tek kuruluş gayesi, yirminci yüzyılda Ummanlı sosyalistlere karşı karşı-devrim yapmak olan Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Bu karşı-devrimciler, ne tür bir rol üstlendiklerini gayet iyi biliyorlar. Bu rolü Sudan gibi Batı’dan doğrudan emir almadan icra ediyorlar. Başka zamanlarda ise şiddet uygulama işinin başka dış güçlere aktarılmasında ve Batı’nın düşmanı olan ülkenin topraklarına akın edip onu yok edecek paralı askerlerin toplanmasında bir araç olarak kullanılıyorlar. Yemen’de olan, bundan gayrısı değildi. Bu açıdan bakıldığında, RSF’nin BAE’yi yansıttığı görülüyor. Tıpkı Batı’nın şiddet uygulama işini BAE’ye yaptırmasında olduğu gibi önce Sudan hükümeti, ardından da Yemen, Libya ve şimdi de Sudan’da BAE, şiddet uygulama işini RSF’ye verdi. Üstelik tüm bu adımlar, bir halk ayaklanmasını bastırmak için atılıyor.

V. BAE Koridoru: Alt-Emperyalizm ve Savaşın Politik Ekonomisi

Birleşik Arap Emirlikleri, karşı-devrimin ana harici dış mimarı haline geldi. BAE, artık sıradan bir vekil güç değil, kapitalist merkezin çıkarlarını gözeten, ama aynı zamanda kendi lojistik imparatorluğunu kuran bir alt-emperyalist güç olarak hareket ediyor. Liman yatırımları, askeri karakollar ve altın aklama yoluyla Emirlikler, Afrika’nın dört bir yanına yerleşerek, Afrika’yı boydan boya kesen bir güç koridoru inşa etti.

BAE, son on yılda Afrika ülkelerine yaklaşık 60 milyar dolar yatırım yaparak, Çin, AB ve ABD’den sonra dördüncü en büyük yabancı yatırımcı konumuna yükseldi. Asıl stratejisi, altyapı inşa sürecinin dizginlerini eline geçirmek üzerine kurulu: BAE’ye ait AD Ports Group ve DP World adlı şirketler, Kuzey Afrika’dan (Mısır, Cezayir) Atlas Okyanusu’na (Angola, Kongo, Gine), Hint Okyanusu’na (Kenya, Tanzanya, Mozambik) ve Kızıldeniz’e (Mısır, Puntland, Somaliland) kadar uzanan limanları işletiyor veya yönetiyor. En az 70 lojistik merkez ve sayısız kara limanı, Afrika’nın iç kesimlerine kadar uzanıyor, altını, toprağı ve emtiayı nakliye rotalarına bağlıyor. Bunlar, ticaret ve kaynak akışlarına hızlı müdahale ve hâkimiyet sağlayan askeri ve siyasi dayanak noktalarıdır.

BAE’nin Kızıldeniz, Afrika Boynuzu ve Atlantik limanlarına yaptığı yatırımlar ile DP World ve AD Ports şirketlerinin kontrolündeki kilit noktalar, koridorun omurgasını teşkil ediyor. Bu yatırımlar, altın ve zırai işletmeye yönelik madencilik faaliyetlerini küresel ticaret için kritik öneme sahip nakliye yollarına bağlayarak, ülkenin lojistik ve stratejik avantajlara kavuşmasını sağlıyor.

Bu Afrika’yı dikine kesen emperyal koridor, aynı zamanda Atlas Okyanusu’ndan Kızıldeniz’e uzanan bölgesel ortaklıklar, askeri üsler ve lojistik ağlarından oluşan bir örgüyü ifade ediyor. Zincirin her halkasında, ülkelerdeki rejimler, BAE’nin yarı-emperyalist stratejisi için üsler, paralı askerler, ulaşım yolları ve siyasi koruma sağlıyorlar. Aşağıda bu ülkelerin birkaçı sıralanıyor.

Çad, BAE’nin Sahil’deki kilit noktası haline gelerek, Ammujaras havaalanı aracılığıyla Sudan’a gizli askeri ikmal imkânı sağlıyor.

Libya, BAE’nin Afrika’da kuvvet intikal etmek için kullandığı asli laboratuvarı. BAE, General Hafter’i insansız hava aracı üsleri, uçak pistleri ve gelişmiş silahları içeren askeri destekle yıllarca besledi. Libya toprakları, aynı zamanda Sudan altını kaçakçılığı ve silah taşımacılığı için de kullanılıyor. Somaliland’ın Berbera limanı, Emirlikler için hem ticari hem de askeri karakol olarak faaliyet gösteriyor, ayrıca Kızıldeniz’deki operasyonlar için üs görevi görüyor.

Mısır’ın başındaki askeri diktatörlük, milyarlarca dolarlık BAE yatırımlarıyla ayakta duruyor, bu da Sisi rejimini bölgesel karşı-devrim eksenine yerleştiriyor. Mısır istihbaratına ait ağlar, ayaklanmaları bastırmak için BAE ile işbirliği yapıyor. Bu ağların bundan gayrı üstlendiği daha birçok başka görevi var.

Hamitti liderliğindeki RSF, BAE’nin Sudan’da kullandığı mızrak. Altın madenlerini kontrol eden Hamitti, şiddet pratiğini yabancıların çıkarları adına yönetir, Dubai’nin finans sistemi aracılığıyla kârları yönlendirir. BAE, bu güçleri hem Sudan ordusuna karşı bir tampon olarak hem de bölgesel isyanları tetikleyebilecek devrimci hareketleri bastırmak için finanse etmektedir.

BAE, kurduğu bu hat dâhilinde yatırım, baskı ve kontrgerilla faaliyetlerini harmanlıyor. RSF, Dubai üzerinden altın aklar, karşılığında silah ve para alır, şirketlere ait tarım faaliyetleri ve lojistik imtiyazları için toprakları arındırmak amacıyla halkı göç ettirir. Devletin gerilediği yerde, askerileşmiş işletmeler devreye girerek, savaşı kârlı bir döngüye dönüştürür.

İnsanları yersiz-yurtsuz kılmaya dönük adımlar ile kıtlık sayesinde madencilik için gerekli alanlar açılmaktadır. Yağma, silahlı çatışmaları finanse edenlerin kontrolündeki yardımlara bağımlılığı artırmaktadır. Yıkılan her köy, geleceğin yatırım bölgesi haline gelmektedir. İnsani kriz, imparatorluğun iş modelinde başvurulan bir adımdır.

Direniş Komiteleri: İkili İktidar ve Devrimci Demokrasi

Direniş Komiteleri, Sudan’ın devrimci alternatifinin merkezidir. İşçi sınıfı mahallelerinden kök alan yapısıyla komiteler, iktidarın generallerden ve yatırımcılardan aşağıya doğru değil, konseylerden, sendikalardan ve kooperatiflerden yukarıya doğru inşa edildiği bir sistem olarak devrimci demokrasinin pratikte hayata geçirilmesidir. Halkın İktidarının Kurulması İçin Bildirge, tam da bu devrimci demokrasiyi sistemleştirir: belge, elitist merkezi yönetimi ortadan kaldırıp, egemenliği aşağıdan yukarıya doğru inşa etme taahhüdüdür.

İnsanların maddi âlemde hayatta kalma çabalarına ortak olan her bir komite, gıda yardımı, klinikler, eğitim ve siyasi koordinasyon gibi faaliyetlerde bulunur. Devletin çöktüğü yerlerde yaşamı yönetebilecek ikili iktidarın çekirdeğini teşkil eder. Komitelerin Geçiş Dönemi Devrimci Yasama Konseyleri kurulması yönünde yaptığı, elitlerle müzakere yürütülmesi önerisinden uzak duran çağrı, gerçek yetkinin halka verilmesini talep eder, orduyla veya eski elitlerle uzlaşma fikrine karşı çıkar.

Müzakereyi de katilleri meşrulaştıracak her türden zemini dışlayan bu duruş, pratik deneyimlerin ve dünyanın geri kalanına dair gözlemlerin ürünüdür. Komitelerin anlayışına göre, karşı-devrimci şiddeti mümkün kılan, sermaye veya askeri elitlerle yapılan her türden işbirliğidir. Anayasa, siyasi dönüşümün yanı sıra ekonomik adalet de talep etmektedir: “Önemli endüstrileri millileştirin, toprakları geri alın, IMF/Dünya Bankası’na yönelik bağımlılığı redde tabi tutun, halk egemenliğini inşa edin.” Programları, dönüşümün canlı bir taslağı ve bugün bölgedeki hem yarı-emperyalist hem de emperyal yönetime karşı en açık meydan okumadır.

Krizin ve Kurtuluşun Ana Stratejik Hattı Olarak Sudan

Sudan devrimi yalnız değil. Kapitalizmin çevre ülkelerdeki derin krizini açığa vuran Sudan devrimi, borç bağımlılığı, ekolojik çöküş, militarize edilmiş sınırlar, elitlerin iktidar üzerinde kurduğu tasallutla tanımlı krize direniyor. Savaş bir hata değil, harici güçlerin çıkarları için inşa edilen, kârlı bir yönetim rejimidir. “Kalkınma” ve doğrudan şiddet içermeyen sömürü başarısız olduğunda, imparatorluk militarizasyona ve savaşa yönelir.

Kızıldeniz koridoru, limanlar ve lojistik ağlar Sudan’ı Batı ve Körfez’in stratejileri için vazgeçilmez kılıyor. Sudan’a kim hâkim olursa, Afrika’yı Asya ve Avrupa’ya bağlayan ekonomik arterleri de o kontrol edecek demektir. Port Sudan ve Suakin gibi önemli şehirlerin yanında Darfur’daki madenleri kimin ele geçireceği konusunda süren yoğun rekabet, esasen dünya sistemindeki emperyalist iktidarla alakalıdır.

Ancak Sudan, aynı zamanda bir kopuş olasılığını da içeriyor. Direniş Komiteleri, doğrudan demokrasinin, ekonomik adaletin ve karşılıklı yardımlaşmanın yaşamı sürdürebileceğinin, hiyerarşiye meydan okuyabileceğinin ve yeni kalkınma yolları sunabileceğinin delili. Bu anlamda Direniş Komiteleri, kıta ve dünya çapında yankı uyandırabilecek bir örnek.

Alt-Emperyalizm

Teorisyenler, alt-emperyalizmi, Batı egemenliğinin merkezinden uzak olan, ancak kendi ordularının ve yatırım kanallarının ulaştığı menzil dâhilinde hammadde teminine yönelik faaliyetler içine girebilen, askeri işlemler gerçekleştirebilen bölgesel güçleri tanımlamak için kullanıyor. BAE, bu konuda yaygın olarak başvurulan bir örnek: tam egemen bir devlet olmasa da hâlen daha ABD’nin finansal ve askeri mimarisine tabi olsa da demokratik hareketleri bastırmak, kendisine karşı çıkan elitleri disiplin altına almak ve bağımlı devletleri krizde tutmak için muazzam bir nüfuza sahip. Elindeki güç, Sudan’daki Direniş Komiteleri gibi hem yerel oligarşiden hem de küresel imparatorluktan kurtulmaya çalışanları hedef alan bölgesel sınıf mücadelesi düzeyinde kendisini belirgin biçimde ortaya koyuyor.

BAE’nin Afrika’yı kuşatan koridoru, finansı, lojistiği ve şiddet pratiklerini birleştiriyor. Dayandığı mantıksa dışlayıcı ve sömürücü: “Kıtayı kuşat, onu devrime karşı güvence altına al, altın, emek ve jeostratejik fayda için kanını akıt.” Sudan, bu stratejinin temel taşı ve deneme alanı: Karşı-devrim, Sudan’da ortadan kaldırılacak, bu da o bitmek bilmeyen, kriz, kemer sıkma ve dış güçlerin tahakküm kurma amaçlı gayretleriyle tanımlı politikada bir kırılmaya işaret edecek.

Sudanlı devrimcilerin öğrendiği gibi, bu, küresel bir mücadeledir. Hartum, Omdurman ve Faşir’de alt-emperyalizmi yenenler, tüm Afrika’ya ve dünyaya, halk egemenliğini inkâr etmek için kurulmuş bir sisteme meydan okumanın ne demek olduğunu gösteriyorlar.

BAE’nin Afrika’da uyguladığı alt-emperyalizm, küresel kapitalist merkeze bağımlı bölgesel bir gücün kendi sınırları içerisinde emperyalist uygulamaları nasıl yeniden üretebileceğinin ders kitaplarına girecek türden bir örneğidir. Sudan ve ötesinde BAE, stratejik yatırımları, vekalet savaşlarını ve vekil devletlere has kalkınmayı birleştirmek suretiyle, kaynaklar, ticaret koridorları ve rejimler üzerinde kontrol sağlıyor, imparatorluk için pazarları istikrara kavuştururken, kendi çıkarlarını da koruyor.

Alt-Emperyalizmin Paradoksu: Küçük Ortak, Bölgesel Hegemon

BAE, askeri ve mali çıkarlarını birleştirerek, Batı emperyalizmi kampında sağlam bir şekilde yer alırken, özerkliğini Afrika genelinde tahakküm kurmak için kullanıyor. Forumlarda barış ve kalkınma dilini konuşuyor; sahada ise gizli savaş, ekonomik fetih ve siyasi manipülasyon yöntemlerini kullanıyor. Bu ikili statü, alt-emperyalizmin özünü teşkil ediyor: BAE, bir imparatorluk ajanı, ancak aynı zamanda tahakkümün yereldeki mimarı; doğrudan hesap vermekten kaçınırken tüm bölgeleri istikrarsızlaştırabiliyor.

İnsan Maliyeti ve Politik Dersler

Milyonlarca Sudanlı yerinden edildi, yüz binlercesi kitlesel katliamlarda öldürüldü; tüm bunlar, kaostan kâr elde etmek ve piyasa disiplinini korumak için tasarlanmış bir alt-emperyalist sistemin sonucu. Gerçek hesap verebilirlik sadece BAE değil, bu tür müdahalelere imkân sağlayan, genel emperyalist yapıyla da yüzleştiğimiz vakit mümkün olabilir.

Çözüm

Sudan devrimi, modern kapitalizmin sınırlarının hem krizini hem de potansiyelini yansıtan, dünyaya ayna tutan bir olaydır. Sömürgecilerin kaynak ve maden temini için başvurdukları plandan, nekro-politik yönetime dayanan onlarca yıllık askeri ve neoliberal birikime, oradan da sistemin sebep olduğu ölüme karşı yaşamı örgütleyen Direniş Komiteleri’nin kendiliğinden ortaya çıkışına kadar uzanan bir sürecin tanığı olarak Sudan, çevre ülkelerdeki sınıf mücadelesinin gerçek boyutlarını gözler önüne sermiştir.

2018’de başlayan devrimci kopuş, yaşamın değerini, kaynakların dağılımını ve toplumun şeklini belirleme yetkisinin kimde olduğu konusunda verilmiş bir mücadeleydi ve halen daha öyle. Küresel ve bölgesel sermayenin desteğini alan ordu ve RSF, rejimlerini sürdürmek için nekropolitik bir güce başvuruyor; ancak Direniş Komiteleri, küllerin ve dayanışmanın harrı içinde doğmuş yapılar olarak, piyasa mantığına ve asker kaynaklı şiddete meydan okuyan, halkçı bir alternatifin, karşılıklı yardımlaşmanın ve demokratik örgütlenmenin temellerini inşa etti.

Hem yerel aktörlerin hem de BAE’nin yarı-emperyal emellerinin tetiklediği karşı-devrim, Sudan’ı imparatorluk için bir savaş alanına dönüştürdü. Vekalet savaşı, liman hâkimiyeti ve altın kaçakçılığı, askeri yöntemlerle sürdürülen hammadde teminine yönelik faaliyetlerin, bağımlı devletlerin ve insani krizin küresel sermayenin yeniden üretiminin araçları olarak hizmet ettiği yirmi birinci yüzyılda emperyalizmin anatomisini ifşa ediyor. Ancak savaş altyapıyı yok edip milyonlarca insanı yerinden etse de, devrimci potansiyeli veya sıradan insanların hayatta kalma ve özgürlük için dirençli yapılar inşa etme becerisini ortadan kaldıramadı.

Direniş Komiteleri’nin dirençli, uyum sağlamayı bilen, ama katillerle uzlaşmayı reddeden tutumu, dönüşümün belirleyici gücü olmayı sürdürüyor. Yerel konseyler, doğrudan demokrasi ve sosyal adaleti temel alan ikili iktidar modelleri, tüm Küresel Güney için yeni bir olasılığa işaret ediyorlar. Başarı, sömürge ve sömürge sonrası düzenin çöküşü anlamına gelirken; yenilgi, krizin kural haline gelmesinin sıradanlaşmasına işaret ediyor. Devrimci strateji tartışmaları gibi hareket içerisinde bir şekilde yaşanan ayrışmalar ve aksaklıklar bile başarısızlık değil, işçi sınıfının liderliğinin ve anti-kapitalist dönüşüm mücadelesinin netleşip derinleştiği momentlerdir.

Sudan, emperyalizmin nekro-politikasına ve onu ayakta tutan sömürüye karşı küresel mücadelenin öncüsüdür. Egemenlik döngüsü, ancak işçiler, yoksul çiftçiler, kadınlar ve gençlerin iktidarı ve üretimi örgütlemeleri ile kırılabilir. Kapitalizm, salt gösteriler veya müzakerelerle yıkılmaz; o, ezilenlerin örgütlü ve militan eylemiyle, her mahallede ve işyerinde aşağıdan demokrasi inşa ederek kökünden sökülüp atılmalıdır.

Devrimin zaferi, her yerde imparatorluğa indirilmiş bir darbedir. Yenilgisi zaten bizim yenilgimizdir. Sudan’da karşı-devrim kazanırsa, Körfez sermayesi ve yerel diktatörler tarafından yönetilen askeri kapitalizm, Afrika’da egemenlik modeli haline gelecektir. Devrim devam ederse, kitle konseyleri, işçi kooperatifleri ve halk egemenliği için yeni imkânlar yaratacaktır. Sudan’la dayanışma, evet dayanışma pratiğinin bir veçhesidir ama aynı zamanda bir stratejidir. Sudan’daki savaşı körükleyen sistem, hastaneleri özelleştiriyor ve başka yerlerdeki nüfusu yoksullaştırıyor. Sudan’ı savunmak, kurtuluş davasının geleceğini savunmaktır.

Ebu Hüreyre
28 Ekim 2025
Kaynak

0 Yorum: