“Yok edin şunları, bu
sefer yok edin, İsrail Hamas’ı yok edin aksi takdirde biz biteriz.”
[7 Ekim sonrası Gazze’yi
kuşattığını açıklaması sonrası ismini vermeyen Filistin Yönetimi yetkilisinin
İsrailli araştırmacıya dediğidir(1)]
Hamas’ın
7 Ekim günü Gazze civarındaki yerleşimlere yönelik gerçekleştirdiği askeri
saldırı, ulaştığı ölçek, sergilediği maharet ve eylemin hızı açısından herkesi
şoke etti. Paramotorlardan buldozerlere, kullandığı tüm araçlarla Hamas, birkaç
saat içerisinde Gazze’de on altı yıldır süren kuşatmayı zor kullanarak kırmayı
bildi. Hamas savaşçıları, ileride tutsaklarla takas etmek amacıyla İsrailli
yerleşimcileri gözaltına aldılar, İsrail askeri kuvvetlerine bağlı Gazze
bölüğünü işlemez kıldılar.
Bu
zafer, sadece askeri düzlemde ele alınmamalı. Zafer, politik sahada edindiği
anlamlarla İsrail’in, ABD’nin ve AB’nin çoğunlukla yumuşak ve sert güç
taktiklerinin birlikte kullanılmasını öngören neoliberal barış paradigmasını
tehdit etti.
1993
tarihli Oslo Anlaşmaları’nın sırtını yasladığı bu paradigma, barış sürecinden
kendisine düşen payı alan Filistin Yönetimi’nin pazarlık neticesinde elde
ettiği kazanımları korumasını sağladı, yani bu süreçte Filistin Yönetimi,
İsrail’e yönelik güvenlik ve ekonomiyle alakalı yükümlülüklerini yerine getirme
karşılığında, kontrol ettiği mülteci kamplarının ve sahada birbirinden kopuk ve
dağınık bir halde yaşamlarını sürdüren kentlerin dizginlerini ele geçirme
imkânı buldu.
Filistinli
araştırmacı Tevfik Haddad, bu payı “İsrail’in belirlediği rant” olarak tarif
ediyor. “Bu rantı temin ederken İsrail, işgal altındaki topraklar genelinde tüm
toplumsal, politik ve ekonomik düzenin kendi lehine olacak şekilde işlemesini
umut ediyor.”[2]
Filistin
Yönetimi’nin barıştan elde ettiği payın sürekli kılınması için uğraşan Filistin
Yönetimi’nin Batı’nın ve İsrail’in çıkarlarına yönelik bağımlılığı, genelde
“taşeron” kelimesiyle tarife diliyor. Ancak bir taşeron, sözleşmeden doğan
yükümlülüklere ve haklara sahipken, Filistin Yönetimi İsrail’in gözünde hiçbir
hakka sahip değil. Filistin Yönetimi, İsrail’i sömürge halkı yönetme ile ilgili
yükümlülüklerinden kurtaran geçici bir yönetsel kurum olarak görülüyor. Bu
haliyle, esasında Filistin Yönetimi’ne “vekil” kelimesi daha uygun düşüyor.
Batı
Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki kapitalist neoliberal gelişmeyi Birleşmiş
Milletler, Dünya Bankası ve IMF teşvik etti. Bu gelişmeye dair serabı politik
iktisatçı Sara Roy “kalkınma sürecinden kopma” olarak tarif ediyor.[3] Roy,
1967’deki topraklarda gerçek bir ulusal kalkınma umudunun kalmadığını,
özerkliğin belirli yönleri adına Filistin tarımının ve küçük ölçekli sanayiinin
yok edildiğini söylüyor.
2002’de
sürekli tanık olduğumuz üzere, Arap dünyasından gelen uçaklara hizmet veren
Gazze Uluslararası Havalimanı, İsrail’in emriyle veya topçu saldırısıyla
kapatılabildi. Yerleşimcilerin el koydukları köylerin yakınında İsrail’e ait
Modiin isimli yerleşimden ilham alarak inşa edilmiş olan, Filistin’in ilk
planlı şehri Revvabi[4], FKÖ’nün milliyetçi söyleminin Filistinlilere dayatılan
neoliberal barış paradigmasının nasıl örtüştüğünün deliliydi.
Revvabi
projesinin müdürü Amir Dajani, Filistin burjuvazisinin konumunu Oslo üzerinden
şu şekilde tarif ediyor:
“Bizim işimiz ortamı
yumuşatmak, ahenkli bir zemin inşa etmek, birlikte varolmanın imkânını
oluşturmak, bu bağlamda, mevcut koşullarda tek çözüm yolu olmayı umut eden iki
devletli çözüm vizyonuna destek sunmak. […] Bizim işimiz siyaset değil, iş
imkânları yaratmak.”[5]
İş
imkânları yaratılması, emlakçılık ve milyonlarca dolar değerinde projeler
geliştirme çabaları, bu işlerin arkasındaki insanların ve zemini inşa edenlerin
siyasetten arındırdıkları sürecin gerçek kurtuluşla bir alakası bulunmuyor. Bu
insanlar, esasında Filistin’de statükodan doğrudan fayda sağlayan bir toplumsal
katman oluşturma amacına hizmet ediyorlar. Bu noktada bireyci ilerleme, devlet
olma vasfının güvence altına alınması için bir adım olarak görülüyor,
gösteriliyor.
FKÖ’yü
hizaya sokmak için uluslararası toplumun sunduğu barış payı sayesinde örgüt,
statükoyu ne pahasına olursa olsun güvence altına almak için uğraşıyor. Bu çaba
dâhilinde, Filistin toplumu içerisinde herkesi kendisine mecbur eden ağlar oluşturuyor.
Filistin Yönetimi ile ilgili görüşlerinden bağımsız olarak toplumsal kesimleri
İsrail’in sömürgeci-yerleşimci yayılma pratiğine karşın, Oslo’ya bağımlı kılmak
için çabalıyor.
Bu
açıdan, 1993’te İlkeler Bildirgesi’nin imzalanması[6] ile birlikte Fetih’in Gazze
ve Batı Şeria’daki sürece direnen birçok üyesinin[7] barış süreci söylemini
hızla benimsemiş olması gayet doğal bir gelişme. Zira bu üyelerin birçoğu halen
daha İsrail’in hedefinde olmasına karşın, hepsi de barış sürecini kendilerine
hayırlı ve faydalı bir gelişme olarak görüyor.
İlkeler
Bildirgesi’nin imzalanması ve İsrail’in ölüm listesinin açığa çıkması sonrası,
Birinci İntifada’da Fetih’in silahlı kanadının Gazze’deki birimini ifade eden
Fetih Şahinleri’nin açıklaması, Filistin Yönetimi ve FKÖ’nün kitleleri çıkar
ilişkileriyle kendilerine bağlamak için oluşturdukları ağlar kullanılırken
başvurulan hâkim yeni söylemin herkesçe bilinmesini sağladı. Orada şu
söyleniyordu: “İsrail, bizim yegâne temsilcimiz FKÖ’nün terörizmi kınamasını
istiyor, ama aynı İsrail, FKÖ ile imzaladığı anlaşmayı savunanlara terör
uyguluyor.”[8] Bu açıklama, aslında FKÖ ve Filistin Yönetimi’nin kurduğu
ağların yeni oluşturulan statükoyu savunan ve ayakta tutan ana unsur olduğunu
söylüyordu.
Fetih
Şahinleri’nin lideri Ahmed Ebu Riş’in Filistin Yönetimi’nin ricası üzerine işgal
yönetiminin çıkarttığı af sonrası serbest kalması ardından öldürülmesi, devlet
inşası söyleminin ne kadar kırılgan bir zemine dayandığını ortaya koydu.
Buna
ek olarak, 1996’da, Nablus’taki Fetih Şahinleri ekibinin ünlü lideri Mahmud Ecemayyel’in
silah bırakmayı reddetmesi ile birlikte Filistin Yönetimi’nce tutuklanması,
işkence görmesi, ardından öldürülmesi, yönetimin, diğer Fetih liderlerinin
itaatsizlik etmesi pahasına, devlet inşası söylemine tümüyle bağlı olunmasını
sağlama arzusu içerisinde olduğunun deliliydi.
Son
dönemde Filistin Yönetimi, Oslo ile birlikte oluşan statükonun destekçisi rolünü
oynuyor. Ama bu rolün Hamas’ın 2007’de Gazze’yi ele geçirmesi ve burada direniş
örgütlerinin büyümesi ile birlikte son bulduğunu görmek gerekiyor.
İkinci
İntifada’dan sağlam çıkan Filistin Yönetimi’nin amacı, İsrail’in Gazze’yi yoksullaştırma
siyasetini kurumsallaştırma çabalarıyla birlikte güvenliği güçlendirmek ve
ekonomik açıdan büyümekti. Özünde Filistin Yönetimi de İsrail de Batı Şeria
halkının gözünde direnişi şeytanlaştırıp suçlu ilan etmek için çalışıyor, bir
yandan da inşaat çalışmalarına ve lüks projelere yabancı yatırımın akmasını
sağlayacak adımlar atıyor.
Tabii
her havuca bir de sopa eşlik ediyor: Eriha Hapishanesi’nde tutuklu bulunan
Filistinlilere işkence edildiği koşullarda, Gazze’ye yönelik saldırılar artıyor,
abluka derinleşiyor. Filistin direnişine mani olmak için kurulan bu ittifak,
Filistin Yönetimi yetkilisinin Aksa Tufanı operasyonu sonrası Gazze’de
Filistinlilerin bombalanmasını istediği çağrıda iyice açığa çıkıyor.
Filistin
Yönetimi ve Fetih’in Hamas’ı şeytanlaştırmak için başvurduğu söylem tipleri,
zaman içerisinde farklılık arz etse de esas olarak bu söylemler, hareketin
İslamcı niteliğini esas alıyor. Fetih’in sosyo-politik kararlar almayı bilmesi
sebebiyle daha “rasyonel” bir aktör olduğu üzerinde duruluyor. Ayrıca Filistin
Yönetimi, İran, Hamas ve Filistin İslami Cihadı arasındaki ittifakı, bu iki
örgütün İran’ın “kukla”sı olduğuna dair iddianın ispatı olarak gösteriyor, ama
nedense kendisine bağlı Dayton müfrezelerinden, dışarıdan politik bir içerikle gelen
bağışlardan hiç bahsetmiyor.[10]
Filistin
Yönetimi, bu “İran’ın kuklası” kartını sık sık kullanıyor. Oysa bu yaklaşımıyla
yönetim, Arap dünyası genelinde Amerika ve Körfez ülkelerinin direniş
hareketlerini şeytanlaştırma kampanyasına destek oluyor. Yaygın olarak
kullanılan iddialardan biri de Hizbullah’ın emirleri doğrudan Tahran’dan aldığı
ve kendi iradesinin olmadığı ile ilgili. Filistin Yönetimi, bu iddiaya da
sıklıkla sarılıyor. Filistinlilerin pazarlık masasında eli zayıf olmadan,
belirli bir politik faaliyeti gerçek bir devletle ittifak içinde yürütebileceğini,
Filistin Yönetimi’nin başındaki elitlerin ve sahiplerinin aklı hiç kesmiyor.
Aslında
bu türden fikirlerin İran’la bir alakası yok. İlk kaynak orası değil. Ta altmışların
sonunda Gâssan Kenefani, Faris Faris müstear adıyla yazdığı bir yazıda, tam da
bu olguyu eleştiriyordu: o günlerde bir Arap liberal, Cemal Abdünnasır’a
saldırmış, onu “Sovyet kuklası” olmakla suçlamış, Fedaileri de “Sovyet
İmparatorluğu ile ittifak kuran yeniçeriler” olarak tarif etmişti.[11] Bugün
Fedailerin yerini Hamas aldı. Bu yaklaşım, karşı tarafı insan görmemekle
alakalı. Zira Filistin Yönetimi ve ABD’ye göre “kötü” Filistinliler, kendi
çıkarları adına hareket edebilecek rasyonel aktörler değiller. Olamazlar.
Bu
yaklaşım, bugün de kuvvetli. 7 Ekim ve onun öncesinde, Batı Şeria’daki direniş örgütlerinin
yükselişi, Filistin Yönetimi’nin savunduğu devlet inşa sürecinin boş bir çaba
olduğunu ortaya koydu. Yerleşimler genişliyor, Batı Şeria’daki yerleşimci
saldırıları katlanarak artıyor. Filistin Yönetimi ile herhangi bir siyasi çözüm
umudu defalarca boşa düştü. Yasir Arafat ve Selam Feyyad dönemlerinde,
güvenlikçi yaklaşımların artması ve Filistin Yönetimi’nin bir güvenlik vekili
olarak rolü, bir siyasi uzlaşı temelinde haklı gösteriliyordu: Geçici dönem,
Camp David Zirvesi ve Annapolis Zirvesi bu şekilde ele alındı.
Bugün
Filistin Yönetimi, İsrail için ikinci bir Güney Lübnan Ordusu[12] rolü oynadığı
gerçeğini gizlemeye yarayacak her türden siyasi meşruiyetten mahrumdur. Devam
eden toprak hırsızlığı ve Gazze Şeridi’ndeki mültecilerin yanı sıra diğer
Filistinlilerin haklarının verilmemesi, Hamas’a ve direniş örgütlerine
statükoyu kırmak için saldırı başlatma görevi vermiştir.
Oslo,
FKÖ yetkililerinin söz verdiği gibi, Filistinli mahkûmları serbest bırakmayı
başaramadı ve geri dönüş hakkı da benzer şekilde bir kenara bırakıldı; 2018’deki
Büyük Dönüş Yürüyüşü, yüzlerce protestocunun dizlerine sıkılan kurşunlarla ezildi.
Uluslararası toplum, hem Gazze’yi hem de Batı Şeria’yı, Yeni Filistinli’yi[13] dünyaya
takdim etmeye yönelik kolektif çaba denilen perdenin ardına saklanan pasif
direniş, devlet inşası ve bireyci ekonomik refah standartlarıyla tuzağa
düşürmeyi umarak, bu sürece alkış tuttu.
Böylece
7 Ekim saldırısının önemi daha da netleşiyor: 7 Ekim, sadece İsrail’in
yerleşimci sömürgeciliğine değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin sırtını
yasladığı temel söylemi de hedef alan bir saldırıydı.
7
Ekim, sömürgelikten kurtulmayı ve devrimi hedefleyen silahlı mücadele
perspektifinin ılımlı kılınıp merkeze çekilmesi gerektiğine dair tabuyu paramparça
etti.
Daha
da önemlisi, Gazze’de “çimleri biçerken”, sahip olduğu silahlarıyla ve sözde
askeri üstünlüğüyle övünüp duran, nükleer silahlara sahip bir canavarın
sömürgeci kibrini ayaklar altına aldı.
Bugün
uluslararası toplumun Gazze’nin yok edilmesi ve direnişin ortadan kaldırılması
sürecine alkış tutmasına kimse şaşmamalı.
ABD,
Hamas’ın FKÖ’nün 1993’te imzaladığı anlaşmada atılan ve kalıcı olduğu
varsayılan düğümü kesip atacağı korkusuyla, Siyonistlerin 7 Ekim’den sonra açığa
çıkan kana susamışlığını, Müşterek Doğrudan Taarruz Mühimmatı[14], Delta Force
(Muharebe Başvuru Grubu) filoları ve sadece Direniş’i değil, tüm Gazze nüfusunu
şeytanlaştıran her İsrail ordusu iddiasını papağan gibi tekrarlayan medya ruhbanı[15]
eliyle dindirmek istiyor.
İsrail’deki
tüm politik yapılar ve partiler, Gazze Şeridi’nin sürekli bombalanması için
dünya çapında rıza üretmek amacıyla Filistinlileri “Naziler”, “IŞİD üyeleri”, “karanlığın
çocukları” ve “insan suretli hayvanlar” olarak tasvir etme çabası dâhilinde bir
araya geliyorlar.
7
Ekim’in Siyonizme, ona yardım edenlere ve Filistin’deki ajanlarına karşı yürüyen
Filistin direnişinin toplam tarihinde dönüm noktasını temsil ettiği, artık
herkes için net bir gerçeklik. Filistin Yönetimi, ABD ve Avrupa, sadece Arap
coğrafyasında İsrail’in daimi varlığında çıkarları olduğu için değil, ayrıca 7
Ekim öncesi varolan muhayyel gerçekliğin, o statükonun yeniden tesis edilmesini
yoğun biçimde arzuladıkları için Gazze’deki katliamı ve topyekûn kuşatmayı
teşvik ediyorlar.
BM’den,
ABD’den, AB’den ve Rusya’dan oluşan Dörtlü’nün ve Katar’ın Hamas’ın kurtuluşa
dair konumunu yumuşatma çabaları, bugüne dek yaşananların de ispatladığı biçimiyle,
hiçbir sonuç üretmedi.
Barış
üzerinden belirli kişilere verilen paylar, teslim edilen rant, Filistin halkını
durduramadı. Milli hedef söylemi ardına saklanmış güvenlikçi politik söylem,
çöktü. Gazze’de direniş örgütlerinin iradesini, uluslararası kuşatmaya ve bu
örgütlerin sessiz kalması için başvurulan yumuşak güç taktiklerine rağmen,
kimse teslim alamadı.
Tüm
bu gelişmeler ve tüm bu irade, kurtuluşa dair devrimci söylemin oluşması için
gerekli yolu açacak. Devlet inşasından dem vurulan dönem geride kaldı,
yaklaşan, kurtuluşun gerçekleşeceği dönemdir.
Amid Falih
27
Ekim 2023
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Kottasová, Ivana. ‘As a Ground Incursion Looms, the Big Question Remains:
What Is Israel’s Plan for Gaza?’ CNN, October 21, 2023. CNN.
[2]
Haddad, Toufic. Palestine Ltd.: Neoliberalism and Nationalism in the
Occupied Territory. (Londra: I.B. Taurus, 2018), s. 147.
[3]
Oslo süreci öncesi Filistin’in kalkınma sürecinden kopmasıyla ilgili kapsamlı
bir açıklama için bkz.: Roy, Sara. “The Gaza Strip: A Case of Economic
De-Development”, Journal of Palestine Studies 17, Sayı. 1 (1987): s. 56–88.
Tand. Oslo sonrası dönemi biçimlendiren
kalkınma yolundan kopuşla ilgili bir açıklama için bkz.: Roy, Sara. “De-Development
Revisited: Palestinian Economy and Society Since Oslo”, Journal of Palestine
Studies 28, Sayı. 3 (1999): s. 64–82. Tand.
[4]
Revvabi’nin Modi’yle bağlantısı için bkz.: Rabie, Kareem. Palestine is
throwing a party and the whole world is invited: Capital and state building in
the West Bank. (Durham: Duke University Press, 2021), s. 60-62.
[5]
Rabie, Kareem. A.g.e., s. 56
[6]
FKÖ İlkeler Bildirgesi’ni İsrail’le Vaşington’da 13 Eylül 1993 günü imzaladı.
Anlaşma FKÖ’nün İsrail’in varlığını tanımasını öngörüyordu. İlkeler Bildirgesi,
ileride geçici dönemsel anlaşmalar için gerekli zemini sundu ayrıca Filistin
Yönetimi’nin kurumsal varlık hüviyeti kazanmasını sağladı.
[7]
Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (Fetih), hem Filistin Kurtuluş Örgütü’ne hem
de Filistin Yönetimi’ne hâkim olan en büyük hiziptir. Örgüt, 1969’da kendisini
kuran Ahmed Şükeyri’nin istifası sonrası FKÖ’ye egemen oldu.
[8]
Mreish, Azmi. Quwwat al-Amn al-Watani al-Filastini: Al-Shurta
al-Filastiniyya The Palestinian National Security Forces: the Palestinian
Police. (Kudüs: Abu Arafeh Publishing, 1993), s. 165
[9]
Trude Stand, “kurumsallaşmış yoksullaştırma politikası” terimini, İsrail’in
2007’den beri Gazze’yi kuşatma pratiğini tarif edecek teorik çerçeve olarak
kullanıyor. Strand, Trude. “Tightening the Noose: The Institutionalized
Impoverishment of Gaza, 2005–2010”, Journal of Palestine Studies 43, Sayı.
2 (2014): s. 6–23. Tand.
[10]
Dayton Müfrezeleri, Birleşik Devletler Güvenlik Koordinatörü Keith Dayton
himayesinde eğitim alan Filistin Yönetimi güçlerini ifade ediyor.
[11]
Kanafani, Ghassan. Faris Faris: Kitabat Sakhira Faris Faris: Satirical
Writings. (Beyrut: Dar al-Adab, 1996), s. 52-53.
[12]
Lübnan’da Lahd’ın Ordusu olarak bilinen Güney Lübnan Ordusu Güney Lübnan’ın
belirli kısımlarını yöneten Saad Haddad’ın kurduğu, vekil güç olarak hareket
eden milis kuvvetleridir. İsrail’in silahlandırdığı ve eğittiği ordu,
kullandığı güçle Güney Lübnan’ın işgali sırasında İsrail’e koruma sağladı. 2000’de
Güney Lübnan’ın kurtarılması sonrası ordunun faaliyetleri buldu. Ordunun lideri
Antuan Lahd, Tel Aviv’e kaçtı. Son günlerini Fransa’da geçirdi.
[13]
“Yeni Filistinli” tabirini, İkinci İntifada sonrası Filistin Yönetimi’ne bağlı
güçleri eğiten Birleşik Devletler Güvenlik Koordinatörü Keith Dayton üretti.
Bkz.: “D2. U.S. Security Coordinator Keith Dayton, Address Detailing the
Mission and Accomplishments of the Office of the U.S. Security Coordinator,
Israel and the Palestinian Authority, Washington, 7 May 2009 (Excerpts).” Journal
of Palestine Studies 38, Sayı. 4 (2009): s. 223–29. Tand.
[14]
Müşterek Doğrudan Taarruz Mühimmatı, güdümsüz savaş uçağı bombalarını yüksek
hassasiyetli füzelere dönüştürmek amacıyla tasarlanmış kitlerdir. ABD, bu
kitleri İsrail’e düzenli olarak tedarik etmektedir.
[15] “Medya ruhbanı” tabiri Samir Amin’e ait. Terim, medyanın Batı toplumu üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve sınıfsal niteliği üzerinden hakikat konusundaki yegâne söz sahibi olarak oynadığı rolü tanımlamak için kullanılıyor. Bkz.: Amin, Samir. The Implosion of Contemporary Capitalism. (New York: Monthly Review Press, 2013), s. 34-39.
0 Yorum:
Yorum Gönder