09 Ekim 2025

,

7 Ekim: Oslo Anlaşmaları’nın Ölümü

 

Yok edin şunları, bu sefer yok edin, İsrail Hamas’ı yok edin aksi takdirde biz biteriz.

[7 Ekim sonrası Gazze’yi kuşattığını açıklaması sonrası ismini vermeyen Filistin Yönetimi yetkilisinin İsrailli araştırmacıya dediğidir(1)]

 

Hamas’ın 7 Ekim günü Gazze civarındaki yerleşimlere yönelik gerçekleştirdiği askeri saldırı, ulaştığı ölçek, sergilediği maharet ve eylemin hızı açısından herkesi şoke etti. Paramotorlardan buldozerlere, kullandığı tüm araçlarla Hamas, birkaç saat içerisinde Gazze’de on altı yıldır süren kuşatmayı zor kullanarak kırmayı bildi. Hamas savaşçıları, ileride tutsaklarla takas etmek amacıyla İsrailli yerleşimcileri gözaltına aldılar, İsrail askeri kuvvetlerine bağlı Gazze bölüğünü işlemez kıldılar.

Bu zafer, sadece askeri düzlemde ele alınmamalı. Zafer, politik sahada edindiği anlamlarla İsrail’in, ABD’nin ve AB’nin çoğunlukla yumuşak ve sert güç taktiklerinin birlikte kullanılmasını öngören neoliberal barış paradigmasını tehdit etti.

1993 tarihli Oslo Anlaşmaları’nın sırtını yasladığı bu paradigma, barış sürecinden kendisine düşen payı alan Filistin Yönetimi’nin pazarlık neticesinde elde ettiği kazanımları korumasını sağladı, yani bu süreçte Filistin Yönetimi, İsrail’e yönelik güvenlik ve ekonomiyle alakalı yükümlülüklerini yerine getirme karşılığında, kontrol ettiği mülteci kamplarının ve sahada birbirinden kopuk ve dağınık bir halde yaşamlarını sürdüren kentlerin dizginlerini ele geçirme imkânı buldu.

Filistinli araştırmacı Tevfik Haddad, bu payı “İsrail’in belirlediği rant” olarak tarif ediyor. “Bu rantı temin ederken İsrail, işgal altındaki topraklar genelinde tüm toplumsal, politik ve ekonomik düzenin kendi lehine olacak şekilde işlemesini umut ediyor.”[2]

Filistin Yönetimi’nin barıştan elde ettiği payın sürekli kılınması için uğraşan Filistin Yönetimi’nin Batı’nın ve İsrail’in çıkarlarına yönelik bağımlılığı, genelde “taşeron” kelimesiyle tarife diliyor. Ancak bir taşeron, sözleşmeden doğan yükümlülüklere ve haklara sahipken, Filistin Yönetimi İsrail’in gözünde hiçbir hakka sahip değil. Filistin Yönetimi, İsrail’i sömürge halkı yönetme ile ilgili yükümlülüklerinden kurtaran geçici bir yönetsel kurum olarak görülüyor. Bu haliyle, esasında Filistin Yönetimi’ne “vekil” kelimesi daha uygun düşüyor.

Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki kapitalist neoliberal gelişmeyi Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve IMF teşvik etti. Bu gelişmeye dair serabı politik iktisatçı Sara Roy “kalkınma sürecinden kopma” olarak tarif ediyor.[3] Roy, 1967’deki topraklarda gerçek bir ulusal kalkınma umudunun kalmadığını, özerkliğin belirli yönleri adına Filistin tarımının ve küçük ölçekli sanayiinin yok edildiğini söylüyor.

2002’de sürekli tanık olduğumuz üzere, Arap dünyasından gelen uçaklara hizmet veren Gazze Uluslararası Havalimanı, İsrail’in emriyle veya topçu saldırısıyla kapatılabildi. Yerleşimcilerin el koydukları köylerin yakınında İsrail’e ait Modiin isimli yerleşimden ilham alarak inşa edilmiş olan, Filistin’in ilk planlı şehri Revvabi[4], FKÖ’nün milliyetçi söyleminin Filistinlilere dayatılan neoliberal barış paradigmasının nasıl örtüştüğünün deliliydi.

Revvabi projesinin müdürü Amir Dajani, Filistin burjuvazisinin konumunu Oslo üzerinden şu şekilde tarif ediyor:

“Bizim işimiz ortamı yumuşatmak, ahenkli bir zemin inşa etmek, birlikte varolmanın imkânını oluşturmak, bu bağlamda, mevcut koşullarda tek çözüm yolu olmayı umut eden iki devletli çözüm vizyonuna destek sunmak. […] Bizim işimiz siyaset değil, iş imkânları yaratmak.”[5]

İş imkânları yaratılması, emlakçılık ve milyonlarca dolar değerinde projeler geliştirme çabaları, bu işlerin arkasındaki insanların ve zemini inşa edenlerin siyasetten arındırdıkları sürecin gerçek kurtuluşla bir alakası bulunmuyor. Bu insanlar, esasında Filistin’de statükodan doğrudan fayda sağlayan bir toplumsal katman oluşturma amacına hizmet ediyorlar. Bu noktada bireyci ilerleme, devlet olma vasfının güvence altına alınması için bir adım olarak görülüyor, gösteriliyor.

FKÖ’yü hizaya sokmak için uluslararası toplumun sunduğu barış payı sayesinde örgüt, statükoyu ne pahasına olursa olsun güvence altına almak için uğraşıyor. Bu çaba dâhilinde, Filistin toplumu içerisinde herkesi kendisine mecbur eden ağlar oluşturuyor. Filistin Yönetimi ile ilgili görüşlerinden bağımsız olarak toplumsal kesimleri İsrail’in sömürgeci-yerleşimci yayılma pratiğine karşın, Oslo’ya bağımlı kılmak için çabalıyor.

Bu açıdan, 1993’te İlkeler Bildirgesi’nin imzalanması[6] ile birlikte Fetih’in Gazze ve Batı Şeria’daki sürece direnen birçok üyesinin[7] barış süreci söylemini hızla benimsemiş olması gayet doğal bir gelişme. Zira bu üyelerin birçoğu halen daha İsrail’in hedefinde olmasına karşın, hepsi de barış sürecini kendilerine hayırlı ve faydalı bir gelişme olarak görüyor.

İlkeler Bildirgesi’nin imzalanması ve İsrail’in ölüm listesinin açığa çıkması sonrası, Birinci İntifada’da Fetih’in silahlı kanadının Gazze’deki birimini ifade eden Fetih Şahinleri’nin açıklaması, Filistin Yönetimi ve FKÖ’nün kitleleri çıkar ilişkileriyle kendilerine bağlamak için oluşturdukları ağlar kullanılırken başvurulan hâkim yeni söylemin herkesçe bilinmesini sağladı. Orada şu söyleniyordu: “İsrail, bizim yegâne temsilcimiz FKÖ’nün terörizmi kınamasını istiyor, ama aynı İsrail, FKÖ ile imzaladığı anlaşmayı savunanlara terör uyguluyor.”[8] Bu açıklama, aslında FKÖ ve Filistin Yönetimi’nin kurduğu ağların yeni oluşturulan statükoyu savunan ve ayakta tutan ana unsur olduğunu söylüyordu.

Fetih Şahinleri’nin lideri Ahmed Ebu Riş’in Filistin Yönetimi’nin ricası üzerine işgal yönetiminin çıkarttığı af sonrası serbest kalması ardından öldürülmesi, devlet inşası söyleminin ne kadar kırılgan bir zemine dayandığını ortaya koydu.

Buna ek olarak, 1996’da, Nablus’taki Fetih Şahinleri ekibinin ünlü lideri Mahmud Ecemayyel’in silah bırakmayı reddetmesi ile birlikte Filistin Yönetimi’nce tutuklanması, işkence görmesi, ardından öldürülmesi, yönetimin, diğer Fetih liderlerinin itaatsizlik etmesi pahasına, devlet inşası söylemine tümüyle bağlı olunmasını sağlama arzusu içerisinde olduğunun deliliydi.

Son dönemde Filistin Yönetimi, Oslo ile birlikte oluşan statükonun destekçisi rolünü oynuyor. Ama bu rolün Hamas’ın 2007’de Gazze’yi ele geçirmesi ve burada direniş örgütlerinin büyümesi ile birlikte son bulduğunu görmek gerekiyor.

İkinci İntifada’dan sağlam çıkan Filistin Yönetimi’nin amacı, İsrail’in Gazze’yi yoksullaştırma siyasetini kurumsallaştırma çabalarıyla birlikte güvenliği güçlendirmek ve ekonomik açıdan büyümekti. Özünde Filistin Yönetimi de İsrail de Batı Şeria halkının gözünde direnişi şeytanlaştırıp suçlu ilan etmek için çalışıyor, bir yandan da inşaat çalışmalarına ve lüks projelere yabancı yatırımın akmasını sağlayacak adımlar atıyor.

Tabii her havuca bir de sopa eşlik ediyor: Eriha Hapishanesi’nde tutuklu bulunan Filistinlilere işkence edildiği koşullarda, Gazze’ye yönelik saldırılar artıyor, abluka derinleşiyor. Filistin direnişine mani olmak için kurulan bu ittifak, Filistin Yönetimi yetkilisinin Aksa Tufanı operasyonu sonrası Gazze’de Filistinlilerin bombalanmasını istediği çağrıda iyice açığa çıkıyor.

Filistin Yönetimi ve Fetih’in Hamas’ı şeytanlaştırmak için başvurduğu söylem tipleri, zaman içerisinde farklılık arz etse de esas olarak bu söylemler, hareketin İslamcı niteliğini esas alıyor. Fetih’in sosyo-politik kararlar almayı bilmesi sebebiyle daha “rasyonel” bir aktör olduğu üzerinde duruluyor. Ayrıca Filistin Yönetimi, İran, Hamas ve Filistin İslami Cihadı arasındaki ittifakı, bu iki örgütün İran’ın “kukla”sı olduğuna dair iddianın ispatı olarak gösteriyor, ama nedense kendisine bağlı Dayton müfrezelerinden, dışarıdan politik bir içerikle gelen bağışlardan hiç bahsetmiyor.[10]

Filistin Yönetimi, bu “İran’ın kuklası” kartını sık sık kullanıyor. Oysa bu yaklaşımıyla yönetim, Arap dünyası genelinde Amerika ve Körfez ülkelerinin direniş hareketlerini şeytanlaştırma kampanyasına destek oluyor. Yaygın olarak kullanılan iddialardan biri de Hizbullah’ın emirleri doğrudan Tahran’dan aldığı ve kendi iradesinin olmadığı ile ilgili. Filistin Yönetimi, bu iddiaya da sıklıkla sarılıyor. Filistinlilerin pazarlık masasında eli zayıf olmadan, belirli bir politik faaliyeti gerçek bir devletle ittifak içinde yürütebileceğini, Filistin Yönetimi’nin başındaki elitlerin ve sahiplerinin aklı hiç kesmiyor.

Aslında bu türden fikirlerin İran’la bir alakası yok. İlk kaynak orası değil. Ta altmışların sonunda Gâssan Kenefani, Faris Faris müstear adıyla yazdığı bir yazıda, tam da bu olguyu eleştiriyordu: o günlerde bir Arap liberal, Cemal Abdünnasır’a saldırmış, onu “Sovyet kuklası” olmakla suçlamış, Fedaileri de “Sovyet İmparatorluğu ile ittifak kuran yeniçeriler” olarak tarif etmişti.[11] Bugün Fedailerin yerini Hamas aldı. Bu yaklaşım, karşı tarafı insan görmemekle alakalı. Zira Filistin Yönetimi ve ABD’ye göre “kötü” Filistinliler, kendi çıkarları adına hareket edebilecek rasyonel aktörler değiller. Olamazlar.

Bu yaklaşım, bugün de kuvvetli. 7 Ekim ve onun öncesinde, Batı Şeria’daki direniş örgütlerinin yükselişi, Filistin Yönetimi’nin savunduğu devlet inşa sürecinin boş bir çaba olduğunu ortaya koydu. Yerleşimler genişliyor, Batı Şeria’daki yerleşimci saldırıları katlanarak artıyor. Filistin Yönetimi ile herhangi bir siyasi çözüm umudu defalarca boşa düştü. Yasir Arafat ve Selam Feyyad dönemlerinde, güvenlikçi yaklaşımların artması ve Filistin Yönetimi’nin bir güvenlik vekili olarak rolü, bir siyasi uzlaşı temelinde haklı gösteriliyordu: Geçici dönem, Camp David Zirvesi ve Annapolis Zirvesi bu şekilde ele alındı.

Bugün Filistin Yönetimi, İsrail için ikinci bir Güney Lübnan Ordusu[12] rolü oynadığı gerçeğini gizlemeye yarayacak her türden siyasi meşruiyetten mahrumdur. Devam eden toprak hırsızlığı ve Gazze Şeridi’ndeki mültecilerin yanı sıra diğer Filistinlilerin haklarının verilmemesi, Hamas’a ve direniş örgütlerine statükoyu kırmak için saldırı başlatma görevi vermiştir.

Oslo, FKÖ yetkililerinin söz verdiği gibi, Filistinli mahkûmları serbest bırakmayı başaramadı ve geri dönüş hakkı da benzer şekilde bir kenara bırakıldı; 2018’deki Büyük Dönüş Yürüyüşü, yüzlerce protestocunun dizlerine sıkılan kurşunlarla ezildi. Uluslararası toplum, hem Gazze’yi hem de Batı Şeria’yı, Yeni Filistinli’yi[13] dünyaya takdim etmeye yönelik kolektif çaba denilen perdenin ardına saklanan pasif direniş, devlet inşası ve bireyci ekonomik refah standartlarıyla tuzağa düşürmeyi umarak, bu sürece alkış tuttu.

Böylece 7 Ekim saldırısının önemi daha da netleşiyor: 7 Ekim, sadece İsrail’in yerleşimci sömürgeciliğine değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin sırtını yasladığı temel söylemi de hedef alan bir saldırıydı.

7 Ekim, sömürgelikten kurtulmayı ve devrimi hedefleyen silahlı mücadele perspektifinin ılımlı kılınıp merkeze çekilmesi gerektiğine dair tabuyu paramparça etti.

Daha da önemlisi, Gazze’de “çimleri biçerken”, sahip olduğu silahlarıyla ve sözde askeri üstünlüğüyle övünüp duran, nükleer silahlara sahip bir canavarın sömürgeci kibrini ayaklar altına aldı.

Bugün uluslararası toplumun Gazze’nin yok edilmesi ve direnişin ortadan kaldırılması sürecine alkış tutmasına kimse şaşmamalı.

ABD, Hamas’ın FKÖ’nün 1993’te imzaladığı anlaşmada atılan ve kalıcı olduğu varsayılan düğümü kesip atacağı korkusuyla, Siyonistlerin 7 Ekim’den sonra açığa çıkan kana susamışlığını, Müşterek Doğrudan Taarruz Mühimmatı[14], Delta Force (Muharebe Başvuru Grubu) filoları ve sadece Direniş’i değil, tüm Gazze nüfusunu şeytanlaştıran her İsrail ordusu iddiasını papağan gibi tekrarlayan medya ruhbanı[15] eliyle dindirmek istiyor.

İsrail’deki tüm politik yapılar ve partiler, Gazze Şeridi’nin sürekli bombalanması için dünya çapında rıza üretmek amacıyla Filistinlileri “Naziler”, “IŞİD üyeleri”, “karanlığın çocukları” ve “insan suretli hayvanlar” olarak tasvir etme çabası dâhilinde bir araya geliyorlar.

7 Ekim’in Siyonizme, ona yardım edenlere ve Filistin’deki ajanlarına karşı yürüyen Filistin direnişinin toplam tarihinde dönüm noktasını temsil ettiği, artık herkes için net bir gerçeklik. Filistin Yönetimi, ABD ve Avrupa, sadece Arap coğrafyasında İsrail’in daimi varlığında çıkarları olduğu için değil, ayrıca 7 Ekim öncesi varolan muhayyel gerçekliğin, o statükonun yeniden tesis edilmesini yoğun biçimde arzuladıkları için Gazze’deki katliamı ve topyekûn kuşatmayı teşvik ediyorlar.

BM’den, ABD’den, AB’den ve Rusya’dan oluşan Dörtlü’nün ve Katar’ın Hamas’ın kurtuluşa dair konumunu yumuşatma çabaları, bugüne dek yaşananların de ispatladığı biçimiyle, hiçbir sonuç üretmedi.

Barış üzerinden belirli kişilere verilen paylar, teslim edilen rant, Filistin halkını durduramadı. Milli hedef söylemi ardına saklanmış güvenlikçi politik söylem, çöktü. Gazze’de direniş örgütlerinin iradesini, uluslararası kuşatmaya ve bu örgütlerin sessiz kalması için başvurulan yumuşak güç taktiklerine rağmen, kimse teslim alamadı.

Tüm bu gelişmeler ve tüm bu irade, kurtuluşa dair devrimci söylemin oluşması için gerekli yolu açacak. Devlet inşasından dem vurulan dönem geride kaldı, yaklaşan, kurtuluşun gerçekleşeceği dönemdir.

Amid Falih
27 Ekim 2023
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Kottasová, Ivana. ‘As a Ground Incursion Looms, the Big Question Remains: What Is Israel’s Plan for Gaza?’ CNN, October 21, 2023. CNN.

[2] Haddad, Toufic. Palestine Ltd.: Neoliberalism and Nationalism in the Occupied Territory. (Londra: I.B. Taurus, 2018), s. 147.

[3] Oslo süreci öncesi Filistin’in kalkınma sürecinden kopmasıyla ilgili kapsamlı bir açıklama için bkz.: Roy, Sara. “The Gaza Strip: A Case of Economic De-Development”, Journal of Palestine Studies 17, Sayı. 1 (1987): s. 56–88. Tand. Oslo sonrası dönemi biçimlendiren kalkınma yolundan kopuşla ilgili bir açıklama için bkz.: Roy, Sara. “De-Development Revisited: Palestinian Economy and Society Since Oslo”, Journal of Palestine Studies 28, Sayı. 3 (1999): s. 64–82. Tand.

[4] Revvabi’nin Modi’yle bağlantısı için bkz.: Rabie, Kareem. Palestine is throwing a party and the whole world is invited: Capital and state building in the West Bank. (Durham: Duke University Press, 2021), s. 60-62.

[5] Rabie, Kareem. A.g.e., s. 56

[6] FKÖ İlkeler Bildirgesi’ni İsrail’le Vaşington’da 13 Eylül 1993 günü imzaladı. Anlaşma FKÖ’nün İsrail’in varlığını tanımasını öngörüyordu. İlkeler Bildirgesi, ileride geçici dönemsel anlaşmalar için gerekli zemini sundu ayrıca Filistin Yönetimi’nin kurumsal varlık hüviyeti kazanmasını sağladı.

[7] Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (Fetih), hem Filistin Kurtuluş Örgütü’ne hem de Filistin Yönetimi’ne hâkim olan en büyük hiziptir. Örgüt, 1969’da kendisini kuran Ahmed Şükeyri’nin istifası sonrası FKÖ’ye egemen oldu.

[8] Mreish, Azmi. Quwwat al-Amn al-Watani al-Filastini: Al-Shurta al-Filastiniyya The Palestinian National Security Forces: the Palestinian Police. (Kudüs: Abu Arafeh Publishing, 1993), s. 165

[9] Trude Stand, “kurumsallaşmış yoksullaştırma politikası” terimini, İsrail’in 2007’den beri Gazze’yi kuşatma pratiğini tarif edecek teorik çerçeve olarak kullanıyor. Strand, Trude. “Tightening the Noose: The Institutionalized Impoverishment of Gaza, 2005–2010”, Journal of Palestine Studies 43, Sayı. 2 (2014): s. 6–23. Tand.

[10] Dayton Müfrezeleri, Birleşik Devletler Güvenlik Koordinatörü Keith Dayton himayesinde eğitim alan Filistin Yönetimi güçlerini ifade ediyor.

[11] Kanafani, Ghassan. Faris Faris: Kitabat Sakhira Faris Faris: Satirical Writings. (Beyrut: Dar al-Adab, 1996), s. 52-53.

[12] Lübnan’da Lahd’ın Ordusu olarak bilinen Güney Lübnan Ordusu Güney Lübnan’ın belirli kısımlarını yöneten Saad Haddad’ın kurduğu, vekil güç olarak hareket eden milis kuvvetleridir. İsrail’in silahlandırdığı ve eğittiği ordu, kullandığı güçle Güney Lübnan’ın işgali sırasında İsrail’e koruma sağladı. 2000’de Güney Lübnan’ın kurtarılması sonrası ordunun faaliyetleri buldu. Ordunun lideri Antuan Lahd, Tel Aviv’e kaçtı. Son günlerini Fransa’da geçirdi.

[13] “Yeni Filistinli” tabirini, İkinci İntifada sonrası Filistin Yönetimi’ne bağlı güçleri eğiten Birleşik Devletler Güvenlik Koordinatörü Keith Dayton üretti. Bkz.: “D2. U.S. Security Coordinator Keith Dayton, Address Detailing the Mission and Accomplishments of the Office of the U.S. Security Coordinator, Israel and the Palestinian Authority, Washington, 7 May 2009 (Excerpts).” Journal of Palestine Studies 38, Sayı. 4 (2009): s. 223–29. Tand.

[14] Müşterek Doğrudan Taarruz Mühimmatı, güdümsüz savaş uçağı bombalarını yüksek hassasiyetli füzelere dönüştürmek amacıyla tasarlanmış kitlerdir. ABD, bu kitleri İsrail’e düzenli olarak tedarik etmektedir.

[15] “Medya ruhbanı” tabiri Samir Amin’e ait. Terim, medyanın Batı toplumu üzerindeki mutlak hâkimiyetini ve sınıfsal niteliği üzerinden hakikat konusundaki yegâne söz sahibi olarak oynadığı rolü tanımlamak için kullanılıyor. Bkz.: Amin, Samir. The Implosion of Contemporary Capitalism. (New York: Monthly Review Press, 2013), s. 34-39.

0 Yorum: