Karl
Kautsky, yirminci yüzyılın başlarında “Marksizmin Papası” olarak biliniyordu,
buna karşılık, son döneme kadar herkesin ismini unuttuğu biriydi.[1] Kautsky,
on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarında sosyalist partilerin
meydana getirdikleri Sosyalist Enternasyonal’in ve Marksist olduğunu söyleyen
Alman Sosyal Demokrat Partisi isimli kitlesel işçi partisinin önde gelen
teorisyeniydi. Fakat zamanla SPD liderlerinin Birinci Dünya Savaşı sırasında
Alman egemen sınıfına verdiği desteğe teorik kılıf ördüğü ve Rus Devrimi’ne
düşmanlık ettiği için tümüyle itibarsızlaştı. Çelişkili bir gelişme dâhilinde
fikirleri partinin kapitalist sisteme uyum sağladığı süreçte fazla radikal
bulunduğu için SPD’nin reformist liderlerince de açıktan veya örtük olarak
redde tabi tutuldu.
Fakat
son yıllarda, en azından ABD’deki solcular arasında, yeniden itibar kazandı. Bu
sahiplenmenin, Bernie Sanders, Alexandria Ocasio-Cortez ve Raşide Tleyb gibi
demokratik sosyalistlerin popülerliğiyle bir bağı olduğunu görmek lazım.
ABD’de
yayınlanan solcu dergi Jacobin, geçen sene Kautsky’nin Birinci Dünya
Savaşı öncesi yazılarını savunan bir dizi makaleye yer verdi ve bu çalışmalarda
bugün sosyalistler açısından fazlasıyla değerli olan fikirlerin bulunduğunu
söyledi. Bu makale dizisine katkıda bulunan sosyalist tarihçi Lars Lih
yazısında, “her ne kadar Kautsky son yıllarında sağa kaymış olsa da politikası
ile Leninizmin pratiği arasında bir süreklilik olduğunu görmek gerekiyor”
dedi.[2]
Ben,
bu makalede ilgili görüşlere karşı çıkıyorum ve Kautsky’nin Marksizm
anlayışının her daim kusurlu olduğunu söylüyorum. SPD’nin sağ kanadına giderek
sarılmış bir isim olarak Kautsky’nin sosyalist devrime yönelik açıktan
itirazının onu bugün savunanların iddiasının aksine, ilk fikirlerinden
koptuğunun bir delili olmadığını düşünüyorum.
Kautsky,
ömrü boyunca dünya tarihini etkileyen önemli olaylara şahit oldu, görüşleri
zaman içerisinde gelişti ama gene de fikirlerinde belirgin bir sürekliliğin
olduğunu görmek gerek. Burada ben, Kautsky’nin teorik yazılarını ve SPD
içerisinde yürütülmüş önemli tartışmalarda aldığı konumları inceleyeceğim,
partiyi o savunduğu devrimci politika çizgisinde tutup tutmadığını
sorgulayacağım.
Pandemi,
ekonomik felaket ve iklim değişikliği koşullarında ben, ayrıca Kautskici veya
değil, sosyalizme uzanan parlamentarist bir yol olmadığını iddia edeceğim.
Karl
Kautsky Reformist mi Devrimci mi?
Jacobin
dergisinde çıkan iki makalede Kautsky, “sol reformist” bir isim olarak takdim
ediliyor. Lih makalesinde, Kautsky’nin ilk eserlerinin, özellikle İktidar
Yolu’nun Bolşevikleri strateji konusunda beslediğini, bu noktada Ekim
Devrimi’nin zaferinde önemli bir rol oynadığını söylüyor. Kışkırtıcı bir
başlığa sahip olan diğer bir makalede (“Kautsky Neden Haklıydı ve Onu Neden
Önemsemelisiniz?”) sosyalist yazar Eric Blanc, Kautsky ile Lenin arasındaki
farkın “devrimin gerekli olup olmadığıyla değil, devrime nasıl varılacağıyla”
ilgili olduğunu söylüyor.[3] Blanc, Kautsky’nin sosyalizmi kurmak için mevcut
devlet kurumlarını barışçıl yollardan, kademeli olarak kullanma konusunda
hiçbir vehme sahip olmadığını iddia ediyor.
Üçüncü
makalede James Muldoon, “Kautsky’nin fikriyatı, halen daha hayatımızın tüm
veçhelerini nasıl demokratikleştireceğimiz hususunda ikna edici bir görüş
sunuyor” diyor.[4] Peki bu iddialar ne kadar doğru? Bu soruya cevap verebilmek
için bizim Kautsky’nin önemli eserleri üzerinden 1914’e dek yaşadığı teorik
değişim sürecine bakmamız gerekiyor.
1918’deki
Alman Devrimi’nden önce Almanya’da demokrasi yoktu. Orduyu ve dış politikayı
kontrol eden ve seçimle işbaşına gelmeyen devlet başkanı olarak Kayzer hükümeti
atayabiliyor, dilediğinde feshedebiliyordu. Britanya’dan farklı olarak
Almanya’da sadece erkekler oy kullanabiliyordu. İki kademeli sistemde altta
duran ve daha fazla vekile ev sahipliği yapan meclis (Reichstag) sınırlı
yetkilere sahipti. 1871’de kurulmuş olan Alman İmparatorluğu, kendi
meclislerine sahip olan ve “Länder” olarak bilinen küçük eyaletlerden
oluşan bir federasyondu. Diğerlerinden çok daha büyük olan Prusya eyaleti
herkesten fazla yetkiye sahipti. SPD liderleri, en çok da oluşan devlet
kurumlarının nasıl demokratik kılınacağı üzerine kafa yordular.
1890’a
dek sendikalar yasa dışıydı. SPD, Almanya’nın ilk şansölyesi Otto von
Bismarck’ın 1878’de yürürlüğe koyduğu Sosyalizmle Mücadele Kanunları uyarınca
açıktan örgütlenme çalışması yürütemiyordu. Bu kanunların yürürlükten
kaldırılmasıyla birlikte SPD, nüfuzunu ve seçimlerdeki kitle desteğini hızla
artırdı. Ama gene de parti liderleri, devlet baskısını tahrik edecek adımlar
atmamak için kılı kırk yardılar. Bu konudaki kaygı, ilkin 1895’te, SPD’nin ülke
genelinde yayın yapan gazetesi Vorwärts’ın Engels’in Marx’ın Fransa’da
Sınıf Mücadeleleri için yazdığı takdim yazısını yayınlaması üzerine dil
buldu. Yazısının kırpılarak ve değiştirilerek yayınlandığını, ayaklanmacı
mücadele yöntemlerine yönelik vurgularına yer verilmediğini gören Engels,
deliye döndü.
Partinin
hacmi ve kendisine bağlı örgütleri zamanla büyüdü. Artık parti, 75 gazeteye,
spor kulüplerine, kooperatiflere hatta meyhanelere sahip bir yapıydı. Bu da
parti memurlarının sayısının artmasını beraberinde getirdi. Bu memurlar ve
gelişen sendika bürokrasisi, işçi hareketi içerisinde güçlü ve muhafazakâr bir
güç haline geldi. Devlet baskısına yönelik korku, partinin reformist pratiğinin
bahanesi olarak kullanılmaya başlandı.[5] İşte Kautsky’nin politik değişimi,
tam da bu arka plan üzerinden anlaşılmalı.
Kautsky’nin
ilk önemli çalışması, Sınıf Mücadelesi adını taşıyan, 1892 tarihinde
İngilizce olarak yayımlanmış, SPD’nin Erfurt Programı’na dair yorumlarını
içeren kitaptır.[6] Belirli bir kısmını Kautsky’nin yazdığı program,
sosyalizmin tarihsel “gerekliliği”ne vurgu yapıyordu.
“Kapitalist sistemin
yürüyecek yolu kalmadı. Dağılması an meselesi. Kaçınılmaz olarak oluşan
ekonomik güçler, kapitalist üretimi nihai yıkıma sürüklüyor. Mevcut toplumsal
düzenin yerini yenisinin alması, sadece bir avuç insanın istediği bir şey
olmaktan çıktı. Bu değişim, kaçınılmaz bir olgu halini aldı.”[7]
Ama
Kautsky, sosyalizme geçiş sürecinin nasıl cereyan edeceği konusunda net
ifadeler kullanmıyordu. Çalışmasında “dünya devrimi” ifadesini alttakilerin
ayaklanmasından ziyade radikal bir toplumsal değişim anlamında kullanıyordu:
“Böylesi bir devrim,
cereyan ettiği koşullara göre birçok farklı biçim alabilir. Devrime şiddetin ve
kanın eşlik edeceğine hiç şüphe yok. Tarih, egemen sınıfların istisnai bir
biçimde açık görüşlü olduğu ya da zayıf ve korkak halleriyle kaçınılmaz olarak
yaşanan gelişme önünde diz çöküp koltuklarını terk ettiği durumlara şahit
olmuştur. Ama öte yandan toplumsal devrim, tek darbede gerçekleşen bir şey
değil. Muhtemelen böylesi bir şey hiç yaşanmayacak. Devrimler, yıllar hatta on
yıllarca süren ekonomik ve politik mücadelelerin neticesinde gerçekleşir.
Birbiriyle kavga eden sınıfların ve partilerin sürekli geri çekildiği veya
ileri atıldığı sürecin sonunda başarıya ulaşır. Hatta sık sık bu devrim süreci,
uzun gericilik dönemleriyle kesintiye uğrar.”[8]
1881’de
Kautsky, sosyalistlerin hedeflerine seçimle varabilecekleri vehmine
kapılmamaları gerektiğini söylüyordu.[9] Ancak Sınıf Mücadelesi’ni
kaleme aldığı dönemde parlamento düzleminde yürütülen faaliyetin iktidar
mücadelesi için asli olduğuna inanıyordu. Hatta bu dönemde Kautsky, işçi
sınıfının, parlamentonun gücünü, en azından devletin diğer kurumlarıyla ilişkisi
dâhilinde, artırmak için mücadele etmesi gerektiğini söylüyordu:
“Proletarya, parlamenter
faaliyete güvenmezlik edemez. Hatta işçi sınıfı, tüm enerjisini hükümetin diğer
bileşenleri ile ilişkisi dâhilinde parlamentonun gücünü artırmaya, parlamentoda
en fazla vekile kavuşmaya harcamalıdır.”[10]
Kautsky,
bu süreçte “sınıf mücadelesi”, “devrim” ve “proletarya diktatörlüğü” gibi
Marksist kavramları kullanıyordu ama bu kavramlara pratikte verdiği anlam boş
ve belirsizdi. Radikal terim ve tabirler kullanmasına karşın Kautsky, işçi
sınıfının devlet iktidarını barışçıl yollardan alması fikrini savunuyor,
silahlı ayaklanma fikrini devre dışı bırakıyordu. Marksist yazar John Molyneux,
bu durumu şöyle izah ediyor:
“Kautsky, ‘devrim’
savunucusu gibi görünür ama aslında savunduğu şey parlamenter devrimdir. Başka
bir ifadeyle Kautsky, işçi partisinin muhalefette kalmasını ister, parlamentoda
çoğunluğu elde edene ve hükümet kurana dek burjuva hükümetleriyle koalisyon
kurulması veya bu tür hükümetlere girilmesi fikrine karşı çıkar. Kautsky’ye
göre işçi partisi, elde edeceği çoğunluğu sosyalizmin kurulmasını sağlayacak yasaları
çıkartmak için kullanacaktır.”[11]
Kautsky,
parlamento faaliyetinin önemine özel önem verir. Sınıf Mücadelesi
eserinde politik eylemin odak noktasının yasama meclisi olması gerektiğine
ilişkin gerekçelerini sıralar:
“Parlamentonun faal olduğu
tüm ülkelerde yasama organı vergileri belirler. Dolayısıyla işçi sınıfı,
parlamentoya vekil yollamak suretiyle hükümeti etkileme imkânı bulur.”[12]
Kautsky,
parlamentoyu kapitalist sınıfı işçilere faydalı reformlar yapmaya zorlama aracı
olarak görüyordu. Bu fikrin ötesine geçen Kautsky, süreç içerisinde
parlamentoda çoğunluğu elde etme hedefini temel alan bir sosyalist dönüşüm
teorisi geliştirdi. Kautsky, çoğunluğun elde edilmesiyle birlikte kapitalist
devletin elindeki aygıtın kontrol altına alınabileceğine inanıyordu. Massimo
Salvadori’nin Kautsky’nin fikriyatının gelişim sürecini detaylı bir biçimde
inceleyen çalışmasında izah ettiği biçimiyle, bu politik strateji doğalında
“modern burjuvazinin ürettiği kurumların teknik mirasını muhafaza etmeyi
öngörüyordu”. SPD’nin kullanacağı kurumlardan “tüm bir tarihsel dönem boyunca
vazgeçilmeyecekti.”[13]
Neticede
devlet doğru ellere geçtiğinde onun toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç
haline geleceğini söyleyen yaklaşım, Kautsky ve SPD’yi tehlikeli bir politik
alana mahkûm etti. Devleti sosyalizmin inşası için gerekli bir araç olarak
gören yaklaşım, ilerici hareketlere yönelik kanlı mücadeleler yürüttüğünde bile
devleti savunmayı gerekli kılıyordu.
Sınıf
Mücadelesi’nin burjuva parlamentolarına yönelik tavrı ile sosyalist
hareket içerisinde ortaya çıkan birçok radikal ve devrimci örgütün pratiği
arasında dağlar kadar fark vardı. Örneğin Lenin ve Bolşevikler, 1905’te
gerçekleşen Rus Devrimi sonrası Çar eliyle kurulan meclise oldukça farklı
yaklaştılar. Lenin’e göre meclis, ancak kapitalist sistemin kötülüklerini açığa
vurmak ve sistemin kendisini değiştirecek araç olarak görülmeyen yasama meclisi
dışında bir mücadele inşa etmek için bir tür kürsü olarak kullanılabilirdi.[14]
Lenin ve Bolşevikler, bu yaklaşımı Rus Devrimi sonrası İkinci Enternasyonal’den
kopulması ardından Komünist Enternasyonal’e taşıdılar.
Kautsky’nin
yaklaşımı, sadece Lenin ve komünistlerin yabancısı olduğu bir yaklaşım değildi.
Bu yaklaşım, Marx’ın Paris Komünü deneyimi üzerinden biçimlenmiş olan devlet
anlayışıyla da çelişiyordu. 1871’de Paris’te ayaklanan kitleler devlet
güçlerince ezildiler. Böylelikle devletin alttakilerin itirazları ve meydan
okuması ile yüzleştiğinde devletin neler yapabileceği görülmüş oldu. Ayrıca
Paris Komünü, toplumun yönetilmesi konusunda yeni bir yol ve model sundu.
Dünyanın ilk işçi hükümeti olarak Komün, avamın liderlerine sırtını yaslamadı,
daha çok o avamın devrim sürecine katılımlarından güç aldı. Bu sebeple
kapitalist topluma hâkim olan devlet tipinden tümüyle farklı bir devlet tipi
geliştirdi. Marx’ın ifadesiyle, “Komün parlamenter bir yapı değil, işleyen bir
yapı olmalıydı, hem yasama hem de yürütme faaliyetini birlikte
yürütmeliydi.”[15]
Komün
derslerinden istifade ederek kaleme aldığı Fransa’da İç Savaş eserinde
Marx, sosyalizmin ancak bu tür bir örgütle kurulabileceğini, sosyalizmin mevcut
kapitalist devletin ele geçirilmesine yönelik çabalarla kurulamayacağını net
bir dille ifade etti: “İşçi sınıfı hazır bulduğu devlet mekanizmasını ele
geçirip onu kendi amaçları doğrultusunda kullanmakla yetinemez.”[16]
Sosyalist
hareketin tarihinin bir sonraki aşamasının da ortaya koyduğu biçimiyle Marx,
devletin tarafsız bir yapı değil, kapitalist sınıfsal düzeni daimi kılma aracı
olduğunu söylerken haklıydı. En demokratik kapitalist devlette bile parlamento,
gerçek iktidarı elinde bulundurmaz. Parlamento temelde ekonomiyi ve devlet
mekanizması dâhilinde üst düzey memurları, askeriyenin üst kademelerini, emniyet
müdürlerini ve hâkimleri kontrol eden büyük bankaların ve devasa şirketlerin
toplantı odalarına ev sahipliği eder. Sermaye için tehdit olarak görülen solcu
hükümetlerse sürekli üst düzey memurların desteğiyle, finans kurumlarının ekonomik
şantajları ve sabotajlarıyla yüzleşirler. 2015’te Yunanistan’da iktidara
geldikten hemen sonra Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun solcu
Syriza’nın oluşumuyla güçlenen ümitleri ayaklar altına alması bu konuda
verilebilecek önemli bir örnektir.[17]
Parlamento
işe yarayan bir şey olsaydı sermaye parlamenter düzenden hemen vazgeçer, derin
devleti reformist hükümetleri yıkmak için kullanırdı. Bu konuda verilecek en
önemli örnekse 1973’te Allende’nin başında olduğu Halkın Birliği hükümetinin
kanlı bir darbeyle yıkılmasıdır. Ilımlı bir isim olan Jeremy Corbyn’in İngiltere
başbakanı olması ihtimali, 2015 yılında üst düzey bir generalin orduda isyan
çıkartma tehditleriyle karşılanmıştı.[18]
Toplumun
sosyalist dönüşümünün önüne çıkan bu türden engellerin sebebi, seçim süreçlerinde
tayin edilmemiş iktidar merkezleri olduğundan, sosyalist bir toplum kurmak için
parlamentoda çoğunluğu kazanmanın veya başkanlık seçimlerini kazanmanın çok
daha ötesine gitmeyi gerektirir. Bu noktada genel grevlere, militan gösterilere
ve ayaklanmanın diğer taktiksel araçlarına ihtiyaç olacaktır. En önemlisi, işçi
sınıfı, işçi sınıfının iktidarını temsil eden alternatif organlar
oluşturmalıdır: işyerleri etrafında örgütlenen demokratik işçi kurumları,
kapitalist devletin ekonomik ve baskıcı işlevlerini önce felce uğratabilir,
sonra da yerini alabilir.
İşçi
sınıfını güçlendirmeyi amaçlayacak devrimci bir parti kurulmadan bu hedefe ulaşılamaz.
Parlamentoyu siyasi mücadelenin ana sahnesi olarak görmek, mücadelenin
sorumluluğunu küçük bir parlamenter grubuna devretmek ve işçi sınıfının kendi
faaliyetlerini durdurmasına katkıda bulunmak anlamına gelecektir. Yani sosyalistler,
tabandan gelen hareketleri parlamentodaki tartışmaların, hatta sol bir
hükümetin sadece bir yardımcı unsuruymuş gibi görmemelidirler.
Marksist
yazar Chris Harman’ın da ifade ettiği gibi, “devrimcilerin görevi, işçilerin
‘sol’ bir hükümete yönelik hayallerini yıkmak, yani, işçilerin tüm kısmi ve
sınırlı mücadelelerini üstlenmek, bunları genelleştirmek ve hükümetin
stratejisiyle çelişse bile onlara öncülük etmektir. Kısacası, devrimcilerin
görevi, hükümete karşı sol bir muhalefet örgütlemek ve devlete olan bağımlılığının
yerini işçilerin öz örgütlenmesinin almasını sağlamaktır.”[19] Ne var ki bu
Kautsky’nin her daim yabancısı olduğu bir yaklaşımdır.
Pasif
Devrim
1894
yılında Kautsky, referandumlar ve yerel meclisler gibi doğrudan demokrasi
biçimlerine karşı parlamenter demokrasiyi savunan, Parlamenterizm ve
Demokrasi adlı bir temsilci demokrasi tarihi kitabı yayımladı. Kitapta,
parlamenter demokrasinin kapitalist bir yönetim biçimi olmadığını söyleyen
Kautsky, parlamentonun “en çeşitli sınıf çıkarlarına hizmet etmek” için
kullanılabileceği fikrini savundu.[20] Kautsky’ye göre: “Gerçek bir parlamenter
rejimin, burjuvazinin diktatörlüğü için olduğu kadar proletaryanın diktatörlüğü
için de bir araç olabileceği giderek daha açık hale gelmeye başlıyor”du.[21] Ayrıca
Kautsky, devleti yıkmak isteyen anarşistleri eleştirmekten geri durmadı.
Kautsky’nin
parlamenterizme verdiği destek, SPD içinde daha sağcı akımların ortaya
çıkacağının habercisiydi. 1899’da Eduard Bernstein, Evrimci Sosyalizm adlı
kitabını yayımladı ve Kautsky ile ilişkilendirilen SPD’nin Marksist
“ortodoksluğu”na karşı açık bir mücadele başlattı. Bernstein, Kautsky ile
birlikte Erfurt Programı’nı kaleme almış ve SPD’nin acil taleplerini içeren
“asgari programını” yazmıştı.
Evrimci
Sosyalizm, partinin giderek daha fazla uyguladığı şeyi, sınırlı
reformlar elde etmek için sendikal ve parlamenter eylemlerin sınırlandırılması
fikrini teorik planda savunan bir çalışmaydı. Bernstein’a göre, sendikaların
kısmi kazanımları ve mecliste sosyal yasaların kabul edilmesi, Alman toplumunun
sosyalizme çok yavaş bir şekilde “kazanılmasını” sağlayacaktı:
“Anayasaya uygun
kanunların çıkartılması, yavaş işleyen bir süreçtir. […] Genellikle uzlaşma
yolunu izler. Ancak, önyargıların ve halkın büyük çoğunluğunun sınırlı ufkunun
toplumsal ilerlemenin önünde engel teşkil ettiği devrimci planlardan daha
güçlüdür ve kalıcı ekonomik düzenlemelerin oluşturulması söz konusu olduğunda
daha büyük avantajlar sunar.”[22]
Bernstein
ve destekçilerinin görüşleri, sendika bürokrasisinin çıkarlarının ve SPD’nin Bavyera
şubesinden Georg von Vollmar gibi şahsiyetlerin açıkça sınıf işbirlikçisi
politikalarının düşünsel bir ifadesiydi. Vollmar, Erfurt Programı’na karşı
çıkmış ve partinin politikasını köylülere ve liberal orta sınıflara daha çekici
hale getirmek için yumuşatmak ve böylece onların siyasi temsilcileriyle
koalisyon hükümetlerinin önünü açmak istemişti.
Biraz
tereddüt ettikten sonra Kautsky, SPD içinde ortaya çıkan bu siyasi akıma karşı
mücadeleye başladı. Hem deneyimli parti lideri August Bebel hem de Rosa
Luxemburg ve Alexander Parvus gibi genç radikaller onu destekledi. Bernstein,
Marksizmin temel ilkelerinden vazgeçmekle suçlanan “revizyonizm”le itham
edildi. Kautsky, köylülere ve orta sınıflara yönelik oportünist çağrılara karşı
çıktı, işçi sınıfının siyasi bağımsızlığını savundu ve Bernstein’ın açık
reformizmine karşı çıktı. 1902’de yayınlanan Toplumsal Devrim adlı
kitabında, aşamalı “evrimsel sosyalizm” fikrini ütopik bularak eleştirdi:
“İşçi sınıfı, sermaye
üzerinde ilk büyük zaferini kazanarak siyasi gücü eline aldığında, bunu
kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasından başka bir şekilde kullanamaz. Bu
gerçekleşene kadar, iki sınıf arasındaki mücadele sona ermeyecek, zaten eremez
de. Kapitalist sistem içindeki sosyal barış, entelektüel sınıfların gerçek
ihtiyaçlarından doğmuş bir ütopya olmakla birlikte, gelişmesi için gerçekte
hiçbir temeli yoktur. Kapitalizmin sosyalizme doğru algılanamaz bir şekilde
gelişmesi de en az bunun kadar ütopiktir.”[23]
Ne
var ki Bernstein’ın evrimsel sosyalizmine saldırsa da, Kautsky’nin alternatifi,
tümüyle pasif bir siyasi stratejiydi. Kendi toplumsal dönüşüm teorisi,
sosyalizmin kapitalizmin ekonomik gelişiminin kaçınılmaz bir sonucu olarak
ortaya çıkacağı görüşüne dayanıyordu. Kapitalist sanayi büyüdükçe, işçi sınıfı
da büyüyecek ve daha organize hale gelecekti; işçi sınıfı büyüdükçe ve daha
organize hale geldikçe, sınıf bilinci de gelişecekti, sınıf bilinci geliştikçe,
SPD’ye verilen oy sayısı da artacaktı. Bu durdurulamaz büyüme, nihayetinde
parlamentoda ezici bir sosyalist çoğunluk ve toplumun sosyalist yeniden
inşasının başlangıcı anlamına gelecekti. Böylelikle parti, kapitalizmin
ekonomik gelişmesine dayanan mekanik bir toplumsal sürecin son aşaması olarak
pasif bir rol oynayacaktı. Kautsky, SPD’nin “devrimci bir parti olduğunu, ancak
devrim yapan bir parti olmadığına” dair tespitiyle bu teoriyi gayet iyi
özetliyordu:
“Hedefimize ancak bir
devrimle ulaşabileceğimizi biliyoruz. Bu devrimi yaratmanın bizim gücümüzün
ötesinde olduğu kadar, onu engellemenin de rakibimizin gücünün ötesinde
olduğunu biliyoruz.”[24]
1904
yılına gelindiğinde, revizyonizm partide yenilgiye uğramış gibi görünüyordu.
Ancak solun görünürdeki zaferi yüzeyseldi. Parti liderleri, Marksizmin kitabına
güya bağlılık gösterirken, reformist ve seçimci uygulamaların etkisi artmaya
devam etti. Aslında Bernstein ve Kautsky, partide revizyonizm üzerine yapılan
tartışmaların yarattığı hararet ve gürültüden anlaşıldığı kadarıyla pek fazla
ortak noktaya sahip değillerdi. 1898’de Kautsky, revizyonizmle mücadeleye karar
vermeden önce Bernstein’a şunları söylemişti: “İngiltere’de sosyalist bir
toplumun gelişmesi için devrim olmadan da yolun açık olduğu konusunda sizinle
tamamen aynı fikirdeyim.” Böylece, Bernstein’ın devrimi açıkça terk etmesini
eleştirmiş olsa da, bunu reformist uygulamaları sorgulayan bir üslupla
yapmamıştı.
Sonraki
birkaç yıl içinde, Rusya’daki 1905 Devrimi’nin etkisinin hissedildiği, Almanya’da
sınıfsal kutuplaşmanın arttığı koşullarda Kautsky sola kaymış gibi göründü. Rus
İmparatorluğu’nda yaşanan büyük ayaklanma, işçilerin yeni bir mücadele ruhu
sergilediği Almanya’daki sol üzerinde büyük bir etki yarattı. Plehanov gibi Rus
sosyalist hareketinin sağ kanadındaki Menşevik liderlerin aksine Kautsky, Rus
İmparatorluğu’ndaki devrimi ve işçi sınıfının bu devrimdeki öncü rolünü
öngörmüştü. Bunun Avrupa’nın geri kalanında sınıf mücadelelerini
canlandıracağını umuyordu. İlginç bir şekilde Kautsky, Rusya’daki olayların,
önde gelen kapitalist ülkelere göre daha yavaş bir ekonomik gelişme gösteren
ülkelerin, daha gelişmiş ekonomilerin geçirdiği aşamaları atlayabileceğini
gösterdiğini de savundu:
“Bir bütün olarak toplum, evrimin
herhangi bir aşamasını atlayamaz, ancak toplumun geri kalmış kesimleri bunu
kolaylıkla yapabilirler. Dolayısıyla, Rus toplumu kapitalist aşamayı atlayarak
eski sistemden yeni komünizmi hemen geliştirebilirdi. Yani Rus toplumu
kapitalist aşamayı atlayabilirdi. Ancak bunun için Avrupa’nın geri kalanında
sosyalizmin zafer kazanması gerekiyordu.”[25]
Ayrıca
köylülüğün rolü konusunda da belirli bir görüşe sahip olan Kautsky, “Rus ve
Fransız devrimlerinin, büyük özel toprak mülkiyetinin parçalanmasının köylüleri
devrime kopmaz bağlarla bağlayacak olması bakımından birbirine benzeyeceği”[26]
iddiasındaydı. Bununla birlikte, nihayetinde Rusya’da kapitalizmin az gelişmiş
olmasının, 1905 Devrimi’nin hedeflerinin burjuva demokrasisini kazanmakla
sınırlı kalması gerektiği anlamına geldiğini savundu. Dahası, Rusya’daki
devrimle ilgili tutumu ne kadar radikal olursa olsun, Kautsky kendi ülkesine
gelince çok daha temkinli bir tutum içerisindeydi.
“İktidar
Yolu” Derken?
1907
genel seçimlerinde SPD, Sosyalizmle Mücadele Kanunları’nın yürürlükten
kaldırılmasından bu yana ilk büyük seçim yenilgisini yaşadı ve mecliste 38
sandalye kaybetti. Seçimlerdeki en önemli konu, Alman ordusunun Almanya’nın
Güneybatı Afrika kolonisinde (bugünkü Namibya’da) bir isyanı kanlı bir şekilde
bastırmasıyla gündeme gelen sömürge politikasıydı. SPD, katliamları kınamış ve
sömürgeciliğe karşı çıkmıştı. Bu, işçi sınıfı tabanının sağlam kalmasına
rağmen, orta sınıfın desteğini kaybetmesine neden oldu. Gustav Noske liderliğindeki
ve sendika liderlerinin desteklediği partinin sağ kanadı, kayıplardan solu
sorumlu tuttu ve daha vatansever bir çizgi izlenmesini talep etti. Kautsky,
buna karşı çıktı ve seçimlerin partinin işçi sınıfı desteğini siyasi olarak
sağlamlaştırdığını savundu. O yıl Stuttgart’ta düzenlenen Sosyalist
Enternasyonal konferansında, Bernstein’ın sömürgeciliğe verdiği desteği açıkça
sorguladı.[27] Ancak bu noktadan itibaren Bebel ve parti liderliği, sendika
bürokrasisi ve revizyonistlerle giderek daha yakın bir ittifak kurdu.
Bu
olayların gölgesinde ve Rusya’daki 1905 Devrimi’nin yenilgisinin ardından
Kautsky, İktidar Yolu adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, kimilerince
hâlâ onun en radikal eseri olarak kabul edilmektedir. Devrimci solun gözünden
düşmesine rağmen, bazı Bolşevik liderler, bu kitabı devrimci bir manifesto
olarak görmeye devam ettiler.[28] Peki ama öyle miydi?
Kautsky,
İktidar Yolu’nda iki toplumsal gelişmenin “yeni bir toplumsal devrimler
çağına” yol açtığını savunuyordu.[29]
1.
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, en güçlü ulusal kapitalist sınıflar
arasında emperyalist gerilimlere yol açmaktaydı.
2.
İşçi hareketi güçleniyordu ve bu da büyük sınıf mücadelelerine yol açacaktı.
Sendikal
eylemler, tek başına işçi sınıfının çıkarlarını ilerletmek için artık yeterli
olmayacaktı. İşverenler, daha organize hale geliyorlardı. Tekelci kapitalizmin
yükselişi, gümrük vergileri ve silahlanma yarışını finanse etmek için artırılan
vergiler, fiyatların sendikaların kazanabildiği ücret artışlarından daha hızlı
yükselmesine neden oluyordu. Ancak bu radikal öngörüye rağmen Kautsky, devrimin
ne şekilde gerçekleşeceği konusunu bilinçli bir tutum dâhilinde geçiştiren yaklaşımını
muhafaza etti.
Tarihçi
Carl Schorske’nin tespitiyle, “Kautsky’nin nesnel gelişime ilişkin
açıklamaları, önceki yazılarından daha kesin bir şekilde devrime işaret etse
de, proletaryanın rolüne ilişkin anlayışı pasifliğe doğru evrimleşmişti.”
Bunun
bir göstergesi de Kautsky’nin İktidar Yolu adlı eserinde kitlesel
grevlere karşı takındığı tutumdu. Kitlesel grev taktiği, egemen sınıfın
parlamenter demokrasiye yönelik saldırıları için saklanmalıydı: Çünkü ona göre,
“Sendikaların ‘doğrudan eylemi’, işçi partilerinin parlamenter faaliyetlerinin yerine
geçmekten ziyade, yalnızca bir tamamlayıcı ve destekleyici
unsur olarak etkili olabilir”di.[30] Genel grev kullanılsa bile, yukarıdan sıkı
bir şekilde kontrol edilmesi gerekirdi. Kautsky, 1905 Devrimi sırasında
kitlesel grevlerin oynadığı önemli rolü kabul etse de, bunları her zaman
seçimciliğin bir tamamlayıcısı olarak gördü, asla bir alternatif olarak
görmedi.
Kautsky’nin
kitle grevi hakkındaki görüşleri, işçi sınıfının özgüvenini ve kendi kolektif
gücünün farkındalığını artırmanın bir aracı olarak kitle grevinin önemini
vurgulayan Luxemburg ile çatışması sonucunda gelişti. Luxemburg, Kitle Grevi
adlı broşüründe, kitle grevi hareketlerinin, reformizmin merkezinde gördüğü
siyaset ve ekonomi arasındaki ayrımı aşmanın anahtarı olacağını savunuyordu.
Kitle grevi, sadece sınırlı hedefleri gerçekleştirmek için bir araç değil, işçi
sınıfının devrimci bilincini ve manevi gelişimini de teşvik eden bir araçtı. Luxemburg,
kitle grevinin dinamiklerini açıklarken şöyle diyordu:
“Bu hızlı gelgitlerde en
değerli ve kalıcı olan şey […] zihinsel birikimdir: proletaryanın aralıklı
olarak ilerleyen düşünsel ve kültürel gelişimi, ekonomik ve siyasi mücadelede
daha fazla ilerlemeleri için dokunulmaz bir güvence sağlar.”[31]
Schorske’nin
yalın tespitiyle, “Luxemburg, proletaryayı karşı konulamaz bir güç, Kautsky ise
onu hareket ettirilemez bir nesne olarak görüyordu”.[32] Bugün küçük grevlerde
bile, işçilerin normal zamanlarda onları bölen ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi
fikirlerin etkili eylemin önünde bir engel olduğunu gördükçe, özgüvenlerinin ve
siyasi bilinçlerinin arttığını görüyoruz. Seçimlerde işçiler, kitle iletişim
araçlarının ve siyasi sistemin tüm baskılarına maruz kalan izole bireyler
olarak oy kullanırlar; grevlerde, özellikle de büyük ölçekli grevlerde, bir
sınıf olarak benzersiz güçlerinin farkına varabilirler ve böylece sosyalist
fikirlere daha da yakınlaşabilirler.
Görünüşte
en radikal olduğu dönemlerde bile, Kautsky’nin politikasında temel bir
süreklilik vardı. Sosyal devrim, kapitalizmin gelişimi tarafından kaçınılmaz
olarak belirleniyordu ve o ancak parlamento yoluyla gerçekleşebilirdi. Kautsky’ye
göre iktidar yolu, Blanc’ın iddia ettiği gibi, “anti-kapitalist bir kopuşa
giden yol” değil, yavaş ve kademeli ilerlemelerden oluşuyordu.[33] Bununla
birlikte, İktidar Yolu’nun radikal üslubu, giderek daha iddialı ve
muhafazakâr hale gelen sendika liderlerini ve kitabın parti tarafından
yayınlanmasını engellemeye çalışan SPD yönetimini öfkelendirdi. Kautsky, bu
savaşı kazanmış olsa da, partide artık hâkim olan alenen reformist güçlere
giderek daha fazla uyum sağladı.[34] Kautsky, revizyonistlerin vergi politikası
ve seçim reformu konusunda liberal kapitalist partilerle koalisyon kurma
taleplerine karşı çıktı. Ancak, SPD’nin kapitalist siyasi partilerden siyasi
bağımsızlığını savunması, işçi sınıfının kendi faaliyetlerine odaklanılmasına
yol açmadı.
1910
yılında Prusya’da gösteriler patlak verdi. Luxemburg ve eyalette düzenlenen SPD
kongresi, gösterileri desteklemek için kitle grevi çağrısı yaptı. Protestolar,
Prusya hükümetinin demokratikleşmesini talep ederek, devletin üç sınıflı oy
hakkını sorguladı. Bu çarpık seçim sistemi, SPD’nin Prusya eyalet meclisinde
kazandığı işçi sınıfı oylarına kıyasla nispeten az sandalye kazanmasına neden
oldu. Ancak hareketin seçimlere odaklanmasına rağmen Kautsky, Alman devletinin
gücünü abartarak kitle grevlerine karşı çıktı. O, kitle grevinin 1905’te Rusya’da
demokrasinin tamamen yokluğu nedeniyle uygun olduğunu, ancak Almanya’da sadece
iktidar mücadelesinin son aşamasında kullanılabileceğini savunuyordu.[35]
Kautsky
ve destekçileri, artık SPD’nin “Marksist Merkezi” olarak adlandırılan grubu
oluşturuyorlardı. Kautsky, Luxemburg’un SPD’nin teorik dergisi Die Neue Zeit’ta
[“Yeni Zaman”] yayınladığı, demokrasi mücadelesinde kitle grevi çağrısı yapan
makalesini yayınlamayı reddettiği için ikili arasında bir kopuş yaşanmıştı.
Kautsky, kitle grevinin kendiliğinden militanlığını öven ve bunun sadece
devleti demokratikleştirmek için değil, işçilerin devrimci bilincini yükseltmek
için de kullanılması gerektiğini savunan Luxemburg, Clara Zetkin, Karl Radek ve
Anton Pannekoek gibi partinin radikal solundaki figürlerin itirazına artık giderek
daha fazla maruz kalıyordu. Die Neue Zeit dergisinde yayınlanan bir
makalede Kautsky, radikallerin işçilerin doğrudan eyleminin gücüne vurgu yapan yaklaşımlarına saldırdı ve “kitlesel eylemlerin kretinizmini”, alıklaştırıcı yanını eleştirdi:
“Siyasi mücadelemizin
amacı, devlet iktidarının yıkılması değil, parlamentoda çoğunluk olup devlet
iktidarını ele geçirmek ve parlamentoyu devlette yönetici konuma yükseltmektir.”[36]
1911’de
yayımlanan Parlamentarizm ve Demokrasi kitabının yeni önsözünde Kautsky,
o dönemde İngiltere’yi kasıp kavuran devasa grev dalgası olan Büyük Kargaşa’yı
eleştirdi. Sendika liderlerinin muhalefetine rağmen genellikle sıradan
sendikacılar tarafından yönetilen bu grevleri kınayan Kautsky, “burada kendini
gösteren liderler ve kitleler arasındaki keskin, aşılmaz çelişki, aslında büyük
bir kötülüktür”[37] diyordu. İngiliz işçi sınıfı tarihinin en büyük
ayaklanmalarından birine ilişkin bu yorum, Kautsky’nin işçilerin kendi
kendilerini örgütleme faaliyetlerine karşı tutumunun tipik bir örneğiydi.
Luxemburg, bu tür tutumların, “mümkün olduğunca çabuk eski rahat parlamento ve
sendika rutinine dönmek” isteyen parti ve sendikalardaki sağcı unsurlara teorik
bir koruma sağladığını belirtti.[38] Pannekoek ise bu dönemde sosyalist
teorisyenler arasında gelişen tartışmaları şu şekilde açıklamaktaydı:
“Modern kapitalizm
biçimlerinin etkisi altında, işçi hareketinde yeni eylem biçimleri, yani
kitlesel eylemler gelişmiştir. […] Bu durum, iki düşünce akımının ortaya
çıkmasına neden oldu: Birincisi, devrim sorununu ele aldı ve yeni eylem
biçimlerinin etkinliğini, önemini ve potansiyelini analiz ederek, işçi
sınıfının görevini nasıl yerine getirebileceğini anlamaya çalıştı; ikincisi ise
bu olasılığın büyüklüğü karşısında sanki çekinircesine, eski parlamenter eylem
biçimleri arasında, bu görevi şimdilik ertelemek için uygun eğilimleri aramaya
başladı.”[39]
Tony Phillips
13 Temmuz 2020
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Bu makalenin ilk taslakları ile ilgili yaptıkları yorumlar ve sundukları
faydalı öneriler sebebiyle Joseph Choonara, Gareth Jenkins ve John Rose’a
teşekkür ederim.
[2]
Lih, 2019.
[3]
Blanc, 2019.
[4]
Muldoon, 2019.
[5]
Bkz.: Schorske, 1955, dördüncü ve beşinci bölümler.
[6]
Kautsky, 1910.
[7]
Kautsky, 1910, s. 15.
[8]
Kautsky, 1910, s. 2.
[9]
Aktaran: Molyneux, 1985, s. 37.
[10]
Kautsky, 1910, s. 16.
[11]
Molyneux, 1985, s. 37.
[12]
Kautsky, 1910, s. 15.
[13]
Salvadori, 1979, s. 39.
[14]
Bkz.: Badayev, 1987.
[15]
Marx, 1969, s. 220.
[16]
Marx, 1969, s. 217.
[17]
Bkz.: Garganas, 2015.
[18]
Kimber, 2020.
[19]
Harman, 1977.
[20]
Lewis, 2019, s. 129.
[21]
Lewis, 2019, s. 139.
[22]
Bernstein, 1907, Bölüm 3.
[23]
Kautsky, 1903, Cilt 1, Bölüm 3.
[24]
Kautsky, 2007, s. 50.
[25]
Kautsky, 1905.
[26]
Kautsky, 1906, s. 102.
[27]
Riddell, 1984, s. 45-47.
[28]
Lenin, 1970, s. 2.
[29]
Kautsky, 2007, s. 91.
[30]
Kautsky, 2007, s. 80. İtalikler özgün metne ait.
[31]
Luxemburg, 1986, s. 38-39.
[32]
Schorske, 1955, s. 115.
[33]
Blanc, 2019.
[34]
See Schorske, 1955, s. 182, 186.
[35]
Schorske, 1955, s. 184.
[36]
Aktaran: Salvadori, 1979, s. 162-163.
[37]
Lewis, 2019, s. 49.
[38]
Akt.: Salvadori, 1979, s. 142.
[39] Pannekoek, 1978.


0 Yorum:
Yorum Gönder