17 Ekim 2025

,

Bugün Kautsky’den Ne Öğrenebiliriz?



Karl Kautsky, yirminci yüzyılın başlarında “Marksizmin Papası” olarak biliniyordu, buna karşılık, son döneme kadar herkesin ismini unuttuğu biriydi.[1] Kautsky, on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarında sosyalist partilerin meydana getirdikleri Sosyalist Enternasyonal’in ve Marksist olduğunu söyleyen Alman Sosyal Demokrat Partisi isimli kitlesel işçi partisinin önde gelen teorisyeniydi. Fakat zamanla SPD liderlerinin Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman egemen sınıfına verdiği desteğe teorik kılıf ördüğü ve Rus Devrimi’ne düşmanlık ettiği için tümüyle itibarsızlaştı. Çelişkili bir gelişme dâhilinde fikirleri partinin kapitalist sisteme uyum sağladığı süreçte fazla radikal bulunduğu için SPD’nin reformist liderlerince de açıktan veya örtük olarak redde tabi tutuldu.

Fakat son yıllarda, en azından ABD’deki solcular arasında, yeniden itibar kazandı. Bu sahiplenmenin, Bernie Sanders, Alexandria Ocasio-Cortez ve Raşide Tleyb gibi demokratik sosyalistlerin popülerliğiyle bir bağı olduğunu görmek lazım.

ABD’de yayınlanan solcu dergi Jacobin, geçen sene Kautsky’nin Birinci Dünya Savaşı öncesi yazılarını savunan bir dizi makaleye yer verdi ve bu çalışmalarda bugün sosyalistler açısından fazlasıyla değerli olan fikirlerin bulunduğunu söyledi. Bu makale dizisine katkıda bulunan sosyalist tarihçi Lars Lih yazısında, “her ne kadar Kautsky son yıllarında sağa kaymış olsa da politikası ile Leninizmin pratiği arasında bir süreklilik olduğunu görmek gerekiyor” dedi.[2]

Ben, bu makalede ilgili görüşlere karşı çıkıyorum ve Kautsky’nin Marksizm anlayışının her daim kusurlu olduğunu söylüyorum. SPD’nin sağ kanadına giderek sarılmış bir isim olarak Kautsky’nin sosyalist devrime yönelik açıktan itirazının onu bugün savunanların iddiasının aksine, ilk fikirlerinden koptuğunun bir delili olmadığını düşünüyorum.

Kautsky, ömrü boyunca dünya tarihini etkileyen önemli olaylara şahit oldu, görüşleri zaman içerisinde gelişti ama gene de fikirlerinde belirgin bir sürekliliğin olduğunu görmek gerek. Burada ben, Kautsky’nin teorik yazılarını ve SPD içerisinde yürütülmüş önemli tartışmalarda aldığı konumları inceleyeceğim, partiyi o savunduğu devrimci politika çizgisinde tutup tutmadığını sorgulayacağım.

Pandemi, ekonomik felaket ve iklim değişikliği koşullarında ben, ayrıca Kautskici veya değil, sosyalizme uzanan parlamentarist bir yol olmadığını iddia edeceğim.

Karl Kautsky Reformist mi Devrimci mi?

Jacobin dergisinde çıkan iki makalede Kautsky, “sol reformist” bir isim olarak takdim ediliyor. Lih makalesinde, Kautsky’nin ilk eserlerinin, özellikle İktidar Yolu’nun Bolşevikleri strateji konusunda beslediğini, bu noktada Ekim Devrimi’nin zaferinde önemli bir rol oynadığını söylüyor. Kışkırtıcı bir başlığa sahip olan diğer bir makalede (“Kautsky Neden Haklıydı ve Onu Neden Önemsemelisiniz?”) sosyalist yazar Eric Blanc, Kautsky ile Lenin arasındaki farkın “devrimin gerekli olup olmadığıyla değil, devrime nasıl varılacağıyla” ilgili olduğunu söylüyor.[3] Blanc, Kautsky’nin sosyalizmi kurmak için mevcut devlet kurumlarını barışçıl yollardan, kademeli olarak kullanma konusunda hiçbir vehme sahip olmadığını iddia ediyor.

Üçüncü makalede James Muldoon, “Kautsky’nin fikriyatı, halen daha hayatımızın tüm veçhelerini nasıl demokratikleştireceğimiz hususunda ikna edici bir görüş sunuyor” diyor.[4] Peki bu iddialar ne kadar doğru? Bu soruya cevap verebilmek için bizim Kautsky’nin önemli eserleri üzerinden 1914’e dek yaşadığı teorik değişim sürecine bakmamız gerekiyor.

1918’deki Alman Devrimi’nden önce Almanya’da demokrasi yoktu. Orduyu ve dış politikayı kontrol eden ve seçimle işbaşına gelmeyen devlet başkanı olarak Kayzer hükümeti atayabiliyor, dilediğinde feshedebiliyordu. Britanya’dan farklı olarak Almanya’da sadece erkekler oy kullanabiliyordu. İki kademeli sistemde altta duran ve daha fazla vekile ev sahipliği yapan meclis (Reichstag) sınırlı yetkilere sahipti. 1871’de kurulmuş olan Alman İmparatorluğu, kendi meclislerine sahip olan ve “Länder” olarak bilinen küçük eyaletlerden oluşan bir federasyondu. Diğerlerinden çok daha büyük olan Prusya eyaleti herkesten fazla yetkiye sahipti. SPD liderleri, en çok da oluşan devlet kurumlarının nasıl demokratik kılınacağı üzerine kafa yordular.

1890’a dek sendikalar yasa dışıydı. SPD, Almanya’nın ilk şansölyesi Otto von Bismarck’ın 1878’de yürürlüğe koyduğu Sosyalizmle Mücadele Kanunları uyarınca açıktan örgütlenme çalışması yürütemiyordu. Bu kanunların yürürlükten kaldırılmasıyla birlikte SPD, nüfuzunu ve seçimlerdeki kitle desteğini hızla artırdı. Ama gene de parti liderleri, devlet baskısını tahrik edecek adımlar atmamak için kılı kırk yardılar. Bu konudaki kaygı, ilkin 1895’te, SPD’nin ülke genelinde yayın yapan gazetesi Vorwärts’ın Engels’in Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri için yazdığı takdim yazısını yayınlaması üzerine dil buldu. Yazısının kırpılarak ve değiştirilerek yayınlandığını, ayaklanmacı mücadele yöntemlerine yönelik vurgularına yer verilmediğini gören Engels, deliye döndü.

Partinin hacmi ve kendisine bağlı örgütleri zamanla büyüdü. Artık parti, 75 gazeteye, spor kulüplerine, kooperatiflere hatta meyhanelere sahip bir yapıydı. Bu da parti memurlarının sayısının artmasını beraberinde getirdi. Bu memurlar ve gelişen sendika bürokrasisi, işçi hareketi içerisinde güçlü ve muhafazakâr bir güç haline geldi. Devlet baskısına yönelik korku, partinin reformist pratiğinin bahanesi olarak kullanılmaya başlandı.[5] İşte Kautsky’nin politik değişimi, tam da bu arka plan üzerinden anlaşılmalı.

Kautsky’nin ilk önemli çalışması, Sınıf Mücadelesi adını taşıyan, 1892 tarihinde İngilizce olarak yayımlanmış, SPD’nin Erfurt Programı’na dair yorumlarını içeren kitaptır.[6] Belirli bir kısmını Kautsky’nin yazdığı program, sosyalizmin tarihsel “gerekliliği”ne vurgu yapıyordu.

“Kapitalist sistemin yürüyecek yolu kalmadı. Dağılması an meselesi. Kaçınılmaz olarak oluşan ekonomik güçler, kapitalist üretimi nihai yıkıma sürüklüyor. Mevcut toplumsal düzenin yerini yenisinin alması, sadece bir avuç insanın istediği bir şey olmaktan çıktı. Bu değişim, kaçınılmaz bir olgu halini aldı.”[7]

Ama Kautsky, sosyalizme geçiş sürecinin nasıl cereyan edeceği konusunda net ifadeler kullanmıyordu. Çalışmasında “dünya devrimi” ifadesini alttakilerin ayaklanmasından ziyade radikal bir toplumsal değişim anlamında kullanıyordu:

“Böylesi bir devrim, cereyan ettiği koşullara göre birçok farklı biçim alabilir. Devrime şiddetin ve kanın eşlik edeceğine hiç şüphe yok. Tarih, egemen sınıfların istisnai bir biçimde açık görüşlü olduğu ya da zayıf ve korkak halleriyle kaçınılmaz olarak yaşanan gelişme önünde diz çöküp koltuklarını terk ettiği durumlara şahit olmuştur. Ama öte yandan toplumsal devrim, tek darbede gerçekleşen bir şey değil. Muhtemelen böylesi bir şey hiç yaşanmayacak. Devrimler, yıllar hatta on yıllarca süren ekonomik ve politik mücadelelerin neticesinde gerçekleşir. Birbiriyle kavga eden sınıfların ve partilerin sürekli geri çekildiği veya ileri atıldığı sürecin sonunda başarıya ulaşır. Hatta sık sık bu devrim süreci, uzun gericilik dönemleriyle kesintiye uğrar.”[8]

1881’de Kautsky, sosyalistlerin hedeflerine seçimle varabilecekleri vehmine kapılmamaları gerektiğini söylüyordu.[9] Ancak Sınıf Mücadelesi’ni kaleme aldığı dönemde parlamento düzleminde yürütülen faaliyetin iktidar mücadelesi için asli olduğuna inanıyordu. Hatta bu dönemde Kautsky, işçi sınıfının, parlamentonun gücünü, en azından devletin diğer kurumlarıyla ilişkisi dâhilinde, artırmak için mücadele etmesi gerektiğini söylüyordu:

“Proletarya, parlamenter faaliyete güvenmezlik edemez. Hatta işçi sınıfı, tüm enerjisini hükümetin diğer bileşenleri ile ilişkisi dâhilinde parlamentonun gücünü artırmaya, parlamentoda en fazla vekile kavuşmaya harcamalıdır.”[10]

Kautsky, bu süreçte “sınıf mücadelesi”, “devrim” ve “proletarya diktatörlüğü” gibi Marksist kavramları kullanıyordu ama bu kavramlara pratikte verdiği anlam boş ve belirsizdi. Radikal terim ve tabirler kullanmasına karşın Kautsky, işçi sınıfının devlet iktidarını barışçıl yollardan alması fikrini savunuyor, silahlı ayaklanma fikrini devre dışı bırakıyordu. Marksist yazar John Molyneux, bu durumu şöyle izah ediyor:

“Kautsky, ‘devrim’ savunucusu gibi görünür ama aslında savunduğu şey parlamenter devrimdir. Başka bir ifadeyle Kautsky, işçi partisinin muhalefette kalmasını ister, parlamentoda çoğunluğu elde edene ve hükümet kurana dek burjuva hükümetleriyle koalisyon kurulması veya bu tür hükümetlere girilmesi fikrine karşı çıkar. Kautsky’ye göre işçi partisi, elde edeceği çoğunluğu sosyalizmin kurulmasını sağlayacak yasaları çıkartmak için kullanacaktır.”[11]

Kautsky, parlamento faaliyetinin önemine özel önem verir. Sınıf Mücadelesi eserinde politik eylemin odak noktasının yasama meclisi olması gerektiğine ilişkin gerekçelerini sıralar:

“Parlamentonun faal olduğu tüm ülkelerde yasama organı vergileri belirler. Dolayısıyla işçi sınıfı, parlamentoya vekil yollamak suretiyle hükümeti etkileme imkânı bulur.”[12]

Kautsky, parlamentoyu kapitalist sınıfı işçilere faydalı reformlar yapmaya zorlama aracı olarak görüyordu. Bu fikrin ötesine geçen Kautsky, süreç içerisinde parlamentoda çoğunluğu elde etme hedefini temel alan bir sosyalist dönüşüm teorisi geliştirdi. Kautsky, çoğunluğun elde edilmesiyle birlikte kapitalist devletin elindeki aygıtın kontrol altına alınabileceğine inanıyordu. Massimo Salvadori’nin Kautsky’nin fikriyatının gelişim sürecini detaylı bir biçimde inceleyen çalışmasında izah ettiği biçimiyle, bu politik strateji doğalında “modern burjuvazinin ürettiği kurumların teknik mirasını muhafaza etmeyi öngörüyordu”. SPD’nin kullanacağı kurumlardan “tüm bir tarihsel dönem boyunca vazgeçilmeyecekti.”[13]

Neticede devlet doğru ellere geçtiğinde onun toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç haline geleceğini söyleyen yaklaşım, Kautsky ve SPD’yi tehlikeli bir politik alana mahkûm etti. Devleti sosyalizmin inşası için gerekli bir araç olarak gören yaklaşım, ilerici hareketlere yönelik kanlı mücadeleler yürüttüğünde bile devleti savunmayı gerekli kılıyordu.

Sınıf Mücadelesi’nin burjuva parlamentolarına yönelik tavrı ile sosyalist hareket içerisinde ortaya çıkan birçok radikal ve devrimci örgütün pratiği arasında dağlar kadar fark vardı. Örneğin Lenin ve Bolşevikler, 1905’te gerçekleşen Rus Devrimi sonrası Çar eliyle kurulan meclise oldukça farklı yaklaştılar. Lenin’e göre meclis, ancak kapitalist sistemin kötülüklerini açığa vurmak ve sistemin kendisini değiştirecek araç olarak görülmeyen yasama meclisi dışında bir mücadele inşa etmek için bir tür kürsü olarak kullanılabilirdi.[14] Lenin ve Bolşevikler, bu yaklaşımı Rus Devrimi sonrası İkinci Enternasyonal’den kopulması ardından Komünist Enternasyonal’e taşıdılar.

Kautsky’nin yaklaşımı, sadece Lenin ve komünistlerin yabancısı olduğu bir yaklaşım değildi. Bu yaklaşım, Marx’ın Paris Komünü deneyimi üzerinden biçimlenmiş olan devlet anlayışıyla da çelişiyordu. 1871’de Paris’te ayaklanan kitleler devlet güçlerince ezildiler. Böylelikle devletin alttakilerin itirazları ve meydan okuması ile yüzleştiğinde devletin neler yapabileceği görülmüş oldu. Ayrıca Paris Komünü, toplumun yönetilmesi konusunda yeni bir yol ve model sundu. Dünyanın ilk işçi hükümeti olarak Komün, avamın liderlerine sırtını yaslamadı, daha çok o avamın devrim sürecine katılımlarından güç aldı. Bu sebeple kapitalist topluma hâkim olan devlet tipinden tümüyle farklı bir devlet tipi geliştirdi. Marx’ın ifadesiyle, “Komün parlamenter bir yapı değil, işleyen bir yapı olmalıydı, hem yasama hem de yürütme faaliyetini birlikte yürütmeliydi.”[15]

Komün derslerinden istifade ederek kaleme aldığı Fransa’da İç Savaş eserinde Marx, sosyalizmin ancak bu tür bir örgütle kurulabileceğini, sosyalizmin mevcut kapitalist devletin ele geçirilmesine yönelik çabalarla kurulamayacağını net bir dille ifade etti: “İşçi sınıfı hazır bulduğu devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi amaçları doğrultusunda kullanmakla yetinemez.”[16]

Sosyalist hareketin tarihinin bir sonraki aşamasının da ortaya koyduğu biçimiyle Marx, devletin tarafsız bir yapı değil, kapitalist sınıfsal düzeni daimi kılma aracı olduğunu söylerken haklıydı. En demokratik kapitalist devlette bile parlamento, gerçek iktidarı elinde bulundurmaz. Parlamento temelde ekonomiyi ve devlet mekanizması dâhilinde üst düzey memurları, askeriyenin üst kademelerini, emniyet müdürlerini ve hâkimleri kontrol eden büyük bankaların ve devasa şirketlerin toplantı odalarına ev sahipliği eder. Sermaye için tehdit olarak görülen solcu hükümetlerse sürekli üst düzey memurların desteğiyle, finans kurumlarının ekonomik şantajları ve sabotajlarıyla yüzleşirler. 2015’te Yunanistan’da iktidara geldikten hemen sonra Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun solcu Syriza’nın oluşumuyla güçlenen ümitleri ayaklar altına alması bu konuda verilebilecek önemli bir örnektir.[17]

Parlamento işe yarayan bir şey olsaydı sermaye parlamenter düzenden hemen vazgeçer, derin devleti reformist hükümetleri yıkmak için kullanırdı. Bu konuda verilecek en önemli örnekse 1973’te Allende’nin başında olduğu Halkın Birliği hükümetinin kanlı bir darbeyle yıkılmasıdır. Ilımlı bir isim olan Jeremy Corbyn’in İngiltere başbakanı olması ihtimali, 2015 yılında üst düzey bir generalin orduda isyan çıkartma tehditleriyle karşılanmıştı.[18]

Toplumun sosyalist dönüşümünün önüne çıkan bu türden engellerin sebebi, seçim süreçlerinde tayin edilmemiş iktidar merkezleri olduğundan, sosyalist bir toplum kurmak için parlamentoda çoğunluğu kazanmanın veya başkanlık seçimlerini kazanmanın çok daha ötesine gitmeyi gerektirir. Bu noktada genel grevlere, militan gösterilere ve ayaklanmanın diğer taktiksel araçlarına ihtiyaç olacaktır. En önemlisi, işçi sınıfı, işçi sınıfının iktidarını temsil eden alternatif organlar oluşturmalıdır: işyerleri etrafında örgütlenen demokratik işçi kurumları, kapitalist devletin ekonomik ve baskıcı işlevlerini önce felce uğratabilir, sonra da yerini alabilir.

İşçi sınıfını güçlendirmeyi amaçlayacak devrimci bir parti kurulmadan bu hedefe ulaşılamaz. Parlamentoyu siyasi mücadelenin ana sahnesi olarak görmek, mücadelenin sorumluluğunu küçük bir parlamenter grubuna devretmek ve işçi sınıfının kendi faaliyetlerini durdurmasına katkıda bulunmak anlamına gelecektir. Yani sosyalistler, tabandan gelen hareketleri parlamentodaki tartışmaların, hatta sol bir hükümetin sadece bir yardımcı unsuruymuş gibi görmemelidirler.

Marksist yazar Chris Harman’ın da ifade ettiği gibi, “devrimcilerin görevi, işçilerin ‘sol’ bir hükümete yönelik hayallerini yıkmak, yani, işçilerin tüm kısmi ve sınırlı mücadelelerini üstlenmek, bunları genelleştirmek ve hükümetin stratejisiyle çelişse bile onlara öncülük etmektir. Kısacası, devrimcilerin görevi, hükümete karşı sol bir muhalefet örgütlemek ve devlete olan bağımlılığının yerini işçilerin öz örgütlenmesinin almasını sağlamaktır.”[19] Ne var ki bu Kautsky’nin her daim yabancısı olduğu bir yaklaşımdır.

Pasif Devrim

1894 yılında Kautsky, referandumlar ve yerel meclisler gibi doğrudan demokrasi biçimlerine karşı parlamenter demokrasiyi savunan, Parlamenterizm ve Demokrasi adlı bir temsilci demokrasi tarihi kitabı yayımladı. Kitapta, parlamenter demokrasinin kapitalist bir yönetim biçimi olmadığını söyleyen Kautsky, parlamentonun “en çeşitli sınıf çıkarlarına hizmet etmek” için kullanılabileceği fikrini savundu.[20] Kautsky’ye göre: “Gerçek bir parlamenter rejimin, burjuvazinin diktatörlüğü için olduğu kadar proletaryanın diktatörlüğü için de bir araç olabileceği giderek daha açık hale gelmeye başlıyor”du.[21] Ayrıca Kautsky, devleti yıkmak isteyen anarşistleri eleştirmekten geri durmadı.

Kautsky’nin parlamenterizme verdiği destek, SPD içinde daha sağcı akımların ortaya çıkacağının habercisiydi. 1899’da Eduard Bernstein, Evrimci Sosyalizm adlı kitabını yayımladı ve Kautsky ile ilişkilendirilen SPD’nin Marksist “ortodoksluğu”na karşı açık bir mücadele başlattı. Bernstein, Kautsky ile birlikte Erfurt Programı’nı kaleme almış ve SPD’nin acil taleplerini içeren “asgari programını” yazmıştı.

Evrimci Sosyalizm, partinin giderek daha fazla uyguladığı şeyi, sınırlı reformlar elde etmek için sendikal ve parlamenter eylemlerin sınırlandırılması fikrini teorik planda savunan bir çalışmaydı. Bernstein’a göre, sendikaların kısmi kazanımları ve mecliste sosyal yasaların kabul edilmesi, Alman toplumunun sosyalizme çok yavaş bir şekilde “kazanılmasını” sağlayacaktı:

“Anayasaya uygun kanunların çıkartılması, yavaş işleyen bir süreçtir. […] Genellikle uzlaşma yolunu izler. Ancak, önyargıların ve halkın büyük çoğunluğunun sınırlı ufkunun toplumsal ilerlemenin önünde engel teşkil ettiği devrimci planlardan daha güçlüdür ve kalıcı ekonomik düzenlemelerin oluşturulması söz konusu olduğunda daha büyük avantajlar sunar.”[22]

Bernstein ve destekçilerinin görüşleri, sendika bürokrasisinin çıkarlarının ve SPD’nin Bavyera şubesinden Georg von Vollmar gibi şahsiyetlerin açıkça sınıf işbirlikçisi politikalarının düşünsel bir ifadesiydi. Vollmar, Erfurt Programı’na karşı çıkmış ve partinin politikasını köylülere ve liberal orta sınıflara daha çekici hale getirmek için yumuşatmak ve böylece onların siyasi temsilcileriyle koalisyon hükümetlerinin önünü açmak istemişti.

Biraz tereddüt ettikten sonra Kautsky, SPD içinde ortaya çıkan bu siyasi akıma karşı mücadeleye başladı. Hem deneyimli parti lideri August Bebel hem de Rosa Luxemburg ve Alexander Parvus gibi genç radikaller onu destekledi. Bernstein, Marksizmin temel ilkelerinden vazgeçmekle suçlanan “revizyonizm”le itham edildi. Kautsky, köylülere ve orta sınıflara yönelik oportünist çağrılara karşı çıktı, işçi sınıfının siyasi bağımsızlığını savundu ve Bernstein’ın açık reformizmine karşı çıktı. 1902’de yayınlanan Toplumsal Devrim adlı kitabında, aşamalı “evrimsel sosyalizm” fikrini ütopik bularak eleştirdi:

“İşçi sınıfı, sermaye üzerinde ilk büyük zaferini kazanarak siyasi gücü eline aldığında, bunu kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasından başka bir şekilde kullanamaz. Bu gerçekleşene kadar, iki sınıf arasındaki mücadele sona ermeyecek, zaten eremez de. Kapitalist sistem içindeki sosyal barış, entelektüel sınıfların gerçek ihtiyaçlarından doğmuş bir ütopya olmakla birlikte, gelişmesi için gerçekte hiçbir temeli yoktur. Kapitalizmin sosyalizme doğru algılanamaz bir şekilde gelişmesi de en az bunun kadar ütopiktir.”[23]

Ne var ki Bernstein’ın evrimsel sosyalizmine saldırsa da, Kautsky’nin alternatifi, tümüyle pasif bir siyasi stratejiydi. Kendi toplumsal dönüşüm teorisi, sosyalizmin kapitalizmin ekonomik gelişiminin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkacağı görüşüne dayanıyordu. Kapitalist sanayi büyüdükçe, işçi sınıfı da büyüyecek ve daha organize hale gelecekti; işçi sınıfı büyüdükçe ve daha organize hale geldikçe, sınıf bilinci de gelişecekti, sınıf bilinci geliştikçe, SPD’ye verilen oy sayısı da artacaktı. Bu durdurulamaz büyüme, nihayetinde parlamentoda ezici bir sosyalist çoğunluk ve toplumun sosyalist yeniden inşasının başlangıcı anlamına gelecekti. Böylelikle parti, kapitalizmin ekonomik gelişmesine dayanan mekanik bir toplumsal sürecin son aşaması olarak pasif bir rol oynayacaktı. Kautsky, SPD’nin “devrimci bir parti olduğunu, ancak devrim yapan bir parti olmadığına” dair tespitiyle bu teoriyi gayet iyi özetliyordu:

“Hedefimize ancak bir devrimle ulaşabileceğimizi biliyoruz. Bu devrimi yaratmanın bizim gücümüzün ötesinde olduğu kadar, onu engellemenin de rakibimizin gücünün ötesinde olduğunu biliyoruz.”[24]

1904 yılına gelindiğinde, revizyonizm partide yenilgiye uğramış gibi görünüyordu. Ancak solun görünürdeki zaferi yüzeyseldi. Parti liderleri, Marksizmin kitabına güya bağlılık gösterirken, reformist ve seçimci uygulamaların etkisi artmaya devam etti. Aslında Bernstein ve Kautsky, partide revizyonizm üzerine yapılan tartışmaların yarattığı hararet ve gürültüden anlaşıldığı kadarıyla pek fazla ortak noktaya sahip değillerdi. 1898’de Kautsky, revizyonizmle mücadeleye karar vermeden önce Bernstein’a şunları söylemişti: “İngiltere’de sosyalist bir toplumun gelişmesi için devrim olmadan da yolun açık olduğu konusunda sizinle tamamen aynı fikirdeyim.” Böylece, Bernstein’ın devrimi açıkça terk etmesini eleştirmiş olsa da, bunu reformist uygulamaları sorgulayan bir üslupla yapmamıştı.

Sonraki birkaç yıl içinde, Rusya’daki 1905 Devrimi’nin etkisinin hissedildiği, Almanya’da sınıfsal kutuplaşmanın arttığı koşullarda Kautsky sola kaymış gibi göründü. Rus İmparatorluğu’nda yaşanan büyük ayaklanma, işçilerin yeni bir mücadele ruhu sergilediği Almanya’daki sol üzerinde büyük bir etki yarattı. Plehanov gibi Rus sosyalist hareketinin sağ kanadındaki Menşevik liderlerin aksine Kautsky, Rus İmparatorluğu’ndaki devrimi ve işçi sınıfının bu devrimdeki öncü rolünü öngörmüştü. Bunun Avrupa’nın geri kalanında sınıf mücadelelerini canlandıracağını umuyordu. İlginç bir şekilde Kautsky, Rusya’daki olayların, önde gelen kapitalist ülkelere göre daha yavaş bir ekonomik gelişme gösteren ülkelerin, daha gelişmiş ekonomilerin geçirdiği aşamaları atlayabileceğini gösterdiğini de savundu:

“Bir bütün olarak toplum, evrimin herhangi bir aşamasını atlayamaz, ancak toplumun geri kalmış kesimleri bunu kolaylıkla yapabilirler. Dolayısıyla, Rus toplumu kapitalist aşamayı atlayarak eski sistemden yeni komünizmi hemen geliştirebilirdi. Yani Rus toplumu kapitalist aşamayı atlayabilirdi. Ancak bunun için Avrupa’nın geri kalanında sosyalizmin zafer kazanması gerekiyordu.”[25]

Ayrıca köylülüğün rolü konusunda da belirli bir görüşe sahip olan Kautsky, “Rus ve Fransız devrimlerinin, büyük özel toprak mülkiyetinin parçalanmasının köylüleri devrime kopmaz bağlarla bağlayacak olması bakımından birbirine benzeyeceği”[26] iddiasındaydı. Bununla birlikte, nihayetinde Rusya’da kapitalizmin az gelişmiş olmasının, 1905 Devrimi’nin hedeflerinin burjuva demokrasisini kazanmakla sınırlı kalması gerektiği anlamına geldiğini savundu. Dahası, Rusya’daki devrimle ilgili tutumu ne kadar radikal olursa olsun, Kautsky kendi ülkesine gelince çok daha temkinli bir tutum içerisindeydi.

“İktidar Yolu” Derken?

1907 genel seçimlerinde SPD, Sosyalizmle Mücadele Kanunları’nın yürürlükten kaldırılmasından bu yana ilk büyük seçim yenilgisini yaşadı ve mecliste 38 sandalye kaybetti. Seçimlerdeki en önemli konu, Alman ordusunun Almanya’nın Güneybatı Afrika kolonisinde (bugünkü Namibya’da) bir isyanı kanlı bir şekilde bastırmasıyla gündeme gelen sömürge politikasıydı. SPD, katliamları kınamış ve sömürgeciliğe karşı çıkmıştı. Bu, işçi sınıfı tabanının sağlam kalmasına rağmen, orta sınıfın desteğini kaybetmesine neden oldu. Gustav Noske liderliğindeki ve sendika liderlerinin desteklediği partinin sağ kanadı, kayıplardan solu sorumlu tuttu ve daha vatansever bir çizgi izlenmesini talep etti. Kautsky, buna karşı çıktı ve seçimlerin partinin işçi sınıfı desteğini siyasi olarak sağlamlaştırdığını savundu. O yıl Stuttgart’ta düzenlenen Sosyalist Enternasyonal konferansında, Bernstein’ın sömürgeciliğe verdiği desteği açıkça sorguladı.[27] Ancak bu noktadan itibaren Bebel ve parti liderliği, sendika bürokrasisi ve revizyonistlerle giderek daha yakın bir ittifak kurdu.

Bu olayların gölgesinde ve Rusya’daki 1905 Devrimi’nin yenilgisinin ardından Kautsky, İktidar Yolu adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, kimilerince hâlâ onun en radikal eseri olarak kabul edilmektedir. Devrimci solun gözünden düşmesine rağmen, bazı Bolşevik liderler, bu kitabı devrimci bir manifesto olarak görmeye devam ettiler.[28] Peki ama öyle miydi?

Kautsky, İktidar Yolu’nda iki toplumsal gelişmenin “yeni bir toplumsal devrimler çağına” yol açtığını savunuyordu.[29]

1. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, en güçlü ulusal kapitalist sınıflar arasında emperyalist gerilimlere yol açmaktaydı.

2. İşçi hareketi güçleniyordu ve bu da büyük sınıf mücadelelerine yol açacaktı.

Sendikal eylemler, tek başına işçi sınıfının çıkarlarını ilerletmek için artık yeterli olmayacaktı. İşverenler, daha organize hale geliyorlardı. Tekelci kapitalizmin yükselişi, gümrük vergileri ve silahlanma yarışını finanse etmek için artırılan vergiler, fiyatların sendikaların kazanabildiği ücret artışlarından daha hızlı yükselmesine neden oluyordu. Ancak bu radikal öngörüye rağmen Kautsky, devrimin ne şekilde gerçekleşeceği konusunu bilinçli bir tutum dâhilinde geçiştiren yaklaşımını muhafaza etti.

Tarihçi Carl Schorske’nin tespitiyle, “Kautsky’nin nesnel gelişime ilişkin açıklamaları, önceki yazılarından daha kesin bir şekilde devrime işaret etse de, proletaryanın rolüne ilişkin anlayışı pasifliğe doğru evrimleşmişti.”

Bunun bir göstergesi de Kautsky’nin İktidar Yolu adlı eserinde kitlesel grevlere karşı takındığı tutumdu. Kitlesel grev taktiği, egemen sınıfın parlamenter demokrasiye yönelik saldırıları için saklanmalıydı: Çünkü ona göre, “Sendikaların ‘doğrudan eylemi’, işçi partilerinin parlamenter faaliyetlerinin yerine geçmekten ziyade, yalnızca bir tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak etkili olabilir”di.[30] Genel grev kullanılsa bile, yukarıdan sıkı bir şekilde kontrol edilmesi gerekirdi. Kautsky, 1905 Devrimi sırasında kitlesel grevlerin oynadığı önemli rolü kabul etse de, bunları her zaman seçimciliğin bir tamamlayıcısı olarak gördü, asla bir alternatif olarak görmedi.

Kautsky’nin kitle grevi hakkındaki görüşleri, işçi sınıfının özgüvenini ve kendi kolektif gücünün farkındalığını artırmanın bir aracı olarak kitle grevinin önemini vurgulayan Luxemburg ile çatışması sonucunda gelişti. Luxemburg, Kitle Grevi adlı broşüründe, kitle grevi hareketlerinin, reformizmin merkezinde gördüğü siyaset ve ekonomi arasındaki ayrımı aşmanın anahtarı olacağını savunuyordu. Kitle grevi, sadece sınırlı hedefleri gerçekleştirmek için bir araç değil, işçi sınıfının devrimci bilincini ve manevi gelişimini de teşvik eden bir araçtı. Luxemburg, kitle grevinin dinamiklerini açıklarken şöyle diyordu:

“Bu hızlı gelgitlerde en değerli ve kalıcı olan şey […] zihinsel birikimdir: proletaryanın aralıklı olarak ilerleyen düşünsel ve kültürel gelişimi, ekonomik ve siyasi mücadelede daha fazla ilerlemeleri için dokunulmaz bir güvence sağlar.”[31]

Schorske’nin yalın tespitiyle, “Luxemburg, proletaryayı karşı konulamaz bir güç, Kautsky ise onu hareket ettirilemez bir nesne olarak görüyordu”.[32] Bugün küçük grevlerde bile, işçilerin normal zamanlarda onları bölen ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi fikirlerin etkili eylemin önünde bir engel olduğunu gördükçe, özgüvenlerinin ve siyasi bilinçlerinin arttığını görüyoruz. Seçimlerde işçiler, kitle iletişim araçlarının ve siyasi sistemin tüm baskılarına maruz kalan izole bireyler olarak oy kullanırlar; grevlerde, özellikle de büyük ölçekli grevlerde, bir sınıf olarak benzersiz güçlerinin farkına varabilirler ve böylece sosyalist fikirlere daha da yakınlaşabilirler.

Görünüşte en radikal olduğu dönemlerde bile, Kautsky’nin politikasında temel bir süreklilik vardı. Sosyal devrim, kapitalizmin gelişimi tarafından kaçınılmaz olarak belirleniyordu ve o ancak parlamento yoluyla gerçekleşebilirdi. Kautsky’ye göre iktidar yolu, Blanc’ın iddia ettiği gibi, “anti-kapitalist bir kopuşa giden yol” değil, yavaş ve kademeli ilerlemelerden oluşuyordu.[33] Bununla birlikte, İktidar Yolu’nun radikal üslubu, giderek daha iddialı ve muhafazakâr hale gelen sendika liderlerini ve kitabın parti tarafından yayınlanmasını engellemeye çalışan SPD yönetimini öfkelendirdi. Kautsky, bu savaşı kazanmış olsa da, partide artık hâkim olan alenen reformist güçlere giderek daha fazla uyum sağladı.[34] Kautsky, revizyonistlerin vergi politikası ve seçim reformu konusunda liberal kapitalist partilerle koalisyon kurma taleplerine karşı çıktı. Ancak, SPD’nin kapitalist siyasi partilerden siyasi bağımsızlığını savunması, işçi sınıfının kendi faaliyetlerine odaklanılmasına yol açmadı.

1910 yılında Prusya’da gösteriler patlak verdi. Luxemburg ve eyalette düzenlenen SPD kongresi, gösterileri desteklemek için kitle grevi çağrısı yaptı. Protestolar, Prusya hükümetinin demokratikleşmesini talep ederek, devletin üç sınıflı oy hakkını sorguladı. Bu çarpık seçim sistemi, SPD’nin Prusya eyalet meclisinde kazandığı işçi sınıfı oylarına kıyasla nispeten az sandalye kazanmasına neden oldu. Ancak hareketin seçimlere odaklanmasına rağmen Kautsky, Alman devletinin gücünü abartarak kitle grevlerine karşı çıktı. O, kitle grevinin 1905’te Rusya’da demokrasinin tamamen yokluğu nedeniyle uygun olduğunu, ancak Almanya’da sadece iktidar mücadelesinin son aşamasında kullanılabileceğini savunuyordu.[35]

Kautsky ve destekçileri, artık SPD’nin “Marksist Merkezi” olarak adlandırılan grubu oluşturuyorlardı. Kautsky, Luxemburg’un SPD’nin teorik dergisi Die Neue Zeit’ta [“Yeni Zaman”] yayınladığı, demokrasi mücadelesinde kitle grevi çağrısı yapan makalesini yayınlamayı reddettiği için ikili arasında bir kopuş yaşanmıştı. Kautsky, kitle grevinin kendiliğinden militanlığını öven ve bunun sadece devleti demokratikleştirmek için değil, işçilerin devrimci bilincini yükseltmek için de kullanılması gerektiğini savunan Luxemburg, Clara Zetkin, Karl Radek ve Anton Pannekoek gibi partinin radikal solundaki figürlerin itirazına artık giderek daha fazla maruz kalıyordu. Die Neue Zeit dergisinde yayınlanan bir makalede Kautsky, radikallerin işçilerin doğrudan eyleminin gücüne vurgu yapan yaklaşımlarına saldırdı ve “kitlesel eylemlerin kretinizmini”, alıklaştırıcı yanını eleştirdi:

“Siyasi mücadelemizin amacı, devlet iktidarının yıkılması değil, parlamentoda çoğunluk olup devlet iktidarını ele geçirmek ve parlamentoyu devlette yönetici konuma yükseltmektir.”[36]

1911’de yayımlanan Parlamentarizm ve Demokrasi kitabının yeni önsözünde Kautsky, o dönemde İngiltere’yi kasıp kavuran devasa grev dalgası olan Büyük Kargaşa’yı eleştirdi. Sendika liderlerinin muhalefetine rağmen genellikle sıradan sendikacılar tarafından yönetilen bu grevleri kınayan Kautsky, “burada kendini gösteren liderler ve kitleler arasındaki keskin, aşılmaz çelişki, aslında büyük bir kötülüktür”[37] diyordu. İngiliz işçi sınıfı tarihinin en büyük ayaklanmalarından birine ilişkin bu yorum, Kautsky’nin işçilerin kendi kendilerini örgütleme faaliyetlerine karşı tutumunun tipik bir örneğiydi. Luxemburg, bu tür tutumların, “mümkün olduğunca çabuk eski rahat parlamento ve sendika rutinine dönmek” isteyen parti ve sendikalardaki sağcı unsurlara teorik bir koruma sağladığını belirtti.[38] Pannekoek ise bu dönemde sosyalist teorisyenler arasında gelişen tartışmaları şu şekilde açıklamaktaydı:

“Modern kapitalizm biçimlerinin etkisi altında, işçi hareketinde yeni eylem biçimleri, yani kitlesel eylemler gelişmiştir. […] Bu durum, iki düşünce akımının ortaya çıkmasına neden oldu: Birincisi, devrim sorununu ele aldı ve yeni eylem biçimlerinin etkinliğini, önemini ve potansiyelini analiz ederek, işçi sınıfının görevini nasıl yerine getirebileceğini anlamaya çalıştı; ikincisi ise bu olasılığın büyüklüğü karşısında sanki çekinircesine, eski parlamenter eylem biçimleri arasında, bu görevi şimdilik ertelemek için uygun eğilimleri aramaya başladı.”[39]

Tony Phillips
13 Temmuz 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Bu makalenin ilk taslakları ile ilgili yaptıkları yorumlar ve sundukları faydalı öneriler sebebiyle Joseph Choonara, Gareth Jenkins ve John Rose’a teşekkür ederim.

[2] Lih, 2019.

[3] Blanc, 2019.

[4] Muldoon, 2019.

[5] Bkz.: Schorske, 1955, dördüncü ve beşinci bölümler.

[6] Kautsky, 1910.

[7] Kautsky, 1910, s. 15.

[8] Kautsky, 1910, s. 2.

[9] Aktaran: Molyneux, 1985, s. 37.

[10] Kautsky, 1910, s. 16.

[11] Molyneux, 1985, s. 37.

[12] Kautsky, 1910, s. 15.

[13] Salvadori, 1979, s. 39.

[14] Bkz.: Badayev, 1987.

[15] Marx, 1969, s. 220.

[16] Marx, 1969, s. 217.

[17] Bkz.: Garganas, 2015.

[18] Kimber, 2020.

[19] Harman, 1977.

[20] Lewis, 2019, s. 129.

[21] Lewis, 2019, s. 139.

[22] Bernstein, 1907, Bölüm 3.

[23] Kautsky, 1903, Cilt 1, Bölüm 3.

[24] Kautsky, 2007, s. 50.

[25] Kautsky, 1905.

[26] Kautsky, 1906, s. 102.

[27] Riddell, 1984, s. 45-47.

[28] Lenin, 1970, s. 2.

[29] Kautsky, 2007, s. 91.

[30] Kautsky, 2007, s. 80. İtalikler özgün metne ait.

[31] Luxemburg, 1986, s. 38-39.

[32] Schorske, 1955, s. 115.

[33] Blanc, 2019.

[34] See Schorske, 1955, s. 182, 186.

[35] Schorske, 1955, s. 184.

[36] Aktaran: Salvadori, 1979, s. 162-163.

[37] Lewis, 2019, s. 49.

[38] Akt.: Salvadori, 1979, s. 142.

[39] Pannekoek, 1978.

0 Yorum: