23 Ekim 2025

,

El Pençe


Yalçın Küçük seksenlerde, 12 Eylül darbesiyle sarsılan “devrimci demokratlar”ı avlamak için uğraştı. Bunun için röportajlar verdi, yazılar yazdı, dergiler çıkarttı. Her fırsatta “bu devrimciler çocuk. Basit bir faturayı yatırırken bile devlet kurumunda olmaktan ürküyorlar, rahatsız oluyorlar. Bizim onları devlete ısındırmamız lazım” diyordu. Tüm teorisi ve pratiği DPT memurluğuna tabiydi. Memur bilinciyle hareket etti. Devletine çalıştı.

Yalçın Küçük, devrimcilere “bu devlet nasıl olsa sizin olacak” yalanını ezberletti. Marx’ın “İşçi sınıfı, hazır bulduğu devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi amaçları doğrultusunda kullanamaz”[1] sözünü unutturdu. Sınıfsız teknoloji tapıncı, işçi sınıfını gömdü. Solu bir yükten kurtardı. Herkes, CHP’ye bağlanmak için muhtelif bahanelere kavuştu. Artık sol, “proletarya” yerine “küçük burjuva” yazmanın, onun için stratejiler geliştirmenin, onun iktidarını meşrulaştırmanın derdinde.

Küçük, belirli isimleri devlete ısındırdı. O devlet, Rusya’nın hamlesi üzerinden bir kanadıyla Avrasyacı oldu. Hemen Küçükçüler, Avrasya Devrimi diye broşür kaleme aldılar. Türkiye’de değil Avrasya’da devrim yapmaya soyunan bu isimler, siyasi kariyerlerini Kadıköy’de esrar içip gece naralar atarak, bir de bu anları utanmadan kayda alarak sonlandırdılar. Küçük, fikren ve cismen değdiği herkesi çürüttü. Apo’yla görüşmesini MİT’e teslim eden bu “Marksist aydın”ın zaten o teması MİT adına yaptığını kimse sorgulamadı.

Küçük’ün diğer versiyonları da “bu sermaye nasıl olsa sizin olacak” yalanına bağlandılar. Sermayeyi, piyasacılığı demokrasi sevdasının arkasına gizlediler. İlk kesim, devletçiliğini cumhuriyet edebiyatına sarıp sarmaladı. Onu sınıf dışı, tarih dışı, yüce bir olgu olarak takdim etti.

Yalçın Küçük gibilerin tedrisatından geçmiş solcular, bugün bir diplomat, teknokrat ve bürokrat gibi düşünüyorlar, yazıyorlar.[2] “Ah ben Mansur’un yerinde olsam” diyorlar. Yalçın Küçük gibi ajanlar eliyle devlete ve sermayeye ısındırıldılar. Bir kesim devleti, bir kısım da sermayeyi sınırsız-sınıfsız bir olgu olarak görüp onun ilerleyişine bağlandı. Bağlananlar, sınırsız ve sınıfsızdı.

Küçükçüler, bugün sürekli “klikler savaşı”ndan söz ediyorlar. İngiltere-ABD ve CHP-MHP-AKP kliklerine dair hikâyeler uyduruyorlar. Kitlelerin iradesinin olmadığı, sınıfın konuşmadığı, proletaryanın ağırlığının hissedilmediği serin sularda yüzüyorlar. Gazeteci kafasıyla, olan biteni basit bir diplomat, teknokrat veya bürokrat olarak analiz ediyorlar. O analizlerde sınıfın emekçisine ve devrimcisine yer yok. İşçi sınıfına ve kavgaya tek bir söz söylenmiyor. Bu gazeteci kafası, bir yerlere işmar ediyor. İş dileniyor. Çanaklarının dolmasını bekliyor.

Küçük burjuva örgütlerinin birbirleri arasındaki teori ve pratik yarışmasında utkuyu kimin elde edeceğinin, kimin kimi üteceğinin bir önemi yok. Aslolan, küçük burjuvanın düşman bildiği halkın, işçinin, o ayaktakımının iradesi ve iktidarıdır.

12 Eylül darbesinin gerçekleştiği gün “örgüt yok, herkes başının çaresine baksın” diyen, halkı yüzüstü bırakan Kurtuluşçular, seksenli yıllarda, utanmadan, “işçi sınıfında demokrasi bilinci yok. Onu eğitmeliyiz” dediler. Bu talep, darbenin talebiydi. Baş rakipleri Dev-Yol geri kalır mı, o da sermayenin yürüyüşü uyarınca ayaktakımını eğitme işini üstlendi. Bekaa vadisinde Ahu Tuğba’yı tartıştı. Esas derdi, Batılı kadınlara benzeyen bir aktrisin geri Türk toplumunu değiştirmesiydi. Ahu Tuğba’nın yerini CHP, madencilik ve inşaat şirketleri, sermayeyle kurulan çıkar ilişkileri aldı. Ruhsuz yollar yüründü. Taban, “aydınlık ve modern bir Türkiye’ye uyanacağız” masalına ikna edildi. Örgütler, halkından tiksinen, nefret eden, ondan kopmak, Batılı olmak isteyen uşakları örgütleyerek ilerlediler. Gerçek dertten ve öfkeden kaçtılar.

Sonra TKP ve Dev-Yol, solu ÖDP’de birleştirdi. ÖDP, özelleştirmelere, savaşa, AB emperyalizmine, sermayenin uluslararasılığına onay verdi. Teslim oldu. Birilerine el pençe divan durdu. Bu sefer devlet, kriz sonrası aşınan ÖDP projesine Kürt iradesini dâhil etti. Düz ovada siyaset emrini veren Mehmet Ağar ve efendileri, bu pratiği de çürüttüler. Ağar, “solun şefleri davaya inanmaz. Tabanı da parayla satın alın” diyendi. Bugün sol, tam da bu düzlemde, devlet huzurunda el pençe durmadan ayakta kalamadığını, kalamayacağını söylemektedir.

Öte yandan, Dem heyetinin meclis resepsiyonunda verdiği poza bakıp yazılar döşenenler de kimlerin huzurunda el pençe divan durduklarının hesabını vermelidirler.

“Siyasi mücadelemizin amacı, devlet iktidarının yıkılması değil, parlamentoda çoğunluk olup devlet iktidarını ele geçirmek ve parlamentoyu devlette yönetici konuma yükseltmektir”[3] diyen Kautsky, sol içerisinde galebe çaldı. Ona yönelik Leninist eleştiri, artık gericidir. Hükmünü yitirmiştir.

Bugün Ekim Devrimi’ni, devrim sonrası şubatçı iradeye ve burjuvaziye bağlı sosyalistlerin soyundan gelenler anmaktadır. Bu, tasfiyeciliktir. Bugün sol örgütler, Ekim Devrimi’ne ve Bolşeviklere savaş açmış sol örgütler gibi hareket etmekte, konuşmaktadır.

Mao’nun “kitlenin içindeki düşman” tespiti de geçersizdir. Teknoloji, Kemalizm, devlet ve demokrasi gibi kitlenin kendisi de sınıfsız-sınırsızdır. Onun içindeki düşman karşısında el pençe divan durulmuştur. Biri iki yapma iradesi, silinmiştir.

TKP başkanı, sermayenin ve devletin Çin’e meylettiği, büyük Çin şirketinin ülkede fabrika açtığı momentte “gerici Maocu devlet”i ziyaret edebilmiştir. Çünkü TKP, Nâzım’ın şiirlerinin bir bankaya satıldığı momentin ürünüdür. Ondaki cumhuriyetçilik, özünde Kürt ve Müslüman düşmanlığıdır. Bu düşmanlık da kitlesel kolektif iradeye karşı gelişen liberalizmle tanımlıdır. Kürt’ün silahından “irite olduğunu” söyleyen Kavala’nın beslediği BirGün ile cumhuriyetçi SoL yan yanadır.

Kürt hareketi ise bu koşullarda reel sosyalizm eleştirisiyle, devlete “Kürdistan’da sınıf mücadelesi verdirmeyeceğim” mesajını iletmektedir. Sosyalist hareketin, “Kürt Marksisti” olduğunu iddia edenlerin zaten böylesi bir niyeti ve iradesi yoktur. Onlar, ancak edebiyat, kültür ve sanat alanına yönelik katkılarla çanaklarını doldurmanın derdindedir.

Kürdistan’a da modernizm ve aydınlanma gerekmektedir. Oradaki avam kitle de Avrupa’nın ve Amerika’nın suyuyla arındırılmalıdır. Bu yöndeki çabalar, solculuk diye yutturulmalıdır.

Sol, işsizliğin derinleştiği momentte, “çalışmak esarettir” demeye mecburdur. Aile değil birey temelli ücret verildiği koşullarda “aileye savaş açmak” zorundadır. Bedenin iğfal ve işgal edildiği momentte lubunizm ideolojisine öncülük eder. Kadınların fuhşa mecbur edildiği iktisadi koşullarda feminizm pompalar. Kapitalizmin yeşile boyandığı düzlemde çevrecilik yapar. Ama bunu inşaat ve madencilikten beslenen şeflerin emriyle icra eder. Sol, teknolojik ilerlemeyle işsizleşen kitlelere teknolojiyi sevdirmekle yükümlüdür.

Sol, aydınlanma ve modernizm bağlamında, devletin ve sermayenin kendisine verdiği rolden memnundur. Bu rol, devrim yapamaz, sosyalizm inşa edemez, kitle içerisinde devrim ve sosyalizmin iradesini görüp örgütleyemez. Böylesi bir iradeden de niyetten de yoksundur. Millete, halka ve sınıfa düşman olan sömürgeciliğe ve emperyalizme iç ajanlar, kâhyalar ve bekçiler yetiştirmekten başka bir işe yarayamaz.

Eren Balkır
14 Ekim 2025

Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Yordam, 2016, s. 79.

[2] Eren Balkır, “Bürokrat, Teknokrat, Diplomat”, 19 Şubat 2020, İştiraki.

[3] Aktaran: Tony Phillips, “What Can We Learn From Kautsky Today?”, Temmuz 2020, ISJ.

0 Yorum: