Yalçın
Küçük seksenlerde, 12 Eylül darbesiyle sarsılan “devrimci demokratlar”ı avlamak
için uğraştı. Bunun için röportajlar verdi, yazılar yazdı, dergiler çıkarttı.
Her fırsatta “bu devrimciler çocuk. Basit bir faturayı yatırırken bile devlet
kurumunda olmaktan ürküyorlar, rahatsız oluyorlar. Bizim onları devlete
ısındırmamız lazım” diyordu. Tüm teorisi ve pratiği DPT memurluğuna tabiydi.
Memur bilinciyle hareket etti. Devletine çalıştı.
Yalçın
Küçük, devrimcilere “bu devlet nasıl olsa sizin olacak” yalanını ezberletti.
Marx’ın “İşçi sınıfı, hazır bulduğu devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi
amaçları doğrultusunda kullanamaz”[1] sözünü unutturdu. Sınıfsız teknoloji
tapıncı, işçi sınıfını gömdü. Solu bir yükten kurtardı. Herkes, CHP’ye
bağlanmak için muhtelif bahanelere kavuştu. Artık sol, “proletarya” yerine “küçük
burjuva” yazmanın, onun için stratejiler geliştirmenin, onun iktidarını
meşrulaştırmanın derdinde.
Küçük,
belirli isimleri devlete ısındırdı. O devlet, Rusya’nın hamlesi üzerinden bir kanadıyla
Avrasyacı oldu. Hemen Küçükçüler, Avrasya Devrimi diye broşür kaleme
aldılar. Türkiye’de değil Avrasya’da devrim yapmaya soyunan bu isimler, siyasi
kariyerlerini Kadıköy’de esrar içip gece naralar atarak, bir de bu anları utanmadan
kayda alarak sonlandırdılar. Küçük, fikren ve cismen değdiği herkesi çürüttü.
Apo’yla görüşmesini MİT’e teslim eden bu “Marksist aydın”ın zaten o teması MİT
adına yaptığını kimse sorgulamadı.
Küçük’ün
diğer versiyonları da “bu sermaye nasıl olsa sizin olacak” yalanına
bağlandılar. Sermayeyi, piyasacılığı demokrasi sevdasının arkasına gizlediler.
İlk kesim, devletçiliğini cumhuriyet edebiyatına sarıp sarmaladı. Onu sınıf
dışı, tarih dışı, yüce bir olgu olarak takdim etti.
Yalçın
Küçük gibilerin tedrisatından geçmiş solcular, bugün bir diplomat, teknokrat ve
bürokrat gibi düşünüyorlar, yazıyorlar.[2] “Ah ben Mansur’un yerinde olsam”
diyorlar. Yalçın Küçük gibi ajanlar eliyle devlete ve sermayeye ısındırıldılar.
Bir kesim devleti, bir kısım da sermayeyi sınırsız-sınıfsız bir olgu olarak
görüp onun ilerleyişine bağlandı. Bağlananlar, sınırsız ve sınıfsızdı.
Küçükçüler,
bugün sürekli “klikler savaşı”ndan söz ediyorlar. İngiltere-ABD ve CHP-MHP-AKP
kliklerine dair hikâyeler uyduruyorlar. Kitlelerin iradesinin olmadığı, sınıfın
konuşmadığı, proletaryanın ağırlığının hissedilmediği serin sularda yüzüyorlar.
Gazeteci kafasıyla, olan biteni basit bir diplomat, teknokrat veya bürokrat
olarak analiz ediyorlar. O analizlerde sınıfın emekçisine ve devrimcisine yer
yok. İşçi sınıfına ve kavgaya tek bir söz söylenmiyor. Bu gazeteci kafası, bir
yerlere işmar ediyor. İş dileniyor. Çanaklarının dolmasını bekliyor.
Küçük
burjuva örgütlerinin birbirleri arasındaki teori ve pratik yarışmasında utkuyu
kimin elde edeceğinin, kimin kimi üteceğinin bir önemi yok. Aslolan, küçük
burjuvanın düşman bildiği halkın, işçinin, o ayaktakımının iradesi ve
iktidarıdır.
12
Eylül darbesinin gerçekleştiği gün “örgüt yok, herkes başının çaresine baksın”
diyen, halkı yüzüstü bırakan Kurtuluşçular, seksenli yıllarda, utanmadan, “işçi
sınıfında demokrasi bilinci yok. Onu eğitmeliyiz” dediler. Bu talep, darbenin
talebiydi. Baş rakipleri Dev-Yol geri kalır mı, o da sermayenin yürüyüşü
uyarınca ayaktakımını eğitme işini üstlendi. Bekaa vadisinde Ahu Tuğba’yı
tartıştı. Esas derdi, Batılı kadınlara benzeyen bir aktrisin geri Türk
toplumunu değiştirmesiydi. Ahu Tuğba’nın yerini CHP, madencilik ve inşaat
şirketleri, sermayeyle kurulan çıkar ilişkileri aldı. Ruhsuz yollar yüründü.
Taban, “aydınlık ve modern bir Türkiye’ye uyanacağız” masalına ikna edildi.
Örgütler, halkından tiksinen, nefret eden, ondan kopmak, Batılı olmak isteyen
uşakları örgütleyerek ilerlediler. Gerçek dertten ve öfkeden kaçtılar.
Sonra
TKP ve Dev-Yol, solu ÖDP’de birleştirdi. ÖDP, özelleştirmelere, savaşa, AB
emperyalizmine, sermayenin uluslararasılığına onay verdi. Teslim oldu. Birilerine
el pençe divan durdu. Bu sefer devlet, kriz sonrası aşınan ÖDP projesine Kürt
iradesini dâhil etti. Düz ovada siyaset emrini veren Mehmet Ağar ve efendileri,
bu pratiği de çürüttüler. Ağar, “solun şefleri davaya inanmaz. Tabanı da
parayla satın alın” diyendi. Bugün sol, tam da bu düzlemde, devlet huzurunda el
pençe durmadan ayakta kalamadığını, kalamayacağını söylemektedir.
Öte
yandan, Dem heyetinin meclis resepsiyonunda verdiği poza bakıp yazılar
döşenenler de kimlerin huzurunda el pençe divan durduklarının hesabını
vermelidirler.
“Siyasi
mücadelemizin amacı, devlet iktidarının yıkılması değil, parlamentoda çoğunluk
olup devlet iktidarını ele geçirmek ve parlamentoyu devlette yönetici konuma
yükseltmektir”[3] diyen Kautsky, sol içerisinde galebe çaldı. Ona yönelik
Leninist eleştiri, artık gericidir. Hükmünü yitirmiştir.
Bugün
Ekim Devrimi’ni, devrim sonrası şubatçı iradeye ve burjuvaziye bağlı
sosyalistlerin soyundan gelenler anmaktadır. Bu, tasfiyeciliktir. Bugün sol
örgütler, Ekim Devrimi’ne ve Bolşeviklere savaş açmış sol örgütler gibi hareket
etmekte, konuşmaktadır.
Mao’nun
“kitlenin içindeki düşman” tespiti de geçersizdir. Teknoloji, Kemalizm, devlet
ve demokrasi gibi kitlenin kendisi de sınıfsız-sınırsızdır. Onun içindeki
düşman karşısında el pençe divan durulmuştur. Biri iki yapma iradesi,
silinmiştir.
TKP
başkanı, sermayenin ve devletin Çin’e meylettiği, büyük Çin şirketinin ülkede
fabrika açtığı momentte “gerici Maocu devlet”i ziyaret edebilmiştir. Çünkü TKP,
Nâzım’ın şiirlerinin bir bankaya satıldığı momentin ürünüdür. Ondaki
cumhuriyetçilik, özünde Kürt ve Müslüman düşmanlığıdır. Bu düşmanlık da
kitlesel kolektif iradeye karşı gelişen liberalizmle tanımlıdır. Kürt’ün
silahından “irite olduğunu” söyleyen Kavala’nın beslediği BirGün ile cumhuriyetçi
SoL yan yanadır.
Kürt
hareketi ise bu koşullarda reel sosyalizm eleştirisiyle, devlete “Kürdistan’da
sınıf mücadelesi verdirmeyeceğim” mesajını iletmektedir. Sosyalist hareketin,
“Kürt Marksisti” olduğunu iddia edenlerin zaten böylesi bir niyeti ve iradesi
yoktur. Onlar, ancak edebiyat, kültür ve sanat alanına yönelik katkılarla
çanaklarını doldurmanın derdindedir.
Kürdistan’a
da modernizm ve aydınlanma gerekmektedir. Oradaki avam kitle de Avrupa’nın ve
Amerika’nın suyuyla arındırılmalıdır. Bu yöndeki çabalar, solculuk diye
yutturulmalıdır.
Sol,
işsizliğin derinleştiği momentte, “çalışmak esarettir” demeye mecburdur. Aile
değil birey temelli ücret verildiği koşullarda “aileye savaş açmak” zorundadır.
Bedenin iğfal ve işgal edildiği momentte lubunizm ideolojisine öncülük eder.
Kadınların fuhşa mecbur edildiği iktisadi koşullarda feminizm pompalar.
Kapitalizmin yeşile boyandığı düzlemde çevrecilik yapar. Ama bunu inşaat ve
madencilikten beslenen şeflerin emriyle icra eder. Sol, teknolojik ilerlemeyle
işsizleşen kitlelere teknolojiyi sevdirmekle yükümlüdür.
Sol,
aydınlanma ve modernizm bağlamında, devletin ve sermayenin kendisine verdiği
rolden memnundur. Bu rol, devrim yapamaz, sosyalizm inşa edemez, kitle
içerisinde devrim ve sosyalizmin iradesini görüp örgütleyemez. Böylesi bir
iradeden de niyetten de yoksundur. Millete, halka ve sınıfa düşman olan
sömürgeciliğe ve emperyalizme iç ajanlar, kâhyalar ve bekçiler yetiştirmekten
başka bir işe yarayamaz.
Eren Balkır
14 Ekim 2025
Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Yordam, 2016, s. 79.
[2]
Eren Balkır, “Bürokrat, Teknokrat, Diplomat”, 19 Şubat 2020, İştiraki.
[3]
Aktaran: Tony Phillips, “What Can We Learn From Kautsky Today?”, Temmuz 2020, ISJ.


0 Yorum:
Yorum Gönder