Bir
düşünün: biri gelip size 11 Eylül’de hiçbir şey hissetmediğini, saldırı
karşısında ne dehşete kapıldığını, ne korktuğunu, ne bir damla üzüntü
duyduğunu, ne de yüreğinde zerre merhamet duygusunun belirdiğini söylüyor. New
York’taki balkonundan yanan kuleleri sakince izlediğinden bahsediyor. Bu kişi
hakkında ne düşünürdünüz?
Bir
edebiyat dersinde, incelediğimiz bir romanda bu sahneyi okuduğumda şaşırdım,
ama aklınıza gelen sebeplerden değil. Bana itici gelen, karakterin duyarsızlığı
değildi, insanlığını da sorgulamadım aslında. Sadece yazar için endişelendim.
Böyle bir sahne yazmanın sonuçları neler olabilir? Okuyucuları kızdırmaz mı?
Bir sonraki görüşmemizde hocama tam da bu soruları sordum.
Hocam,
söze başlamadan önce gülümsedi. Esasında buraya ait olduğumu bana hissettiren,
kafamın içindeki beni sahtekâr olarak adlandıran sese nazikçe direnen bir
gülümsemeydi bu. Sanırım o gülümseme sayesinde, üç yıl sonra verdiği cevabı
hatırlayabildim. Bir de takıntılı not alma alışkanlığım vardı tabii.
“Bu
kesinlikle bazı okuyucuları kızdıracaktır” dedi, pişmanlık dolu değil, uçarı,
hatta heyecanlı bir tonla. Neredeyse küçük kardeşimin yaramazlık yaptığı için
onu ihbar etmekle tehdit ettiğimde verdiği tepki gibi, sanki “kimin umurunda?”
der gibi. Sonra bana “okurların buna öfkelenmeleri bize neyi gösterir? Yazar,
bu sahneyi yazmamaya kendi bilinciyle karar vermiş olsaydı, bu ne anlama
gelirdi?” diye sordu.
Kimin
umurunda?
Lisansüstü
eğitimimin ilk beş ayı boyunca umrumdaydı. Dinleyicilerimin olası öfkesini o
kadar çok umursuyordum ki kendi öfkeme ihanet ediyordum. ABD’ye okumak için
dönmeden önce altı yıl Filistin’de yaşadım. Altı yıl boyunca sadece Arapların
yüzlerini, Arap dilini, Filistin kültürünü ve sömürgecilik mücadelesini tanıdım.
Bir odaya girip “Esselamünaleyküm” demeden önce iki kere düşünmeme gerek
kalmıyordu. “Yatik il afya” demeden bir mağazadan veya sınıftan çıkmıyordum.
Bunun “Tanrı sizi korusun” anlamına geldiğini hatta daha fazlasını ifade
ettiğini, yetersiz bir şekilde açıklayarak dilime ihanet ettiğimi düşünmek
zorunda kalmıyordum. Yedi kişilik takside alelacele elimizdeki kimliklerimizi
pencereden, o sabırsız İsrail askerine vermeye çalışırken içimizden birinin “Allah’ım
şunlara azap ver” dediğini duyduğumda, zerre tepki vermiyordum.
Oysa
Amerika’da okurken ilk aylarımda sürekli düşünüyor, fazlasıyla dikkatli biri
olarak kendimle çelişiyordum. Bana oraya ait olmadığımı, masadaki yerimin iyi
bir “öteki” olmama bağlı olduğunu söyleyen yapılara fazla odaklanmıştım. Ancak
kısa süre sonra, Batı’nın bu hegemonik yapıları içerisinde var olabileceğimi ve
aynı zamanda onları parçalayıp bozabileceğimi fark ettim.
Gerçek
şu ki, romandaki karakterin neden tepki vermediği önemli değil, tepki vermeme
eyleminin kendisini anladım. Ruha hükmeden acıya tepki vermemeyi idrak ettim.
Yanımda oturan adam, bir İsrail askerinin yakın mesafeden kafasına ateş
etmesinin ardından ölen on iki yaşındaki oğlunu defnetmişti. Ağabeyi ise İsrail
hapishanesinde on yedinci yılını dolduruyor. Babasının ona bıraktığı küçük
arazi, yerleşimciler tarafından çalındı. Daha geçen hafta, koyunlarını
güderken, yerleşimciler, köpeklerini serbest bırakıp sürüsüne saldırttılar.
Bu
adama öfkelenmemesini söyleyebilir misiniz? Bir İsrail askerine karşı medeni
olmasını söyleyebilir misiniz?
Medeniyetin
esasları denilen şey, bu adama ve bizim gibilere hizmet etmiyor. Bu esaslar, yeryüzünün
lanetlileri için belirlenmemişler. Medeniyet, zalimin davranışlarımızı
denetleme biçimidir. Bizi, bizim için asla inşa edilmemiş yapıların
zincirlerinde uysal tutar.
Bunu,
2020 yazında George Floyd cinayetinin ardından yapılan protestolarda gördük.
Haber kuruluşları ve politikacılar, siyahilerin şiddet içeren tepkilerini
kınadılar. Aktivistler ve destekçiler, sosyal medyada şu çağrıyı yaptılar: Siyahilere
nasıl tepki vereceklerini söylemeyin.
Bunu,
İsrail’in Mayıs 2021’de dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olan Gazze’ye
yoğun hava saldırıları düzenlemesiyle gördük. 2008’den bu yana gerçekleştirilen
bombardımanları saymıyoruz bile. Batılı liberaller ve Siyonistler, Filistinli
direniş örgütlerini İsrail’e roket attıkları için eleştirdiler. Filistinliler, “Sömürgeleştirilmiş
bir halka nasıl tepki vereceğini söylemeyin” dediler.
Bugün
bu laflar, İsrail denilen yerleşimci-sömürgeci yapının Gazze’ye karşı soykırımcı
savaş yürüttüğü bir dönemde söyleniyor. Arka planda bomba sesleri ve acı dolu
çığlıklar, gökyüzünü kaplayan enkaz ve toz bulutları arasında, Gazze’deki
Filistinliler, bu korkunç adaletsizliğe tanıklık etmemiz için yaşananları görsel
olarak kayıt altına alıyorlar. “Videolarımızı sürekli paylaşın! Yaşananları tüm
dünyaya gösterin! Sesimizi duyurun! Gözlerinizi yaşanan gerçeklerden ayırmayın!”
diyorlar.
Gözü
yaşlı ve utanç içerisinde, tüm bu istekleri saygıyla karşılıyoruz. Instagram
hesaplarının yasaklandığı, TikTok hesaplarının devre dışı bırakıldığı
koşullarda röportajlar, fotoğraflar ve videolardaki görgü tanıklarının açıklamalarını
paylaşıyoruz. Kana bulanmış Filistinli cesetlerinin görüntüleri ve enkaz
altından parçalanmış cesetleri çıkaran kurtarma ekiplerinin videoları
izleyiciler için hiç hoş değil: fazla şiddet içeriyorlar. Haber kanallarında
konuşmaya davet ediliyoruz, ancak Hamas’ı kınamayı reddediyoruz. Direniş
hakkımızı vurguladığımızda veya dilimiz öfkemizi ele verdiğinde, bizim
olduğumuz kısımlar kesiliyor. Hepsi de Filistinliye uygulanan şiddete onay
veriyor.
Dilimiz
denetleniyor: “Siyonizm”, “beyaz ırk üstünlükçülüğü” ve “yerleşimci
sömürgecilik” kabul edilebilir terimler değil. “Antisemitizmi teşvik ediyorlar,
dolayısıyla şiddet yüklü” deniliyor. Geniş kitlelere hitap eden ünlüler ve
internet fenomenleri, önce şiddeti kınıyorlar, ardından barış için dua ederek
konuşmalarını sonlandırıyorlar. Ama bu arada bizim ölülerimizin sayısı artıyor.
Ölmekte olan bir halka nasıl tepki vereceğini söylemeyin.
Filistin’de
ve diğer mücadelelerde şiddet, statükonun sözde barışçıllığıyla tezat oluşturan
bir olgudur. Şiddet, alt sınıfın doğuştan gelen bir özelliği olarak görülüp küçümsenir.
Onca zulme ve baskıya karşı barışçıl tepki vermiyor oluşumuz, gelişimimizdeki
kusurun bir kanıtı olarak değerlendirilir. Bizi medeni kılmaya dönük tüm o
kibar teşebbüslerin başarısız olduğu açıktır.
Oysa
bu başarısızlık, bizim başarımızdır; bizi modern/geri, kültürlü/vahşi,
barışçıl/şiddetli, medeni/medeni olmayan gibi her türden ikilikte aşağıda olana
bağlayan, Batılı bilgi biçimlerine teslim olmayı reddetmemizdir. Reddettiğimiz için
geri, vahşi, şiddet yanlısı ve gayrımedeniyiz.
Keşke
gayrımedeniliği bir direniş biçimi olarak daha önceden kabul etseymişim.
Lisansüstü
eğitimimin ikinci döneminde, Meksika, Rusya, Zimbabve, ABD ve Pakistan’dan
yazarların küresel sistemin ideolojik bütünlüğünü sorgulayan kitaplarını okuyorduk.
Bir derste ulusun nelerden oluştuğuyla ilgili tartışmada, Filistin’den, ayrıca,
ulus olma fikrinin toprakların ve insanların sömürgecilikten kurtulması için ne
kadar kritik olduğundan bahsettim. Yorumuma cevaben, bir sınıf arkadaşım, ismi John
olsun, ulus olmanın, alanları ve insanları ayırmak için çizilen keyfi
sınırların bir sonucu olarak ortaya çıkan soyut bir kavram olduğunu, kendinden
emin bir dille ileri sürdü. Devamında, “İnsanlar, ulus olma kavramının
üstesinden gelip birbirleriyle konuşurlarsa, aralarındaki benzerlikleri görürler,
bu da çatışmanın aşılmasını sağlar” dedi.
Sonrasında
yapılan yorumların hiçbirisini dinlemedim. Sadece şaşkınlıktan donakalmış bir
şekilde, sakince oturdum ve öfkemi kontrol etmeye çalıştım. Otuz dakika boyunca
kendimi sessizce kontrol ettim, kendime bunun medeni bir tartışma olduğunu
hatırlatıp durdum. Sonunda ağzımı açacak hale gelince konuşmaya başladım, hocam,
bana yine o cesaretlendirici gülümsemelerinden birini sundu. Başını sallaması
beni rahatlattı.
Kekemelik,
huzursuzluk ve ter içinde boğuşurken yüzüm duygudan kıpkırmızı oldu.
Profesörümün sıcak bakışlarından biraz olsun rahatlayarak, konuşmaya başladım.
Bakışlarım John’un gözlerine kilitlenmişti.
O
an ağzımdan şu cümle döküldü: “Sömürge halkları milliyetçiliği savunuyorlar
çünkü sömürgecilikten uzak bir yaşam için tek umutları bu.”
Kalbimse
şunu söyledi:
“Sen, bütün bir halkın
kolektif travmasını ve acısını gelişigüzel bir şekilde önemsizleştiriyorsun.
Beyaz bir adamsın, ayrıcalıklısın, ABD’de yaşıyorsun, vergilerin Filistinlileri
katletmek ve işgal etmek için kullanılan silahları finanse ediyor. Sana göre
ulusluk soyut, çünkü sürekli yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan sen değilsin.
Ulus anlayışın, bu yeni sömürgeci ülkenin sana ilkokuldan beri aşıladığı bir şey:
kör vatanseverlik, askeri bir ihraç malı olarak özgürlük ve tüm insanların eşit
yaratıldığı beyanı, tek işittiğin bunlar. Oysa bu ulus başarısız oldu. Ama
sömürgeleştirilmiş insanlara ulusluğun soyut olduğunu hele ki bu insanlar hâlâ
kendi kaderlerini tayin hakkı için savaşıyorlarsa, kimse söylemesin.
Şehitlerimiz soyut mu?”
Milliyetçilik,
kendimizi korumamızın yoludur.
Ağzım
konuşmaya devam etti: “Mesele, insan olarak benzerliklerimiz değil. Mesele,
sömürgeci ile sömürgeleştirilen arasındaki sosyal, ekonomik ve politik güç
dengesizliği. Önemsiz ortak noktaları övüp eşitsizlikleri görmezden gelemeyiz.”
Kalbimse
şunu:
“Aramızdaki bağı televizyon
dizileri mi kuracak? Bizi humus ve falafel mi birleştirsin yani? Yemek ve
popüler kültür mü Filistin’i özgürleştirecek?”
Arkadaşın
söylediği, Beytüllahim’deki ırk ayrımcılığı duvarına sprey boyayla yazılmış şu
sinir bozucu cümleyi hatırlattı: “Humus yapın, savaş değil.” Sanırım, duvarın
önünde fotoğraf çekmek ve fotoğrafların altına her iki taraf, barış ve sevgiye
dair sözler yazsın diye, orada bulunan yabancı bir turistin el yazısıyla yazdığı
bir sözdü bu. Oysa bu sözde, dayanışma kisvesi altında boş bir hümanizmden
başka bir şey yoktu.
İsrail,
Gazze’nin çocuklarının kanının da kırmızı olduğunu biliyor mu? Yerleşimci
sömürgecilik ve hümanizm bir arada var olamaz. İlkinin doğası, ikincisini
dışlar. Fikri yapımız ve günlük gerçeklerimiz gereği eşit değiliz. Humus yapmak,
bu konuda hiçbir şeyi değiştiremez.
O
gün kalbimin bana söylediklerini dile dökmem, ayrıca, Filistin’e dair yazı
yazmayla ilgili yaklaşımımı tümüyle değiştirmem dört yılımı aldı. İlk
yorumlarımda, özlü ve sağduyulu bir dil ve üslup benimsemiştim. Artık kendimi
denetlemiyorum. Sadece kalbimde değil, sözlerimde de öfkeye, alaycılığa ve
küçümsemeye yer veriyorum. Bu sahiciliğin kimi okurları benden uzaklaştırması,
onlara ağır gelmesi muhtemel.
Yukarıdaki
sözü hatırlamakta fayda var: “Kimin umurunda?”
Toni
Morrison’ın sözleriyle, boynumuza takılmış bukağıyı onun yükünü hafifletecek
kişilere beğendirecek değilim. Kendi sözlerimizin küresel kuzeyden gelen okurun
duygularına bağlı olması, yalnızca düşüncelerimizdeki değil, varlığımızın
özündeki sömürgeci kalıntıların bir kanıtıdır. Eğer kabul edilemez olmak bir
şiddet eylemiyse, varsın öyle olsun. Kitaplarımız, hikâyelerimiz,
konuşmalarımız, sınıf tartışmalarımız şiddet yüklü olsun. Bazı insanlar varsın
bizden kopsun. İnsanları, kendilerini ayrıcalıklı kılan hiyerarşileri
sorgulamaya zorlayalım. Akademik ve mesleki ortamlardaki güvenimizde şiddet
yanlısı olalım.
Ve
evet, şiddet aynı zamanda silahtır, rokettir, taştır. Sömürgecilik karşıtı
olmak, şiddettir. Sonuçta, dünyayı barışçıl bir şekilde kendi ekseni etrafında
kim döndürebilir ki?
Şiddet
eleştirileri işittiğinizde aklınıza, Gazze hapishanesinden kaçıp zalimlere karşı
koyduğu o anı anlatanlar gelsin. O insanlar ki bugün, 1948’de Gazze’den
kovuldukları topraklara roketler atıldığında nasıl “Allahu Ekber!” haykırdıklarını
heyecanla anlatıyorlar. Şiddet eleştirileri işittiğinizde aklınıza, en küçük
çocuğunun cansız bedenini kucağında tutarken, kocası ve diğer üç çocuğunun
cesetleri yanında yatarken, “Allah onları helâk etsin !” diye bağıran anne
gelsin.
İşte
ben, onlarla birlikte “Allahu Ekber” diye bağırıyorum. Her yakarışlarına “Amin”
diyorum. Acıları beni tüketiyor. Tarif edilemeyecek kadar etkiliyor.
11
Eylül’e tepki vermeyen karakteri düşünüyorum. Beyaz bir adam olarak o, benim
gibi değil. Bir tür acının tükettiği, başka bir acının duygusuz kıldığı biri
değildi o. Ama tıpkı onun kendisini tarif ederken dile getirdiği gibi ben de 7
Ekim’deki katliamlara karşı “dirençliydim.” Hiçbir dehşet, korku, keder veya
merhamet hissetmedim. Etkilenmedim. Duyarsızlaştığımı düşünmedim, kendi
insanlığımı sorgulama gereği duymadım. Eminim ki bu, bazı insanlar için korkunç
bir itiraf. Bu noktada kendime şunu hatırlatıyorum: Kimin umurunda? Çünkü eğer
umursarsam, Filistin’i merkezden uzaklaştırırım. Kederimi küçümserim. Öfkemi
önemsizleştiririm. Suçlu olduğumu zımnen kabul ederim. Medeni olmayı önemserim.
Oysa ben artık medeni olmak istemiyorum. Bunun yerine şunu soruyorum: Küresel
kuzeyin tepkisine mazhar olmaya kimler layık?
Sınıf
arkadaşım John’un 7 Ekim’de Gazze hapishanesinden kaçan Filistinlilere nasıl
tepki verdiğini merak ediyorum. İsrail’in tepkisi hakkında ne düşünüyor mesela?
John, o zamandan beri nüfus kayıtlarından silinen yüzlerce ailenin isimlerini
okudu mu? Annelerini aramak için enkazları çıplak elleriyle karıştıran
çocukları gördü mü? Çocuklarının kalıntılarını plastik torbalarda taşıyan bir
babayla tanıştı mı? Şiddeti kınamamızı istiyor mu? Hâlâ ulus olmanın soyut,
keyfi ve modası geçmiş olduğunu mu düşünüyor?
Meryem Mesud
27 Ocak 2024
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder