08 Ekim 2025

,

Artık Medeni Olmak İstemiyorum

Bir düşünün: biri gelip size 11 Eylül’de hiçbir şey hissetmediğini, saldırı karşısında ne dehşete kapıldığını, ne korktuğunu, ne bir damla üzüntü duyduğunu, ne de yüreğinde zerre merhamet duygusunun belirdiğini söylüyor. New York’taki balkonundan yanan kuleleri sakince izlediğinden bahsediyor. Bu kişi hakkında ne düşünürdünüz?

Bir edebiyat dersinde, incelediğimiz bir romanda bu sahneyi okuduğumda şaşırdım, ama aklınıza gelen sebeplerden değil. Bana itici gelen, karakterin duyarsızlığı değildi, insanlığını da sorgulamadım aslında. Sadece yazar için endişelendim. Böyle bir sahne yazmanın sonuçları neler olabilir? Okuyucuları kızdırmaz mı? Bir sonraki görüşmemizde hocama tam da bu soruları sordum.

Hocam, söze başlamadan önce gülümsedi. Esasında buraya ait olduğumu bana hissettiren, kafamın içindeki beni sahtekâr olarak adlandıran sese nazikçe direnen bir gülümsemeydi bu. Sanırım o gülümseme sayesinde, üç yıl sonra verdiği cevabı hatırlayabildim. Bir de takıntılı not alma alışkanlığım vardı tabii.

“Bu kesinlikle bazı okuyucuları kızdıracaktır” dedi, pişmanlık dolu değil, uçarı, hatta heyecanlı bir tonla. Neredeyse küçük kardeşimin yaramazlık yaptığı için onu ihbar etmekle tehdit ettiğimde verdiği tepki gibi, sanki “kimin umurunda?” der gibi. Sonra bana “okurların buna öfkelenmeleri bize neyi gösterir? Yazar, bu sahneyi yazmamaya kendi bilinciyle karar vermiş olsaydı, bu ne anlama gelirdi?” diye sordu.

Kimin umurunda?

Lisansüstü eğitimimin ilk beş ayı boyunca umrumdaydı. Dinleyicilerimin olası öfkesini o kadar çok umursuyordum ki kendi öfkeme ihanet ediyordum. ABD’ye okumak için dönmeden önce altı yıl Filistin’de yaşadım. Altı yıl boyunca sadece Arapların yüzlerini, Arap dilini, Filistin kültürünü ve sömürgecilik mücadelesini tanıdım. Bir odaya girip “Esselamünaleyküm” demeden önce iki kere düşünmeme gerek kalmıyordu. “Yatik il afya” demeden bir mağazadan veya sınıftan çıkmıyordum. Bunun “Tanrı sizi korusun” anlamına geldiğini hatta daha fazlasını ifade ettiğini, yetersiz bir şekilde açıklayarak dilime ihanet ettiğimi düşünmek zorunda kalmıyordum. Yedi kişilik takside alelacele elimizdeki kimliklerimizi pencereden, o sabırsız İsrail askerine vermeye çalışırken içimizden birinin “Allah’ım şunlara azap ver” dediğini duyduğumda, zerre tepki vermiyordum.

Oysa Amerika’da okurken ilk aylarımda sürekli düşünüyor, fazlasıyla dikkatli biri olarak kendimle çelişiyordum. Bana oraya ait olmadığımı, masadaki yerimin iyi bir “öteki” olmama bağlı olduğunu söyleyen yapılara fazla odaklanmıştım. Ancak kısa süre sonra, Batı’nın bu hegemonik yapıları içerisinde var olabileceğimi ve aynı zamanda onları parçalayıp bozabileceğimi fark ettim.

Gerçek şu ki, romandaki karakterin neden tepki vermediği önemli değil, tepki vermeme eyleminin kendisini anladım. Ruha hükmeden acıya tepki vermemeyi idrak ettim. Yanımda oturan adam, bir İsrail askerinin yakın mesafeden kafasına ateş etmesinin ardından ölen on iki yaşındaki oğlunu defnetmişti. Ağabeyi ise İsrail hapishanesinde on yedinci yılını dolduruyor. Babasının ona bıraktığı küçük arazi, yerleşimciler tarafından çalındı. Daha geçen hafta, koyunlarını güderken, yerleşimciler, köpeklerini serbest bırakıp sürüsüne saldırttılar.

Bu adama öfkelenmemesini söyleyebilir misiniz? Bir İsrail askerine karşı medeni olmasını söyleyebilir misiniz?

Medeniyetin esasları denilen şey, bu adama ve bizim gibilere hizmet etmiyor. Bu esaslar, yeryüzünün lanetlileri için belirlenmemişler. Medeniyet, zalimin davranışlarımızı denetleme biçimidir. Bizi, bizim için asla inşa edilmemiş yapıların zincirlerinde uysal tutar.

Bunu, 2020 yazında George Floyd cinayetinin ardından yapılan protestolarda gördük. Haber kuruluşları ve politikacılar, siyahilerin şiddet içeren tepkilerini kınadılar. Aktivistler ve destekçiler, sosyal medyada şu çağrıyı yaptılar: Siyahilere nasıl tepki vereceklerini söylemeyin.

Bunu, İsrail’in Mayıs 2021’de dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olan Gazze’ye yoğun hava saldırıları düzenlemesiyle gördük. 2008’den bu yana gerçekleştirilen bombardımanları saymıyoruz bile. Batılı liberaller ve Siyonistler, Filistinli direniş örgütlerini İsrail’e roket attıkları için eleştirdiler. Filistinliler, “Sömürgeleştirilmiş bir halka nasıl tepki vereceğini söylemeyin” dediler.

Bugün bu laflar, İsrail denilen yerleşimci-sömürgeci yapının Gazze’ye karşı soykırımcı savaş yürüttüğü bir dönemde söyleniyor. Arka planda bomba sesleri ve acı dolu çığlıklar, gökyüzünü kaplayan enkaz ve toz bulutları arasında, Gazze’deki Filistinliler, bu korkunç adaletsizliğe tanıklık etmemiz için yaşananları görsel olarak kayıt altına alıyorlar. “Videolarımızı sürekli paylaşın! Yaşananları tüm dünyaya gösterin! Sesimizi duyurun! Gözlerinizi yaşanan gerçeklerden ayırmayın!” diyorlar.

Gözü yaşlı ve utanç içerisinde, tüm bu istekleri saygıyla karşılıyoruz. Instagram hesaplarının yasaklandığı, TikTok hesaplarının devre dışı bırakıldığı koşullarda röportajlar, fotoğraflar ve videolardaki görgü tanıklarının açıklamalarını paylaşıyoruz. Kana bulanmış Filistinli cesetlerinin görüntüleri ve enkaz altından parçalanmış cesetleri çıkaran kurtarma ekiplerinin videoları izleyiciler için hiç hoş değil: fazla şiddet içeriyorlar. Haber kanallarında konuşmaya davet ediliyoruz, ancak Hamas’ı kınamayı reddediyoruz. Direniş hakkımızı vurguladığımızda veya dilimiz öfkemizi ele verdiğinde, bizim olduğumuz kısımlar kesiliyor. Hepsi de Filistinliye uygulanan şiddete onay veriyor.

Dilimiz denetleniyor: “Siyonizm”, “beyaz ırk üstünlükçülüğü” ve “yerleşimci sömürgecilik” kabul edilebilir terimler değil. “Antisemitizmi teşvik ediyorlar, dolayısıyla şiddet yüklü” deniliyor. Geniş kitlelere hitap eden ünlüler ve internet fenomenleri, önce şiddeti kınıyorlar, ardından barış için dua ederek konuşmalarını sonlandırıyorlar. Ama bu arada bizim ölülerimizin sayısı artıyor. Ölmekte olan bir halka nasıl tepki vereceğini söylemeyin.

Filistin’de ve diğer mücadelelerde şiddet, statükonun sözde barışçıllığıyla tezat oluşturan bir olgudur. Şiddet, alt sınıfın doğuştan gelen bir özelliği olarak görülüp küçümsenir. Onca zulme ve baskıya karşı barışçıl tepki vermiyor oluşumuz, gelişimimizdeki kusurun bir kanıtı olarak değerlendirilir. Bizi medeni kılmaya dönük tüm o kibar teşebbüslerin başarısız olduğu açıktır.

Oysa bu başarısızlık, bizim başarımızdır; bizi modern/geri, kültürlü/vahşi, barışçıl/şiddetli, medeni/medeni olmayan gibi her türden ikilikte aşağıda olana bağlayan, Batılı bilgi biçimlerine teslim olmayı reddetmemizdir. Reddettiğimiz için geri, vahşi, şiddet yanlısı ve gayrımedeniyiz.

Keşke gayrımedeniliği bir direniş biçimi olarak daha önceden kabul etseymişim.

Lisansüstü eğitimimin ikinci döneminde, Meksika, Rusya, Zimbabve, ABD ve Pakistan’dan yazarların küresel sistemin ideolojik bütünlüğünü sorgulayan kitaplarını okuyorduk. Bir derste ulusun nelerden oluştuğuyla ilgili tartışmada, Filistin’den, ayrıca, ulus olma fikrinin toprakların ve insanların sömürgecilikten kurtulması için ne kadar kritik olduğundan bahsettim. Yorumuma cevaben, bir sınıf arkadaşım, ismi John olsun, ulus olmanın, alanları ve insanları ayırmak için çizilen keyfi sınırların bir sonucu olarak ortaya çıkan soyut bir kavram olduğunu, kendinden emin bir dille ileri sürdü. Devamında, “İnsanlar, ulus olma kavramının üstesinden gelip birbirleriyle konuşurlarsa, aralarındaki benzerlikleri görürler, bu da çatışmanın aşılmasını sağlar” dedi.

Sonrasında yapılan yorumların hiçbirisini dinlemedim. Sadece şaşkınlıktan donakalmış bir şekilde, sakince oturdum ve öfkemi kontrol etmeye çalıştım. Otuz dakika boyunca kendimi sessizce kontrol ettim, kendime bunun medeni bir tartışma olduğunu hatırlatıp durdum. Sonunda ağzımı açacak hale gelince konuşmaya başladım, hocam, bana yine o cesaretlendirici gülümsemelerinden birini sundu. Başını sallaması beni rahatlattı.

Kekemelik, huzursuzluk ve ter içinde boğuşurken yüzüm duygudan kıpkırmızı oldu. Profesörümün sıcak bakışlarından biraz olsun rahatlayarak, konuşmaya başladım. Bakışlarım John’un gözlerine kilitlenmişti.

O an ağzımdan şu cümle döküldü: “Sömürge halkları milliyetçiliği savunuyorlar çünkü sömürgecilikten uzak bir yaşam için tek umutları bu.”

Kalbimse şunu söyledi:

“Sen, bütün bir halkın kolektif travmasını ve acısını gelişigüzel bir şekilde önemsizleştiriyorsun. Beyaz bir adamsın, ayrıcalıklısın, ABD’de yaşıyorsun, vergilerin Filistinlileri katletmek ve işgal etmek için kullanılan silahları finanse ediyor. Sana göre ulusluk soyut, çünkü sürekli yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan sen değilsin. Ulus anlayışın, bu yeni sömürgeci ülkenin sana ilkokuldan beri aşıladığı bir şey: kör vatanseverlik, askeri bir ihraç malı olarak özgürlük ve tüm insanların eşit yaratıldığı beyanı, tek işittiğin bunlar. Oysa bu ulus başarısız oldu. Ama sömürgeleştirilmiş insanlara ulusluğun soyut olduğunu hele ki bu insanlar hâlâ kendi kaderlerini tayin hakkı için savaşıyorlarsa, kimse söylemesin. Şehitlerimiz soyut mu?”

Milliyetçilik, kendimizi korumamızın yoludur.

Ağzım konuşmaya devam etti: “Mesele, insan olarak benzerliklerimiz değil. Mesele, sömürgeci ile sömürgeleştirilen arasındaki sosyal, ekonomik ve politik güç dengesizliği. Önemsiz ortak noktaları övüp eşitsizlikleri görmezden gelemeyiz.”

Kalbimse şunu:

“Aramızdaki bağı televizyon dizileri mi kuracak? Bizi humus ve falafel mi birleştirsin yani? Yemek ve popüler kültür mü Filistin’i özgürleştirecek?”

Arkadaşın söylediği, Beytüllahim’deki ırk ayrımcılığı duvarına sprey boyayla yazılmış şu sinir bozucu cümleyi hatırlattı: “Humus yapın, savaş değil.” Sanırım, duvarın önünde fotoğraf çekmek ve fotoğrafların altına her iki taraf, barış ve sevgiye dair sözler yazsın diye, orada bulunan yabancı bir turistin el yazısıyla yazdığı bir sözdü bu. Oysa bu sözde, dayanışma kisvesi altında boş bir hümanizmden başka bir şey yoktu.

İsrail, Gazze’nin çocuklarının kanının da kırmızı olduğunu biliyor mu? Yerleşimci sömürgecilik ve hümanizm bir arada var olamaz. İlkinin doğası, ikincisini dışlar. Fikri yapımız ve günlük gerçeklerimiz gereği eşit değiliz. Humus yapmak, bu konuda hiçbir şeyi değiştiremez.

O gün kalbimin bana söylediklerini dile dökmem, ayrıca, Filistin’e dair yazı yazmayla ilgili yaklaşımımı tümüyle değiştirmem dört yılımı aldı. İlk yorumlarımda, özlü ve sağduyulu bir dil ve üslup benimsemiştim. Artık kendimi denetlemiyorum. Sadece kalbimde değil, sözlerimde de öfkeye, alaycılığa ve küçümsemeye yer veriyorum. Bu sahiciliğin kimi okurları benden uzaklaştırması, onlara ağır gelmesi muhtemel.

Yukarıdaki sözü hatırlamakta fayda var: “Kimin umurunda?”

Toni Morrison’ın sözleriyle, boynumuza takılmış bukağıyı onun yükünü hafifletecek kişilere beğendirecek değilim. Kendi sözlerimizin küresel kuzeyden gelen okurun duygularına bağlı olması, yalnızca düşüncelerimizdeki değil, varlığımızın özündeki sömürgeci kalıntıların bir kanıtıdır. Eğer kabul edilemez olmak bir şiddet eylemiyse, varsın öyle olsun. Kitaplarımız, hikâyelerimiz, konuşmalarımız, sınıf tartışmalarımız şiddet yüklü olsun. Bazı insanlar varsın bizden kopsun. İnsanları, kendilerini ayrıcalıklı kılan hiyerarşileri sorgulamaya zorlayalım. Akademik ve mesleki ortamlardaki güvenimizde şiddet yanlısı olalım.

Ve evet, şiddet aynı zamanda silahtır, rokettir, taştır. Sömürgecilik karşıtı olmak, şiddettir. Sonuçta, dünyayı barışçıl bir şekilde kendi ekseni etrafında kim döndürebilir ki?

Şiddet eleştirileri işittiğinizde aklınıza, Gazze hapishanesinden kaçıp zalimlere karşı koyduğu o anı anlatanlar gelsin. O insanlar ki bugün, 1948’de Gazze’den kovuldukları topraklara roketler atıldığında nasıl “Allahu Ekber!” haykırdıklarını heyecanla anlatıyorlar. Şiddet eleştirileri işittiğinizde aklınıza, en küçük çocuğunun cansız bedenini kucağında tutarken, kocası ve diğer üç çocuğunun cesetleri yanında yatarken, “Allah onları helâk etsin !” diye bağıran anne gelsin.

İşte ben, onlarla birlikte “Allahu Ekber” diye bağırıyorum. Her yakarışlarına “Amin” diyorum. Acıları beni tüketiyor. Tarif edilemeyecek kadar etkiliyor.

11 Eylül’e tepki vermeyen karakteri düşünüyorum. Beyaz bir adam olarak o, benim gibi değil. Bir tür acının tükettiği, başka bir acının duygusuz kıldığı biri değildi o. Ama tıpkı onun kendisini tarif ederken dile getirdiği gibi ben de 7 Ekim’deki katliamlara karşı “dirençliydim.” Hiçbir dehşet, korku, keder veya merhamet hissetmedim. Etkilenmedim. Duyarsızlaştığımı düşünmedim, kendi insanlığımı sorgulama gereği duymadım. Eminim ki bu, bazı insanlar için korkunç bir itiraf. Bu noktada kendime şunu hatırlatıyorum: Kimin umurunda? Çünkü eğer umursarsam, Filistin’i merkezden uzaklaştırırım. Kederimi küçümserim. Öfkemi önemsizleştiririm. Suçlu olduğumu zımnen kabul ederim. Medeni olmayı önemserim. Oysa ben artık medeni olmak istemiyorum. Bunun yerine şunu soruyorum: Küresel kuzeyin tepkisine mazhar olmaya kimler layık?

Sınıf arkadaşım John’un 7 Ekim’de Gazze hapishanesinden kaçan Filistinlilere nasıl tepki verdiğini merak ediyorum. İsrail’in tepkisi hakkında ne düşünüyor mesela? John, o zamandan beri nüfus kayıtlarından silinen yüzlerce ailenin isimlerini okudu mu? Annelerini aramak için enkazları çıplak elleriyle karıştıran çocukları gördü mü? Çocuklarının kalıntılarını plastik torbalarda taşıyan bir babayla tanıştı mı? Şiddeti kınamamızı istiyor mu? Hâlâ ulus olmanın soyut, keyfi ve modası geçmiş olduğunu mu düşünüyor?

Meryem Mesud
27 Ocak 2024
Kaynak

0 Yorum: