Giriş:
27
Mayıs Anayasası’nın sağladığı nispi özgürlük ortamı içinde Türkiye solu,
sınırlı da olsa, legal çalışma olanaklarına sahip oldu. Çeşitli küçük burjuva
sosyalist fraksiyonları ortaya çıktı. Belirli ölçüde bu akımların etkisi
altında kalsa da, Türkiye üniversite gençliği, sosyalist gençlerin öncülüğünde
bağımsızlık bayrağını yükseklerde tutmaya çalıştı. Bu mücadelesiyle Türkiye’nin
politik hayatını önemli ölçüde etkiledi. Gençliğin parlattığı kıvılcım, giderek
işçi ve köylü yığınlarını da sardı. Derinleşen ekonomik ve politik krizle
birlikte, söz konusu küçük burjuva sosyalist fraksiyonlarının ihanetleri de
iyice belirginleşmeye başladı.
Bu
broşürümüzde, özellikle 1963 yılından sonra gençliğin giderek güçlenen
anti-emperyalist mücadelesinin ve küçük burjuva sosyalist akımlarının
ihanetlerini anlatmaya çalıştık. Kısaca, devrimci mücadele hakkındaki
görüşlerimizi belirttik.
* * *
Fikir
Kulüpleri Federasyonu’nun Kuruluşu ve
TİP Oportünizminin Gençlik Hareketi Üzerindeki Etkileri
İlk
Fikir Kulübü, Demokrat Parti’nin son yıllarında, bir küçük burjuva aydınlar
hareketi olarak Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde eyleme geçti. Cumhuriyet Halk
Partisi paralelinde Demokrat Parti’ye karşı yürütülen muhalefetin bir parçası
olmaya çalıştı.
27
Mayıs 1961 Anayasası’nın sağladığı nispi özgürlük ortamı içinde, küçük burjuva
sosyalizmi, “Toplumcu” fikirler moda olmaya başlayınca, Fikir Kulübü de bu
modaya uydu. Türkiye İşçi Partisi içinde icazetli sosyalizmi tezgâhlayan Aybar,
Aren, Boran hainler kliğinin varlığı da Fikir Kulübü’nün “sol” oportünist
çizgisini, küçük burjuva sosyalizmi yolundaki atılımını tam anlamıyla etkiledi.
Özellikle Aren’in etkisi altında kulüp, görünüşte sol özünde sağ pasifist bir
politika izlemeye başladı. Bu politikası onu, uzun süre geniş öğrenci
kitlesinden soyutladı; küçük burjuva sol gevezeliklerinin yapıldığı, içine
kapanık ufak bir grup olarak bıraktı.
1965
yılında Kozlu kömür ocaklarındaki işçilerin ekonomik hakları için greve
gitmeleri, yürüyüş yapmaları, jandarma ve polis ile çatışarak iki can
vermeleri, Türkiye toplumu ile birlikte bu pasifist küçük burjuva
sosyalistlerinin kulübünü de sarstı. Kulüp yöneticileri, kulüp üyesi cemiyet
başkanının istifasına varan anlaşmazlıklar sonucu, işçileri destekleyen bir
sessiz yürüyüşü zar zor tertipleyebildiler. Pek kalabalık olmayan ve çekingen
bir hava içinde geçen bu yürüyüş, bütün eksikliklerine rağmen, kulübün
hayatiyet kazanmasına yardımcı oldu. Zayıf da olsa hareket, Ankara üniversite
gençliği içerisinde bir toparlanmayı sağladı.
1965
baharında Dönüşüm adlı dergi, kulüp üyeleri ve bazı TİP’li gençler
tarafından çıkartıldı ve Kızılay’da satılmaya başlandı. Dergiyi satanlara
faşistler ve polis saldırdı. Bunlara karşı verilen kavgalar daha güçlü bir
toparlanmayı da peşinden getirdi. Kavgalar, çeşitli fakültelerdeki sol eğilimli
gençleri biraraya topladı. Yeni yeni Fikir Kulüpleri kuruldu ve bunlar
birleştirilerek bir federasyona gidildi. Böylece, 1965 sonbaharında Fikir
Kulüpleri Federasyonu, yeni adıyla Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu doğdu.
Birkaç
hareketin sonucu sol eğilimli gençliğin toparlanmasıyla doğan federasyon, TİP
oportünist yönetici kliğinin kontrolünde, pasifist bir çizgi izledi. “Biz
kendimize özgü bir sosyalizm uygulayacağız” diyerek Marksizm-Leninizmi inkâr
eden; DİSK’li işçi simsarları ile anlaşarak, işçi sınıfının sendikal
mücadelesini sosyalist mücadele imiş gibi yutturmaya çalışan; temsili
demokrasiciliğin parlamentosunu tek eylem alanı seçip, “aman faşizm geliyor”
yaygaralarıyla Amerikan emperyalizmine karşı her türlü aktif mücadeleyi
reddeden TİP oportünist yönetici kliğinin elinde FKF, hızla bir yozlaşmaya
doğru sürüklendi. FKF merkez binası, Aren’in etrafında çöreklenmiş, korkak,
kariyerist, hain yöneticilerin elinde içkili, kumarlı bir dans salonu haline
geldi. Bu yer, haklı olarak “FKF diskotek” diye anılmaya başlandı.
Tabanın
baskısıyla bu devrede, Dean Rusk olayı [ABD dışişleri bakanı Rusk’ın 19 Nisan
1966 günü CENTO toplantısı için Ankara’ya gelişi protesto edildi. Bu, FKF’nin
ilk eylemiydi. -İştiraki’nin notu] gibi birkaç anti-emperyalist hareket
yapıldı. Yalnız bunlar, kararsız ve korkakça sürdürülen hareketler olduğu;
Türkiye’nin baş çelişkisini dile getiren doğru anti-emperyalist sloganlar
saptanamadığı; anti-emperyalist potansiyele sahip gençlik kitlesine karşı
sekter bir tavır takınıldığı için, büyük kitle eylemleri haline dönüşemediler.
Federasyonunun bu küçük burjuva mezhepçi politikası, TMTF ve TMGT gibi diğer
küçük burjuva örgütlerinin daha uzun süre gençlik kitlesinin öncüsü olarak
gözükmelerini sağladı.
Görünüşte
sol, özünde sağ pasifist politika, faşistlerin üniversite çevrelerinde
örgütlenmelerine kolaylık sağladı. Tabiî bu lafta keskin palavracı pasifist
küçük burjuva sosyalistleri, paçaları sıkışınca büyük bir gönül rahatlığıyla, “gerçek
Atatürkçü gençlik biziz” demekten de geri kalmıyorlardı.
Giderek
FKF, hiçbir ideolojik temele dayanmayan küçük burjuva kişilik çatışmalarının
alanı haline geldi. Ortaya bir sürü ahbap çavuş birlikleri çıktı. Bunlardan
birçoğu, özellikle kendi fakültelerine dayanarak iktidara gelmeye çalışıyorlar,
yaratmaya çalıştıkları fakülteler arası sunî çelişkilerle devrimci gençlik
hareketinin geleceğini tehlikeye düşürüyorlardı. Grupçukların hepsi de hain TİP
yönetici kliğinden kendilerine destek sağlamaya çalışıyorlardı. Elde sınıf
pusulası olmadığı için, bunların en namusluları, FKF’deki aksaklığı sadece
yöneticilerinin korkaklığına, ahlâksızlığına bağlamaya çalışıyorlar, faşistlere
ve Amerikan emperyalizmine karşı daha aktif eylemlere girişilmesini
istiyorlardı. Ama daha bunlar da TİP yöneticilerinin ihanetlerinin farkında
değillerdi.
Sonuç
olarak, TİP oportünizminin kontrolündeki FKF, düzene midesinden bağlı bir sürü
yoz küçük burjuva şarlatanı yetiştiren bir örgüt haline geldi. FKF bünyesindeki
bir sürü saf, iyi niyetli bilinçsiz militan, umutsuzluğa sürüklendi. Neyse ki,
giderek derinleşen ekonomik krizle birlikte keskinleşen sınıf mücadelesi,
Marksizm-Leninizmin temel klasiklerinin Türkçeye çevrilmeleri ve Amerikalı
dostlarımızın (!) o muhteşem 6. Filo’ları ile İstanbul ve İzmir ziyaretleri
imdada yetişti. Gençliğin giriştiği her anti-emperyalist harekette; işçilerin
ve köylülerin fabrika ve toprak işgallerinde; faşist komando bozuntularının her
saldırılarında TİP oportünist yönetici kliğinin ve onlara bağlı FKF yönetici
kliğinin ihanetleri, pasifizmleri iyice açığa çıktı. Kendiliğinden gelişen
hareket karşısında TlP’in pasifizmi çökerken, ortada tek alternatif olarak
kalan Türk Solu dergisinin küçük burjuva anlamda demokratik devrim
muhalefeti güç kazandı.
“Demokratik
Devrim” Adımını Savunanların FKF’de Kısa Süreli Hâkimiyetleri
ve TİP Oportünizminin Tekrar FKF Yönetimine Gelişi
FKF’nin
ikinci kurultayı 1968 ilkbaharında toplandı. Artık tabanda FKF yönetici kliğine
karşı genel bir itimatsızlık, yeni bir kan arayış vardı. Ortaya tek alternatif
olarak çıkan Türk Solu hareketine karşı bir sempati beslenmeye başlanmıştı. Ama
bu hareket, hiçbir zaman demokratik devrim adımını Marksist-Leninist
temellerine oturarak savunamıyor; “demokratik devrim” muhalefetini sağ bir
çizgiden yürütüyordu. Marksist-Leninist parti meselesini ele almadan soyut “milli
cephe” çağrılarında bulunması; saflarını küçük burjuva radikallerine olduğu
gibi açması; “küçük burjuva radikallerini küstürmeyelim” diyerek sosyalizm
yasağı uygulamaya kalkması; küçük burjuva radikalizminin gücünü abartarak
devamlı asker-sivil aydın zümrenin iktidara ne kadar yakın olduğunun
hesaplarını yapması; küçük burjuva radikalizminin şemsiyesi altına gizlenerek
mücadele vermeye çalışması, hâlâ TİP oportünizminin “sol” gevezeliklerini bazı
militanlara daha sempatik gösteriyordu!
Türk
Solu hareketinin sağdan muhalefeti, TİP oportünizminin çöküşünü geciktiriyordu.
Türk Solu hareketinin TİP oportünizmine nazaran tek avantajı, küçük burjuva
anlamda aktivizmi savunmasıydı. Gençliği onun saflarına çeken, bu yanıydı.
Şüphesiz bu anlamda bir aktivizm, sınıf mücadelesi içinde ortaya çıkacak
Marksist-Leninist öncü kadronun amansız anti-emperyalist mücadelesi yanında
pasifizmin en iğrençlerinden, teslimiyetçilik politikasının en tipik
örneklerinden biri olarak gözükmeye mahkûmdu. Ama o şartlar altında gençliğin
desteği, pasifizmin bataklığında yüzen TİP oportünizminin saflarından Türk Solu
oportünizminin saflarına kayıyordu. Sınıf mücadelesi içinde Marksist-Leninist
kadrolar ortaya çıkıncaya kadar, oportünizmlerden biri batarken diğeri güç
kazanıyordu!
FKF
tabanının yeni bir arayış içinde olduğu, Türk Solu hareketinin giderek sempati
kazanmaya başladığı bir dönemde, Doğu Perinçek, başkan adayı olarak ortaya
çıktı. Doğu Perinçek, Dönüşüm dergisinin fiyaskoyla sonuçlanan 1967
yılındaki ikinci çıkışında, kendinden emin, büyük bir gönül rahatlığıyla, hain
TİP yönetici kliğinin goygoyculuğunu yapmış; “Türkiye’nin meseleleri sokakta
halledilmez, Türkiye sosyalist devrim adımındadır!..” diye yazılar yazarak, Yön
dergisinde kapitalist olmayan yol tezini E. Tüfekçi adıyla savunan Mihri
Belli’ye cevaplar vermiş; son güne kadar da TİP bilim kurulunda (!) görev
almıştı. Bu çabalarından dolayı TİP yönetici kliğinin itimadını kazanmış olan
burjuva politikacılığının ustası Doğu Perinçek, FKF kurultayında kafasının
içindekileri, bir bezirgân kurnazlığıyla saklamasını bildi ve önemli bir
muhalefetle karşılaşmadan başkanlığa seçildi.
Doğu
Perinçek’in başkanlık devresi pek uzun sürmedi. Esas yüzünü göstermesiyle,
önümüzdeki adımın Millî Demokratik Devrim adımı olduğunu küçük burjuva anlamda
savunmasıyla, TİP yönetici kliğinin şimşeklerini de üzerine çekti. Peşinden
FKF’nin Dev-Güç (Devrimciler Güçbirliği) kuruluşu içine girmesi ve 29 Nisan
1968’deki anti-emperyalist mitinge katılmasıyla birlikte, TİP yönetici kliğinin
Doğu Perinçek yönetimini devirme faaliyetleri de hız kazandı. TİP, içinde güçlü
olduğu genel yönetim kurulunu vaktinden önce toplantıya çağırdı ve Doğu
Perinçek’in yerine Zülküf Şahin’i başkanlığa getirdi. Doğu Perinçek yönetiminin
FKF merkezinden atılması, iki oportünist fraksiyon arasındaki mücadeleye
yaraşır biçimde içkili bir toplantı ile kutlandı.
Dev-Güç’ün
kuruluşu, proleter devrimci örgütlenmeye biraz daha iyi ortam hazırlamak için
sadece taktik bir girişim olarak ele alınmış olsaydı, bir miktar yararlı
olabilirdi. Ama, Türkiye’deki sol hareketi basit bir slogan savaşı haline
getiren küçük burjuva sosyalistleri, sağlam proleter devrimci bir örgütlenme
olmadan kâğıt üzerinde sanki gerçek anti-emperyalist cephe kurulabilirmiş gibi,
Dev-Güç girişimini abartıverdiler. Küçük burjuvazinin asker-sivil aydın
kanadını bile gerçekten temsil edemeyecek birkaç küçük burjuva aydınıyla aynı
masaya oturan küçük burjuva sosyalistleri, yıkılmaz(!) “millî cephe”yi
kurduklarını ilân ediverdiler. İşi o kadar ileriye götürdüler ki, “aman millî
cephe(!) yıkılmasın” diyerek, Dev-Güç içindeki sosyalist gençlik temsilcilerine
usturuplu konuşma, sosyalist olduğunu gizleme taktikleri vermeye başladılar.
Böylece, gençlik hareketi içinde Türk Solu hareketiyle birlikte tohumları
atılan sağ oportünizm iyice beslendi. Proleter devrimci(!) Aydınlık oportünizmi
boşlukta değil, böyle bir ortam içinde yeşerdi.
Doğu
Perinçek yönetiminin kısa bir süre içinde devrilmesi aslında doğal sonuçtu. Bir
kere, Doğu Perinçek yönetimi TİP oportünizmine karşı açık ideolojik bir
mücadeleyle değil de, hile ile iktidara gelmişti. Doğu Perinçek, TİP oportünist
yönetici kliğini aldatmıştı. Bu nedenle, genel yönetim kurulunda ve hattâ
başlangıçta merkez yürütme kurulunda bile TİP oportünizminin büyük etkisi
vardı. İkincisi, Doğu Perinçek yönetimi iktidara geldikten sonra da TİP
oportünizmine karşı sağlam ideolojik bir mücadele veremedi. Doğu Perinçek’in
temsil ettiği küçük burjuva oportünist fraksiyonundan böyle bir mücadeleyi
vermesi de beklenemezdi zaten.
Dönüşüm
dergisinin sayfaları arasından “Türkiye’nin meseleleri sokakta halledilmez”
diye bar bar bağıran Doğu Perinçek, birdenbire daha “gerçekçi” Türk Solu
oportünizminin “Millî Demokratik Devrim” stratejisini keşfedivermişti. Bu büyük
keşfi(!) sayesinde Millî Demokratik Devrim adımını bir türlü Marksist-Leninist
temellerine oturtamıyor; sosyalist devrim adımına geçebilmek için, Millî
Demokratik Devrim adımında gerekli olan proletaryanın öncülüğü gerçeğini
masumâne(!) unutuyor; Millî Demokratik Devrim adımı ile sosyalist devrim adımı
arasına bir Çin seddi çekiyordu. Sözün kısası, TİP oportünizminin, küçük
burjuva pasifizminin en keskin sözcülerinden biri iken, birdenbire küçük
burjuva kuyrukçuluğunun en keskin sözcülerinden biri oluvermişti. Kendi
saflarından bir başka küçük burjuva oportünist fraksiyonunun saflarına
birdenbire sıçrayan Doğu Perinçek’i TİP oportünizmi affetmedi. Hemen alaşağı
ederek, Doğu Perinçek’in temsil ettiği akımın oportünizminin pratikte de iyice
açığa çıkmasına meydan vermedi. Bu davranışı ile, Doğu Perinçek’in bir süre
daha meydanda yalancı pehlivanlık yapmasına yardımcı oldu. Buna rağmen, yaşı
daha genç olduğu için, etrafındaki öteki “genç oportünistlerle birlikte Doğu
Perinçek’in kılık değiştiren oportünizmini ortaya koyabilmek ve kılıktan kılığa
girebilmek için bol bol vakti vardı.[1]
Doğu
Perinçek’in devrilmesiyle birlikte FKF yönetimini tekrar ele geçiren TİP
oportünizminin artık FKF bünyesinde ve dışında gelişen devrimci gençlik
hareketini köstekleyecek gücü kalmamıştı. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’ne bağlı
gençler ve diğer sosyalist gençler, Elmalı’da toprak işgali yapan köylülerin
yanına koşuyorlar; İstanbul’da Devrimci Öğrenci Birliği’ne ve FKF’ye bağlı bazı
yiğit sosyalist militanlar, anti-emperyalist hareketlerin başını çekiyorlardı.
6. Filo’nun İstanbul ziyaretleri sırasında, gençlik kitlesi, Amerikalıları
denize dökmeden önce TİP oportünistlerinin kurdukları barikatları parçalıyordu.
Ankara’da, tabanın, baskısına dayanamayan FKF Merkez Yürütme Kurulu, Amerikan
Haberler Merkezi’ne ve diğer Amerikan binalarına saldırılar yapılmasına boyun
eğmek zorunda kalıyordu. Filonun İzmir ziyaretinde ise, tabanın baskısıyla
İzmir’e gitmek zorunda kalan Merkez Yürütme Kurulu, diğer gençlik
teşkilatlarına karşı takındığı sekter tavırla hareketin zayıflamasına sebep
oluyordu. [Amerikan başkanı Johnson’ın Kıbrıs öze temsilcisi] Cyrus Vance’in
ziyaretinde DÖB’lü gençler, İstanbul’da hava alanına yürürlerken; Ankara’da da
FKF Yönetiminden tamamen bağımsız sosyalist gençler, hava alanında gösteri
yapıyorlar ve akşam Amerikalılara ait bazı binaları basıyorlardı. Faşist
komando bozuntularının saldırılarına karşı FKF Yönetimi pasif bir tavır
takınırken, kendi başlarına örgütlenen sosyalist gençler, faşistlere yiğitçe
karşı koyuyorlar, faşistleri eziyorlardı. FKF oportünist yönetici kliği
faşistlerle uzlaşmaya çalışırken, sosyalist gençler en devrimci tavırla,
faşistlerin fakültelerdeki panolarını kaldırıyorlar, onlara fakültelerde hayat
hakkı tanımıyorlardı. Kendiliğinden gelişen işçi, köylü, gençlik hareketleri,
giderek keskinleşen sınıf mücadelesi karşısında TİP oportünizmi iyice iflas
ediyordu. TİP oportünizminin etkisinden kurtulmaya başlayan sosyalist gençlerin
öncülüğünde anti-emperyalist gençlik hareketleri giderek güçleniyordu.
1968
sonbaharında toplanan TİP kurultayında, oportünist hain TİP yönetici kliğinin
kahramanları başarısızlıklarının suçunu birbirlerinin üzerine atarak
parçalanıyorlardı. İkide bir “TİP oportünizmine karşı ideolojik mücadele verdik”
diye yaygara koparan Doğu Perinçek de, aynı kurultayda TİP oportünist yönetici
kliğinin baş kahramanlarından Sadun Aren ile ortak liste çıkartabilmek için
görüşmeler yapıyordu. Bu tavrına karşı çıkıldığı zaman ise, “büyük bir tarihi
hata işliyorsunuz!” diyerek kendini ve kendine bu ince taktiği(!) öğütleyeni
savunuyordu. Doğu Perinçek ve o zamanlar Doğu Perinçek’e bu işleri
öğütleyenler, ilkelerden taviz vermeyen Marksist-Leninist devrimci politika ile
burjuva politikacılığını hep karıştırdıkları için, dahiyane hesaplar(!) yaparak,
kendileri gibi diğer bir oportünist fraksiyonu kafese koymaya çalışıyorlardı.
FKF
üçüncü kurultayı gelip çattığında durum, genel hatlarıyla yukarıda anlatıldığı
gibiydi. Pasifist TİP oportünizmi gençliğin desteğini kaybederken, ortada tek
alternatif olarak kalan Türk Solu oportünizmi, işin doğru teorik özünden
habersiz aktif anti-emperyalist mücadele yürütmeye çalışan gençlik kitlesinin
sempatisini kazanıyordu.
Üçüncü
FKF Kurultayı ve FKF’nin Gençliğin Tek Kitle Örgütü Haline Gelmesi
1969
Ocak ayının başında yapılan kurultayda TİP oportünizminin söyleyecek pek bir
şeyi yoktu. Tek demagoji vasıtaları, “demokratik devrim” adımını Türk Solu
çizgisinde savunanların küçük burjuva kuyrukçuluklarını pek açık şekilde ortaya
koyan proletaryanın demokratik devrimde öncülüğü meselesinin ele alınmayışı ve
partisiz cephe çığlıklarıydı. İşte bu nedenle, bir sürü inanmış saf militanın hâlâ
kafası karışıyor, “sol” gevezelikler yapan TİP oportünizmini daha sevimli
görebiliyordu. Bu durumda, kafaları karışık olan delegeler, genellikle
eylemlerde tanıdıkları arkadaşlarına oylarını verdiler. TİP oportünizminin
ancak birkaç keskin sözcüsü Genel Yönetim Kurulu’na girebildi.
Genel
Yönetim Kurulu içinde yapılan seçimlerde, TİP oportünizminin adayı Hüseyin
Ergün kaybetti ve genel başkanlığa Yusuf Küpeli, Merkez Yürütme Kurulu
üyeliklerine de yine TİP oportünizmine karşı olan arkadaşlar seçildiler.
Yalnız, İstanbul sekreterliği TİP oportünistlerinin elinde kaldı. Çünkü,
İstanbul’da muhalefet, genellikle FKF dışında gelişmiş ve ayrıca DÖB adı
altında örgütlenmişti. FKF içindeki muhalefet, sekreterliği alamayacak kadar
zayıftı. Ankara ve İstanbul’da da bir sürü Fikir Kulübü TİP oportünistlerinin
yönetimi altındaydı. Anlaşılacağı gibi, yeni FKF yönetimi tekrar devrilme
tehlikesiyle karşı karşıyaydı, özellikle Türk Solu hareketinin sağdan gelen
muhalefeti nedeniyle, çoğunluğu TİP oportünizminin etkisinden hâlâ kesinlikle
kurtulamamış saf militanları kazanabilmek için, sadece ideolojik mücadelenin
yeterli olmadığını bilerek, yoğun ideolojik mücadeleyle birlikte hızla aktif
anti-emperyalist eylemlere girmek gerekiyordu. Saflar sağlamlaştırıldığı zaman
da, TİP oportünizminin gençlik içindeki temsilcilerine kesin darbe vurulacak,
kulüplerdeki yönetimleri feshedilecek, önde gelen elemanları kulüplerden ihraç
edilecekti. Yeni yönetim, bunu başarmasını bildi.
FKF’de
seçimler olurken, Vietnam’da adı kasaba çıkmış CIA ajanı Kommer, Türkiye’ye ABD
Büyükelçisi olarak atanmıştı. Kommer, havaalanında devrimci gençliğin
protestosu ile karşılanmış, ODTÜ’de arabası yakılmıştı. TİP oportünist hain
yönetici kliği dâhil, bütün siyasi partiler ve Sosyal Demokrasi Dernekleri
Federasyonu’nun CHP kuklası hain yöneticileri, emperyalizme karşı tam uzlaşıcı
bir tavır takınıp arabanın yakılmasını kınarlar, kitleleri bu önemli
anti-emperyalist direnişin karşısına çıkarmaya çalışırlarken, yeni seçilen FKF
Merkez Yürütme Kurulu’nun ilk işi, bu direnişe sahip çıkmak oldu. Yapılan
propaganda ile önce Üniversite gençliği ve giderek duyurulabildiği ölçüde
işçi-köylü kitleleri olayı benimsediler.
Haklarında
tevkif kararı bulunan arkadaşların teslimi sırasında, ODTÜ’de 5-6 bin kişinin
katıldığı büyük bir anti-emperyalist miting yapıldı. Böylece, SDDF’nin
anti-emperyalist bir direnişe katılmaktan korkan ve ODTÜ’de arkadaşlarını
gammazlayan yöneticileri, tabanlarının kendilerini terk ederek,
anti-emperyalist kavganın en önünde yürüyen FKF militanlarının peşinden
gittiğini gördüler.
FKF
Merkez Yürütme Kurulu, yayınladığı ilk bültende, Milli Demokratik Devrim’de
proletaryanın öncülüğü meselesinden söz ediyor ve yapılacak eylemlerin
kitlelere maledilmesi gereğinin üzerinde duruyordu. Bu bültenle birlikte, FKF
Merkez Yürütme Kurulu ile Aydınlık yazı kurulu içindeki Doğu Perinçek ve
arkadaşları arasında ilk sürtüşme başladı. Doğu Perinçek ve arkadaşları,
“proletaryanın öncülüğünden söz etmek, Aybar oportünizmini diriltmektir” diyerek,
demagojik bir saldırı kampanyası açtılar. FKF içinde daha TİP oportünizmi
kesinlikle yenilgiye uğratılamadan, küçük burjuva kuyrukçuları ile FKF Merkez
Yürütme Kurulu arasında sinsi bir mücadele başladı. İdeolojik gerilik
nedeniyle, Türk Solu hareketinin ve Doğu Perinçek’in sağ oportünizmleri daha
kesinlikle anlaşılamıyor, bunlara karşı açık ideolojik bir mücadele
yürütülemiyordu.
Aslında
bu bültenin eleştirilecek yanı yok muydu? Şüphesiz vardı. Bu bültende ve daha
sonra yayınlanan çeşitli bültenler, bildiriler ve yazılarda Millî Demokratik
Devrim’de proletaryanın öncülüğünden bahsediliyordu, ama FKF merkez yürütme
kurulu üyelerinin ideolojik düzeyleri doğru yolu tam bir aydınlık içinde
görebilecek kadar ileri olmadığı için bu gerçek, Marksizm-Leninizmin
temellerine oturtulmuş, tam bir teorik aydınlığa kavuşturulmuş değildi.
Proletaryanın millî demokratik devrimde öncülüğü ve devamlı bir özlem olarak
dile getirilen Marksist-Leninist örgüt meselesi son derece soyut olarak
konuyor, hatta teorik yetersizlik nedeniyle zaman zaman Marksist-Leninist
terminoloji yanlış kullanılıyor veya hiç kullanılmıyordu.
Bütün
bunlara rağmen, bu yazılarda ve çeşitli zamanlarda yapılan konuşmalarda Türk
Solu hareketinin sağ çizgisi, modern revizyonizmin kapitalist olmayan yoldan “sosyalizm”e
geçiş tezini savunan çizgisi hiçbir zaman sözkonusu değildi. Şüphesiz küçük
burjuva kuyrukçularından bu yönde yoldaşça Marksist-Leninist bir eleştiri
yapmaları beklenemezdi. Onların bütün derdi, eksikliklerine rağmen, filizlenme
yolunda olan proleter devrimci hareketi pasifize edebilmek, onu küçük
burjuvazinin kuyruğuna takabilmekti.
Bunların
küçük burjuva kuyrukçuluklarını; küçük burjuva radikalleri ile kapitalist
olmayan yol oyununu tezgâhlayabilmek için gençlik kitlesinin başındaymış gibi
gözükmeye çalıştıklarını; aktif anti-emperyalist gençlik hareketlerine geniş
halk kitlelerini bilinçlendirme ve bir halk savaşı için kadrolar çıkartma
açısından değil, küçük burjuvazinin asker-sivil aydın kanadının iktidarına yol
açabilmesi açısından baktıklarını FKF Merkez Yürütme Kurulu üyelerinin bazıları
seziyorlardı. Teorik yetersizlikleri nedeniyle bunlara karşı açık ideolojik
mücadeleye giremedikleri için, sadece pratikte dediklerini yapmamakla, Dev-Güç
içinde ve her yerde sosyalist olduklarını gizlememekle, kendi bildikleri yolda
giderek pasif bir direniş göstermekle yetiniyorlardı. Kuyrukçular da, gençliği
karşılarına alarak, kapitalist olmayan yol oyununda küçük-burjuva radikalleri
ile arayı açmamak için, meseleyi ufak tefek sitemkâr sözlerle
geçiştiriyorlardı. Bazan dostça yapılmaya çalışılan eleştirileri kabul
ediyormuş gibi gözüküp, gençlik kitlesinden işlerine geldiği biçimde
yararlanmaya çalışıyorlardı.
Böyle
bir ortam içinde FKF’nin ilk kitle eylemi köylülerle oldu. Akhisar ve Ödemiş’te
iki tütün mitingi yapıldı. Toprak işgali yapan Atalan ve Göllüce köylüleriyle
ilişkiler kuruldu. Keban’daki greve bir gözlemciyle birlikte bildiriler
yollandı. İzmir ve İstanbul’da 6. Filo’ya karşı ortak direnişe girebilmek için,
ilerici gençlik kuruluşlarının temsilcileriyle görüşmeler yapıldı ve anlaşmaya
varıldı.
Kanlı
Pazar adıyla anılan İstanbul’daki yürüyüş, diğer gençlik ve işçi kuruluşları
ile birlikte hazırlandı. Amaç, 6. Filo’yu ve Amerikan emperyalizmini protesto
etmekti. Halkın da katılmasıyla yürüyüş kolu 25-30 bin kişiyi buldu. Taksime
giren dar yokuşun ağzında polis, yürüyüş kolunun önündeki ufak parçayı
gericilerin tuzağına bırakıp, kalan kısmını da kendisi dağıttı. İki kişi öldü,
yüzlerce kişi yaralandı ve Taksim’de miting yapılamadı. Bu başarısızlığın
çeşitli nedenleri vardı. Bir kere, koskoca yürüyüş kolunun savunmasını sadece
bir grup FKF’li genç üstlenmişti ve hazırlıkları kendilerinden sayıca çok üstün
olan silâhlı gericileri ve polisi alt etmeye yeterli değildi. Sendikacılar ve
diğer gençlik temsilcileri, kendi gruplarını kavgaya hazırlamamışlardı. İkinci
olarak, 25-30 bin kişilik kitleyi gören yöneticiler, kitlenin kavgaya
hazırlıksız olduğunu düşünmeden, büyük bir rehavete kapılmışlar, ayakları ile
düşmanın tuzağına düşmüşler, göz göre göre düşmanın seçtiği en uygunsuz alanda
kavgayı kabullenmişlerdi. Öte yandan, o zamana kadar Türkiye’de bir örneği
olmadığı için, böylesine silâhlı bir saldırı beklemiyorlardı. Bu kalabalığın
hiçbir zaman dağıtılamayacağını hesaplamışlardı. Hesaplar yanlış çıktı; sosyal
pratiğin acı tokadı sınıf kavgasının önemini gençlik liderlerine ve bütün
proleter devrimcilerine bir kere daha gösterdi.
Bu
yenilginin hem ders alma hem de kitlelere anti-emperyalist propaganda yapma
açısından olumlu yanları oldu. Birtakım burjuva basını, her ne kadar meseleyi
müslüman-komünist çatışması imiş gibi yansıtmaya çalışsa da, anti-emperyalist
mesaj kitlelere ulaştı. Özellikle asker-sivil aydın kanat arasında irticayı
silâh olarak kullanan işbirlikçilere karşı önemli tepkiler doğdu. FKF Merkez
Yürütme Kurulu da olayın arkasından Bağımsız Türkiye adlı bülteni geniş
ölçüde dağıtarak, işçi-köylü kitlelerine anti-emperyalist propaganda yapmaya
çalıştı.
Kommer
olayı, tütün mitingleri, Kanlı Pazar olayında toplanan kitle ve yine aynı
günlerde Ankara, İzmir, Adana, Malatya, Trabzon ve Samsun’da yapılan büyük
anti-emperyalist mitingler kararsız birçok militana TİP oportünizmini,
pasifizmini bütün çıplaklığı ile gösterdi. FKF Yönetimi’nin doğru çizgisi
sosyal pratikte iyice açığa çıktı. Artık FKF içindeki TİP oportünizminin
temsilcilerine kesin darbeyi vurmanın zamanı gelmişti. Daha önce TİP
oportünistlerinin oy kaygusuyla FKF’ye almadıkları bütün devrimci gençler ve
FKF dışında örgütlenmiş olan DÖB üyeleri FKF’ye kaydedildiler. Peşinden TİP
oportünistlerinin kontrolü altında olan 6-7 kadar Fikir Kulübü’nün yönetimleri
feshedildi. İdeolojik mücadelenin yanında proleter devrimci şiddet metotları da
kullanılarak, oportünistler ezildi. En önde gelen elemanları yavaş yavaş
kulüplerden atıldı. TİP oportünizminin yanında olan İstanbul Sekreterliği de
istifa etmek zorunda kaldı. Sonunda FKF Merkez Yürütme Kurulu, İstanbul
Sekreterliği’ni de kontrolü altına aldı.
1969’un
Nisan ayı içinde Singer grevi gibi çeşitli işçi grevleri desteklenir, Söke ve
Diyarbakır köylü mitinglerinde FKF temsilcileri konuşurlarken, Ankara’da da
büyük bir anti-emperyalist yürüyüş yapıldı ve bütün üniversitelerde ve bazı
yüksek okullarda işgallere gidildi. Başta AP ve CHP olmak üzere bütün siyasî
partiler kendi aralarındaki «çıkar çelişkilerini» bir yana atıp bu
anti-emperyalist direniş karşısına ortaklaşa dikildiler. Bu partilerin
tehditlerinden korkuya kapılan FKF içindeki ve dışındaki TİP oportünistleri,
saflarda panik yaratarak hareketi provoke etmeye, çökertmeye çalıştılar.
SDDF’nin CHP kuklası samimiyetsiz kaypak yöneticileri, başlangıçta bir sürü
mızıkçılıkla pasif bir şekilde harekete girmelerine rağmen, karşı-devrimci
güçlerin baskısı artınca hareketin karşısına geçiverdiler. FKF’yi yalnız
bırakarak direnişi çökertmek, böylece onun gençlik arasındaki prestijini yok
ederek gerilemesini sağlamak istediler. Bu davranışlarıyla bir kere daha
anti-emperyalist gençlik hareketine ihanet ettiklerini, emperyalizmin ve yerli
köpeklerinin ekmeğine yağ sürdüklerini açıkça ispat ettiler. İçten ve dıştan
yapılan bütün provakasyonlara, baskılara rağmen hareketin gerilemediği
görülünce de, ODTÜ Rektörü işbirlikçi hain Kurdaş, üniversiteye polisi soktu.
Polisin ODTÜ’ye girmesiyle birlikte karşı-devrimci güçlerin tehditleri ve TİP
oportünistlerinin provokasyonları da yoğunlaştı. Bütün bu baskılara ve provokasyonlara
rağmen, SDDF’nin tabanının önemli kısmının desteğini de almayı beceren FKF
yönetimi, hareketi kararlılıkla sürdürdü ve istediği şekilde ve zamanda
bitirdi. FKF’nin başarı ile sürdürdüğü bu hareket, onu güçlendirdi, FKF’yi gençliğin
tek kitle örgütü haline getirdi.
Bu
olaylar sırasında FKF yönetimi ile aynı saflardaymış gibi gözüken şimdiki Proleter
Devrimci(!) Aydınlık sözcüleri de, dar klikçi anlayışlarının,
kariyerizmlerinin, oportünizmlerinin sonucu, örgüt disiplinini çiğnediler ve
provokasyonda TİP oportünistlerinden geri kalmadıklarını açıkça gösterdiler.
İkide bir de “kitle çizgisi” diye demagoji yapan bu şarlatanlar, kavga içindeki
FKF Merkez Yürütme Kurulu’nun haberi olmadan hareketin çok ilerisinde komik
sloganlarla dolu imzasız bir bildiriyi gereksiz yere yayınlayarak SBF’yi
kurtarılmış vaha”[2] yaptıklarını ilân ettiler. Yine aynı bildiride, Şeyh Said
hareketinin gerici niteliğini açıkça belirtmeden ve Türkiye’deki Kürt meselesi
üzerine sosyalistlerin görüşlerini açıklığa kavuşturmadan, “Şeyh Said güruhu” terimini
kullanarak, teorik düzeyleri geri bazı samimi devrimci Kürt arkadaşları FKF
Yönetimi ile karşı karşıya getirdiler. Polis de topladığı bu bildirilerden bir
kısmını Kürt arkadaşların kaldığı yurtlardan içeri gizlice atarak işi
kızıştırmaya çalıştı. Bu bildiri, TİP oportünistlerinin de FKF yönetimine
saldırarak kafaları bulandırabilmeleri için uygun ortam yarattı. Açık bir
eleştiri-özeleştiri ortamı yaratmaktan kaçınan FKF Merkez Yürütme Kurulu da bu
meselede önemli bir hata işledi.
Örgüt
üzerinde hakimiyetini kesinlikle kuran FKF Merkez Yürütme Kurulu, Dev-Güç kuruluşuna
tekrar katıldı. Dev-Güç içindeki tek savaşçı kuruluş olan FKF’nin yöneticileri,
küçük-burjuva kuyrukçuluğunun batağına saplanmamak için büyük çaba sarfettiler.
Bütün gençlik hareketlerinde ve diğer hareketlerde kitlelere anti-emperyalist
bilinç götürmeyi ve Marksist-Leninist kadrolar ortaya çıkartmayı tek amaç
olarak aldılar. Dev-Güç içinde her zaman proletaryanın ideolojisini benimsemiş
bir kuruluş olduklarını açıkça belirttiler. Bu ilkelerden taviz vermeme,
Marksist-Leninist olduğunu gizlememe konusundaki tavırlarını Doğu Perinçek ve
çevresinin muhalefetine rağmen kararlılıkla sürdürdüler. FKF Merkez Yürütme
Kurulu üyeleri, TİP oportünistlerinin aman
faşizm geliyor, kıpırdamayalım!..” demeleri ile, Türk Solu çevresinin “aman
küçük-burjuva devrimcilerini küstürmeyelim, millî cephe (!) yıkılır!..” diyerek
sosyalizm yasağı uygulamaya kalkmaları arasında proletaryanın kavgasına ihanet
açısından pek önemli bir fark olmadığını çok iyi anladılar.
Kısa
kir süre sonra, Dev-Güç’ün ne biçim bir “milli cephe” olduğu; sağlam proleter
devrimci bir gücü temsil etmeden ve proletaryanın davası uğruna ciddi kavga
vermeden, kendine sosyalist sıfatını yakıştırıveren birkaç küçük-burjuva aydını
ile yine küçük burjuvazinin asker-sivil aydın kanadını bile temsil ettiği
şüpheli olan diğer birkaç küçük burjuva aydınlarının aynı masaya oturmasıyla
milli cephenin kitle gücünün bile oluşmayacağı açıkça ortaya çıktı. Güç
birliklerinin öyle kâğıt üzerinde kurulamayacağı, Dev-Güç deyince ortada tek
bir gençlik örgütünün FKF’de olduğu anlaşıldı.
Dev-Güç’ün
bütün ömrü boyunca ancak iki tane 29 Nisan mitingi yapabilmesi de bu gerçeği
açıkça ortaya koyuyordu (Aslında bunlara da FKF’nin Dev-Güç kuruluşu içindeyken
yaptığı eylemler demek daha doğru olur). Bütün Dev-Güç masalının gerisinde
yatan gerçek, “millî cephe” çığlıklarıyla gençlik kitlesini modern
revizyonizmin kapitalist olmayan yol mavalı uğruna kullanabilmekti.
Dev-Güç’ün
gerçekten güçlü anti-emperyalist bir millî cephe oluşturma, geniş halk
kitlelerini uzun vadeli anti-emperyalist bir savaşa hazırlama gibi niyetleri
yoktu. Böyle devrimci bir niyet ve çalışma olmayınca, sosyalist gençlik de
ilkelerden taviz vermeyince, bütün kâğıt üzerindeki güçbirlikleri gibi ortada
Dev-Güç diye bir şey kalmadı. Ama, anti-emperyalist gençlik hareketi daha da
büyüdü, güçlendi!
FKF’nin
şehir küçük-burjuvazisiyle giriştiği en büyük kitle eylemi, Mayıs ayı içinde
Ankara’da yapılan Yargıtay yürüyüşü oldu. İrticayı protesto etme amacıyla
tertiplenen yürüyüşe FKF’nin katılmaması için polis, elinden gelen provokasyonu
yaptı. “Yargıçlar FKF’yi istemiyorlar” diye yalan haberler çıkarttı. Doğu
Perinçek ve çevresi de “Aman küçük-burjuvazi şahlandı, siz slogan atmayın,
sessizce onları izleyin!..” diyerek, her zaman olduğu gibi küçük-burjuvazinin
kuyruğuna takılmayı FKF yöneticilerine öğütlediler. Polis provokasyonlarına ve
küçük-burjuva kuyrukçularının öğütlerine kulak asmayan FKF yöneticileri, irtica
ile emperyalizmin ilişkisini ortaya koyan bir bildiri yayınladılar ve en önde
yürüyüşe katılarak, harekete gerçekten anti-emperyalist bir nitelik
kazandırdılar.
Eğer
FKF militanları, hareketin en önünde anti-emperyalist sloganlar atmasalardı,
küçük burjuva devrimcileri, hiçbir zaman irtica ile emperyalizm arasındaki bağı
kuramayacaklar, soyut “kahrolsun gericiler” ve “Atatürk geliyor” sloganları ile
20-25 bin kişinin potansiyelini boşa harcayacaklardı.
1969
Haziran’ı, en büyük gençlik hareketleri de tanıklık etti. Üniversite reform
tasarısı kanunlaşmadan Meclis’in tatile girmesi üzerine, İstanbul ve Ankara üniversitelerinde
bazı öğretim üyeleri idari görevlerinden istifa ettiler. Bunun üzerine,
İstanbul Üniversitesi’ndeki devrimci gençler, öğretim üyelerini desteklemek
amacıyla bütün fakülteleri işgal ettiler. Diğer bütün öğretim üyelerini de
idari görevlerden istifaya çağırdılar. Akademik nedenlerle başlayan hareket,
kısa zamanda Amerikan emperyalizmini ve işbirlikçi siyasi iktidarı hedef alarak
politik bir nitelik kazandı. Böylece Ankara, İzmir, Erzurum ve Eskişehir’e
sıçrayacak olan büyük Haziran hareketleri başladı.
İstanbul
Üniversitesi Senatosu, öğrencilerin dileklerini yerine getirip istifa
edeceğine, üniversiteye polis soktu. Polis nezaretinde sınavları yaptırmaya
kalkıştı. 9 Haziran günü bu durumu protesto eden öğrencilerin üzerine polis
saldırdı, birçoğunu yaraladı, tek tek yakaladıklarını bayıltıncaya kadar dövdü.
Polisin bu saldırısı üzerine, İstanbul üniversite gençliğinin büyük bir kısmı
FKF Sekreterliği etrafında birleşti. 10 Haziran günü yürüyüşe geçen 5 binden
fazla öğrenci, toplum polisini bozguna uğrattı. Olaylar, üniversiteyi askerin
işgal etmesine kadar sürdü. Sonunda üniversite kapatıldı ve sınavlar ertelendi.
Bu
olayların öncesinde genel bir öğrenci hareketinin olabileceğini bekleyen FKF
Merkez Yürütme Kurulu, fakültelerdeki Fikir Kulüpleri yöneticilerine, akademik
nedenlerle de olsa öğrenciler arasındaki bir kıpırdanışın hemen başına
geçilmesini, akademik nedenlerle başlayan harekete her zaman politik bir
nitelik kazandırabileceğini söyledi. Fikir Kulüpleri yöneticilerinden durumu
iyi değerlendirmelerini istedi. Buna rağmen, Doğu Perinçek ve arkadaşlarının
SBF’deki temsilcilerinden Cemiyet ve Fikir Kulübü başkanları ortak bir bildiri
yayınlayarak, yapılacak herhangi bir boykot veya işgalin tembel öğrenci
hareketi olacağını, Cemiyet’in ve Fikir Kulübü’nün bu hareketin kesinlikle
karşısına dikileceğini açıkladılar. Yine aynı günlerde, FKF üyesi olan AÜTB ikinci
başkanının da imzasıyla “Bugünlerde yapılacak bir gençlik hareketi siyasi
iktidarın işine yarar, vb.;” gibisinden saçma sapan tahlillerle dolu bir
bildiri daha yayınladı. Bu bildiriler yüzünden az kalsın FKF,
geniş öğrenci
kitlesiyle karşı karşıya geliyor, gençlik üzerindeki
prestijini yitiriyordu. SDDF’nin hain yöneticilerinin ve polis ajanlarının
eline bunlardan daha mükemmel provokasyon araçları zor geçerdi. Neyse ki
İstanbul’daki olayları fırsat bilen FKF Merkez Yürütme Kurulu, duruma hemen
müdahale ederek, geniş bir provokasyon ortamı yaratılmadan, işgal hareketlerini
başlattı.
Üniversite
özerkliğinin çiğnenmesi ve İstanbul gençliğinin destekleme gerekçeleriyle önce
SBF’de başlayan işgal hareketi, hızla bütün fakülte ve yüksek okullara yayıldı.
Hareket, FKF’nin öncülüğünde anti-emperyalist bir nitelik kazandı. Fakülte ve
Yüksek Okullar’da geniş öğrenci kitlesinin yararına çeşitli akademik taleplerde
de bulunuldu. Öğrenci kitlesinin isteğine uygun olarak, “Üniversite
özerkliğinin çiğnendiği bir ortamda sınavlara girilemeyeceği” belirtildi ve
sınavların güz dönemine ertelenmesi istendi. İşgallerin ancak sınavların
ertelenme kararından sonra kaldırılacağı açıklandı.
Gecekondu
halkının özlemlerini dile getiren ve gençliğin sömürülen halk kitlelerinin
yararına yönelik bir mücadele verdiğini anlatan binlerce bildiri gecekondu
semtlerinde dağıtıldı. Ancak sömürülen geniş halk kitlelerinin aktif olarak
mücadelenin içine girmesiyle kurtuluş sürecinin kısalabileceği anlatılmaya
çalışıldı.
Hareket,
DTCF’de yapılan Genel Forum’la birlikte, sokağa taştı. Bağımsızlık Andı içerek
yürüyüşe geçen 3 bin kadar genç, yolda bir Amerikan arabasını tahrip etti ve
Sıhhiye’deki Amerikan İkmal Karargâhı Tuslog’u bastı. Böylece, 1969 Ankara
gençlik hareketleri de en üst noktasına erişmiş oldu. Millî Demokratik Devrim
hedeflerini içeren uzun bir bildiri yayınlanarak, gençliğin savaşının amaçları
kamuoyuna duyuruldu.
Hareketler,
kısa zamanda İzmir, Erzurum üniversitelerine ve Eskişehir İktisadî ve Ticarî
İlimler Akademisi’ne de sıçradı. FKF İzmir Sekreterliği yönetiminde, İzmir
devrimci gençliği, toplum polisine ve onların desteklediği faşistlere karşı üniversiteyi
yiğitçe savundu. Erzurum ve Eskişehir’deki FKF’li gençler de yiğitçe mücadele
ettiler. Fakat, bölgelerinde faşist güçlerin iyi örgütlenmiş olması ve gençlik
kitlesinin pek büyük olmaması nedenleriyle İstanbul, Ankara, İzmir üniversite
gençliğinin yarattığı kadar büyük direnişler yaratamadılar.
Tuslog
baskınından sonra hareket Ankara’da başarıyla yürütülürken, Doğu Perinçek ve
çevresi, her zaman olduğu gibi yeni bir provokasyon daha yaptılar. SBF Dekanı
ile özel bir görüşme yapan Cemiyet Başkanı, Fikir Kulübü Başkanı’nı da yanına
alarak, SBF Fikir Kulübü’nü toplantıya çağırdı. Dekan’ın güç durumda olduğunu,
polisin fakülteyi basmasının iyi olmayacağını, “devrimci” Dekan’a destek olmak
gerektiğini anlattı, işgalin hemen bitirilmesini istedi. Böylece Dekan da
saflarımıza kazanılacak ve anti-emperyalist “millî cephe” genişleyecekti(!!??)
Bu teklif kabul edilseydi eğer, SBF öğrencisi, SBF Fikir Kulübü’nün karşısına
dikilecek, FKF büyük bir güç kaybına uğrayacaktı. SBF’de işgalin kaldırılması,
diğer fakülte ve yüksek okullarda da işgallerin çöküntüye uğramasına sebep
olacaktı. Harekete ihanet demek olan böyle bir teklif kabul edilemezdi ve
edilmedi. İşgaller, sınavlar erteleninceye kadar başarıyla sürdürüldü.
FKF,
1969 yılında başarıyla sürdürdüğü bütün anti-emperyalist kitle hareketlerinin
yanında, işçilerin ve köylülerin ekonomik ve demokratik mücadelelerine de
destek olmaya, bu hareketlere politik bilinç götürmeye çalıştı. FKF üyeleri,
Malatya köylülerinin, Yozgat Kayadibi köylülerinin, Kütahya Değirmenözü
köylülerinin ve daha birçok köylü hareketlerinin içine girdiler. Fabrikadan
fabrikaya koştular. Üniversitelerde faşist komando bozuntularını sindirdiler.
Doğru çizgide bir proletarya örgütünün olmadığı dönemde, ellerinden geldiğince
onun görevlerini de üslenmeye çalıştılar. Bunu yaparken, FKF’nin bir proletarya
örgütünün görevlerini gerçekten yerine getirebildiği hayallerine de
kapılmadılar. İşçi ve Köylü kitleleri arasında profesyonel çalışma yapacak,
emperyalizme karşı amansız bir mücadele sürdürecek öncü kadronun çıkmasını
içtenlikle istediler. FKF yöneticileri, 1969 yılında FKF’yi proleter
devrimcilerinin öncülüğünde gençliğin tek kitlevi örgütü haline getirmeyi
başardılar. Yani, Mihri Belli’nin “Atatürk gençliği bir çığ gibi”[3] diye
bahsettiği gençlik, aslında proleter devrimcilerinin öncülüğünde, proleter
devrimci veya proletaryanın ideolojisine sempati duyan gençlikti. O gençliğin
öncüleri, Mihri Belli gibi, küçük burjuva radikallerine yaranmak için,
Marksist-Leninist olduklarını gerektiğinde(!) gizlemiyorlardı. Marx ve
Engels’in Komünist Manifesto’da “Onlar, her yerde, bütün ülkelerin
demokratik partileri arasında, birlik ve anlaşmanın kurulması için çalışırlar. Komünistler,
görüşlerini ve amaçlarını gizlemeyi küçüklük sayarlar.” diye açıkça belirttiği
ve yine Lenin’in Ne Yapmalı’da “Sosyalist inançlarımızı bir an bile
gizlemeksizin, bütün halk önünde genel demokratik görevlerimizi savunmak
zorunda olduğumuzu unutan kimse, sosyal-demokrat olamaz.” diye belirttiği
ilkeye sonuna kadar sadıktılar. Şüphesiz o gençlik liderlerinin ve proleter
devrimci gençliğin bir Kurtuluş Savaşı vermiş olan küçük burjuva devrimcisi
Mustafa Kemal’e saygıları vardı, ama Kemalizmi değil, proletaryanın
ideolojisini benimsemişti, o “çığ gibi” olan gençliğin önündekiler!
Dördüncü
FKF (Dev-Genç) Kurultayı,
Sağ Oportünizme Karşı Verilen İdeolojik Mücadele
Ve Büyüyen İşçi, Köylü, Gençlik Hareketleri
1969
Ekim ayının başında toplanan dördüncü FKF Kurultayı, küçük burjuva kuyrukçuları
ile proleter devrimcileri arasındaki çatışmaya sahne oldu. Gençlik hareketi
içindeki yerlerini kesinlikle kaybetmek üzere olduklarını anlayan Doğu Perinçek
ve çevresi, öteden beri FKF yönetimi hakkında sinsice sürdürdükleri provokasyon
ve yıpratma kampanyasını bir yana bırakıp, FKF yöneticilerini açıktan açığa “küçük
burjuva anarşistliği” ile suçlamaya başladılar. Provoke ettikleri gençlik
hareketlerine sahip çıkmaya ye onların yöneticilerini anarşistlikle suçlamaya
çalışarak, tekrar FKF yönetiminde söz sahibi olmak istediler. Onların FKF
yönetiminde söz sahibi olmaları demek, gençlik hareketinin küçük burjuvazinin
kuyruğuna takılması demekti.
Proleter
devrimciler, şimdiye kadar FKF kurultaylarında olmayan bir biçimde, küçük
burjuva kuyrukçuluğuna ve oportünizmin her türlüsüne karşı ideolojik mücadele
verdiler. Aren, Boran, Doğu Perinçek oportünizmlerinin ve aynı çizgide olan
görüşlerin nasıl bir sağ sapmayı temsil ettiklerini gözler önüne sergilediler.
Bu ideolojik mücadeleyi daha iyi anlayabilmek için, Mahir Çayan arkadaşın Aydınlık
Sosyalist Dergi’nin 15. sayısındaki “Sağ Sapma Devrimci Pratik ve Teori”
adlı yazısına bakmak yerinde olur.[4]
Bu
kurultayda bütün ideolojik mücadeleye rağmen, proleter devrimcileri kesin
zafere ulaşamadılar.
Bunun
çeşitli nedenleri vardı. Bir kere, TİP oportünizminin saflarından koparken
ortada tek alternatif olarak gözüken bir başka küçük burjuva oportünizmine,
Türk Solu hareketine sempati duymaya başlayan gençlik, bu hareketin sağ propagandasının
etkisi altında kalmıştı. Küçük burjuva kuyrukçuluğuna karşı verilen mücadeleyi
hemen kavrayamıyor, kesin taraf tutamıyordu. İkincisi, Türk Solu hareketiyle
gençlik çevrelerinde belirli bir etkinliği olan Mihri Belli, eklektik bir
anlayışla, küçük burjuva ideolojisini proletarya ideolojisi ile uzlaştırmaya
çalışıyordu. O güne kadar gençlik hareketi içinde sözcülüğünü yapan kendisiyle
aynı görüşteki Doğu Perinçek[5] ve çevresinin FKF’den tasfiyelerini engellemek
isterken, gençlik hareketinin önde gelen liderlerinin küçük burjuva
anarşistliği ile suçlanmalarına da karşı çıkar gözüküyordu.
“Kemalizmle
sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur”[6] diyebilen Mihri Belli, FKF
içindeki proleter devrimciler ile kendisi gibi kuyrukçuları uzlaştırarak,
kuyrukçuluk politikasını, küçük burjuva radikallerine, gençliğe dayanarak
yaranma politikasını rahat rahat sürdürmeyi umut ediyordu. Oysa, burjuva
ideolojisi ile proletarya ideolojisinin arasını bulmak imkânsızdı. Mihri Belli
gibi düşünenlere Lenin, Ne Yapmalı adlı eserinde “Yapılacak tek şey, ya
burjuva, ya da sosyalist ideoloji arasında seçim yapmaktır. Başka yol yoktur.
(Çünkü insan oğlu bir ‘üçüncü’ ideoloji yaratmamıştır, üstelik, sınıf
çelişkileriyle bölünmüş olan bir toplumda, sınıf niteliği taşımayan ya da sınıflar-üstü
bir ideoloji olamaz). Onun için sosyalist ideolojiyi herhangi bir biçimde
küçümsemek, bu ideolojiye azıcık olsun sırt çevirmek, burjuva ideolojisini
güçlendirmek anlamını taşır” diyerek en güzel cevabı veriyordu. Ama Lenin’in bu
cevabından habersiz olan ve ideolojik düzeyleri geri bazı gençlik yöneticileri,
Mihri Belli’nin uzlaştırıcı tavrının etkisi altında kaldılar. İki ideolojiden
birini kesinlikle seçmeyerek, Doğu Perinçek’in sağcı ideolojisine, burjuva
ideolojisine farkında olmadan yardımcı oldular. Kongrede böyle bir durumun
ortaya çıkmasından FKF Genel Başkanı da sorumluydu. Hata etmeyip kongreye
gelebilseydi eğer, küçük burjuva kuy-rukçularının demagoji imkânları belirli
ölçüde ortadan kaldırılabilirdi.
Sonuç
olarak kongrede, okuma imkânı bulamadığını, ideolojik ayrılıklar konusunda bir
görüşü olmadığını söyleyen ve iki tarafa da sempatik gözükmeye çalışan Atilla
Sarp, genel başkanlığa seçildi. Bir tüzük değişikliği yapılarak, FKF’ye Türkiye
Devrimci Gençlik Federasyonu (TDGF) veya DEV-GENÇ adı verildi.
Gençlik
çevrelerindeki küçük burjuva kuyrukçuluğuna karşı isyan hareketi, bir süre
sonra Aydınlık Dergisi içinde de etkisini gösterdi. Mihri Belli ve Aydınlık
Dergisi’ndeki bazı kişilerin bütün uzlaştırma çabalarına rağmen, yazı
kurulunda bölünme oldu. Dergiden tasfiye edilen Doğu Perinçek ve çevresi, Proleter
Devrimci(!) Aydınlık Dergisi’ni kurdu ve kılıktan kılığa girerek, oportünizmlerini
bu sefer de orada sürdürmeye başladı.
Bu
ayrılıkta Mihri Belli, özeleştiri yapma ihtiyacını duymadan ve fikirlerini de
özünde değiştirmeden, ustaca bir manevrayla(!) çoğunluğun tarafını tuttu.
Çünkü, küçük-burjuva radikalleri ile oyuna girebilmek için, en azından bir
gençlik kitlesine dayanmak gerekiyordu. Aydınlık Sosyalist Dergi’nin ilk
ayrılık sayısı olan 15. sayıdaki yazısının ilk sayfasında, “Filipin
demokrasiciliği düzeninde ulusal güçlerin hiçbirinin, ne proletaryanın, ne
küçük burjuvazinin kendi öz siyasi örgütüyle politika alanında yer almasının
imkânsız olduğunun gittikçe daha iyi daha açık seçik anlaşılması” diye yazarak,
proletaryanın öncülüğünde milli demokratik devrim adımının atılabileceği
gerçeğini inkâr eder; milli demokratik devrim adımıyla sosyalist devrim arasına
bir Çin şeddi çekmeye çalışır; Filipin demokrasiciliğini ortadan kaldırarak bir
“Milli Demokratik Devrim” programını uygulayacak(!) küçük burjuva radikal
iktidarının şemsiyesi altında ancak proletarya örgütünün kurulabileceğini ifade
ederken; aynı yazının dördüncü sayfasında da, Türkiye’de proletaryanın “devrimde
öncülüğünün objektif ve sübjektif şartlarının tam olarak mevcut bulunmadığını”
iddia ettiği ve böylece proleter devrimci hareketi küçümsediği için Şahin
Alpay’ı eleştirmesi Mihri Belli’nin ne kadar ustaca(!) bir manevra yaptığını
gösteren en somut örneklerden biridir. Böyle manevralar yapanlara ancak
hokkabaz, sosyalizmin “abrakadabra”ları denebilir. Ayrıca, burada Şahin Alpay’a
yönelttiği eleştiri de tutarlı değildir. Neşteri yaranın can alıcı noktasına vuramamaktadır. Esas
mesele, “objektif ve sübjektif şartları yoktur” dedi diye proleter devrimci hareketin küçümsenip küçümsenmemesi değildir. Esas eleştiri
konusu olması gereken nokta, öncülük için “objektif şartların” varlığının inkâr edilmesi, emperyalizm çağında bunun
tartışma konusu yapılmasıdır. Yön hareketinden beri asker-sivil
aydın zümrenin iktidara yakınlığının hesaplarını yapan, küçük burjuva
kuyrukçuluğunun baş sözcülerinden olan Mihri Belli’nin neşteri yaranın can
alıcı noktasına vurmasını beklemek de biraz tuhaf olurdu zaten. Kaldı ki, proletaryanın
milli demokratik devrimde öncülüğünün “objektif şartlarını” inkâr eden, küçük
burjuva radikalizmi ile Marksizm-Leninizm arasında ortak yanlar bulmaya
çalışarak, Marksizm-Leninizme orijinal katkılarda bulunan(!) Şahin Alpay’ın
eleştiri konusu yazısı, Mihri Belli’nin de takdirlerle dolu onayı alınarak Aydınlık
Sosyalist Dergi’nin 12. sayısında yayınlanmıştır.
Kavga
içindeki kadroların proleter devrimci bilinçlerinin yükselmesi karşısında,
mecburen başı sonu birbirini tutmayan yazılarla küçük burjuva kuyrukçuluğuna
karşıymış gibi gözükmeye çalışarak bildiğini okumaya devam eden Mihri Belli, Aydınlık
Sosyalist Dergi’nin 15. ve 20. sayılarında oportünizmi yerden yere vuran ve
ucu kendisine de dokunan görüşlerimiz karşısında susmayı tercih etmiştir. Açık
ideolojik bir mücadeleye girmekten kaçınır, susarken de, sağda solda alttan
alta “aman, ılımlı Maocu bir fraksiyon daha doğuyor, dikkatli olalım!..”
diyerek, küçük burjuva tavrına yakışır bir biçimde kazan kaynatmaktan da geri
kalmamıştır. Geriden kazan kaynatan Mihri Belli, yüz yüze gelince de devamlı,
eleştirileri “olumlu” karşılıyormuş, değişiyormuş havası takınmıştır.
Aydınlık Sosyalist Dergi içindeki bazı kişiler de, “Biz de M. Belli’ye
karşıyız, o hareketin Plehanof’udur, yavaş yavaş tasfiye olacaktır, aman sert
çıkmayın vb.” diyerek, devamlı bizleri frenlemeye çalışmışlar, iki yüzlü
tavırlarıyla M. Belli’nin sağ ideolojisine güç kazandırmışlardır. Açık eleştiri
ortamını yok eden bu tavırlarıyla, arkadaş gözüktükleri M. Belli’ye ve proleter
devrimci kadrolara en büyük kötülüğü yapmışlardır!
Aydınlık
Sosyalist Dergi içindeki bütün uzlaştırma çabalarına rağmen, sağ
oportünist Doğu Perinçek ve Şahin Alpay fraksiyonunun tasfiyesi, TDGF Merkez
Yürütme Kurulu’nu da etkilemiştir. Tabanın da baskısıyla Merkez Yürütme Kurulu’ndan
bu fraksiyonun sözcüleri atılmışlardır. Nihayet TDGF Genel Başkanı da tabanda
hiçbir desteği kalmayan Proleter Devrimci(!) Aydınlık oportünizmine
karşı cephe almıştır.[7]
Kendiliğinden
işçi ve köylü hareketlerinin patladığı 1969 sonu ve 1970 yılı TDGF için yoğun
bir eylem yılı olmuştur. Daha FKF (TDGF) kongresi yapılmadan, 1969 Temmuz ayı
içerisinde, İzmit’te Pirelli Lastik Fabrikası’nda, Kartal Çelik Montaj
Sanayii’nin Java ve Skoda fabrikalarında, Otopark Montaj Fabrikası’nda sarı
sendikacılara rağmen işçiler grevler yapmışlardır. Ağustos ayı içinde, İstanbul
Demir Döküm’de işçiler işgale gitmişler ve polise karşı yiğitçe direnmişlerdir.
Yine Ağustos ayı içinde, yüzde kırk dokuz hissesi Amerikan Koppers Kumpanyası
ile işbirlikçi şirketlere ait olan Ereğli Demir Çelik fabrikalarında 4.600
işçi, sarı sendikacılara rağmen güçlü bir greve gitmişlerdir. Eylül ayı içinde,
Yarımca Seramik Fabrikası’nın 1.200 kadar işçisi İzmit’te bir yürüyüş ve miting
yapmışlardır. Ekim ayı içinde, gecekondu halkı, yıkıma gelen polisle çatışmış
ve polisi bozguna uğratmıştır. FKF (TDGF) üyeleri bu hareketlerin içine
girmişler, hareketleri yapanlara politik bilinç götürmeye ve güçleri yettiğince
destek olmaya çalışmışlardır.
Yeni
TDGF yönetiminin köylülerle ortak ilk eylemi, 5 Ekim 1969 da Malatya’da
anti-emperyalist bir miting yapmak olmuştur. Kasım ayı içerisinde Silivri’ye
bağlı Değirmenköyü halkının ağalara ait beş bin dönüm toprağı işgal edip sürme
eylemlerine; Çelik Halat, Hisar Çelik, Ege Sanayii, EAS işçilerinin
direnişlerine; Aralık ayı içerisinde evleri başlarına yıkılan gecekondu
halkının polisle çatışmalarına, sosyal meskenleri işgal etmelerine, yürüyüş yapmalarına;
Burdur’da pancar üreticilerinin Şeker Fabrikası’na yürümelerine; 28 Aralık
pazar günü binlerce memurun personel reformunun gerçekleşmesi, sendikal
özgürlük ve grev hakkının kabulü, insanca yaşama koşullarına kavuşabilme
istekleriyle Beyazıt Meydanı’nda başlattıkları ihtar yürüyüşüne Devrimci
Gençlik olarak omuz verilmeye çalışılmıştır.
1969
yılının en sert işçi direnişi GAMAK Elektrik Motorları Fabrikası’nda olmuştur.
29 Aralık Pazartesi sabahı 500 kadar işçi, arkadaşlarının işten atılmasını
protesto etme amacıyla fabrikanın önünde toplanmışlardır. Bunun üzerine polis,
işçilerin üzerine hunharca saldırmıştır. İşçiler, polise karşı taş, sopa ve
demir çubuklarla direnmişlerdir. İşçi Şerif Aygül, polis kurşunlarıyla can
vermiş, ikisi ağır olmak üzere, 17 işçi kurşun yarası almıştır. Ertesi gün,
işçilere yapılan saldırıyı protesto amacıyla, İstanbul’daki bütün fakültelerde
forumlar yapılmış ve genel bir boykota gidilmiştir. Patlayabilecek genel bir
işçi direnişi, sarı sendikacıların provokasyonları ile ancak önlenebilmiştir.
Buna rağmen, Kartal’da dört, İstanbul’da ise iki fabrikada sembolik oturma
grevleri yapılmıştır. Yine, Aralık ayı içerisinde, TÖS’ün başlattığı genel
öğretmen boykotuna da Devrimci Gençlik olarak omuz verilmeye çalışılmıştır.
1970
Nisan ayı içerisinde, İstanbul’da, altı un fabrikasında ve İzsal Döküm
Fabrikası’nda grevler olmuştur. Balçova’da işbirlikçi sermayeye ait olan
Klimasan Soğuk Hava Depoları ve Çelik Eşya Sanayii’nde işçiler, işgal eylemine
girişmişlerdir. 18 Nisan’ı 19 Nisan’a bağlayan gece, Zonguldak Kömür Havzası’ndaki
Karadon bölgesiyle bu bölgeye bağlı Gemlik ve Kilimli bölümlerinde çalışan 10
bin işçi, direnişe geçmişlerdir. Ocaklara girmeyerek şehre doğru yürümüşlerdir.
Polis ve jandarma barikatlarını yararak şehre giren işçiler, Zonguldak Maden İşçileri
Sendikası önünde sarı sendikacıları protesto etmişlerdir. Sarı Sendikacıların
da provokasyonlarıyla, işçilerin direnişleri güçlükle bastırılabilmiştir. Yine
aynı ay içinde, Rize’de, tefeci ve tüccar sömürüsü altında ezilen ve ürünleri
ellerinde kalan binlerce küçük çay üreticisi, “Hükümet istifa” sloganlarıyla
direnişe geçmişlerdir. Karşılarına çıkartılan jandarma komandolarına rağmen,
bütün partilerin camlarını ve levhalarını indirerek çay fabrikalarını işgal
etmişlerdir. Aynı günlerde, Ankara’da da, Teknik Personel büyük bir miting
yapmıştır. TDGF üyesi gençler, bütün bu hareketlerle de ilişkiler kurmaya ve
bunlara destek olmaya çalışmışlardır.
Nisan
ayı içerisinde “silah araması” adı altında Doğudaki Kürt köylüleri üzerine de
korkunç bir jandarma zulmü yapılmıştır. Jandarma içerisinde bazı şuursuz,
karşı-devrimciler tarafından beyni yıkanmış subay, astsubay ve erler, köylülere
karşı yabancı emperyalist bir ordunun davranışlarını aratmayacak iğrenç
işkenceler yapmışlardır (daha geniş bilgi için bkz.: Aydınlık Sosyalist
Dergi, “Doğu Anadolu Raporu” ve “Belge” sayı 19., 22.)
İşbirlikçi
hainler, yoksul Kürt köylülerine karşı giriştikleri bu saldırıyla, küçük
burjuva kamuoyunun ve özellikle asker-sivil aydın zümrenin dikkatini işçi
olaylarından ve gelişen ekonomik krizden uzaklaştırmak; halklar meselesini
birinci plana çıkartarak, küçük burjuvazinin özellikle asker kesiminin
anti-komünist yanını bileylemek istemişlerdir. Her an “milli birliği bozucu”
bir Kürt isyanı söz konusuymuş ve bunu da komünistler tahrik ediyormuş havası
yaratarak, küçük burjuva kamuoyunun anti-emperyalist yanını köreltmeye ve
anti-komünist yanını bileylemeye çalışarak, sosyalistleri yalnız bırakmaya
uğraşmışlardır (Onların ağızlarında demagojik bir slogan olarak eksik
etmedikleri “milli birlik” çığlıkları, Amerikan emperyalizminin ve yerli
köpeklerinin menfaat birliği; halkları ezme, sömürme ve yoketme birliği;
halkları bölüp üzerlerinde hakimiyet kurma oyunlarındaki kumpas birliğidir.
Kürt ve Türk köylüleri bu işbirlikçi hainlere karşı isyanda sonuna kadar
haklıdırlar. Kurtuluşları da, işçi sınıfının öncülüğünde ve bütün milli
sınıfların ittifakıyla yürütülecek aktif bir mücadele sonucu sözkonusu
olabilecektir zaten.).
Kürt
halkına eskiden beri yapılan zulümlere bir yenisi daha eklenerek, halklar
arasında yaratılmaya çalışılan suni çelişkilerle “böl ve yönet” politikasını
kolayca uygulama taktiği de işbirlikçi hainlerin gündemlerinde vardı. Kürt
feodallerinin ve nüfuzlu kişilerinin zulmün dışında bırakılması da dikkate
değer bir noktadır. Devrimci gençlik, bu alçakça saldırıyı da şiddetle protesto
etmiştir.
Son
yıllarda dünyada meydana gelen en büyük işçi direnişlerinden biri sayılabilecek
ve sınıf mücadeleleri tarihimize “Büyük İşçi Direnişi” adıyla geçecek olan,
aşağı yukarı 100 bin işçinin katıldığı hareket, 15-16 Haziran tarihlerinde
İstanbul ve İzmit bölgelerinde oldu. İşçi sınıfına politik bilinç verilmesi
çabalarından umacıdan korkar gibi kaçan, ekonomizmi tek eylem olarak seçen
DİSK’li işçi simsarları, 274 ve 275 sayılı kanunlarla rahat koltuklarından
olacaklarını, bütün imkânlarını kendilerinden daha berbat Amerikancı satılık
Türk-İş’e kaptıracaklarını anlayınca, işçi sınıfına hareket işaretini
çakıverdiler. Artan ekonomik baskılar, hayat koşullarının zorluğu karşısında
yaşayamaz hale gelen işçiler, kavgaya dünden hazırdılar. Kendiliğinden ortaya
çıkan doğal liderlerinin öncülüğünde, fabrikalardan sokaklara bir sel gibi akan,
politik bilinçten yoksun DİSK’li ve Türk-İş’e bağlı bir kısım işçiler, polis ve
asker barikatlarını yararak ancak düşman olarak görebildikleri bazı fabrika
idarehanelerine, polis karakollarına, özel arabalara ve Türk-İş binasına
saldırdılar. Bir an silkinen devi ne polis kurşunları ne de korku salmak ve
gerektiğinde kullanılmak için sokaklara dizilen tanklar durdurabildi.
Bu
sefer de, harekete getirdikleri devin dehşetine kapılan ekonomistler, köşe
bucak saklanmaya, radyodan ve gazetelerden yayınladıkları mesajlarla devi
teskin etmeye, hareketi durdurmaya çalıştılar. Öncü Marksist-Leninist kadrodan
yoksun, politik bilinci hemen hemen sıfır olan işçi sınıfının hareketi, hâkim
sınıfların çok daha büyük zor metotlarına başvurmalarına meydan kalmadan
ekonomistlerin ihanetleri, provokasyonları sonucu iki gün içinde pasifize
edildi. Buna rağmen, İstanbul ve İzmir bölgelerinde çeşitli fabrikalarda
işçilerin giriştikleri pasif direniş hareketleri durdurulamadı. Devrimci
gençler, bu hareketler boyunca işçilerle omuz omuza dövüştüler. Onlarla
birlikte hapishanelere girdiler ve örfi idare mahkemelerinin karşısına
çıktılar.
Ekonomistlerin
kişisel çıkarları uğruna başlattıkları ve sonradan korkuya kapılarak provoke
ettikleri bu hareket, işçi sınıfına kendisi için sınıf olma yolunda yine de
önemli tecrübeler kazandırdı. Ama ne yazık ki, derli toplu, yetenekli, savaşçı
Marksist-Leninist bir kadronun daha ortaya çıkmış olmaması sonucu, işçi
sınıfının bu hareketi gerektiği gibi değerlendirilemedi, bu hareketten sağlam
işçi kadrolar çıkartılamadı.
Yaz
aylarında Giresun, Ordu, Fatsa ve Bulancak’ta fındık mitingleri; Salihli’de
üzüm ve pamuk üreticilerinin mitingi; Çarşamba, Çorum, Ödemiş, Mersin ve
Turhal’da işsizliği, pahalılığı, zamları protesto mitingleri oldu. Sentetik
uyuşturucu madde imal eden Amerikan ilâç şirketlerinin baskısı sonucu haşhaş
ekiminin yasaklanması üzerine, 102 bin aile, açlıkla karşı karşıya kalınca,
Çivril’de, Merzifon’da ve Çorum’da haşhaş mitingleri yapıldı. Keban’da baraj
inşaatı nedeniyle köylülerin istimlâk edilen topraklarının bedellerinin
ödenmemesi üzerine, Elâzığ’da ve susuzluğu protesto amacıyla Konya Ereğlisi’nde
köylü mitingleri oldu. Yine yaz aylarının sonlarında İzmir Aliağa Rafinerisi’nde
işçilerin giriştikleri direnişi bastırabilme amacıyla, proleter devrimci
sendika lideri Necmettin Giritlioğlu, işbirlikçi köpekler tarafından kahpece
vurduruldu. Gaziantep’te de üzüm ve fıstık üreticilerinin mitingleri oldu.
Bütün
bu işçi köylü hareketlerinin içine giren, bunlara destek olmaya çalışan TDGF
üyeleri, şehirlerde de önemli anti-emperyalist kitle hareketleri ve gençlik
hareketleri tertiplediler. Yeni TDGF yönetiminin şehirlerde yaptığı ilk eylem,
10 Kasım’daki Mustafa Kemal yürüyüşü oldu.
Aralık’ta
yabancı sermayeye karşı bir Yerli Malları Haftası düzenlendi. Sokaklarda
Amerikan askerleri dövüldü ve Anıtkabir’e bir yürüyüş tertiplendi. Yerli
Malları Haftası’nda yapılan eylemler sonucu, belirli ölçüde dağılmış olan TDGF
tekrar toparlandı.
İstanbul’da
YDMMA’da devrimci hareketin güçlenmesi ve karşı devrimcileri ezmesi üzerine,
ümmetçi faşist köpekler, tuzak kurarak Mehmet Büyüksevinç kardeşimizi
öldürdüler ve iki devrimci arkadaşımızı yaraladılar. Olayın arkasından,
Akademi’de ve İTÜ’de yapılan forumlarla boykota gidildi.
Gençlik,
yayınladığı bildirilerle savaşa kararlı olduğunu bir kere daha ilân etti.
Yalnız, işbirlikçilerin tertipleri burada bitmedi. Bir süre sonra, silahlı
ümmetçi faşist köpekler, polisin desteğinde tekrar YDMMA’ya saldırdılar ve
Battal Mehetoğlu kardeşimizi öldürerek kaçtılar. Böylece Vedat Demircioğlu,
Atalay Savaş, Taylan Özgür ve Mehmet Cantekin kardeşlerimizle birlikte TDGF’nin
(FKF) anti-emperyalist kavgada verdiği ölü sayısı 6’ya yükseldi (Bu listeye
Kanlı Pazar’da kahpece öldürülen kardeşimiz M. Turgut Aytaç’ı ve işçi-köylü
hareketlerinde öldürülen kardeşlerimizi de katarsak, sayı epeyce kabarır ve
giderek de kabarmıştır zaten).
Battal’ın
da kahpece öldürülmesi üzerine galeyana gelen gençlik, İTÜ’de yaptığı forumda
süresiz boykot kararı aldı. Aynı gün, İstanbul Üniversitesi’nde de yapılan
büyük forumun peşinden gençler, anti-emperyalist sloganlarla adliyeye
yürüdüler. Dönüşlerinde polis üzerlerine saldırdı. Eczacılık Fakültesi’ne kadar
geri çekilen gençler, polisi püskürttüler. Ertesi gün, 16 Aralık Salı günü,
İstanbul Üniversitesi’nde düzenlenen toplantıya binlerce üniversite öğrencisi,
liseli, askeri öğrenci, öğretmen, işçi ve subay katıldı. Taylan’ın babası ve
Battal’ın anası yiğitçe birer konuşma yaptılar. Emperyalizmin ve yerli
köpeklerinin lânetlendiği toplantıdan sonra, Battal’a muhteşem bir cenaze
töreni tertiplendi. Battal’ın tabutunun arkasından 25 bin yurtsever yürüdü.
Cenaze merasimi, anti-emperyalist bir gösteri halini aldı. İstanbul ve
Ankara’daki üniversiteler süresiz boykota gittiler. Bütün ilerici kuruluşlar
bildiriler yayınlayarak, anti-emperyalist gençliğin yanında olduklarını
belirttiler. 69 deniz subayının imzasıyla yiğitçe bir bildiri yayınlandı. Bu
subay kardeşlerimizden beş tanesi daha sonra ordudan ihraç edildi. Battal
Mehetoğlu’nun öldürülmesiyle bütün ilerici kuruluşlar arasında eylem içinde
kendiliğinden ittifak kuruldu.
6.
Filo’nun İzmir’e gelmesi üzerine, 22 Aralık’ta, Ankara ve İstanbul’dan gelen
gençlerle birlikte İzmir devrimci gençliği, çok güçlü anti-emperyalist bir
hareket düzenledi. Amerikan askerleri karaya çıkartılmadı. Gösteriler,
İstanbul, Ankara, Mersin ve Antep’e de sıçradı. Bu gösteriler sırasında genel
çapta afişleme yapıldı ve bildiriler dağıtıldı.
Mart
başında, Zonguldak’ta, Vietnamlı ve Türkiyeli işbirlikçi köpeklerin açtıkları
Güney Vietnam sergisi, TDGF’li gençler ve mahalli devrimciler tarafından
basıldı, dağıtıldı. Ankara’da da Amerikan Haberler Merkezi’ne ustaca bir
saldırı düzenlendi. Merkez, bir süre için ele geçirildi ve direğe Türk bayrağı
çekildi. Bu arada faşist köpekler, Ankara İktisadî ve Ticari İlimler Akademisi’ne
ve Yüksek Öğretmen Okulu’na saldırdılar. Çatışmadan TDGF’li gençler galip
çıkınca, polis, Fen Fakültesi, Akademi ve Yüksek Öğretmen Okulu’nu bastı.
Akademi ve Fen Fakültesi kapatıldı. Kavgalarda yaralananlar ve ölen oldu.
Polisin
ve onun desteğindeki faşist köpeklerin saldırılarıyla üniversite özerkliğine
indirilen bu ağır darbe karşısında, 21 Mart günü TDGF ve SDDF, Tandoğan Meydanı’nda
ortak bir miting tertipledi. Ne zaman ihanet edecekleri belli olmayan,
anti-emperyalist gençlik hareketlerini devamlı geriden vurmaya çalışan hain
SDDF yöneticileri, mitingde yine provokasyon yaptılar. Provokatörleri döven
TDGF’li gençler, kürsüye hâkim oldular ve hareketi yönettiler.
16
Mart günü, İstanbul Üniversitesi’nde yapılan bir forumda, İstanbul TDGF
Sekreterliği “Bağımsızlık Haftası” ilân etti. Hafta boyunca yürüyüşler ve
forumlar tertiplendi. Bu yürüyüşler esnasında Pan-Amerikan ve Amerikan-Türk Dış
Ticaret Bankası taşlandı. Polis, İTÜ yurdunu ve cemiyetini basarak tahrip etti.
Bu arada, polisin de desteğiyle, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nu silâhlı
faşistler bastı. Devrimci gençler faşistleri geri püskürttülerse de, daha sonra
okulu çeviren polis, devrimcileri içeri almayarak okulu faşistlere teslim etti.
Aynı günlerde İzmir’de de, devrimci gençlik, yıkıma gelen polise karşı
gecekondu halkının yardımına koşuyordu.
6
Nisan’da Kıbrıslı devrimci gençlerle birlikte bir Kıbrıs Haftası düzenlendi.
Emperyalizmin Kıbrıs üzerine oynadığı oyunlar açıklandı. 9 Nisan’da İstanbul’da
bazı yabancı şirketler basıldı. Aynı günlerde, faşist köpekler, Cebeci’deki
Atatürk Site Yurdu’nu polisin desteğiyle işgal ettiler. Ve bütün kitapları,
elbiseleri parçaladılar. 15 devrimci gence korkunç işkenceler yaptılar. Polis,
faşist köpekler işlerini rahat görsünler diye yurdun etrafında nöbet tuttu.
Atatürk resimlerini parçalayan ve yurda “Bozkurt” adı veren faşist köpekler,
polisin de desteğiyle sonunda buraya yerleştiler.
13
Nisan’da bir devrimci arkadaşı kaçırmaya çalışan faşist köpekler, Hacettepe
Üniversitesi Öğretim Görevlisi Asteğmen Doktor Necdet Güçlü’yü öldürdüler.
Bunun üzerine, Hacettepe Üniversitesi’nde büyük bir forum toplandı. Yürüyüşe
geçen gençler, Sıhhiye’deki Zafer Anıtı’nın önünde bağımsızlık andı içtiler ve
Pan-Amerika’nın bütün camlarını indirdiler. Bu arada Amerikancı Hacettepe
Üniversitesi Rektörü, hain İhsan Doğramacı’nın daveti üzerine polis, üniversiteyi,
hastaneyi ve hemşirelerin yurdunu bastı. Öğrencilerin yanında doktorlar,
hastalar ve hemşeriler de coplandı, yerlerde sürüklendi. Rektör, ertesi gün de
Dr. Güçlü’nün cenazesini arka kapıdan kaçırtmak istedi, öğrenciler ve
hemşireler bunu önlediler. Rektörün utanmadan cenazeye yolladığı çelenk parçalandı.
Binlerce kişinin katıldığı ve Amerikan-Türk Ticaret Bankası’nın taşlandığı
cenaze töreni, tam anti-emperyalist bir gösteri oldu. Hacettepe Üniversitesi de
senatonun kararı ile süresiz tatil edildi.
23
Nisan günü DTCF bahçesinde genel bir forum tertiplendi ve devrimci gençlik, işbirlikçi
hainlerin çoğunlukta olduğu bu meclisi tanımadığını, bu meclisin halkımızı
temsil edemeyeceğini ilân etti. Bütün tertibatını Kızılay’da almış olan polisi
gafil avlayarak, Ulus’a doğru yürüdü ve eski TBMM’yi işgal etti. Burada bir
toplantı yapan gençler, gençliğin savaşının amaçlarını kamuoyuna bir kere daha
duyurdular.
29
Nisan’da her zaman olduğu gibi anti-emperyalist bir miting tertiplendi. 10
Mayıs’ta Akademi, faşistler tarafından işgal edildi ve kapatıldı. 16 Mayıs’ta
polis, SBF yurdunda arama yaptı ve öğrencilere işkence etti. 20 Mayıs’ta
Akademi’de faşistlerle silâhlı çatışma oldu. 27 Mayıs’ta gece yürüyüşü ve 1
Haziran’da Anayasa’ya saygı yürüyüşü yapıldı. Sıkıyönetim esnasında İTÜ
öğrencileri, derslere girmeyerek örnek bir direniş gösterdiler. Polis, İTÜ
yurdunu bir daha açılmamak üzere dağıttı. 16 Haziran’da, Ankara’da da işçileri
harekete getirebilmek için, şartları düşünmeden topluca Sanayi Çarşısı’na
gidildi ve başarısızlığa uğrandı. Faşistler, birkaç öğrenci yurdunu daha
polisin desteğiyle ele geçirdiler. Yazın da gelmesiyle gençlik hareketleri
hızını yitirdi.
Karşı-devrimcilerin
terörü, yalnız Ankara ve İstanbul gençliği üzerinde olmadı. İzmir, Erzurum,
Trabzon’da anti-emperyalist mücadele veren gençlik, ırkçı ve ümmetçi
faşistlerle devamlı çatışmak zorunda kaldı. Özellikle Erzurum devrimci
gençliğinin mücadelesi çok zor şartlar altında yürüdü.
1968’in
sonlarında akademik nedenlerle başlayan üniversite gençliğinin hareketleri,
sosyalist gençliğin öncülüğü ile giderek anti-emperyalist gösteriler halini
aldı. Polise ve faşistlere karşı verilen kavgalarda kullanılan taşlar ve
sopalar yerini ateşli silâhlara bıraktı. Gelişen, güçlenen anti-emperyalist
gençlik hareketlerinin ve halkımızın kendiliğinden gelişen ekonomik ve
demokratik mücadelelerinin yanı sıra daha örgütlü, güçlü ve saldırgan bir
karşı-devrim hareketi de gelişti.[8] Siyasi cinayetlere kurban giden devrimci
gençlerin sayısı hızla artmaya başladı.
Emperyalizme
ve yerli köpeklerine karşı dövüşüp de hapishaneyi veya nezareti boylamayan
hemen hemen hiçbir genç kalmadı. Gençliğin ve halkımızın gelişen devrimci
mücadelesi karşısında parlamentoda da tam bir gerici ittifak kuruldu. Sesini
yiğitçe yükseltebilen birkaç milliyetçi-devrimci tabii senatörün dışında,
suratına ilerici maskesi takan Ecevit sahtekârından en ümmetçisine kadar hepsi,
işçi, köylü, gençlik hareketleri söz konusu olunca, aralarındaki “çıkar
çelişkilerini” bir yana bırakıp birleşmeye ve küfretmeye başladılar. Sanki
devrimci hareketi durdurabilecekmiş gibi ceza kanunlarını ağırlaştırdılar ve
daha da ağırlarını getirebilmek için hazırlıklara giriştiler. Gerici parlamenter
bir ittifakının mı, yoksa bir Yahya Han formülünün mü [Pakistan devlet başkanı
Eyüp Han’ın 1969’da istifa edip iktidarı genelkurmay başkanı Yahya Han’a
bırakmasından bahsediliyor.] Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi sermayenin
daha çok işine yarayacağı meselesini tartışmaya başladılar.
İşçilerin,
köylülerin mücadeleleri ve şehirlerde yapılan anti-emperyalist gösteriler bir sürü
genci eğitti, onların düzenle bağlarını koparmasına yardımcı oldu. Nasıl
gençlik hareketleri işçi ve köylü kitlelerini etkilemişse, işçi ve köylü
hareketleri içine giren gençler de bu hareketlerden etkilendiler,
Marksist-Leninist teoriye daha sıkı sarılma ve amatörce çalışma tarzını terk ederek
örgütlü, disiplinli eyleme girme isteğini duydular. Geniş işçi ve köylü
kitlelerinin, öncü Marksist-Leninist kadronun en aktif disiplinli mücadelesi
ile eyleme sokulabileceğini, geniş halk kitlelerine ekonomik ve demokratik
mücadelelerin yeterli olmadığını, devrimin aktif mücadele ile
gerçekleşebileceğini göstermenin gerekliliğini anladılar.
Yalnız,
bazı gençlik yöneticileri, hareketin kendiliğinden gelme niteliğini ve
gençlerin bu hareketler içinde yaptıkları çalışmaların amatörce olduğunu,
sağlam işçi ve köylü kadrolar çıkartılmasına ve ciddi Marksist-Leninist bir
örgütlenmeye yönelmediğini kavrayamadılar. Sanki her şey bir anda, kolaycacık
oluvermiş ve olacakmış, bütün bu hareketler gençliğin sistemli siyasi
ajitasyonu ve propagandası sonucu ortaya çıkmış gibi yanlış eğilimlere
kapıldılar. Bu ve bunun gibi çeşitli yanlış eğilimlerin ortaya çıkışında başta
gençliğe “anarşistler” diye küfreden ve bir teori fetişizmi yaratan Proleter
Devrimci Aydınlık oportünizminin ve küçük hesaplarla aynı gençliğe
gerektiğinde(!) duygusal methiyeler düzen Mihri Belli fraksiyonu ve bütün küçük
burjuva oportünist fraksiyonlarının büyük etkileri oldu. Buna gençlik
kitlesinin küçük burjuva bir kökene dayanması dezavantajı da eklenirse, yanlış
eğilimlerin ne kadar kolay ortaya çıkabileceği gerçeği daha iyi anlaşılır.[9]
Bu
yanlış eğilimlerden birincisi, Marksist-Leninist teoriyi küçümsemektir. Proleter
Devrimci(!) Aydınlık oportünizminin pratikten kopuk entellektüel
gevezelikleri, yaratmaya çalıştığı teori fetişizmi ve Mihri Belli’nin “Türkiye’nin
şartları başkadır”[10] diyerek, Marksizm-Leninizmin evrensel milli demokratik
devrim tezini tahrif etmesi, Marksizm-Leninizmin en temel ilkeleri üzerinde
tutarsız, birbiriyle çelişkili, günden güne değişen saçma sapan beyanlarda
bulunması, bazı genç arkadaşların teoriye şüpheyle bakmalarına, teoriyi
küçümsemelerine sebep oldu.
Teoriyi
bilmek, pratikte doğru tavırlar takınabilmek, Marksist-Leninist teorinin
kılavuzluğunda şaşmadan zafere yürüyebilmek için gerekli değil de, sanki
entelektüel teorik tartışmalar ve demagojik spekülasyonlar yapmak için
gerekliymiş gibi düşünceler uyandı. “Bırakın işin teorisini teorisyenler
yapsın, önemli olan pratiktir. Biz eyleme girelim, eylem içinde doğru yolu her zaman
buluruz.” gibisinden yanlış düşünceler, teoriyi pratikten metafizik şekilde
ayıran düşünceler ortaya çıktı.
Bu
teori düşmanlığının en somut, sivri örneği, birinin kalkıp TDGF toplantısında “Arkadaşlar,
ille de devrim anlayışı, çalışma tarzı, örgüt anlayışı konularında bir görüşe mi
sahip olacağız? Bizim düşüncelerimizi bunlarla sınırlamak istiyorlar! Bakın,
bir Hikmet Kıvılcımlı, bir Kebek Kurtuluş Cephesi, bir Tupamarolar var.”[11]
diyerek deli saçması laflar etmesidir!
Aynı
kişi, öbür toplantılarda da kalkıp milli mesele üzerine nutuk atarken, “Arkadaşlar,
Türkiye’de yalnız Kürt meselesi mi var? Türkiye’de Süryaniler, Lazlar,
Çerkezler, Ermeniler de vardır.”[12] derse ve yine “Arkadaşlar, bugün Türkiye’de
bir kriz vardır. Devrimciler ağır basarsa, devrimci kriz olur. Karşı
devrimciler ağır basarsa karşı devrimci kriz olur.”[13] gibisinden saçma sapan
laflarla Marksizm-Leninizme orijinal katkılarda bulunursa(!) doğrusu bu büyük “pratisyen”
karşısında pes edilir(!) Şüphesiz, baştan da belirttiğimiz gibi çok sivri,
istisna teşkil eden bir örnektir bu. Birkaç başarılı gençlik hareketinden
sonra, kişilerin hemen kahraman ilan ediliverdiği bu küçük burjuva ortamında,
Marksist-Leninist teorinin eylem kılavuzluğunun azıcık küçümsenmesi, kişiyi
kendinde keramet aramaya götürür ve kişi, üstün yetenekleriyle(!) pratik içinde
en doğru yolu bulacağını zanneder! Kişi, başarısızlıklardaki payını demagojik
ifadelerle başkalarının üzerine atmaya çalışırken, yoldaşlarının başarılardaki
payını, oportünizme karşı verdikleri ideolojik mücadelenin kendi yönetimine
nasıl güç kazandırdığını, başarılı eylemlerde diğer Merkez Yürütme Kurulu ve dövüşen
bütün yerli ve mahalli militanların payını unutuverir!
Önemli
olan, gençlik hareketi içindeki kişilerin ucuz kahramanlar yaratmaya pek
meraklı bu küçük burjuva ortamının sahte büyüsüne kapılmadan, küçük burjuva
kişiliklerinde devrim yapmaya, kendilerini yenilemeye, örgütlü bir çalışma
içinde proletaryanın davasına gerçekten hizmet etmeye kararlı olmalarıdır.
Eyleme
giren, bu düzene karşı gerçekten savaşmaya kararlı olan kişiler, “Teori
teorisyenlerin işidir” demeden, asgari bir Marksist-Leninist formasyona sahip
olmaya çalışmalıdırlar ki, oportünizmin yapışkan balçığı bacaklarını
ağırlaştırmadan, proletaryanın zaferi için emperyalizmin üzerine koşar adım
saldırabilsinler!
Diğer
bir yanlış eğilim de, örgütlü çalışma alışkanlığının ve disiplinin
gelişememesidir. Şüphesiz, gençliğin kitle örgütü olan ve üyelerinin küçük
burjuva sınıfsal kökene dayandığı TDGF’yi bir proletarya partisi gibi disiplin
altına almak ve örgütlü çalıştırmak imkânsızdır. Ama, en azından bu örgütün en
önündekilerin daha örgütlü ve disiplinli çalışmaları mümkündür. Bu zaaf, daha
çok kendini teorisiyle ve pratiğiyle kabul ettirmiş, emperyalizme karşı amansız
savaş veren bir proletarya partisinin yokluğundan gelmektedir.
Bir
yanlış da, bazı kişilerde lümpen eğilimlerin ortaya çıkmasıdır. Ve bu kişiler,
kendilerine “profesyonel devrimci” sıfatını yakıştırabilmektedirler.
Profesyonel devrimciliğin şartları şöyle özetlenebilir:
1.
Diyalektik ve tarihi materyalizmi dünya görüşü olarak kabul etmek ve kavramak.
2
Bilimsel sosyalizmin klasiklerini, yurt ve dünya meselelerini, yurt ve dünya
pratiğini okuyup öğrenmekle kendini yükümlü görmek.
3.
Devrim işinin dışında bu düzenin şu veya bu kurumu ile bütün ilişkileri ya
kesmiş olmak, ya da bir işaretle kesebilecek düzeyde sürdürmek.
4.
Her çeşit “tantana” ve eyyamcılıktan uzak, yaptığı işleri ilan etmeden
çekirdekten yetişmiş olmak, hareket içinde pişmek.
5.
Parti üyesi olmak. Eğer parti derecesinde bir örgütlenme yoksa, belli bir
devrimci mihrakın disiplinine tabi olmak.
En
önemli bir zaaf, yanlış eğilim de, hareketin küçük burjuva sınıfsal kökene
dayanmasından gelmektedir. “Solcu” laf ebelikleri yaparak hareketin saf
elemanları üzerinde etkin olmaya çalışmak; hiçbir ilke birliğine ve proleter
yoldaşlığına dayanmayan “ahbap çavuş birlikleri” kurmak; taban temsilciliği
pozları takınıp, yanlış ve hastalıklı eğilimleri pohpohlayarak kendi
kariyerizmini kitle dileği şeklinde göstermek; bazen saygılı ve masum tavırlar,
bazen Don Kişotvari olduğundan fazla görünmeler, çığırtkanca övünmeler ve
yakınmalar şeklinde kendini göstermektedir bu yanlış eğilim.
Küçük
burjuva sınıfsal köken, proletaryanın ideolojisine sımsıkı sarılıp, onun
kavgası içine samimiyetle girilerek küçük burjuva kişiliklerde devrim
yapılmadığı sürece bütün saymaya çalıştığımız yanlış eğilimlere de kaynaklık
etmektedir.
Samimiyetle
saymaya çalıştığımız bütün yanlış eğilimler, yaptığımız ve yapacağımız
eleştiriler, bazıları tarafından kişisel bir düşmanlığın, garezin tezahürü
olarak kabul edilebilir! İşte bu da bir diğer önemli yanlış eğilim, eleştiriye
tahammülsüzlüktür. Nasıl kabul edilirse edilsin! Marksist-Leninistler, kimsenin
nabzına göre şerbet vermezler, kitle dalkavukluğu yapmazlar, yanlış eğilimlere
göz yummazlar. Sınıf savaşının bir yanı da yanlış eğilimlere karşı mücadele
etmektir!
Beşinci
TDGF Kurultayı ve Proleter Devrimcilerle
Bütün Oportünizmler Arasına Çekilen Kesin Çizgi
Beşinci
TDGF kurultayı geldiğinde, piyasaya “Mao”cu kılığında çıkıp modern
revizyonizmin kapitalist olmayan yol tezini apaçık bir şekilde savunan Proleter
Devrimci(!) Aydınlık oportünizmi, beceriksizce kılık değiştirip, bu sefer de
keskin “sol” şiarlarla “Mao”culuğunu sürdürmeye çalışmış; Kastro’ya, Guevara’ya
ve bütün Latin Amerikalı gerillalara “küçük burjuva anarşistleri” diye
küfretmeye başlamış; dünya sosyalist hareketi içinde metafizik sınıflamalar
yapmış; Türkiye'deki Amerikan emperyalizminin varlığını unutturacak şekilde “Sovyet
sosyal emperyalistleri” diye çığırtkanlık yapmaya başlamış; dünya sol
hareketinin trafik polisliğini üstlenmişti!
Mihri
Belli ise, Aydınlık Sosyalist Dergi içindeki bütün muhalefete rağmen,
eleştirileri olumlu karşılıyormuş havası takınıp, ayrılıkların üzerine
gitmekten hassasiyetle kaçınarak sağ çizgisini ortaya koyduğu yazılarını
çeşitli emrivakilerle veya habersizce dergiye sokmuştu. Bu sağ çizgisiyle, doğruları
bile ahlâksızca tahrif etmekten kaçınmayan, fideliğinde yetiştirdiği Proleter
Devrimci(!) Aydınlık oportünizminin ve oportünizmin bütün fraksiyonlarının
oluşmakta olan proleter devrimci saflara saldırılarına uygun ortam yaratmış;
savaşmaya kararlı saf militanların kafalarını bulandırdığı gibi, oportünizm
tarafından da bulandırılmasına hizmet etmiş; böylece saflarda belirli ölçüde
bir dağınıklığın, umutsuzluğun ve dolayısıyla çeşitli yanlış eğilimlerin
gelişmesine sebep olmuştur!
Proleter
Devrimci(!) Aydınlık oportünizminin bu kısa dönem içinde çizdiği büyük
zikzaklar, “Mao”culuğun görülmemiş enteresan tipleri, entelektüel bozuntusu
şımarık burjuvalara has bu Campus “Mao”culuğu anahatlarıyla şöyle
özetlenebilir:
“Mao”culuğun
birinci şekli:
“İşçi
sınıfının öncülüğünün objektif şartları yoktur. Türkiye’nin bugün erişmiş
olduğu ekonomik gelişme seviyesi, milli demokratik devrimde proletaryanın
öncülüğüne yeterli değildir. Doğan Avcıoğlu’nun dediği gibi,
milliyetçi-devrimciler bir kez daha ön planda rol oynamaya aday
gözükmektedirler. Zaten bugün de yurt çapında esas mücadele, işbirlikçilerle
Kemalistler arasında olmaktadır. Önder Kemalistler olduğuna göre, milli cephe
politikası da dostluk-destek-eleştiridir.
İçinde
bulunduğumuz dönem, milli demokratik devrim değil, milli demokratik hareket
dönemidir. Ancak milli demokratik devrim döneminde Kemalistlerle aramızdaki
ilişki, dostluk-öncülük-mücadele biçiminde olabilecektir. Proletaryanın Partisi
de ancak o dönemde kurulabilir. Partide de işçilerin mutlak bir çoğunluğa sahip
olmaları gerekmektedir. Proletarya, bugün zayıf ve cılız olduğu için ve de
ülkemizde gerçek demokrasi olmadığı için, Proletarya Partisi’nin kurulmasına
imkân yoktur.
İçinde
bulunduğumuz dönemde çalışma tarzı, proletaryaya milli bilinç götürmemizi
gerektirmektedir. Proletaryaya ve yoksul köylülüğe sosyalist siyasi bilinç ve
diğer milli sınıflara da anti-emperyalist bilinç götürmekten bahsetmek “sol”
oportünizmin ta kendisidir. Proletarya partisinin kurulmasının mümkün olmadığı,
içinde bulunduğumuz milli demokratik hareket döneminde ana görevimiz, milli
cepheyi oluşturmaktır.
27
Mayıs anayasasının meşruiyet sınırlarını aşan bu anarşist gençler, fazla ileri
gitmeye başlamışlardır. Bunlar, milli cephe yıkıcılarıdır. Eylemlerimizi
anayasanın meşruiyet sınırları içinde yürütmemiz gerekmektedir!”[14]
Maoculuk
adına dile getirilen bu modern revizyonizmin görüşlerine karşı Lenin, Stalin,
Mao ve Lin Biao’dan yapılan atıflarla yoğun bir ideolojik mücadele verildi. “Objektif
şartlar” meselesinin emperyalizm döneminde tartışılamayacağı ve proletaryanın
öncülüğünün milli demokratik devrimde bölünmez bir bütün olarak varolduğu
açıkça ortaya kondu. Proletaryaya mutlak kendi sınıf bilincini, Marksist-Leninist
politik bilinç götürmek gerektiği; aksini iddiaya kalkışmanın kuyrukçuluğun en
iğrenci, Marksizm-Leninizmi temelden inkâr olduğu anlatıldı. Bu görüşlerin
küçük burjuva kuyrukçuluğunun en somut, en kabakça örneği olduğu;
Marksist-Leninist kesintisiz devrim anlayışının inkârı, milli demokratik devrim
ile sosyalist devrim arasına bir Çin seddi çekmek olduğu ispat edildi.[15]
Bu
yoğun ideolojik mücadeleyle birlikte, artan işçi-köylü hareketleri ve gençliğin
giderek büyüyen anti-emperyalist mücadelesi, kuyrukçuluğun, pasifizmin bu kadar
açıkça savunulamayacağını “Mao”cu baylara öğretti. Bunun üzerine, yılan gibi
eğilip bükülmeye ve pasifizmlerine yeni kılıflar aramaya başladılar. Acele “Mao”culuğun
yeni bir türünü icat ettiler!
“Mao”culuğun
ikinci şekli:
“Türkiye,
milli demokratik devrim aşamasındadır. İşçi sınıfının öncülüğü olmadan milli
demokratik devrim olamaz, işçi sınıfının pratikte önderliği, (fiili önderliği)
milli demokratik devrim çizgisinin can alıcı noktasıdır. Türkiye’de de işçi
sınıfı vardır. Yalnız, işçi sınıfının objektif varlığı başka şeydir, öncülük
için objektif şartlar başka şeydir, işçi sınıfının öncülük için objektif
şartlarının varlığını ancak pratik gösterecektir. Tek ölçü pratiktir.
İşçi
sınıfının önderliğini tayin eden üretici güçlerin gelişme seviyesidir. Milli
demokratik devrim aşamasında tek bir doğru politika vardır: Milli cephe
politikası. İlerici cuntalarla halk savaşı aynı şeydir. Milli demokratik devrim,
özünde köylü devrimi değildir. Devrimin temel gücü köylüler değil, işçilerdir.
Belirleyici olan kırlar değil, şehirlerdir. Proletaryanın öz örgütünde işçiler
mutlak bir çoğunluğa sahip olmalıdır. Dünya’da üç çizgi, Proleter Devrimci,
modern revizyonist, Kastro-Guevera-Debray çizgisi vardır. Kastro ve Guevera “sol”
sapık, küçük burjuva anarşistidir!”[16]
Demagoji,
yılan gibi kıvrılmak ve dönüp dolaşıp sonunda gene küçük burjuva kuyrukçuluğunu
savunmak ancak bu kadar olurdu. Özellikle Mao Zedong ve Lin Biao’dan yapılan
atıflarla bu sahtekarların, Lenin’in Üçüncü Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde
formüle ettiği ve Mao’nun Çin sosyal pratiği ile zenginleştirip derinleştirdiği
sömürge ve yarı sömürge ülkeler için geçerli evrensel milli demokratik devrim
tezini nasıl tahrif ettikleri ve bunu nasıl “Mao”culuk adıyla yaptıkları açıkça
ortaya kondu. Milli demokratik devrimin özünde bir köylü devrimi olduğu; devrim
ordusunun temel gücünün köylüler olduğu; belirleyici alanın kırlar olduğu; halk
savaşının köylü ordusunun kırlardan şehirleri fethetme savaşı olduğu; işçi
sınıfının öncülüğünün milli demokratik devrimde bölünmez bir bütün olarak
mevcut olduğu; yarı-sömürge ve yarı-feodal ülkelerde, proletaryanın öz
örgütünde işçilerin çoğunlukta olmasının şart ve gerekli olmadığı, genellikle
yoksul köylülüğün çoğunlukta olduğu ve öncülüğün ideolojik öncülük olduğu
anlatıldı. Dünya devrimci hareketi içinde öyle metafizik sınıflamalar
yapılamayacağı, bir tek devrimci çizgi, Marksist-Leninist çizgi olduğu ve
Marksizm-Leninizmin evrensel yolunu kendi ülkelerinin somut pratiğine uygulayan
devrimci öncü kadroların zafere ulaştıkları, dünyayı ve ülkelerini
değiştirdikleri ve Küba Devrimi’nin de bunun dışında düşünülemeyeceği
anlatıldı.[17]
Meselenin
daha iyi anlaşılması için sözü biraz da Kübalı devrimcilere verelim:
“Görünüşünde ve biçiminde
heterodoks (farklı yanları olan) devrimimiz, buna karşılık, sömürgeciliğe karşı
mücadeleler ve sosyalizme geçişle belirlenen, çağımızın büyük tarihsel
olaylarının, izlediği genel yolu izlemiştir.
Oysa bazı gruplar, bundan
belki bir kişisel çıkar gözeterek, belki de iyi niyetle, devrimci savaşımızın
genel tarihsel ve toplumsal kavramı içinde göreli (izafi) önemi bulunan birtakım
istisnai niteliklere gereğinden fazla önem verip, bunları belirleyici etkenler
düzeyine çıkarmaya uğraşıyorlar.
Her devrimde birtakım
öznel etkenler bulunduğu apaçık ortada olan bir gerçektir, ama bütün
devrimcilerin özgül bir ülkenin tek başına yıkamayacağı genel kanunları
izleyeceği de daha az gerçek değildir.” [Verde Olive, 9 Nisan 1961, Yıl.
2, Sayı. 14]
“Hayır. Yönetici
örgütlerin rolünü yadsımıyoruz. Siyasal örgütlerin rolünü yadsımıyoruz. Gerilla
siyasal bir örgüt, siyasal bir hareket tarafından örgütlenir.” [Fidel Kastro, “OLAS
Kongresi Söylevi”, Gerilla Savaşı ve Marksizm, s. 368]
“Anti-emperyalist ve
anti-feodal mücadelede (milli demokratik devrim mücadelesinde) halkın çok büyük
çoğunluğunu, işçi sınıfının, köylülerin, aydınların, küçük burjuvazinin ve
ulusal burjuvazideki en ilerici tabakaların çıkarları yönünde giden bir
kurtuluş programı üzerinde birleştirmek mümkündür.” [Fidel Kastro, “Sosyalist
Devrim”, s. 34]
Bu
“Mao”cu geçinen entellektüel bozuntularına Çinli devrimcilerin cevabı da şudur:
“Şimdi Ekim İhtilali’nin
deneyine ilaveten, Çin’de, Doğu Avrupa sosyalist ülkelerindeki, Kore, Vietnam
ve Küba’daki devrimci deneyler mevcuttur. Bu ülkelerin muzaffer devrimcileri
Marksizm-Leninizmi ve Ekim İhtilali’ni zenginleştirmiş ve geliştirmiştir.
Çin’den Küba’ya kadar bütün bu devrimler, istisnasız, silahlı mücadeleyle ve
silahlı emperyalist saldırısına ve müdahalesine karşı savaşmakla kazanılmıştır.
Küba halkının silahlı ayaklanması 1953 yılında başlamıştır. Amerikan
emperyalizmi ve Küba’daki kuklası Batista’nın yönetimini devirmeden önce iki
yıldan fazla bir devrimci halk savaşı vermiştir.” [China in Revolution,
History, Documents and Analysis, Yayına Hz.: Verasimons, s. 404-5. 31 Mart
1964’te yayınlanan S.B.K.P. Merkez Komitesi’nin açık mektubu üzerine ÇKP’nin
yorumu]
Entelektüel
bozuntuları, Küba deneyini yanlış formüle eden Debray’ye ve kendi sübjektif
niyetlerini objektif gerçeğin yerine oturtmaya çalışan idealist beyinli batı
entelektüeli yazarlara dayanarak, Kübalı devrimcileri “sol sapık”, “küçük
burjuva anarşisti” olarak suçlamaya ve “Debrecilik” diye yeni bir çizgi icat
etmeye kalkmışlardır! Aslında bizlerin bu kadar aktarmalar yaparak bunların
sapıklıklarını sergilemeye ve Kübalı devrimcileri haklı göstermeye çalışmamız
bile son derece lüzumsuz bir çabadır! Ortada gerçekleşmiş koskoca bir Küba
devrimi vardır!
Evet,
dünyanın Küba’sında devrim yapan, dünyayı değiştiren Kastro ve Guevara “sol
sapık “küçük burjuva anarşisti”dir ve bu bizim evleriyle üniversitelerindeki
sıcak odaları arasında mekik dokuyan, adım adım üniversite kariyer
basamaklarında yükselen, fazla kitabi entelektüel bozuntusu burjuva
züppelerimiz ise proleter devrimcidirler(!!??)
Sağ
oportünizmin genel karakteri, ilke istikrarı diye bir şeyin olmaması,
korkaklık, azimsizlik ve proletaryanın devrimci zaferine inanmamaktır.
Sahtekarlıkları kitlelerin gözünde açığa çıkınca, düne kadar savundukları
şeyleri sahtekarca karalamaya kalkarlar. Onların idealist beyinlerinde yatan
tek düşünce, “her şeye rağmen proletaryanın devrimci hareketini pasif ize
edebilmektir”. Bunu başarabilmek için en keskin “sol” şiarlarla bile ortaya
çıkmaktan kaçınmazlar. Bizim entelektüel bozuntularımız da dergilerinin
kıyısına köşesine sıkıştırdıkları sahtekarca özeleştirilerle aynı şeyi yaptılar
ve hemen “Mao”culuğun bir üçüncü türünü daha icat ediverdiler!
“Mao”culuğun
üçüncü şekli:
“Devlet
ve devletin bütün kurumları her şart altında, her yerde ve her zaman egemen
sınıfların kesin denetim ve emrinde, devrimci sınıfın ve devrimcilerin üzerinde
kayıtsız ve şartsız bir baskı unsurudur. Türkiye’de de ordu, kesin olarak
işbirlikçilerin ve patronların denetimi altındadır. Türk ordusu da, Yunan
ordusu, İran ordusu, Latin Amerikan orduları gibi faşisttir... Sovyetler
Birliği de Amerika gibi emperyalist bir ülkedir. Hem Amerika’ya hem de
Sovyetler Birliği’ne yönelmiş bir mücadele verilmelidir. (Burada verdikleri
mücadelenin (!) Sovyetler’e dönük yanı çok daha ağır bastı.) Örgütlenmek için,
isteyen herkesin katılacağı sosyalist bir kurultaya gidilmelidir!”[18]
Evet,
devlet hâkim sınıfların bir baskı aracıdır. Bu, zaten Marksizm-Leninizmin alfabesidir.
Yalnız, “devlet hâkim sınıfların baskı aracıdır”, öyleyse “Türkiye’de de
devletin bütün kurumları her zaman bütünüyle karşı devrimcidir ve devletin bir
kurumu olan ordu da bütünüyle karşı devrimcidir” demek, Marksizm-Leninizmin
özünü kavramamış olmak, idealist burjuva mantığıyla Marksizm-Leninizmi çok kaba
bir şekilde Marksizm-Leninizm adına tahrif etmektir.
“İstisnai
olarak, mücadele halindeki sınıfların denge tutturmaya çok yaklaştıkları öyle
bazı dönemler olur ki, devlet gücü, sözde aracı olarak, bir zaman için bu
sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu muhafaza eder.” Yani, 17. ve
18. yüzyılların mutlak hükümdarlıkları gibi, Fransa’da Birinci ve İkinci
İmparatorluğun Bonapartizmi gibi, Almanya’da Bismarck gibi.
Buna,
Sovyetler’in, küçük burjuva demokratlar tarafından yönetilmeleri nedeniyle
henüz güçsüz, buna karşılık, burjuvazinin de Sovyetler’i dağıtmak için henüz
yeteri kadar güçlü olmadığı bir anda, devrimci proletaryaya zulmetmeye
başladıktan sonra, Cumhuriyetçi Rusya’daki Kerensky Hükümeti gibi diye ekleyeceğiz.”
diye Devlet ve ihtilal’in 20. ve 21. sayfalarında Engels’ten de aktarma
yaparak yazan Lenin, bu “Mao”cuların devlet konusunda yaptıkları kaba tahrife
en güzel cevabı veriyor. Türkiye’de de buna, küçük burjuva radikalizminin
emperyalizme ve yerli ortaklarına karşı soluksuz kalan çıkışını, 27 Mayıs
anayasasının getirdiği rejimi ilave edebiliriz.
27
Mayıs sonrası, Türkiye’de, bir süre ordu da dâhil bütün devlet kurumları içinde
küçük burjuva radikalizminin temsilcileri ile, uluslararası finans
oligarşisinin temsilcileri bir denge tutturmamışlar mıdır? Bu dengenin
sağladığı nispi özgürlük ortamı içinde Türkiye solu, sınırlı da olsa legal
çalışma imkânlarına kavuşmamış mıdır? Şüphesiz bu denge, hızla emperyalizm ve
yerli köpeklerin lehine bozulmaktadır! Orduya küçük burjuvazinin aşağı
kesimlerinden subayların gelmesini sağlayan askeri liselerin kapatılması,
uluslararası finans kapitale bağlı çok güçlü yerli bir kuruluş haline getirilen
Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun kurulması ve son çıkarılan askerlikle ilgili
kanunlar, ordunun emperyalizmin kontrolü altına alınması ve profesyonel bir iç
savaş ordusu haline getirilmesi çabalarının en somut örnekleridir. Ama henüz
emperyalizm, bunda tam başarılı olmuş değildir.
Ordu
Yardımlaşma’nın gücü, aşağı kademeleri de midesinden emperyalizme bağlayacak
bir seviyeye henüz erişmemiştir ve ordu içindeki küçük burjuva radikal
unsurlar, aleyhlerine bozulan dengeyi düzeltme, lehlerine çevirme yolunda bir
patlayışın hazırlıkları içindedir. Emperyalizm ve küçük burjuva radikalizmi
restleşmiş, ok yaydan çıkmıştır. Yalnız, emperyalizm doğası gereği oyunda hile
yapmaktadır! Kontrolü altındaki birçok ülkede yaptığı gibi, bazı yüksek rütbeli
kendi adamlarını “milliyetçi-devrimci” diye lanse etmekte, küçük burjuva
radikalizminin hareketini bunlar vasıtasıyla kontrol altına almaya, küçük
burjuva radikallerinin bağımsız örgütlerini dağıtmaya çalışmaktadır. Sonradan
kesinlikle tasfiye edeceği veya yanına çekeceği, aldatılmış küçük burjuva
radikallerinin de desteğiyle iktidara getirdiği sahte milliyetçi-devrimcilere
bol “tantanalı” bir-iki göstermelik reform da yaptırarak toplumsal patlamaları
durdurmayı, geciktirmeyi her zaman düşünmektedir.
Burada
bizlere düşen görev, “ordu bütünüyle devrimcidir veya karşı-devrimcidir”
demeden, küçük burjuva radikallerini uyarmak; onların gerçekten emperyalizme ve
yerli köpeklerine yönelmiş her çıkışlarını Leninist destek ilkesine uygun
biçimde sonuna kadar desteklemektir.[19]
Burada
örgütsel bağımsızlığı koruma ve kimliğini gizlememe ilkesini hiçbir zaman
unutmamak gerekir. En birinci görevimizin de, aslında uzak gözüken ve gelse
bile hiçbir zaman emperyalizm ile bağları kesinlikle koparamayacak olan küçük
burjuva radikalizminin iktidarına bel bağlamadan, emperyalizme ve yerli
köpeklerine karşı amansız bir savaş verecek öncü kadronun oluşturulması ve
halka emperyalizme karşı ancak aktif mücadeleyle kurtuluşun mümkün olduğunun
gösterilmesi olduğunu bilmemizdir!
İkinci
iddiaya gelince, Pekin bu şekilde yayın yapabilir. Bizlerin büyük Çin devrimini
başarmış, büyük kültür ihtilali ile devrimi ileriye götürmüş ve
Marksizm-Leninizm hazinesini zenginleştirmiş olan Mao Zedong ve Lin Biao
yoldaşlara ve Çin Komünist Partisi’ne çok büyük bir saygımız vardır. Yalnız
bizler, emperyalizme ve yerli köpeklerine karşı halk savaşı verme durumunda
olan bir ülkenin devrimcileri olarak, Sovyetler Birliği’ne karşı onların
tavrını aynen takınamayız. Bu tavra iki yönden itirazımız vardır.
Birincisi,
Sovyetler Birliği’nde henüz burjuvazinin iktidarı yoktur ve Sovyetler Birliği,
Amerika gibi emperyalist bir ülke değildir. Yalnız, Sovyetler Birliği Komünist
Partisi yöneticileri Leninizmin “Barış içinde bir arada yaşama» ilkesini tahrif
etmişler, geri bıraktırılmış ülke halklarının emperyalizme karşı verdikleri
halk savaşlarına gereken aktif desteği sağlamaz hale gelmişler, büyük devlet
politikası izlemeye başlamışlar ve bu tavırlarıyla emperyalist güçlerin
şımarmasına, daha saldırgan hale gelmesine hizmet etmişlerdir. Bu çizgileri
yanlıştır, modern revizyonizmin çizgisidir.
İsteğimiz,
bu çizgilerini düzeltmeleri ve halk savaşlarına gereken aktif desteği
sağlamalarıdır. Bu arada, Latin Amerika halklarının ancak silahlı mücadeleyle
kurtulabileceğini söyleyen ve Amerika’nın burnunun dibinde bir halk savaşıyla
devrimi gerçekleştiren Kastro Kübası’na yardımı kesen Çin Komünist Partisi’nin
de yoldaşça eleştirilmesi gerektiği kanısındayız.
İkincisi,
bizlerin Pekin ağzıyla konuşması politik tavır olarak da yanlıştır. Sorarız,
revizyonistlerin yönetimi altındaki Çin Komünist Partisi’nden kovulma kararını
onaylayan Üçüncü Enternasyonal’e halk ordusunun başındaki Mao Zedong yoldaş
küfretmiş midir? Devrimin başarıya ulaşmasına çok az bir zaman kalana dek
yanlış bir politika izleyerek, Kuomingtang’ı tanıyan ve destekleyen Sovyetler
Birliği Komünist Partisi’ne Mao Zedong yoldaş küfretmiş midir?[20]
Mao
Zedong yoldaş, zafere ulaşabilmek için bütün çelişkileri, emperyalistler arası
çelişkileri bile inceden inceye hesaba katmamış mıdır? Bütün bu çelişkiler
hesaba katılmadan zafere ulaşmış herhangi bir devrim hareketi gösterilebilir mi?
Ho Amca’nın tavrı neydi? Emperyalizme ve yerli köpeklerine karşı en amansız
savaşı veren halkların yöneticilerinden hangisi Sovyetler Birliği’ne
küfretmektedir? Bu savaşı vermek zorunda olan Türkiyeli devrimcilerin tavrı da
bütün çelişkileri inceden inceye hesaba katmak olmalıdır!
Sovyetler
Birliği ile Amerikan emperyalizmi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Modern
revizyonizme karşı mücadele, “kahrolsun Sovyet Sosyal Emperyalistleri” diye
sıcak üniversite odalarından bağırarak değil, halk savaşını fiilen başlatarak
ve zafere kadar götürerek verilir. Bu mücadeleyi en iyi verenler de, Çin Hindi
halkları, Filistin halkı, Afrika ve Latin Amerika’da gerilla mücadelesi veren
halklardır.
Sıcak
üniversite odalarından hiçbir tehlikeyle karşı karşıya kalmadan, sorumsuzca
şarlatanlık yapmak kolaydır! Modern revizyonizmin kapitalist olmayan yol
tezinin kesin iflası, şarlatanlık yaparak değil, halk savaşlarını genişleterek,
yeni yeni Vietnamlar yaratarak mümkün olacaktır. Genişleyen halk savaşları,
mutlaka Sovyetler Birliği’ndeki iktidarı da etkileyecek, Sovyetler Birliği’nin
revizyonist politikası mahkûm edilecektir. Burada bizlere düşen en önemli
görevlerden biri de “Mao”culuk adıyla çeşit biçimlerde modern revizyonizmin
görüşlerini dile getiren, proletaryanın devrimci hareketini pasifize etmeye
çalışan hainleri teşhir etmek, yılan kafalarını ezmektir!
İsteyen
herkesin katılacağı Sosyalist Kurultay(!) meselesine gelince, ikiyüzlülüğün,
madrabazlığın en tipik örneğidir. Bu baylar, hem sağa sola “oportünist” diye
küfretmekte, hem de oportünist dedikleri TİP yöneticileri, sarı sendikacılar
ile kurultay görüşmeleri yapmaktadırlar. Bütün oportünist fraksiyonlarla sarmaş
dolaş olurlarken gerçek yüzlerini açıkça ortaya koymaktadırlar.
Menderes’in
“Vatan Cephesi” politikasını aratmayacak şekilde, “sosyalist kurultaya evet
dedi” diye habersizce bazı kişilerin ve örgütlerin adlarını dergilerinde
yayınlamışlardır. Sosyalist kurultay(!) çağrısı, proletaryanın devrimci
hareketini pasifize etmeye yönelmiş bütün oportünist fraksiyonları birliğe
çağırmaktır!
“Mao”cular,
kılıktan kılığa girerek proleter devrimci hareketi provoke ederlerken, Mihri
Belli de boş durmamış, sağ çizgisi ile fideliğinde, yetiştirdiği bu oportünist
fraksiyona güç kazandırmış, proleter devrimci saflarda dağınıklık yaratmıştır. Aydınlık
Sosyalist Dergi’nin 21. sayısında “Büyük İşçi Direnişi” adlı başyazısıyla
işçi hareketini tam sağ bir görüşle değerlendirmiş, daha çok ordu üzerine
hamasi övgüler yazmıştır. Bu durum eleştirildiği zaman ise, “ne yapayım,
hareketin içinde yoktum, ancak bu kadar yazabildim”[21] diyerek işi geçiştirmiş
ve ciddi bir özeleştiri yapmaktan her zaman kaçınmıştır.
Yine
derginin aynı sayısında, “Aydınlık’ın Tutumu” adlı yazısı ile de revizyonizm
meselesini polemik konusu yapmıştır. 23. Sayıda “Devrimci Milliyetçilik İle
Proleter Enternasyonalizmi Birbirini Tamamlar” yazısı ile, modern revizyonizm
meselesini gündemin başına oturtarak, Proleter Devrimci(!) Aydınlık
oportünizmine karşı sağ bir çizgiden saldırıya kalkışmıştır. Marks, Engels,
Lenin, Stalin, Mao dururken, kendisini haklı çıkartabilmek için, Jean Jaures’in
sözünü almış ve onu da hesabını veremeyeceği bir şekilde tahrif etmiştir. “Revizyonizm,
Marksizmin resmen inkârı olarak ortaya çıkmıştır” diyerek Bernstein’dan bu yana
revizyonist bir akımın var olmadığını söylemiştir. Kautsky revizyonizminin ve
çağımızda sosyal reformist bir çizgi izleyen bütün modern revizyonist “komünist”
partilerinin varlığını akıl almaz şekilde inkâr etmiştir. “Sovyetler Birliği
Komünist Partisi ve bu partinin görüşlerini genellikle paylaşan dünyadaki öteki
proleter partileri Marksizm-Leninizme bağlı olduklarını iddia etmektedirler.
Burada Marksizm-Leninizme resmen karşı çıkmak, Bilimsel Sosyalizmi reddetmek
durumu olmadığına göre, hiç değilse bu bakımdan revizyonizm söz konusu olamaz”
diyen Mihri Belli, aslında kendi revizyonizmini gizleme çabası içindedir.
Bu
son yazının arkasından yapılan eleştirilere ve bütün engelleme çabalarına
rağmen, SBF’de verdiği “Revizyonizm” konulu konferansta, hiç eleştirilmediği,
bu konuda kendisiyle tartışılmadan arkasından konuşulduğu yalanını uydurmuş,
yazısındaki yanlış görüşleri tekrarlamıştır. Bu durum karşısında, bizler de
görüşlerimizi açıklamak zorunda kalmış ve kısaca şunları söylemiştik: “Revizyonizm,
Marksizm-Leninizmin resmen inkârı değil, Marksizm-Leninizmin özünün gayrı resmi
inkârıdır. Bernstein’dan bu yana revizyonizm kılık değiştirmiştir, Çağımızda
Leninizmin ‘barış içinde birarada yaşama’ ilkesini tahrif eden, kapitalist
olmayan yoldan sosyalizme geçişin mümkün olduğunu söyleyen modern revizyonist
‘komünist’ partileri vardır. Yalnız bizler, halk savaşı verme durumunda olan
bir ülkenin proleter devrimcileri olarak, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne
küfredemez ve bunu gündemin baş meselesi haline getiremeyiz. Ama bu demek
değildir ki, Türkiye’deki revizyonist, oportünist fraksiyonlara karşı en
amansız mücadeleyi vermeyelim!”
Bütün
bu yaptıklarının arkasından, Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 24. sayısına
son anda gizlice soktuğu başyazı ile “Türkiye proleter devrimci hareketinin en
önemli bir meselesi legalite uğruna mücadeledir” diyerek, kendisinden daha
sinsice sosyal pasifizmi, küçük burjuva kuyrukçuluğunu “Mao”culuk maskesi
altında savunan oportünistlere demagoji yapma, proleter devrimci saflara
saldırma imkânı sağlamıştır. Savaşa kararlı militanların kafalarını
karıştırmıştır. Şu iyice bilinmelidir ki Marksist-Leninistler, “legalite uğruna
mücadele” vermezler. Legal imkânları sonuna kadar kullanırlar, ama bu, sadece
mücadelelerinin bir yanıdır. Eğer kişi, “vardığımız bu dönüm noktasında,
hareketimiz legalite uğruna, işçi sınıfına ve yoksul köylülüğe ulaşma hakkı
uğruna (altını biz çizdik), demokrasi uğruna mücadeleyi başarıyla
sürdürecektir” diyorsa, “ancak burjuvazinin şemsiyesi altına girerek mücadele
verebileceğiz; burjuvazi müsaade ettiği nispette işçi sınıfına ve köylülüğe
ulaşabileceğiz” diyordur. Bunun artık gizlenecek, saklanacak, kıvırtacak bir
yanı yoktur. Bu, daha önce söylenen “Filipin demokrasiciliği şartlarında
proletaryanın kendi öz siyasi örgütüyle politika alanında yer alması imkânsızdır”
sözü ile, partisiz soyut cephe çığlıklarıyla, Türk Solu hareketinin kuyrukçu
çizgisiyle tam bir uyum halindedir. Yani, işçi sınıfına ancak bayımız gibilerin
de yardımıyla iktidara gelecek olan(!) küçük burjuva radikalizminin açtığı
yoldan ulaşabileceğiz(!) Hayır, Marksist-Leninistler, işçi sınıfına ve yoksul
köylülüğe ulaşmak için kimseden icazet almazlar. Her şart altında bütün
mücadele yöntemlerini uygulayarak, en amansız savaşı vererek işçileri ve
köylüleri örgütlerler. Marksist-Leninist kadronun öncülüğü, işçi sınıfının
öncülüğü olmadan ne millî demokratik devrim ne de sosyalist devrim adımı
atılabilir. Marksizm-Leninizm bunu öğretmektedir; Dünya sosyal pratiği bunu
göstermektedir; Türkiye’deki mücadele de bunu gösteriyor!
Campus
“Mao”istleri ve Mihri Belli, kafaları bulandırmaya, hedef şaşırtmaya
çalışırlarken, beşinci TDGF kurultayı da toplandı. TDGF’de yönetimi alan
proleter devrimciler, hiçbir oportünist fraksiyonla anlaşma çareleri aramadan,
görüşlerini gizlemeden kurultaya geldiler. Kurultayda campus “Mao”istlerine
kısaca yazıldığı gibi ideolojik mücadele verildi. Bütün temel konular üzerinde
görüşler açıklandı; hareketin zaafları ortaya kondu; eleştirilen eski Kurtuluş
Gazetesi ve Aydınlık Sosyalist Dergi’deki yazılardan dolayı
özeleştiri yapıldı.
Aslında,
sağ bir ideolojiyi dile getiren eski Kurtuluş ve Aydınlık’ta
yayınlanan yazıların esas sorumluluğu M. Belli ve çevresine aitti. Fakat, o
zaman kendimizi samimiyetle aynı hareketin içinde gördüğümüz ve yoldaş
bildiğimiz kişilerin görüşlerini değiştireceklerine inandığımız için, böyle
davrandık. Yoldaş bildiklerimiz, ayrılıkların üzerine gitmekten hassasiyetle
kaçınarak, görüşlerini değiştirecekleri yolunda devamlı bizlere umut
veriyorlardı. Bu nedenle ve temel konulardaki görüşleri de tam anlamıyla billurlaşmadığı
için, “revizyonizm”, “milliyetçilik” vb. konularındaki görüş ayrılıklarını
nüans ayrılıkları olarak görüyor ve öyle açıklıyorduk.
29-30
Ekim toplantısında, örgütlenme, çalışma tarzı, devrim anlayışı gibi en temel
konulardaki ve diğer konulardaki yanlış görüşlerini açıkça ortaya koyan Mihri Belli,
revizyonizmin bataklığında kulaç atmaya kararlı olduğunu, bizleri şimdiye kadar
boş yere oyaladığını, nüans ayrılıkları gibi görmeye çalıştığımız ayrılıkların
temelinde iki farklı dünya görüşünün yattığını gösterdi.
Bu
kurultayda kesin ideolojik yenilgiye uğrayan campus “Mao”istleri aday
çıkartmaya cesaret edemedikleri gibi, şimdi bizlere karşı olduklarını
söyleyenler de ne aday çıkarttılar, ne de kurultayda kalkıp tek söz söylediler.
TDGF kurultayında ilk kez Ertuğrul Kürkçü başkanlığındaki Merkez Yürütme Kurulu
bütün görüşlerini açıklayarak, hiçbir oportünist fraksiyona taviz vermeden ve
ahbap çavuş birliklerinden herhangi biriyle anlaşmadan yönetime seçildi.
TDGF
kurultayından bir süre sonra yapılan 29-30 Ekim toplantısı, proleter
devrimcilerine o güne kadar yoldaş bildiklerinin gerçek yüzlerini gösterdi. Bu
toplantıda bizler, bir özeleştiri ortamının yaratılacağını ve böylece
hareketimizin daha sağlıklı bir çizgiye gireceğini umarak gayet ılımlı bir
dille Türk Solu ve ondan sonra Aydınlık’ta devam eden sağ çizgiyi
eleştirdik. Bütün yoldaşça eleştirileri kişisel bir düşmanlığın tezahürü gibi
kabul eden ve özeleştiri yapmaktan ısrarla kaçarak yılan gibi kıvrılmayı âdet
edinen Mihri Belli, uzun zamandan beri içinde biriken zehri kustu.
Toplantı
tarihinden 9 ay önce Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 15. sayısında “Türkiye’de
proleter devrimci kadrolar, bir iki yıl öncesine kıyasla çok daha yüksek bir
bilinç düzeyine erişmiş bulunmaktadırlar” diye yazan Mihri Belli, bu sefer de
aynı kadrolardan kişiler kendisini eleştirmeye kalkınca, “eskiden proleter
devrimci militan bomba gibiydi. Sorduğumuz her suale doğru cevap hazırdı. Şimdi
ise durum değişiktir. Bir okumama âdeti gelmiştir. Saflarımızda ideolojik bir
gerileme vardır” diyerek, proleter devrimci hareketin kendisi demek olduğunu;
kendi sübjektif niyetini her zaman objektif gerçeğin yerine oturtmaya
çalıştığını; kendinden başka hiçbir şeye inanmayan bir sübjektif idealistten
başka bir şey olmadığını açıkça ortaya koydu!
Büyük
işçi direnişini sağ bir görüşle yorumlayan, aynı günlerde revizyonizm ve
milliyetçilik meselesi üzerine Proleter Devrimci(!) Aydınlık oportünizmi
ile sağ bir çizgiden polemiğe girerek revizyonizm meselesini gündemin başına
oturtan, bütün engelleme çabalarımıza rağmen SBF’de revizyonizm konulu
konferansı veren Mihri Belli, 29-30 Ekim toplantısında utanmadan işçi mezarları
üzerine edebiyat yaparak, “modem revizyonizm densin mi, denmesin mi diyerek
vakit öldürmek tam bizantinizmdir” diye aklı sıra bizleri suçlamaya kalkıştı.
Burada kimin bizantinizm bataklığında kulaç attığı gün gibi ortadadır.
Yalancılığın, demagojinin bu kadarı da artık tam anlamıyla hokkabazlık
olmaktadır.
Örgüt
meselesini devamlı yokuşa süren, “Filipin tipi demokrasicilik şartlarında
proletaryanın kendi öz örgütü ile politika sahnesine çıkması imkânsızdır” diyen
Mihri Belli, örgüt istekleri çoğalmaya başlayınca, aynı toplantıda “Selim Sırrı
Tarcan’da binlerce işçinin katılacağı bir toplantı yapacağız ve aşağıdan yukarı
en demokratik biçimde örgütü kuracağız. Örgütümüzde işçiler ve köylüler sayıca
ağır basacaklardır.”[22] diyerek, işçilere Aybar’ın yaptığı gibi sahtekârca
övgüler düzmüş ve daha ilk etapta işçi-aydın-genç ayırımı yapmıştır. Böylece, Menşevizmin
örgüt görüşünü, Leninizmin 65 yıl önce mahkûm ettiği örgüt görüşünü dile
getirmiştir![23] Ne gariptir ki, yine aynı konuşmada, “bizim örgüt kurmamız
demek, bir ölçüde düzen değişikliği demektir, siyasi düzen değişikliği demektir”
diyerek, menşevik de olsa aslında örgüt kurmaya pek niyetli olmadığını, bütün
umudu küçük burjuva radikalizminin hareketine bağladığını, menşevik örgüt
edebiyatını da sırf etrafındaki bilinç düzeyleri geri fakat iyi niyetli
kişileri dağıtmamak için yaptığını ortaya koymuştur!
Toplantıda,
siperlerden siperlere savaşa savaşa(!) Filipin demokrasiciliğinin sınırlarını
nasıl genişlettiklerini, yani burjuvazinin şemsiyesi altında icazetli
sosyalizmi nasıl tezgâhlamaya çalıştıklarını şaşkınlıkla Mihri Belli şöyle
itiraf ediyor:
“Bir mevziden öteki
mevziye atlayarak. Bazen gerileyerek, tekrar hücuma geçerek vereceğiz dedik.
Bugüne dek de mücadelemizi hep böyle verdik. 27 Mayıs’tan sonraki on yılın
tarihine bir göz atalım: 1960’ların başında ‘sosyalist’ lâfı yasaktı, tabu idi.
Yön dergisi, ‘sosyalizm’ sözcüğünü kullandığı zaman, işte Nasır
sosyalizmi, bilmem İsveç sosyalizmi, İsrail sosyalizmi filan diye sosyalist
olmayan ülkeleri örnek gösterip 142. maddeden kaçmaya çalışırdı (Mihri Belli de
aynı dergide derginin politikasına uygun E. Tüfekçi adıyla yazılar yazardı). ‘Sosyalizm’
sözcüğü, bugün kullanılıyor artık.”
Bir
de hamasi edebiyat yaparak, kahramanlık destanı anlatır gibi milleti nasıl
aldattıklarını, 142. maddenin korkusundan nasıl sustuklarını ve burjuvazi
müsaade ettiği nispette bilimsel sosyalist(!) olduklarını söylediklerini
anlatıyor. Ve sözüne de şöyle devam ediyor:
“Siyasi örgüt meselesinde
de böyle davranacağız. Siyasi örgütü yaratırken siper siper mücadele edeceğiz,
her alanda çok yönlü mücadele vereceğiz. Ve o mücadelede Filipin demokrasiciliğini
gerilemeye mecbur edeceğiz ve bizim anladığımız anlamda gerçek demokrasi
doğrultusunda mesafe alarak gideceğiz.”
Bütün
revizyonistler, sosyal pasifistler, kuyruklular hep böyle mücadele ederler
zaten. O genişleyecek sınırların, toplantıların, gevezeliklerin, adım adım
kazanılacak hakların sonu bir türlü gelmez. Devrimin objektif şartları bir türlü
oluşmaz; devrimci inisiyatif bir türlü harekete geçemez, Bilimsel Sosyalizm
adına yoksul emekçi kitlelerin önüne sürülen afyonlu bir macun, “Hazreti Eyüp
sabrı”dır hep. Azıcık ileri gidilip de burjuvaziden bir tokat yendi mi susulur,
sonra yine yavaş yavaş gayet temkinli, fare deliklerinden dışarı çıkılmaya
başlanır. İşte o hamasi “siperlerden sipere” edebiyatının gerisindeki gerçek
budur!
Şüphesiz
o siperlerden sipere mücadeleyi, ileri geri taktiklerini Rus, Çin, Küba ve
devrimi gerçekleştiren bütün ülkelerin öncü kadroları uygulamışlardır. Ama bir
an bile komünist olduklarını gizlemeksizin, siyasi propaganda ve ajitasyonu
durdurmaksızın, burjuvaziden icazet almaksızın ve mücadeleyi politikleşmiş bir
askeri mücadele olarak vermesini bilerek uygulamışlardır. Çağımızda bu işi
Mihri Belli’nin dediği gibi yapan “komünist” partileri doludur! Alın işte, Latin
Amerika’da bütün açık faşizme rağmen, “Mao”cu, Moskovacı, bilmem neci bir sürü “komünist”
partisi vardır. Onlar da devamlı burjuvazinin iktidarının sınırlarını
geriletmeye, bol “Marksizm” edebiyatıyla yeni yeni haklar elde etmeye çalışır
dururlar. Burjuvazinin en sert diktası bile bu fukaralara dokunmaz. Aralarında
bir danışıklı döğüştür sürer gider. Faşizm, sadece gerillalar, silâhlı
mücadeleyle millî bunalımı derinleştirmeye çalışanlar, sömürülen geniş halk
kitlelerine “Hazreti Eyüp sabrı”nı bir yana atıp silâhlı mücadelenin
gerekliliğini göstermeye çalışanlar için gelir. Ama Mihri Belli, Latin Amerika’daki
o revizyonist partilerin yöneticilerinin yaptığını yapabilecek kadar da
kabiliyetli gözükmemektedir!
Toplantıda
Kürt meselesini de tam bir şovenist, bir küçük burjuva milliyetçisi gibi ele
almıştır Mihri Belli.
“Türkiye’de aşağı-yukarı
dört milyon Kürt yaşıyor. Bu Kürt topluluğu ile, Türklerin kardeşliği tarihin
sınavından geçmiştir. 19. yüzyıla kadar Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu’nun
doğu sınırlarını korudular (altını biz çizdik). […] 1880’den 1925 Şeyh Said
isyanına kadar sözü edilecek bir Kürt isyanı olmadı. O dönem, Osmanlı
İmparatorluğu’nun dağıldığı, bölündüğü dönemdir. Millî toplulukların hemen
hepsi isyan etti. Ermeni’si, Rum’u, Bulgar’i, Arap’ı. Ama Kürtler isyan
etmediler o çöküş döneminde (altını biz çizdik).”
Bu
lâfları edenin Mihri Belli olduğunu bilmesek, Osmanlı Hanedanı’nın son
şehzadesinin konuştuğunu zannederiz. Daha millî şuurun uyanmadığı bir dönemde
Kürtlerin feodal beylerinin emrinde Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu sınırlarını
korumasını; feodal beylerin baskısı altında uluslaşamamış iki halkın aynı
sınırlar içinde yaşamasını; Birinci Dünya Savaşı’nda iki halkın bilinçsizce
emperyalist güçlerden birinin ve yerli hâkim sınıfların kontrolünde omuz omuza
cepheye sürülmelerini övgüye değer bir şeymiş, sanki iki halk hep ortak
menfaatleri için savaşmışlar ve bu yüzden aralarında geleneksel bir dostluk
doğmuş gibi göstermeye çalışmaktadır Mihri Belli.[24] Artık işin bu kadarına da
ne demeli, “deli saçması” mı demeli, bilemiyoruz?
Bay
Mihri Belli devam ediyor:
“Ve proleter devrimcileri,
bütün millî davaların savunucusu oldukları gibi, Türkiye’nin toprak
bütünlüğünün de en tutarlı savunucularıdırlar. Ve Türkiye’nin toprak bütünlüğü
bu 1970 yılında bir tek şekilde savunulabilir: Kürt halkına eşit haklar
tanımakla, onun varlığını tanımakla, bu halka ana dilini konuşma hakkını
tanımakla ve bu halkın gönül rızasıyla Türkiye’de kardeş Türk halkıyla birlikte
yaşamayı istemesini sağlamakla, biz meseleyi böyle koymaktayız.”
Arkasından
hemen bilimsel sosyalizmin de meseleyi böyle koyduğunu(!) ilâve ediveriyor!
Aslında her zaman olduğu gibi Mihri Belli, sosyalistlere değil, küçük burjuva
radikallerine hitap etmektedir burada da. Onlara, “sakın bizim hakkımızda
yanılmayın, bizler enternasyonalist değil, gerçek milliyetçileriz. Siz bize
dokunmayın, biz de sizin gerinizden emekleyerek gelelim, sizlere omuz verelim.
Bu arada sakın ha sizden öncekilerin yaptığı gibi yanılıp da Kürtler üzerinde
asimilasyon politikası falan da uygulamaya kalkmayın. Akıllılık edip onlara
kendi dillerini konuşma ve kültürlerini geliştirme hakkını lütfederseniz, millî
sınırları daha iyi koruyabilirsiniz!” diyor.
Marksist-Leninistlerin
bütün meselelere halkların gerçek mutluluğunu, gerçek barışı sağlayacak olan
sosyalist hareketi güçlendirme açısından bakacaklarını ve millî meseleye de bu
açıdan bakmak gerektiğini; şartlara göre ayrılma, bölgesel özerklik, federasyon
haklarının savunulacağını veya sadece asimilasyon politikasına karşı
çıkılacağını unutuyor![25] Aslında bir küçük burjuva radikalinden pek farklı
olmayan, bu kerameti kendinde kişiyi sanki Marksist-Leninistmiş gibi
eleştirmeye kalkmak da biraz tuhaf oluyor!
Yine
aynı toplantıda utanmadan, bizlerin DEV- GENÇ’i hareketin merkezi, proletarya
partisiymiş gibi gösterdiğimizi söylemiş ve hazırladığı bildiriyi bir emrivaki
ile toplantı bildirisini yazmakla görevli kurula kabul ettirmiştir. “Proleter
devrimci örgüt uğruna mücadele, Filipin demokrasiciliği denen antidemokratik
düzenin sınırlarının aşılması uğruna mücadeledir” denen ve böylece her zaman
Mihri Belli’nin iddia ettiği gibi “Filipin demokrasiciliğinin şartları altında
proletaryanın öz örgütünün kurulamayacağını” ifade eden bu yüz karası
bildiriye, büyük bir hata işleyerek bizlerle aynı görüşte olan bazı arkadaşlar
da imza atmışlardır. Aslında hata, yalnız o arkadaşlarda değil, o toplantıya
katılan bütün arkadaşlarımızda, hepimizdedir. Mihri Belli’nin artık
birlik-eleştiri-birlik ilkesini açıkça çiğnemesinden, “hareket demek ben demek”
diyerek proleter yoldaşlığını hiçe saymasından sonra, hâlâ gereken proleter
devrimci kararlılığı göstermeyerek meseleyi bütün açıklığıyla koymamamız ve
daha bir süre duyduklarımıza inanmak istemeyerek ve iyimser yorumlar yapmaya
çalışarak mütereddit davranmamız en sert biçimde eleştirilmeye değer bir
tavırdır!
Mihri
Belli ve çevresinin görüşlerinin iyice billûrlaştığı bu toplantı, artık
yollarımızın kesinlikle ayrı olduğunu; nüans ayrılıkları gibi görmeye
çalıştığımız ayrılıkların temelinde iki ayrı dünya görüşünün yattığını; artık
aynı saflarda kalmanın proletaryanın kavgasına ihanet olacağını bizlere
kesinlikle gösterdi. Görüşlerimizi ve temeldeki ayrılık noktalarımızı kısaca
açıkladığımız “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” adlı küçük broşürü
yayınlayarak, bizleri de revizyonizmin batağına çekmeye çalışan bu hain klikten
ellerimizi kurtardık! Böylece, proleter devrimci hareket ile bütün oportünist
fraksiyonlar arasına kesin çizgi çekilmiş oldu!
Derinleşen
Millî Bunalım; Aynı Revizyonist,
Pasifist Çizgide Birleşen Bütün Oportünist Fraksiyonların İhanetleri;
Proleter Devrimci Çizgimiz
Ülkemizde
Üniversite gençliğinin tutuşturduğu ateş, giderek işçi ve köylü kitlelerini de
sarmıştır. Ekonomik ve politik kriz alabildiğine derinleşmiştir. Kendi
aralarında çeşitli fraksiyonlara bölünen yerli hâkim sınıflar yaptıkları
kanunları çiğnemeye, açıkça her türlü zor metotlarına başvurmaya, ülkeyi eskisi
gibi idare edemez hale gelmeye başlamışlardır. İşbirlikçiler dışında bütün
sınıf ve tabakalarda açıkça ortaya çıkan genel hoşnutsuzluğu, işçi, köylü ve
gençlik hareketlerini polis, sivil faşist güçler, örfi idare metotlarıyla
sindirme çareleri aramaya başlamışlardır. Devrimci gençliğin elinde olan
çeşitli fakülteleri, üniversiteleri ve yurtları hunharca basarak yavaş yavaş
polis karakolları haline getirmeye, yiğit devrimci gençleri ve taşradaki
çeşitli işçi-köylü devrimcileri tek tek öldürmeye, eskisinden çok daha fazla
hapishanelere doldurmaya başlamışlardır. Mücadele artık demokratik, ekonomik
kitle gösterilerinin sınırlarını çoktan aşmış ve ilk kıvılcımları devrimci
mücadelenin en geliştiği bölgelerde parlayan bir iç savaş görünümü kazanmaya
başlamıştır!
Devrimin
zaten varolan objektif şartları tam anlamıyla oluşmuş; bütün iş, devrimcilerin
kendi sübjektif güçlerini oluşturarak örgütlü biçimde en aktif mücadelenin
içine girmelerine ve işçi-köylü kitlelerine emperyalizmin ve yerli köpeklerinin
boyunduruğunun ancak aktif mücadele ile kırılabileceğini göstermelerine
kalmıştır!
Hâkim
sınıfların baskılarının iyice arttığı böyle bir dönemde, tabiatları gereği
bütün revizyonist fraksiyonlar da azgınlaşmışlar, pasifizmin en iğrencinin
görülmemiş savunucuları haline gelmişlerdir! Campus “Mao”culuğu veya çeşitli
orijinal teorilerle Latin Amerika’da, Filistin’de ve dünyanın çeşitli
yerlerinde silâhlı mücadele verenlere küfretmeye ve Türkiye’de de en aktif
mücadeleyi savunanlara saldırmaya başlamışlardır.
Campus
“Mao”cuları, “Mao”culuklarına bir dördüncü kılıf uydurup, millî demokratik
devrimde köylülüğün temel güç olması meselesini tam bir menşevik mantığıyla
devrimin anti-feodal niteliğine bağlamaya çalışmışlardır.[26] Halk savaşının
kaçınılmaz olduğu emperyalizmin pençesi altındaki ülkelerde, emperyalizmin
yumuşak karnı olan kırların temel olması ve doğal olarak halk ordusunda
köylülüğün çoğunlukta olması nedeniyle temel gücün köylülük olacağı gerçeğini
unutmuşlardır. Bu menşevik mantığına göre, Rus demokratik devrimlerinde işçi
sınıfını temel güç olarak gösteren Lenin ve Stalin’in yanılmış olmaları ve bu
devrimlerde de köylülüğün temel güç olması gerekirdi. Şüphesiz yanılanlar,
kafaları bulandırarak devrimci hareketi pasifize etmeye çalışanlar, bizim
entelektüel bozuntusu campus “Mao”cularımızdır!
“Savaşacak
olan nasıl olsa köylülerdir. Bizim gibi küçük burjuva aydınlarının görevi,
köylülere ‘Mao Zedong düşüncesini’ götürmektir” diyerek ve üç yabancı dilden
dergi çıkartmaya başlayarak, şimdiden kavgadan kaçışın ön yatırımlarını yapmaya
başlamaları da bütün gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir. Sözde
saldırdıkları bütün oportünist, revizyonist kliklerle Latin Amerikalı
gerillalara küfretme konusunda ve politika ile askerliği birbirinden ayırma
konusunda birleşmeleri de bunların pasifizmlerini, ihanetlerini en somut
biçimde ortaya koyan örneklerden biridir.
Niteliği
artık açıkça ortaya çıkmış olan Mihri Belli de, denize düşen yılana sarılır
örneği, yalancılığı, tahrifatı iyice ele almış ve “örgüt, şehirlerde değil,
kırsal bölgelerde kurulmalıdır diyorlar” diye söylemediğimiz şeyleri bizlere
mal etmeye çalışarak aklı sıra sağdan taarruza geçmiştir. Aydınlık Sosyalist
Dergi’de revizyonizmi yerden yere vuran görüşlerimizi 7,5 aylık bir
ıkınmadan sonra reddetmiş ve eskiden beri revizyonist olduğunu, bizleri
hokkabazca aldattığını ilân ederek işimizi kolaylaştırmış; baştan beri
anlatmaya çalıştığımız gerçeği kendi kalemiyle itiraf etmiştir.
Mao’nun
bütün eserlerinin Türkçeye çevrildiği bir dönemde, “Mao’da ideolojik öncülük
yoktur. Temel güç işçiler ve yoksul köylülerdir” diyerek, asgari bir
Marksist-Leninist formasyonu olan kimsenin yutmayacağı kocaman palavralar
atarak, milleti aldatmaya kalkmıştır. “Küba devrimcilerinin kayıpları dağda bin
ölü idi. Şehirlerde verdikleri kayıplar ise 19 bin ölü idi” diye, aslında
kırların emperyalizmin yumuşak karnı olduğunu açıkça ispat eden rakamlara
dayanarak, halk savaşında şehirlerin önemini yüceltmeye kalkacak kadar
komikleşmiştir.
Aydınlık
Sosyalist Dergi’nin 20. sayısındaki görüşlerimizi “Narodnik
popülizmi” olarak sıfatlandırmaya kalkarken, kendisinin daha geçenlerde “sosyalizm
yoksul köylülüğün de ideolojisidir” dediğini masumane unutuvermiştir(!) Aslında
bu lafı eden Mihri Belli’yi, “Narodnik popülizmi” sıfatı da tam anlamıyla
tanımlayamaz! Çünkü o, proletaryanın devrimci mücadelesini pasifize edebilmek,
küçük burjuvazinin kuyruğuna takılabilmek için, bugün “ak” dediğine yarın
kolayca “kara” diyen, kılıktan kılığa giren bir hokkabazdan başka bir şey
değildir! Eleştirdiği görüşlerimize burada uzun boylu cevap vermeye de gerek
yoktur. Cevap, Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 20. sayısındaki
görüşlerimizin içindedir zaten.
Yolu,
baştan beri açıkladığımız gibi revizyonizmin yolu olan Mihri Belli, devrim
anlayışı, çalışma tarzı, örgüt anlayışı gibi bütün temel konularda, Latin
Amerikalı ve Filistinli gerillalara küfreden Hikmet Kıvılcımlı’yla
birleşmektedir. Uzak gözüken radikal bir küçük burjuva iktidarının gerçekten
millî demokratik devrim programını uygulayacağını umarak, kısa dönemde, “faşizmi
yenecekleri” konusunda da birleşmektedirler! Bu nedenlerle, aralarındaki
tepişmeyi bırakarak, hemen revizyonist bir parti kurmalarını kendilerine salık
veririz! Böylece “radikal küçük burjuva iktidarı”na yardımcı olarak, Türkiye’yi
kapitalist olmayan yoldan paşa paşa sosyalizme vardırırlar(!) Hem artık
proleter devrimciler de, “şöyle olacaktı, böyle olacaktı, üç tane profesyonel
genç işimizi bozuyordu, şu adrese başvurun.” şamatasından bıktı; “Ne
kurulacaksa çabuk kurulsun da, şu revizyonizmin ne menem şey olduğunu pratikte
de daha iyi görelim!” diyorlar.
Hâkim
sınıfların açıkça zor metotlarına başvurdukları, revizyonist kliklerin azgınca
pasifizmin propagandasını yaptıkları bu dönemde, eldeki kadroları örgütlü
biçimde en aktif mücadelenin içine sokmak gerekmektedir. Düşmanın gelip
devrimcileri hapishanelere dolduramaması için, bundan böyle üniversitelerin ve
belirli yerlerin kale bekler gibi sonuna kadar beklenmeyeceğini bilerek,
düşmana karşı yıpratıcı bir mücadele vermek gerekmektedir. Devrimci mücadelenin
en geliştiği bölgelerde parlayan iç savaş kıvılcımlarını, aktif mücadeleyle
ülke sathına yaymak ve güç kazandıkça savaşın ağırlığını kırsal bölgelere
aktarmak gerekmektedir. Mücadeleyi politikleşmiş bir askeri mücadele biçiminde
yürütmek, ekonomik ve demokratik mücadelelere ikinci dereceden, bu mücadeleye
yardımcı olması bakımından önem vermek gerekmektedir. Karşı-devrimin baskısına
devrimci şiddetle cevap vererek, işçi ve köylü kitlelerine aktif mücadelenin
gerekliliğini göstermek gerekmektedir. “Hazreti Eyüp sabrı” ile beklemeden, en
aktif mücadelenin içine girilerek, bu mücadele içinde geniş halk kitlelerini
örgütlemek gerekmektedir. Ancak böyle bir mücadeleyle, revizyonizmin sosyalizm
yolundaki bataklıkları kurutulacak, Türkiye halkı özgürlüğüne kavuşacaktır!
Kurtuluş
Mart 1971
Dipnotlar:
[1] Bunlar, “bizler genciz, hatalar yapabiliriz, neden bizlere hemen oportünist
diyorsunuz?” demektedirler. Hem böyle deyip, hem de dergilerinde devamlı
yaptıkları sahtekârca özeleştirilerle Marksist-Leninist özeleştiri kavramını
dejenere etmekte; her sahtekârca özeleştiriden sonra gayet iddialı yeni yanlış
görüşler ortaya atarak sol hareket içinde hedef saptırmaya çalışmaktadırlar.
Hem zaten oportünistin genci yaşlısı da olmaz.
[2]
Bu kadar şapşalca, maskaraca bir lafı devrimi ciddiye almayan, boş vakitlerini
doldurmak için devrimcilik oynamaya kalkan burjuva entelektüel bozuntuları
edebilir ancak!
[3]
Bkz.: Türk Solu 1, Temmuz 1969, Sayı. 85.
[4]
Kurultay’da oportünizmin bütün fraksiyonlarına karşı bu yazıdaki görüşlerle
mücadele verildi.
[5]
Proletaryanın örgütlenmesi meselesini hiç hesaba katmadan “Dev-Güç’te
birleşelim”; “Filipin demokrasiciliği düzeninde ulusal güçlerin hiçbirinin, ne
proletaryanın, ne küçük burjuvazinin kendi öz siyasi örgütüyle politika
alanında yer almasının imkânsız olduğunun gittikçe daha iyi açık seçik
anlaşılması”; “Legalite uğruna mücadele”yi proleter devrimci örgüt uğruna
mücadele Filipin demokrasiciliği denen anti-demokratik düzenin sınırlarının aşması
uğruna mücadeledir” diye çığlıklar atan Mihri Belli, “Türkiye’de işçi sınıfının
millî demokratik devrimde öncülük için objektif şartlar yoktur” diyerek, Doğu
Perinçek fraksiyonunun sağ oportünist çizgisini dile getiren Şahin Alpay ile
temelde aynı görüşte olduğunu asla iddia edemez. Mihri Belli, Doğu Perinçek
fraksiyonu ile temelde aynı olan sağ ideolojisini Türk Solu ve Aydınlık
dergilerinde devamlı dile getirmiştir. “Biz, Millî demokratik devrimi Mao’dan
değil, Mihri Belli’den öğrendik(!) Mihri Belli şefimizdir!” diye Doğu Perinçek
ve Erdoğan Güçbilmez’in boşu boşuna bağırmadıkları bütün bu olanlardan sonra
daha iyi anlaşılmaktadır! Sağ ideolojisiyle Mihri Belli, fideliğinde
yetiştirdiği Proleter Devrimci(!) Aydınlık oportünizminin güç
kazanmasına devamlı yardımcı olmuştur!
[6]
Bak. “Türkiye’de Karşı Devrim”, Türk Solu, Sayı 64, s. 14. Burada yanlış
anlamaya ve bu lafı edenin demagojisine imkân vermemek için, bir açıklama
yapmak yerinde olur: Kemalist olan, burjuva ideolojisine ve hatta feodal
ideolojiye sahip olan kişi, ortamını bulunca kişiliğinde devrim yaparak
Marksist-Leninist olabilir. O, sahip olduğu burjuva ideolojisini veya feodal
ideolojiyi temelinden dinamitler, kendini proletaryanın sınıf kavgasına adar ve
bu sınıf kavgası süreci içerisinde giderek proletarya ile özdeşleşir. “Kemalizmle
sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” meselesine gelince, bu iki ayrı
ideoloji arasında değil duvar, koskoca bir dünya vardır. Felsefesiyle,
ekonomisiyle, her şeyiyle iki ayrı dünyayı yansıtır bu ideolojiler. Bunlar
arasında aşılmaz duvarlar olmadığını ancak bir küçük burjuva sosyalisti,
bilimsel sosyalizmi küçümseyen biri söyleyebilir.
[7]
Sonradan TDGF Genel Sekreteri olan arkadaşın kongrede, “Aramıza nifak sokmak
istiyorlar, biz İtalyan nikâhı ile birbirimize bağlıyız” sözleri ve TDGF Genel
Başkanı’nın ideolojik ayrılıklar konusunda görüşünün olmadığını belirtmesi
başlangıçtaki durumu bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
[8]
Bu konuda Lenin şunu söylüyor: “Ekim’den sonra bütün Rus devriminin gelişimi ve
karanlık günlerinde Moskova’daki olaylar dizisi, Marx’ın derin önermelerinden
birini açıkça pekiştirmektedir: Devrim, kuvvetli ve birleşmiş bir karşı-devrim
doğurarak ilerler, yani düşmanı daha aşırı savunma çarelerine başvurmaya ve bu
yolda daha güçlü saldırı araçları bulmaya zorlar.” [W. J. Pomeroy, Gerilla
Savaşı ve Marksizm, s. 84.]
[9]
Gençlik örgütü Marksist-Leninist bir parti olmadığına, Marksizm-Leninizmi
kavramış veya bu ideolojiye sempati duyan her çeşit unsuru bağrında
barındırdığına göre, üyelerinin eylemlerde çeşitli hatalara düşmeleri veya bu
eylemler sonucu çeşitli yanlış eğilimlere sahip olmaları son derece doğaldır.
Bizim burada gençlik hareketi ile ilgili eleştirilerimiz, hiçbir zaman çeşitli
oportünist fraksiyonlara yönelttiğimiz eleştiriler gibi anlaşılmamalıdır.
Gençlik hareketi, ufak tefek zikzaklarına rağmen, bugüne dek anti-emperyalist
mücadeleyi en doğru yolda yürüten harekettir.
[10]
Aybar da “biz Türkiye’ye özgü sosyalizmi kuracağız” diyordu. Burada Aybar’ın Marksizm-Leninizmi
inkârı açıkça gözüküyordu. Mihri Belli ise bu inkârı, Marksizm-Leninizmi
kimseye bırakmayarak çok daha sinsice yapmaktadır. Kaba bir benzetmeyle buna, “Kautsky
döneğinin Bernstein aptalından daha ustaca yaptığı gibi” denebilir. Tabii ne
biri Bernstein ne de öbürü Kautsky’dir!
[11]
Devrim anlayışı, çalışma tarzı, örgüt anlayışı konuları, Marksizm-Leninizmin en
temel konularıdır. Devrim için kararlı olan, Marksizm-Leninizmi devrim yapmak
için öğrenen kişinin bu konularda mutlaka sağlam görüşleri olması gerekir.
Üniversitelerde kariyer yapmak veya marksolog olmak için değil, devrim yapmak
için kararlı olan kişi, toplumların gelişme süreçleri üzerine araştırmaları da
sırf bu konularda daha sağlam görüşlere sahip olmak için yapar. Bu konularda
sağlam görüşlere sahip olmak, doğru tavır takınabilmek bir Marksist-Leninistin
en önemli görevidir. Eğer kişinin devrim anlayışı, çalışma tarzı, örgüt
anlayışı konularında doğru görüşleri veya bayımız gibi, hiç görüşü yoksa veya
bu konularda sağlam görüşlere sahip olmak için samimiyetle çaba sarfetmiyorsa,
akıntıya göre yön değiştiren serseri mayınlardan farkı kalmaz ve sonunda
oportünizmin her türlü fraksiyonunun batağına batabilir. Ayrıca, Hikmet
Kıvılcımlı’nın, Kebek Kurtuluş Cephesi’nin, Tupamaroların bu konularda doğru
veya yanlış birer görüşleri vardır. Küçük burjuva devrimcilerinin bile bu
konularda birer görüşleri vardır. Oportünizmi, revizyonizmi esas tayin eden
unsur, yakaya Mao, Kastro veya Moskova rozetleri takmak değil, bu konularda
doğru görüşlere sahip olmak ve devrim için savaşmaktır. Latin Amerika’daki “Mao”cu
veya Moskovacı partilerle gerillalar arasındaki temel fark, Latin Amerika’nın
ekonomik ve toplumsal tahlillerinde değil, burada ortaya çıkmaktadır!
[12]
Süryaniliğin, Lazların, Çerkeslerin, Ermenilerin Türkiye’de milli meselenin
içinde düşünülemeyeceğini herkes bilir. Kürt meselesinden bahsederken bunları da
işe karıştırmak, kafaları bulandırmak, iğrenç bir demagoji yapmaktır.
[13]
Marksizm-Leninizm’de “karşı devrimci kriz” diye bir kavram yoktur. Kurulu
düzeni sarsan, devrim için uygun ortam hazırlayan “milli bunalıma” devrimci
kriz denir. Devrimciler örgütlüyseler, güçlüyseler ihtilâl yapar ve siyasi
iktidarı el geçirirler. İhtilâl yapılamazsa karşı devrimcilerin baskılan daha
da artar.
[14]
Burada kısaca özetlenen görüşleri çeşitli toplantılarda söylemişler ve
yazmışlardır. Bkz.: Aydınlık Sosyalist Dergi, “Türkiye’nin Düzeni
Üzerine”, s. 12; Aydınlık Sosyalist Dergi, “Bilimsel Sosyalist Devrim Anlayışı”,
s. 14; Türk Solu, “Millî Cephe Temel Politikamızdır”, s. 119, s. 12.
[15]
Bkz.: Aydınlık Sosyalist Dergi, “Sağ Sapma Devrimci Pratik ve Teori”, s.
15; Aydınlık Sosyalist Dergi, “Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine”, s.
20.
[16]
Bkz.: Proleter Devrimci Aydınlık, “Proleter Devrimci Birlik İçin İlkesiz
Birlik Cephesini Açığa Çıkartalım”, “Proleter Devrimci Çizgi ve Bazı Yanlış
Eğilimler”, s. 16-2; Proleter Devrimci Aydınlık, “İşçi Sınıfı ve
Millî Demokratik Devrim”, s. 17-3.
[17]
Bkz.: Aydınlık Sosyalist Dergi, “Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine”, s.
20; Aydınlık Sosyalist Dergi, “Kitleler, Küba Devrimi ve Yeni Oportünizm”,
s. 23.
[18]
Bkz.: Proleter Devrimci Aydınlık, s. 22, 23, 24, 25.
[19]
Lenin, 3. Enternasyonal’deki konuşmasında, desteklemenin şartları hakkında şunu
söylüyor: “Bu hareketler, gerçekten devrimci oldukları takdirde, bu
hareketlerin temsilcileri o ülkelerdeki köylülüğü ve sömürülen geniş kitleleri
devrimci bir ruhla örgütlememize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve
destekleyeceğiz.”
[20]
Stalin, daha sonra hatasını anlamış ve özeleştiri yapmıştır.
[21]
Hareketin içinde olmak, belirli bir olayın içine girip taş, sopa, silah atmak
veya yürümek değildir. Bu şekilde herhangi bir olayın içinde olan biri bile
Marksist-Leninist değilse eğer, olayı doğru değerlendiremez. Hareketin içinde
olmak, pratik içinde olmak demek, şu veya bu münferit olayın içinde olmak
değil, günün 24 saatini sınıf mücadelesine vermek demektir.
[22]
Mihri Belli, eleştirilerden sonra konuşmasını bazı değişiklikler yaparak
yayınlamıştır. Konuşmadaki bu kısmı da, “Türkiye’nin bugünkü şartlarında
proleter devrimci siyasi örgüt, ancak, Türkiye işçisini ve Türkiye yoksul
köylüsünü aşağıdan yukarı kitle halinde örgüt uğruna direnişini
gerçekleştirerek kurulabilir” diye değiştirmiştir. Bu da aslında ilk
söylediğinden pek farklı olmayan, saçma sapan bir görüştür. “Örgüt uğruna
aşağıdan yukarı direniş” ne demektir? Bu, ilk adımda sınıfsal kökene bakılmadan
profesyonel devrimci niteliğe sahip en iyi unsurları merkeziyetçi yanı ağır
basan biçimde yukarıdan aşağıya örgütleyerek, dışarıdan işçi sınıfına bilinç
götürülmesinin inkârı, Leninist örgüt anlayışının açıkça inkârı demektir. Marksist-Leninistler
örgüt uğruna direnmezler. Leninizmin öğrettiği biçimde kimseden icazet almadan
eldeki en iyi unsurları örgütler, bütün mücadele yöntemlerini uygulayarak işçi sınıfına
bilinç götürür, en aktif mücadeleyle millî bunalımı devrime kadar
derinleştirirler. Gelişen savaş içinde örgütlerini de büyütür ve
sağlamlaştırırlar.
[23]
Bu konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz.: “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık
Mektup”, s. 42-49.
[24]
Herhalde Mihri Belli, burada Kürtlerin, Türklerin ve Amerikalıların Kore’de de
omuz omuza çarpıştıklarını ve Kürt-Türk-Amerikan geleneksel dostluğunun(!)
temellerinde bu olgunun da yattığını saymayı unutmuş olacak! Kıbrıs Türkleri,
Hintliler, Avustralyalılar vb. de İngiliz askerleriyle omuz omuza Çanakkale’de
Osmanlı ordularına karşı savaşmışlar ve bu nedenle bu halklar arasında da
sağlam geleneksel bir dostluk kurulmuştur(!)
[25]
Millî mesele hakkındaki görüşlerimizi başka yazıda etraflıca koyacağız.
[26] Bkz.: Proleter Devrimci Aydınlık, “Emperyalizm, Üretim Tarzı, Sınıflar ve Baş Çelişme”, s. 26.
0 Yorum:
Yorum Gönder