26 Ekim 2025

, ,

Nepal’in GenZ Ayaklanmasının Açmazı II


Devrim ve Restorasyon: Değişim ve Süreklilik

Temsili demokrasi çağına doğru ilerleyen Nepal, halk mücadelelerinin en önemli kazanımlarını, yani kırsal kesimin büyük bir bölümündeki halk özyönetimi kurumlarını alenen arkasında bıraktı. Bu kurumlar, sıradan insanlara açıktı. Halkın müesses patriarkaya, kast sistemine ve topraksızlığa karşı verdiği mücadelelerde etkiliydi. Temsili demokrasinin yerleşmesiyle bu kurumlar, tasfiye edildiler. Ele geçirilen ve topraksızlara dağıtılan topraklar, sahiplerinden zorla alınıp, bir zamanlar egemen olan toprak sahibi kesimlere iade edildiler. Maocu kadroların çoğunluğu, hayal kırıklığına uğradı. Umudun ışığı olarak görülen radikal parti, geçmişinin hızla silinip giden gölgesinin arkasından bakan, sıradan bir parlamento partisine dönüştü.

Nepalli yurttaşlar, temsili demokrasinin temel çelişkisiyle boğuşuyorlar: İnsanlar, belirli aralıklarla sandık başına gidip temsilcilerini seçiyorlar, ancak bu temsilciler, onların hoşuna gitmiyor. Hoşnutsuzluk, insanların gerçek karar alma süreçlerinden belirli müdahalelerle uzaklaştırılmasından kaynaklanıyor. Periyodik seçimlerde oy kullanan halk, daha sonra karar alma süreçlerinden uzaklaşıyor. Oysa zaten “temsili demokrasi” denilen şeyin özü tam da bu.

Yurttaşlara, hükümetin herhangi bir kademesindeki temsilcileri geri çağırma hakkını vermeyen bu sistem, onları hükümetin yürütme ve yasama işlevlerindeki tüm rollerinden mahrum bırakıyor. Bu şekilde, seçilmiş parlamenterlerin halkın temsilcileri değil de, seçmenlerini istedikleri gibi az çok temsil eden, kendinden menkul bir güç olarak hareket etmelerini mümkün kılan, anayasal zemini olan bir temsiliyet ilişkisi hâkim oluyor. Bu parlamenterler, seçmenlerin görüşlerine göre yetkilendirilmiş delegeler değiller; seçilmiş temsilcilerin, gücü kendi ellerinde toplama, bu gücü kendi özel hırslarını tatmin etmek, zengin ve güçlülerle işbirliği yapmak için kullanma eğiliminde olmalarının nedeni de tam olarak bu.

Temsili demokrasi, mülkiyeti, ayrıcalığı, konumu ve prestiji korumak için geliştirilmiş bir sistem. Dünyanın birçok yerinde, mevcut itici gücünü ve içsel mantığını sömürgeci mirasına borçlu. Sömürgecilik bağlamında temsili demokrasi, her daim, yerli elitlerin sömürgeci otoriteyle güç pazarlığı yürüttükleri bir zemin olarak iş görmüştür. Dolayısıyla, uzun bir süre boyunca temsili demokrasinin yapısı, mülkiyet temelli oy hakkı, pahalı seçimler ve seçim bölgelerinin eşitsiz bir şekilde belirlenmesi üzerine inşa edilmiştir; bu da zenginlerin yasama meclisleri ve yasama konseyleri gibi “temsil” kurumlarının oluşumuna egemen olmasına imkân sağlamıştır. Basit bir ifadeyle, açık siyasi kurallar ve kurumsal düzenlemeler, egemen kesimlerin ve sömürgeci gücün mülkiyeti ve ayrıcalığı etrafına etkili siperler olarak inşa edilmişlerdir.

İktidarın sömürgeci elitlerden yerli elitlere devredilmesinden sonra bile, temel yapı, bazı kozmetik değişikliklerle varlığını sürdürmektedir. Bu şekilde, temsili demokrasinin özü, iktidarı halkın elinden alıp onu, halkın işleyişi üzerinde çok az kontrolü olan Başkanlıklar, Parlamentolar ve Kabineler gibi siyasi kurumlara aktarmaktan ibarettir. Bu yönetim biçiminin tekrar tekrar yeniden üretilmesi, insanları mevcut temsili demokrasi biçimini dokunulmaz ve demokrasinin nihai biçimi olarak varsayan yaklaşıma alıştırmıştır. Bu düşünsel felç hali, insanları katılımlarını yalnızca “daha iyi” ve “yozlaşmaz” liderler arayışıyla sınırlamaya zorlar. Monarşiye karşı mücadeleden doğan Nepal demokrasisinin gelişim öyküsü de benzer bir şablonu ortaya koymaktadır.

Nepal örneğinde, anayasal monarşi koşullarında parça parça demokratikleşme görünümü de dâhil olmak üzere, halkın monarşik yönetime karşı verdiği mücadele, kırsalda ortaya çıkan paralel halk hükümetinin hızla ortadan kaldırılmasıyla geri püskürtüldüğünde, bir trajediyle yüzleşti. İşin tuhaf yanı şu ki Maoistlerin Halk Savaşı sürecinde elde ettikleri ve sürekli olarak uzaklaştıkları imkân, özünde demokrasinin çelişkisini çözme potansiyeli taşıyordu.

Nihayetinde, devredilemez egemenliği güvence altına alan şey, özyönetim kurumları aracılığıyla katılımcı, doğrudan demokrasidir. Özünde egemenlik, halkın kendisine ait olmalıdır. Genişleyen demokrasinin yeni olasılıkları tam da ufukta belirdiğinde bu yoldan sapan kitleler, en nihayetinde her renkten elitler tarafından teşvik edilen ve yayılan temsili siyasetin egemen ideolojisinin koordinatlarına hapsoldular.

Bu ihanet, ilk kez bir trajediye yol açtı. Ancak o günden beri, sık sık tekrarlanan seçimlerin, hatta 8-10 Eylül’deki ayaklanma türünden ayaklanmaların halkın özyönetimini diriltip güçlendirmede başarısız olduğu, tekrar tekrar komediye dönüşmüş girişimlere tanıklık ettik. Gerçek alternatifin, yani sahiden hesap verebilen bir halk hükümetinin ne olduğu konusunda bir netliğin bulunmadığı görülüyor. Dolayısıyla, “Z Kuşağı”nın tetiklediği ayaklanmanın neredeyse hemen “etkili bir lider”, yeni bir başbakan arayışına girmiş olması, böylelikle liderlerle yönetilenler arasındaki hiyerarşi temelli politikayı güçlendirmesi, pek de şaşırtıcı değil.

En rahatsız edici sonuçlardan biri, elit “Z Kuşağı” tarafından başbakanı belirlemek için oyun ve sohbet uygulaması Discord’da (eskiden yasaklı sosyal medya platformlarından biriydi) yapılan bir anketti. Dijital imkânlar konusunda ülkenin ikiye bölündüğü koşullarda, gelecekteki olasılıklar üzerinde tartışanlar, kitleler değil, bir avuç internet kullanıcısıydı. Gayriresmi olduğu ilan edilen ankette sadece 7.713 kişi oy kullandı ve buna rağmen 3.833 oy alan Suşila Karki, 29 milyon 700 bin nüfuslu bir ülkede geçici bir hükümet kurma meşruiyetine kavuştu!

Garip olan şu ki bu uygulamayı bazıları, “demokrasinin derinleşmesi” olarak görüp selamladı. Selamlayanlar, modern dünyada demokrasinin ortaya çıktığı, mülkiyet ve eğitim niteliklerinin oy hakkını ciddi şekilde kısıtladığı ilk döneme baksak bile, nüfusa orantılı olarak kullanılan oyların hiçbir zaman Discord uygulamasının 10 Eylül’de kaydettiği kadar düşük olmadığına ilişkin o basit gerçeği rahatlıkla göz ardı ettiler. Şurası açık ki isyan, “istikrar”a kavuşmak adına durdurulmuş, verili duruma küçük bir azınlık hâkim olmuş.

Ayrıca, Discord’da yürüyen müzakerelerde tartışmalı konular gündeme geldiğinde, bunları çözmek için ChatGPT’ye başvurulduğu da iddia edildi; böylece, bir yapay zekâ aracının algoritma tabanlı bilgi üretimi üzerinden işleyen aklı yeniden üretildi ve pekiştirildi.

Parlamenter demokrasi ve seçimlerdeki hayal kırıklığına rağmen, elit “Z Kuşağı”, önümüzdeki altı ay içerisinde özgür ve adil seçimler talep etmekten öteye geçemedi. Ne yazık ki, böyle bir gündemin yaygınlaşması, elit “Z Kuşağı” sözcülerinin, yoksul halk kitlelerini temsil ettiğini iddia edenlerle talihsiz bir şekilde bir araya geldiğini ortaya koyuyor.

Mevcut haliyle, Nepal’in elit “Z Kuşağı”nın eylemleri ve gündemi, yeni bir şey inşa etmekten ve halkın kendi kendini yönettiği bir dönemi müjdelemekten aciz olduğunu kanıtladı. Öncelikle, “Z Kuşağı” taraftarlarının birçoğunun, 2015 anayasasında belirlenen federal yapının gerekliliğini ve önemini göz ardı etme yönündeki endişe verici eğilimini gördük. Çok sayıda genç gösterici, eyaletleri etkisiz ve maliyetli olarak görüyor, yerel ve federal olmak üzere iki yönetim düzeyine geri dönülmesini savunuyor. Böyle bir karar, ciddi bir hata olur. İnternette yapılan anket türünden uygulamalarda görüldüğü üzere, elit “Z Kuşağı”nın partizan, otoriterlik yanlısı yaklaşımını ortaya koyar.

Elit “Z Kuşağı” içerisindeki otoriter eğilim, başkanlık sistemine benzer şekilde, doğrudan seçilmiş bir başbakan talebiyle daha da pekişmiştir. Açıkça görülüyor ki, böyle bir kurum kurulursa, görev süresi boyunca diğer seçilmiş parlamenterlere karşı hesap vermeden, otoriter bir güce sahip olacaktır.

Ayrıca, “etkili bir şekilde liderlik sergileyebilecek genç liderler bulma”ya dair kaygı ile ülkenin siyasi krizine çözüm olarak “iyi eğitimli” teknokrat elitlerin başa geçirilmesi fikri üzerinde durmak gerekiyor. Bir yandan, “iyi eğitimli” liderlerin iktidara gelmesi çağrısı, ülkedeki eğitime erişim imkânının sınıfsal yapısını ve eşitsiz eğitimin acı gerçekliğini gizliyor. Tarihsel olarak bakıldığında bu yaklaşım, bir yandan da Nepal’in ekonomik ve siyasi elitlerinin bir parçası olan eğitimli kesimin, ülkenin yoksul kitlelerinin sömürülmesinde ve baskı altına alınmasında suç ortağı olduğu gerçeğinin üzerini örtüyor. Dahası, bu türden bir liderlik anlayışı, mevcut parlamenter demokraside yeni temsilcilerin halkın yaşamlarını, geçim kaynaklarını, onurunu ve özgürlüğünü feda etmeyeceğini varsayıyor.

Peki sözde iyi eğitimli liderlerin iktidar tarafından yozlaştırılmasını ne engelleyecek? Aksi yönde bir varsayımda bulunanlar, özellikle de on yıl boyunca devlet baskısına cesurca direnen, büyük fedakarlıklar ve can kayıplarına katlanan devrimci güçlerin, sonunda aynı temsili demokrasi sistemi tarafından nasıl itaate zorlandıklarının acı dolu tarihini düşündüğümüzde, safdilliliğin sınırında dolaşıyorlar.

Nepalli yoksullar ve orta sınıfın büyük bir kesiminde giderek artan kitlesel hoşnutsuzluk koşullarında, uluslararası STK’ların kusursuz işleyen mekanizmasıyla bağlantıları olan ve halk mücadelelerine neredeyse hiç dâhil olmayan “liderler”, giderek artan bir şekilde, kitlesel ayaklanmaların yüzü haline geldiler. Peki ama bu “liderler”, gerçekte kimlerin çıkarlarını temsil ediyorlar?

“Liderlerin” bir gecede öne çıkartılmalarına dönük girişimler, esasında, ekonomik elitlerin ve uluslararası kapitalist lobilerin, komünizm karşıtı söylemleri aşılamak ve radikal siyasetin yeniden canlanma olasılıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları, iyi formüle edilmiş bir siyasi manevranın parçasıdır.

Yabancılardan alınan fonlarla düzenlenen liderlik eğitimi programlarından seçilen, o zaten şüpheli olan liderlik ödülleri veya bugünlerde moda olan “toplumsal girişimcilik” üzerinden reklâm edilen, medya kuruluşları ve sosyal medya platformları tarafından öne çıkartılan bu figürler, egemen ekonomik sınıfı, yani kapitalistleri rahatsız etmeyecek konuları öne çıkartmak gibi bir gündeme sahipler. Bu geçici liderler, arkalarındaki güçlü destek ve finansman sayesinde hızla otoriter baskı gruplarına dönüştüler. Dolayısıyla devlet, politika oluşturma ve uygulama sürecinde bu gruplara giderek daha fazla danışmak zorunda kaldı. Çoğunluğun sosyal ve ekonomik koşullarını yeniden oluşturmak veya iktidardaki düzeni Nepal’in sıradan kitleleri için daha erişilebilir ve katılıma açık kılmak konusunda herhangi bir ajandaya ve programa sahip olmayan bu “liderler”, kitlelerdeki hoşnutsuzluk kaynaklı eylemli gücü yanlış yöne kanalize ederek onu burjuva kararlara teslim ettiler.

Sınıf Yeniden Merkeze Oturmalı: Alt Sınıf Egemenliğine İhtiyaç Var

Nepal’de şu gerçeği vurgulamak şart: son ayaklanmada madunların ajandası eksikti. Ayrıca, elit “Z Kuşağı”, kendi çıkarına olan ajandasını mücadele eden kitlelere dayattı. Hoşnutsuzluklarını dile dökmeye devam eden, elit ve avam “Z Kuşağı” protestocuları, Eylül ayaklanmasına kendi siyasi kültürel geleneklerini taşıdılar. Beklendiği gibi, bir hareket lidersiz ve partisiz olduğunda, farklı kesimlerin belirgin sorunları, temposu, ruh hali ve kamusal eylem biçimleri kısa bir süre birleşerek, ajitasyon çalışmalarını besler, “kendiliğinden” mücadeleleri tetikler. Bununla birlikte, yolsuzluk meselesinin kendisi, birbirine düşman olan toplum kesimlerine dek uzanan muhtelif hoşnutsuzlukların geçici olarak birleşmesini kolaylaştırmıştır.

Yolsuzluk, farklı toplumsal kesimlerin ve farklı sınıfların dikkatini çekme eğilimi nedeniyle kitleleri harekete geçiren ana unsur haline gelmiştir. Bununla birlikte, yolsuzlukla mücadele kampanyaları ve yolsuzluk karşıtı hareketler, sömürülen ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluğunu ve bakış açılarını tehlikeli bir şekilde egemen sınıfların hoşnutsuzlukları ve bakış açılarıyla özdeşleştirir. Aslında, farklı sınıflara ait hoşnutsuzlukların içselleştirilmesi, bu tür seferberliklere ayırt edici niteliklerini kazandırır, egemen sınıfların yolsuzluk ve sözde çözümlere ilişkin bakış açılarının kamusal söylemi ve devlet politikasını şekillendirmesine imkân tanır. Sonuçta, bu tür seferberliklere iştirak eden farklı kesimlerin çıkarları arasındaki çelişkiler kenara itilir. Dolayısıyla, yolsuzluk meselesinin çerçevelendiği mevcut paradigma, büyük bir harekete geçirici olmasına rağmen, kitlelerin hegemonyasını yaratmada başarısız olur. Bunun yerine, elitler, yolsuzluk adına, kitleler üzerinde hegemonya tesis eder. Buna paralel olarak, yolsuzlukla mücadele amaçlı girişimler, mevcut burjuva siyasi yapısına olan güveni yeniden tesis eder, böyle bir yapının “saf” ve “yozlaşmamış” bir biçiminin mümkün olduğunu ileri sürer. Kitlesel hoşnutsuzluğu ele geçiren yolsuzlukla mücadele kampanyaları ve yolsuzluk karşıtı hareketler, sistemi olduğu gibi koruyarak yeniden üretme yönünde önemli bir eğilim ortaya koyarlar.

Nepal’de orta sınıfa mensup Z kuşağının yolsuzlukla ilgili bakış açısı, “yozlaşmamış” ve “dinamik” olarak kabul edilen bir dizi kamu figürünü merkeze taşıdı. Bu dönemde, görünürde hiçbir siyasi kökene sahip olmayan, rapçiden Katmandu belediye başkanına dönüşen Balendra Şah gibi birçok ismin hızlı yükselişine tanık olduk. Seçmenlerle bağlantı kurmak için çoğunlukla sosyal medyayı kullanan bu yeni siyasetçiler, eski partilerden, onların kadro tabanlı sistemlerinden ve kayırmacılık ağlarından bir kopuşu temsil ediyorlar. Daha yakından incelendiğinde, artık son derece popüler olan bu liderlerin otoriter eğilimler barındırdığı, güçlü bir işçi sınıfı karşıtı siyasi yönelim benimsedikleri görülüyor.

Örneğin Belediye Başkanı Balendra Şah, Bagmati Nehri ve nehrin vadideki kollarının kıyılarında bulunan gecekondularda yaşayan insanları ve sokak satıcılarını sistematik olarak bölgeden uzaklaştırdığı için büyük beğeni topluyor. Söylemeye gerek yok: kent yoksullarının mevcut belediye kurallarını ihlal etmek için yerel yönetimlere periyodik olarak verdiği rüşvetler, rahatlıkla sistemli hale gelmiş yolsuzluk olarak aksettiriliyor. Bu noktada, gecekondu sakinlerinin yolsuzluğa dair okumaları, yani hükümetlerin kazançlı istihdam ve konut sağlamadaki başarısızlıklarıyla, bunun yerine, yoksulları yoksullukları yüzünden cezalandırmalarıyla ilgili değerlendirmeleri göz ardı ediliyor.

Bu örnek, yolsuzluğa dair iki bakış açısının birbirine ne kadar zıt olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Nepal’de “Z Kuşağı” içerisinde yer alan yoksul emekçilerin asıl rahatsız olduğu husus, zenginlerin müsrif bir hayat yaşadıkları koşullarda kendilerinin geçimlerini sağlamak için çok çalışmak zorunda kaldıkları gerçeğidir. Yoksuldaki bu rahatsızlığın karşısında, yolsuzluğu, gösterişli yaşam tarzlarına düşkün politikacılar tarafından vergi mükelleflerinin parasının kötüye kullanılması olarak algılayan elit “Z Kuşağı”nın rahatsızlığı duruyor.

Balendra Şah da Sudan Gurung da “yolsuzluğa karşı gençler” adı altında kampanya yürütenler de yolsuzluğu elitlere has bir yerden ele alıyorlar. Bunların yolsuzlukla ilgili anlayışları, esasında düzenli bir günlük hayata ve ekonomide gerçekleşecek burjuva ilerlemenin önkoşulu olarak gördükleri disipline yönelik arzuyu temel alıyor.

Burada aslında yolsuzluğu, ekonomik rahatsızlıkları besleyen, gerçek ilerlemeyi kesintiye uğratan, sistemin ürettiği eşitsizlikleri göz ardı eden, teknokratlara has bir politik eğilim konuşuyor.

Z kuşağı, politikacıların varlıklı çocuklarını eleştirdiğini biliyoruz. Bu gençler, “Kayırmacı Çocuklar” dedikleri kesimin servetine, imtiyazlarına ve sahip oldukları fırsatlara odaklanıyorlar. Oysa bu bakış açısı, politik elitlerin yolsuzluğuna ve kayırmacılığa kilitlendiği için hatalı. Bu gençlerin ekonomi alanında söz sahibi olan elitlerin yolsuzluklarına, emekçi kitleleri sömürmesine odaklanması gerekiyor.

Bu anlamda, elit “Z Kuşağı”, yolsuzluğun ekonomik kökenlerine bakmıyor. Bu yolsuzluğun ücret hırsızlıklarında; özel gayrimenkul geliştirmenin ve üst sınıfların estetiğine hizmet etmek üzere şehirlerin güzelleştirilmesinin önünü açan gecekondu yıkımlarında; kamuya ait kaynakların ve sağlık, eğitim gibi temel olanakların özelleştirilmesinde somutlaştığını görmüyor. Bunun yerine ihaleler, lisans dağıtımı, sözleşme imzalanması gibi işlemlerde verilen rüşvetlere, yapılan kesintilere odaklanıyor. Aslında, üst sınıfların önemli bir kısmı, yoksullara sağlanan sübvansiyonları bile seçimde başarı elde etmek için yoksullara verilen “rüşvet” olarak görüyor.

İşçi sınıfı ile üst sınıflar arasında yolsuzluk konusunda derin bir çelişki olduğu açık. Elitlerin benimsettikleri yolsuzluk tanımı, onu rüşvete, zimmete para geçirmeye, kara paraya vs. indirgiyor, böylelikle işçi sınıfının yolsuzluk olarak gördüğü birçok uygulamayı dışarıda bırakıyor. Bu yaklaşım, devletin topluma yeterince para harcamaması sebebiyle, halkın büyük çoğunluğunun gelirinin önemli bir kısmını gıda, eğitim ve sağlığa harcamak zorunda bıraktığını görmüyor. Önemli miktarda para verilmesi karşılığında “toplumsal” hizmetleri sunan özel okul, kolej ve hastanelerin yaygınlığı, temelde parası olanların daha iyi eğitim/tıbbi tedavi aldığı bir durumu doğuruyor. Hiç şüphe yok ki kamu görevinin özel çıkar için kullanılması yolsuzluksa, işçi sınıfı açısından, bu “daha iyi eğitim ve sağlık hizmeti için daha fazla ödemeyi öngören” uygulama da yolsuzluktur.

Elitlerin (hegemonik) yolsuzluk tanımı, sömürüyü esas alan anlayıştan yoksun olduğu için, işçi sınıfı ve diğer ezilen sınıflar nezdinde hükmünü yitiriyor. Dahası, bu elitlerin bakış açısı, yönelimleri ve bakış açıları, giderek artan bir şekilde, yoksul karşıtı olan orta sınıf kesimlerinde makes buluyor. Emekçi yoksulların hayatta kalmak ve hayatlarını sürdürebilmek adına, zengin yanlısı ve yoksul karşıtı yasaları atlatmak için yapmak zorunda kaldıkları küçük “yolsuzluklar”, orta sınıflar tarafından, zaten olan damgalanmış yoksulların kendisiyle birlikte kökünden sökülüp atılması gereken, giderek büyüyen bir tehdit olarak algılanıyor. Ekonomi sahasına hâkim olan elitlerdeki açgözlülük, ekonomik kalkınmanın motoru olarak kabul edilirken, yoksulların hayatta kalma becerileri, orta sınıfın “dünya standartlarında şehirler ve modern bir Nepal” ile ilgili hayalleri peşinde koşarken yüzleştiği birer engel olarak görülüyor.

Ne yazık ki bir alt sınıf ajandasının bulunmadığı koşullarda, üst sınıfların yolsuzlukla ilgili bakış açıları, sahip olduğu, sağlam zemin üzerine kurulmuş bir hegemonyanın keyfini çıkartıyor. İşçi sınıfı emeğiyle ekonomiye muazzam katkı sunuyor olmasına rağmen, onun yolsuzluğun sömürüyü ve yaygın eşitsizliği koşulladığını söyleyen yaklaşımı kenara itiliyor.

Emekçi kitlelerin mülkiyete ve servete yönelik öfkesi, yağma ve vandalizm olaylarıyla kendini ortaya koyuyor. Buna karşın emekçi kitleler, sömürü ve baskının üstesinden gelmek için belirgin bir bakış açısından ve programdan mahrum. Acı olan şu ki, toz duman dağıldığında, elitlerin hegemonyası sürdüğü sürece, öfkenin rahatlatıcı bir şekilde dışa vurulması pek fazla değişime yol açmıyor. Eski düzen her daim yeniden, Nepal’da yaşanan son gelişmelerden de görüleceği üzere, bu sefer daha büyük bir güçle tesis ediliyor.

Sonuç Yerine: Yeni Bir Şafağa Doğru

Nepal’deki Eylül ayaklanması, ateşlediği kıvılcım üzerinden, ilericiler arasında tartışmalara yol açtı. Bu ayaklanma, Güney ve Güneydoğu Asya bölgesinde öfkeli kitlelerin artan ekonomik eşitsizliklere ve genellikle emperyalist güçler tarafından desteklenen yozlaşmış rejimlere karşı ayaklandığı diğer ayaklanmaların peşi sıra gerçekleşti.

Bu olayların neredeyse tamamında yapılan eylemlerde gençler, hesap verme, onur ve değişim talep ettiler. Birkaç kuşakta birikmiş hoşnutsuzluğu dillendirdiler. Birçokları, “Küresel Güney”deki gençlikte açığa çıkan huzursuzluğu, bölgede yaşanacak değişimin güvencesi olarak gördü. Gençlerin, emperyalistlerin yereldeki elitlerle ve sermayeyle kurduğu meşum ittifaka yönelik bir direniş ortaya koyduğunu söylediler.

Ne var ki bu son ayaklanmalara devrimci soldan çok, farklı güçleri içeren bir birlik öncülük etti. Bu kitlesel hareketin lideri, partisi ve belirgin ideolojik bağları yoktu. Neticede bu hareketler, birbirine düşman olan farklı toplumsal kesimleri etkileyip harekete geçirdi. Bu hareketler, sistemi şok etme potansiyelini açığa çıkarttı. Birçok örnekte egemenlerin belirlediği kuralları altüst etti ama ne yazık ki her seferinde kimi iç çelişkilerin ağırlığı altında ezildi. Bu tür ayaklanmalara katılan emekçi kitlelerin tutarlı bir vizyonunun ve gündeminin bulunmaması, somut meselelerinin göz ardı edilmesine, bunun sonucunda, halkın özyönetimini savunan, o çok ihtiyaç duyulan alternatif siyaset paradigmasının kenara atılmasına yol açtı. Bunun sonucunda, ayaklanmalar, direşken ve kuvvetli temsili demokrasi sistemince iç edildi. Buna bağlı olarak, tepedeki liderler aşağıdan gelen baskı nedeniyle değişti ama sürece tepki vermeyen temsili sistemin yapısı bozulmadan kaldı. Bu tür dönemlerde paradoksal olarak, işler değişiyor gibi görünse de aslında hiçbir şey değişmez.

Bir zamanlar güçlü olan komünist hareketin çöküşüyle ve parlamenter sistem içerisindeki sol partilerin başarısızlıklarıyla boğuşan Nepal, bu paradoksun somut bir örneğidir. Burada açığa çıkan halk hareketi, ülkenin monarşiden cumhuriyete uzanan zorlu yolculuğunun ürünü. Monarşiye ve feodal toprak sahiplerine karşı on yıldır süren mücadeleye rağmen, halk hâlâ iktidarsızlığa mahkûm ediliyor. Nepal, bu temel çelişkiyi iliğine kadar yaşıyor.

Eski Nepal’de çatlaklara yol açsa da yaşanan çatışmalar, yeni Nepal’i henüz doğurmadı. Halkın monarşiden kurtulduğu, muktedir elitlerin egemenliğinden koptuğu koşullarda, Katmandu gibi şehirlerdeki son ayaklanmalarda yapılan “değişim” çağrıları, bu durumla karşılaştırıldığında sönük kalıyor. Aslında bugün reformizme fazla taviz veren, statükoyu gülünç bir şekilde tekrar eden bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Bu durum, önemli ölçüde, haklı veya haksız, yanlış veya gerçek olsun, yozlaşmış olarak algılanan, solun eski kuşaklarının tutarlı bir ideolojik çerçeveden yoksun olmasından kaynaklanıyor. Yaygın yolsuzluk skandallarının bir sonucu olarak Sağ ve sözde Sol arasındaki farkın belirsizleşmesi, bir yolun kaybolmuş gibi göründüğünü ortaya koyuyor.

Sözde apolitik kalabalıkların ve örgütsüz hareketlerin açığa çıkması için giderek daha fazla alan açılıyor. Sonuç olarak, hiçbir ideolojik bağlılığı olmadığı düşünülen ve görünüşte hiçbir siyasi örgüte ait olmayan kişiler, sahnenin merkezini ele geçirdiler; bu durum, Güney ve Güneydoğu Asya’daki son ayaklanmaların hemen hemen hepsinde izlenen bir olgudur.

Son gelişmelere cevaben bazıları, hareketin yalnızca yeni bir hükümet için seçimler, seçim reformları vb. talep etmekle yetinmemesi gerektiğini savunuyor. Ancak bu noktada, herhangi bir kitlesel ayaklanmanın dönüşümü tetikleme potansiyelinin, hareket üzerinde kimin hegemonyasının hüküm sürdüğü sorusuyla özünde bağlantılı olduğu gerçeği gözden kaçırılıyor. Kitlesel ayaklanmalarda elit ve avam yan yana düşse de farklı talepler dillendiriyorlar.

Bu aşamada esas olarak hangi sınıfın taleplerinin kitle hareketinin popüler öznelliği olarak kabul edildiği sorusuna odaklanılmalıdır. Hareketin talepleri, ancak sömürülen ve ezilen sınıfların bakış açısından kaynaklanıyorsa, ancak o vakit birbirinden farklı kitleler, ezilen ve sömürülenlerin liderliği altında birleştirilebilirler.

Nepal’deki son protestolar bağlamında, Nepal’deki “Z Kuşağı”nın terkibindeki farklı bileşenleri görmeli, bu gerçeğin “Z Kuşağı”nın farklı kesimlerinin harekete kendi ajandalarını taşıdıkları koşullarda ne anlama geldiğini idrak etmeliyiz.

“Z Kuşağı”nın işçi sınıfına mensup kesimlerindeki hoşnutsuzluk ve bunların geliştirdikleri mücadele biçimleri göz ardı edildi, bunların daha anlaşılır, ileri biçimlere evrilmelerine mani olundu. Yoksul köylülerden, tarım işçilerinden ve kentli alt sınıftan oluşan büyük bir nüfusa rağmen, bu kesimlerin gençliği ya harekete geçirilmedi ya da bu gençler, “Z Kuşağı” protestolarını ve müteakip müzakereleri kenardan izlemekle yetindi. Bu anlamda kitleler, hareket üzerinde hegemonya tesis edemedi.

İçinde bulunduğumuz dönemin politik karmaşası içerisinde, sol örgütlerin ve partilerin içindeki gençler, örgütsel parçalanma ve ideolojik kemikleşmenin üstesinden gelmek suretiyle, emekçi kitlelerin çıkarlarını ve özlemlerini gerçekten temsil etmek, bunları yeni bir Nepal'in merkezi siyasi gündemi haline getirmek için harekete geçmek zorunda kaldılar. Nihayetinde, işlerin gerçek manada değişmesi ve statükonun eskiden trajedi şimdilerde komedi olarak icra eden yaklaşımın ötesine geçmek için, “Z Kuşağı”nın alt sınıfa mensup kesimleri dâhil tüm ezilen yoksul kitlelerin, sadece öfkelerini değil, aynı zamanda gerçek bir dönüşümü getirecek programı üretecek somut ve bağımsız bir ajandayı da ortaya koymaları gerekiyor.

Maya John
14 Ekim 2025
Kaynak

0 Yorum: