Devrim
ve Restorasyon: Değişim ve Süreklilik
Temsili
demokrasi çağına doğru ilerleyen Nepal, halk mücadelelerinin en önemli
kazanımlarını, yani kırsal kesimin büyük bir bölümündeki halk özyönetimi
kurumlarını alenen arkasında bıraktı. Bu kurumlar, sıradan insanlara açıktı.
Halkın müesses patriarkaya, kast sistemine ve topraksızlığa karşı verdiği
mücadelelerde etkiliydi. Temsili demokrasinin yerleşmesiyle bu kurumlar,
tasfiye edildiler. Ele geçirilen ve topraksızlara dağıtılan topraklar,
sahiplerinden zorla alınıp, bir zamanlar egemen olan toprak sahibi kesimlere iade
edildiler. Maocu kadroların çoğunluğu, hayal kırıklığına uğradı. Umudun ışığı
olarak görülen radikal parti, geçmişinin hızla silinip giden gölgesinin
arkasından bakan, sıradan bir parlamento partisine dönüştü.
Nepalli
yurttaşlar, temsili demokrasinin temel çelişkisiyle boğuşuyorlar: İnsanlar, belirli
aralıklarla sandık başına gidip temsilcilerini seçiyorlar, ancak bu temsilciler,
onların hoşuna gitmiyor. Hoşnutsuzluk, insanların gerçek karar alma
süreçlerinden belirli müdahalelerle uzaklaştırılmasından kaynaklanıyor.
Periyodik seçimlerde oy kullanan halk, daha sonra karar alma süreçlerinden
uzaklaşıyor. Oysa zaten “temsili demokrasi” denilen şeyin özü tam da bu.
Yurttaşlara,
hükümetin herhangi bir kademesindeki temsilcileri geri çağırma hakkını vermeyen
bu sistem, onları hükümetin yürütme ve yasama işlevlerindeki tüm rollerinden
mahrum bırakıyor. Bu şekilde, seçilmiş parlamenterlerin halkın temsilcileri değil
de, seçmenlerini istedikleri gibi az çok temsil eden, kendinden menkul bir güç olarak
hareket etmelerini mümkün kılan, anayasal zemini olan bir temsiliyet ilişkisi hâkim
oluyor. Bu parlamenterler, seçmenlerin görüşlerine göre yetkilendirilmiş
delegeler değiller; seçilmiş temsilcilerin, gücü kendi ellerinde toplama, bu
gücü kendi özel hırslarını tatmin etmek, zengin ve güçlülerle işbirliği yapmak
için kullanma eğiliminde olmalarının nedeni de tam olarak bu.
Temsili
demokrasi, mülkiyeti, ayrıcalığı, konumu ve prestiji korumak için geliştirilmiş
bir sistem. Dünyanın birçok yerinde, mevcut itici gücünü ve içsel mantığını
sömürgeci mirasına borçlu. Sömürgecilik bağlamında temsili demokrasi, her daim,
yerli elitlerin sömürgeci otoriteyle güç pazarlığı yürüttükleri bir zemin olarak
iş görmüştür. Dolayısıyla, uzun bir süre boyunca temsili demokrasinin yapısı,
mülkiyet temelli oy hakkı, pahalı seçimler ve seçim bölgelerinin eşitsiz bir
şekilde belirlenmesi üzerine inşa edilmiştir; bu da zenginlerin yasama
meclisleri ve yasama konseyleri gibi “temsil” kurumlarının oluşumuna egemen
olmasına imkân sağlamıştır. Basit bir ifadeyle, açık siyasi kurallar ve
kurumsal düzenlemeler, egemen kesimlerin ve sömürgeci gücün mülkiyeti ve
ayrıcalığı etrafına etkili siperler olarak inşa edilmişlerdir.
İktidarın
sömürgeci elitlerden yerli elitlere devredilmesinden sonra bile, temel yapı,
bazı kozmetik değişikliklerle varlığını sürdürmektedir. Bu şekilde, temsili
demokrasinin özü, iktidarı halkın elinden alıp onu, halkın işleyişi üzerinde
çok az kontrolü olan Başkanlıklar, Parlamentolar ve Kabineler gibi siyasi
kurumlara aktarmaktan ibarettir. Bu yönetim biçiminin tekrar tekrar yeniden
üretilmesi, insanları mevcut temsili demokrasi biçimini dokunulmaz ve
demokrasinin nihai biçimi olarak varsayan yaklaşıma alıştırmıştır. Bu düşünsel
felç hali, insanları katılımlarını yalnızca “daha iyi” ve “yozlaşmaz” liderler
arayışıyla sınırlamaya zorlar. Monarşiye karşı mücadeleden doğan Nepal
demokrasisinin gelişim öyküsü de benzer bir şablonu ortaya koymaktadır.
Nepal
örneğinde, anayasal monarşi koşullarında parça parça demokratikleşme görünümü
de dâhil olmak üzere, halkın monarşik yönetime karşı verdiği mücadele, kırsalda
ortaya çıkan paralel halk hükümetinin hızla ortadan kaldırılmasıyla geri
püskürtüldüğünde, bir trajediyle yüzleşti. İşin tuhaf yanı şu ki Maoistlerin
Halk Savaşı sürecinde elde ettikleri ve sürekli olarak uzaklaştıkları imkân, özünde
demokrasinin çelişkisini çözme potansiyeli taşıyordu.
Nihayetinde,
devredilemez egemenliği güvence altına alan şey, özyönetim kurumları
aracılığıyla katılımcı, doğrudan demokrasidir. Özünde egemenlik, halkın
kendisine ait olmalıdır. Genişleyen demokrasinin yeni olasılıkları tam da
ufukta belirdiğinde bu yoldan sapan kitleler, en nihayetinde her renkten
elitler tarafından teşvik edilen ve yayılan temsili siyasetin egemen
ideolojisinin koordinatlarına hapsoldular.
Bu
ihanet, ilk kez bir trajediye yol açtı. Ancak o günden beri, sık sık
tekrarlanan seçimlerin, hatta 8-10 Eylül’deki ayaklanma türünden ayaklanmaların
halkın özyönetimini diriltip güçlendirmede başarısız olduğu, tekrar tekrar komediye
dönüşmüş girişimlere tanıklık ettik. Gerçek alternatifin, yani sahiden hesap
verebilen bir halk hükümetinin ne olduğu konusunda bir netliğin bulunmadığı
görülüyor. Dolayısıyla, “Z Kuşağı”nın tetiklediği ayaklanmanın neredeyse hemen “etkili
bir lider”, yeni bir başbakan arayışına girmiş olması, böylelikle liderlerle
yönetilenler arasındaki hiyerarşi temelli politikayı güçlendirmesi, pek de
şaşırtıcı değil.
En
rahatsız edici sonuçlardan biri, elit “Z Kuşağı” tarafından başbakanı
belirlemek için oyun ve sohbet uygulaması Discord’da (eskiden yasaklı sosyal medya
platformlarından biriydi) yapılan bir anketti. Dijital imkânlar konusunda
ülkenin ikiye bölündüğü koşullarda, gelecekteki olasılıklar üzerinde
tartışanlar, kitleler değil, bir avuç internet kullanıcısıydı. Gayriresmi
olduğu ilan edilen ankette sadece 7.713 kişi oy kullandı ve buna rağmen 3.833
oy alan Suşila Karki, 29 milyon 700 bin nüfuslu bir ülkede geçici bir hükümet
kurma meşruiyetine kavuştu!
Garip
olan şu ki bu uygulamayı bazıları, “demokrasinin derinleşmesi” olarak görüp selamladı.
Selamlayanlar, modern dünyada demokrasinin ortaya çıktığı, mülkiyet ve eğitim
niteliklerinin oy hakkını ciddi şekilde kısıtladığı ilk döneme baksak bile,
nüfusa orantılı olarak kullanılan oyların hiçbir zaman Discord uygulamasının 10
Eylül’de kaydettiği kadar düşük olmadığına ilişkin o basit gerçeği rahatlıkla
göz ardı ettiler. Şurası açık ki isyan, “istikrar”a kavuşmak adına durdurulmuş,
verili duruma küçük bir azınlık hâkim olmuş.
Ayrıca,
Discord’da yürüyen müzakerelerde tartışmalı konular gündeme geldiğinde, bunları
çözmek için ChatGPT’ye başvurulduğu da iddia edildi; böylece, bir yapay zekâ
aracının algoritma tabanlı bilgi üretimi üzerinden işleyen aklı yeniden
üretildi ve pekiştirildi.
Parlamenter
demokrasi ve seçimlerdeki hayal kırıklığına rağmen, elit “Z Kuşağı”, önümüzdeki
altı ay içerisinde özgür ve adil seçimler talep etmekten öteye geçemedi. Ne
yazık ki, böyle bir gündemin yaygınlaşması, elit “Z Kuşağı” sözcülerinin, yoksul
halk kitlelerini temsil ettiğini iddia edenlerle talihsiz bir şekilde bir araya
geldiğini ortaya koyuyor.
Mevcut
haliyle, Nepal’in elit “Z Kuşağı”nın eylemleri ve gündemi, yeni bir şey inşa
etmekten ve halkın kendi kendini yönettiği bir dönemi müjdelemekten aciz
olduğunu kanıtladı. Öncelikle, “Z Kuşağı” taraftarlarının birçoğunun, 2015
anayasasında belirlenen federal yapının gerekliliğini ve önemini göz ardı etme
yönündeki endişe verici eğilimini gördük. Çok sayıda genç gösterici, eyaletleri
etkisiz ve maliyetli olarak görüyor, yerel ve federal olmak üzere iki yönetim
düzeyine geri dönülmesini savunuyor. Böyle bir karar, ciddi bir hata olur. İnternette
yapılan anket türünden uygulamalarda görüldüğü üzere, elit “Z Kuşağı”nın partizan,
otoriterlik yanlısı yaklaşımını ortaya koyar.
Elit
“Z Kuşağı” içerisindeki otoriter eğilim, başkanlık sistemine benzer şekilde,
doğrudan seçilmiş bir başbakan talebiyle daha da pekişmiştir. Açıkça görülüyor
ki, böyle bir kurum kurulursa, görev süresi boyunca diğer seçilmiş
parlamenterlere karşı hesap vermeden, otoriter bir güce sahip olacaktır.
Ayrıca,
“etkili bir şekilde liderlik sergileyebilecek genç liderler bulma”ya dair kaygı
ile ülkenin siyasi krizine çözüm olarak “iyi eğitimli” teknokrat elitlerin başa
geçirilmesi fikri üzerinde durmak gerekiyor. Bir yandan, “iyi eğitimli”
liderlerin iktidara gelmesi çağrısı, ülkedeki eğitime erişim imkânının sınıfsal
yapısını ve eşitsiz eğitimin acı gerçekliğini gizliyor. Tarihsel olarak
bakıldığında bu yaklaşım, bir yandan da Nepal’in ekonomik ve siyasi elitlerinin
bir parçası olan eğitimli kesimin, ülkenin yoksul kitlelerinin sömürülmesinde
ve baskı altına alınmasında suç ortağı olduğu gerçeğinin üzerini örtüyor. Dahası,
bu türden bir liderlik anlayışı, mevcut parlamenter demokraside yeni
temsilcilerin halkın yaşamlarını, geçim kaynaklarını, onurunu ve özgürlüğünü
feda etmeyeceğini varsayıyor.
Peki
sözde iyi eğitimli liderlerin iktidar tarafından yozlaştırılmasını ne
engelleyecek? Aksi yönde bir varsayımda bulunanlar, özellikle de on yıl boyunca
devlet baskısına cesurca direnen, büyük fedakarlıklar ve can kayıplarına
katlanan devrimci güçlerin, sonunda aynı temsili demokrasi sistemi tarafından
nasıl itaate zorlandıklarının acı dolu tarihini düşündüğümüzde, safdilliliğin
sınırında dolaşıyorlar.
Nepalli
yoksullar ve orta sınıfın büyük bir kesiminde giderek artan kitlesel
hoşnutsuzluk koşullarında, uluslararası STK’ların kusursuz işleyen
mekanizmasıyla bağlantıları olan ve halk mücadelelerine neredeyse hiç dâhil
olmayan “liderler”, giderek artan bir şekilde, kitlesel ayaklanmaların yüzü
haline geldiler. Peki ama bu “liderler”, gerçekte kimlerin çıkarlarını temsil
ediyorlar?
“Liderlerin”
bir gecede öne çıkartılmalarına dönük girişimler, esasında, ekonomik elitlerin
ve uluslararası kapitalist lobilerin, komünizm karşıtı söylemleri aşılamak ve
radikal siyasetin yeniden canlanma olasılıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları,
iyi formüle edilmiş bir siyasi manevranın parçasıdır.
Yabancılardan
alınan fonlarla düzenlenen liderlik eğitimi programlarından seçilen, o zaten
şüpheli olan liderlik ödülleri veya bugünlerde moda olan “toplumsal girişimcilik”
üzerinden reklâm edilen, medya kuruluşları ve sosyal medya platformları
tarafından öne çıkartılan bu figürler, egemen ekonomik sınıfı, yani
kapitalistleri rahatsız etmeyecek konuları öne çıkartmak gibi bir gündeme
sahipler. Bu geçici liderler, arkalarındaki güçlü destek ve finansman sayesinde
hızla otoriter baskı gruplarına dönüştüler. Dolayısıyla devlet, politika
oluşturma ve uygulama sürecinde bu gruplara giderek daha fazla danışmak zorunda
kaldı. Çoğunluğun sosyal ve ekonomik koşullarını yeniden oluşturmak veya
iktidardaki düzeni Nepal’in sıradan kitleleri için daha erişilebilir ve katılıma
açık kılmak konusunda herhangi bir ajandaya ve programa sahip olmayan bu “liderler”,
kitlelerdeki hoşnutsuzluk kaynaklı eylemli gücü yanlış yöne kanalize ederek onu
burjuva kararlara teslim ettiler.
Sınıf
Yeniden Merkeze Oturmalı: Alt Sınıf Egemenliğine İhtiyaç Var
Nepal’de
şu gerçeği vurgulamak şart: son ayaklanmada madunların ajandası eksikti. Ayrıca,
elit “Z Kuşağı”, kendi çıkarına olan ajandasını mücadele eden kitlelere
dayattı. Hoşnutsuzluklarını dile dökmeye devam eden, elit ve avam “Z Kuşağı”
protestocuları, Eylül ayaklanmasına kendi siyasi kültürel geleneklerini taşıdılar.
Beklendiği gibi, bir hareket lidersiz ve partisiz olduğunda, farklı kesimlerin
belirgin sorunları, temposu, ruh hali ve kamusal eylem biçimleri kısa bir süre
birleşerek, ajitasyon çalışmalarını besler, “kendiliğinden” mücadeleleri
tetikler. Bununla birlikte, yolsuzluk meselesinin kendisi, birbirine düşman
olan toplum kesimlerine dek uzanan muhtelif hoşnutsuzlukların geçici olarak
birleşmesini kolaylaştırmıştır.
Yolsuzluk,
farklı toplumsal kesimlerin ve farklı sınıfların dikkatini çekme eğilimi
nedeniyle kitleleri harekete geçiren ana unsur haline gelmiştir. Bununla
birlikte, yolsuzlukla mücadele kampanyaları ve yolsuzluk karşıtı hareketler,
sömürülen ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluğunu ve bakış açılarını tehlikeli bir
şekilde egemen sınıfların hoşnutsuzlukları ve bakış açılarıyla özdeşleştirir.
Aslında, farklı sınıflara ait hoşnutsuzlukların içselleştirilmesi, bu tür
seferberliklere ayırt edici niteliklerini kazandırır, egemen sınıfların
yolsuzluk ve sözde çözümlere ilişkin bakış açılarının kamusal söylemi ve devlet
politikasını şekillendirmesine imkân tanır. Sonuçta, bu tür seferberliklere iştirak
eden farklı kesimlerin çıkarları arasındaki çelişkiler kenara itilir.
Dolayısıyla, yolsuzluk meselesinin çerçevelendiği mevcut paradigma, büyük bir
harekete geçirici olmasına rağmen, kitlelerin hegemonyasını yaratmada başarısız
olur. Bunun yerine, elitler, yolsuzluk adına, kitleler üzerinde hegemonya tesis
eder. Buna paralel olarak, yolsuzlukla mücadele amaçlı girişimler, mevcut
burjuva siyasi yapısına olan güveni yeniden tesis eder, böyle bir yapının “saf”
ve “yozlaşmamış” bir biçiminin mümkün olduğunu ileri sürer. Kitlesel
hoşnutsuzluğu ele geçiren yolsuzlukla mücadele kampanyaları ve yolsuzluk
karşıtı hareketler, sistemi olduğu gibi koruyarak yeniden üretme yönünde önemli
bir eğilim ortaya koyarlar.
Nepal’de
orta sınıfa mensup Z kuşağının yolsuzlukla ilgili bakış açısı, “yozlaşmamış” ve
“dinamik” olarak kabul edilen bir dizi kamu figürünü merkeze taşıdı. Bu dönemde,
görünürde hiçbir siyasi kökene sahip olmayan, rapçiden Katmandu belediye
başkanına dönüşen Balendra Şah gibi birçok ismin hızlı yükselişine tanık olduk.
Seçmenlerle bağlantı kurmak için çoğunlukla sosyal medyayı kullanan bu yeni
siyasetçiler, eski partilerden, onların kadro tabanlı sistemlerinden ve
kayırmacılık ağlarından bir kopuşu temsil ediyorlar. Daha yakından
incelendiğinde, artık son derece popüler olan bu liderlerin otoriter eğilimler
barındırdığı, güçlü bir işçi sınıfı karşıtı siyasi yönelim benimsedikleri
görülüyor.
Örneğin
Belediye Başkanı Balendra Şah, Bagmati Nehri ve nehrin vadideki kollarının
kıyılarında bulunan gecekondularda yaşayan insanları ve sokak satıcılarını
sistematik olarak bölgeden uzaklaştırdığı için büyük beğeni topluyor. Söylemeye
gerek yok: kent yoksullarının mevcut belediye kurallarını ihlal etmek için
yerel yönetimlere periyodik olarak verdiği rüşvetler, rahatlıkla sistemli hale
gelmiş yolsuzluk olarak aksettiriliyor. Bu noktada, gecekondu sakinlerinin
yolsuzluğa dair okumaları, yani hükümetlerin kazançlı istihdam ve konut
sağlamadaki başarısızlıklarıyla, bunun yerine, yoksulları yoksullukları
yüzünden cezalandırmalarıyla ilgili değerlendirmeleri göz ardı ediliyor.
Bu
örnek, yolsuzluğa dair iki bakış açısının birbirine ne kadar zıt olduğunu
açıkça ortaya koyuyor. Nepal’de “Z Kuşağı” içerisinde yer alan yoksul emekçilerin
asıl rahatsız olduğu husus, zenginlerin müsrif bir hayat yaşadıkları koşullarda
kendilerinin geçimlerini sağlamak için çok çalışmak zorunda kaldıkları gerçeğidir.
Yoksuldaki bu rahatsızlığın karşısında, yolsuzluğu, gösterişli yaşam tarzlarına
düşkün politikacılar tarafından vergi mükelleflerinin parasının kötüye
kullanılması olarak algılayan elit “Z Kuşağı”nın rahatsızlığı duruyor.
Balendra
Şah da Sudan Gurung da “yolsuzluğa karşı gençler” adı altında kampanya
yürütenler de yolsuzluğu elitlere has bir yerden ele alıyorlar. Bunların yolsuzlukla
ilgili anlayışları, esasında düzenli bir günlük hayata ve ekonomide
gerçekleşecek burjuva ilerlemenin önkoşulu olarak gördükleri disipline yönelik
arzuyu temel alıyor.
Burada
aslında yolsuzluğu, ekonomik rahatsızlıkları besleyen, gerçek ilerlemeyi
kesintiye uğratan, sistemin ürettiği eşitsizlikleri göz ardı eden,
teknokratlara has bir politik eğilim konuşuyor.
Z
kuşağı, politikacıların varlıklı çocuklarını eleştirdiğini biliyoruz. Bu gençler,
“Kayırmacı Çocuklar” dedikleri kesimin servetine, imtiyazlarına ve sahip
oldukları fırsatlara odaklanıyorlar. Oysa bu bakış açısı, politik elitlerin
yolsuzluğuna ve kayırmacılığa kilitlendiği için hatalı. Bu gençlerin ekonomi
alanında söz sahibi olan elitlerin yolsuzluklarına, emekçi kitleleri sömürmesine
odaklanması gerekiyor.
Bu
anlamda, elit “Z Kuşağı”, yolsuzluğun ekonomik kökenlerine bakmıyor. Bu yolsuzluğun
ücret hırsızlıklarında; özel gayrimenkul geliştirmenin ve üst sınıfların
estetiğine hizmet etmek üzere şehirlerin güzelleştirilmesinin önünü açan
gecekondu yıkımlarında; kamuya ait kaynakların ve sağlık, eğitim gibi temel
olanakların özelleştirilmesinde somutlaştığını görmüyor. Bunun yerine ihaleler,
lisans dağıtımı, sözleşme imzalanması gibi işlemlerde verilen rüşvetlere,
yapılan kesintilere odaklanıyor. Aslında, üst sınıfların önemli bir kısmı, yoksullara
sağlanan sübvansiyonları bile seçimde başarı elde etmek için yoksullara verilen
“rüşvet” olarak görüyor.
İşçi
sınıfı ile üst sınıflar arasında yolsuzluk konusunda derin bir çelişki olduğu
açık. Elitlerin benimsettikleri yolsuzluk tanımı, onu rüşvete, zimmete para
geçirmeye, kara paraya vs. indirgiyor, böylelikle işçi sınıfının yolsuzluk
olarak gördüğü birçok uygulamayı dışarıda bırakıyor. Bu yaklaşım, devletin
topluma yeterince para harcamaması sebebiyle, halkın büyük çoğunluğunun
gelirinin önemli bir kısmını gıda, eğitim ve sağlığa harcamak zorunda bıraktığını
görmüyor. Önemli miktarda para verilmesi karşılığında “toplumsal” hizmetleri
sunan özel okul, kolej ve hastanelerin yaygınlığı, temelde parası olanların
daha iyi eğitim/tıbbi tedavi aldığı bir durumu doğuruyor. Hiç şüphe yok ki kamu
görevinin özel çıkar için kullanılması yolsuzluksa, işçi sınıfı açısından, bu “daha
iyi eğitim ve sağlık hizmeti için daha fazla ödemeyi öngören” uygulama da
yolsuzluktur.
Elitlerin
(hegemonik) yolsuzluk tanımı, sömürüyü esas alan anlayıştan yoksun olduğu
için, işçi sınıfı ve diğer ezilen sınıflar nezdinde hükmünü yitiriyor. Dahası,
bu elitlerin bakış açısı, yönelimleri ve bakış açıları, giderek artan bir
şekilde, yoksul karşıtı olan orta sınıf kesimlerinde makes buluyor. Emekçi
yoksulların hayatta kalmak ve hayatlarını sürdürebilmek adına, zengin yanlısı
ve yoksul karşıtı yasaları atlatmak için yapmak zorunda kaldıkları küçük “yolsuzluklar”,
orta sınıflar tarafından, zaten olan damgalanmış yoksulların kendisiyle
birlikte kökünden sökülüp atılması gereken, giderek büyüyen bir tehdit olarak
algılanıyor. Ekonomi sahasına hâkim olan elitlerdeki açgözlülük, ekonomik
kalkınmanın motoru olarak kabul edilirken, yoksulların hayatta kalma
becerileri, orta sınıfın “dünya standartlarında şehirler ve modern bir Nepal”
ile ilgili hayalleri peşinde koşarken yüzleştiği birer engel olarak görülüyor.
Ne
yazık ki bir alt sınıf ajandasının bulunmadığı koşullarda, üst
sınıfların yolsuzlukla ilgili bakış açıları, sahip olduğu, sağlam zemin üzerine
kurulmuş bir hegemonyanın keyfini çıkartıyor. İşçi sınıfı emeğiyle ekonomiye
muazzam katkı sunuyor olmasına rağmen, onun yolsuzluğun sömürüyü ve yaygın
eşitsizliği koşulladığını söyleyen yaklaşımı kenara itiliyor.
Emekçi
kitlelerin mülkiyete ve servete yönelik öfkesi, yağma ve vandalizm olaylarıyla
kendini ortaya koyuyor. Buna karşın emekçi kitleler, sömürü ve baskının üstesinden
gelmek için belirgin bir bakış açısından ve programdan mahrum. Acı olan şu ki,
toz duman dağıldığında, elitlerin hegemonyası sürdüğü sürece, öfkenin
rahatlatıcı bir şekilde dışa vurulması pek fazla değişime yol açmıyor. Eski
düzen her daim yeniden, Nepal’da yaşanan son gelişmelerden de görüleceği üzere,
bu sefer daha büyük bir güçle tesis ediliyor.
Sonuç
Yerine: Yeni Bir Şafağa Doğru
Nepal’deki
Eylül ayaklanması, ateşlediği kıvılcım üzerinden, ilericiler arasında
tartışmalara yol açtı. Bu ayaklanma, Güney ve Güneydoğu Asya bölgesinde öfkeli
kitlelerin artan ekonomik eşitsizliklere ve genellikle emperyalist güçler
tarafından desteklenen yozlaşmış rejimlere karşı ayaklandığı diğer
ayaklanmaların peşi sıra gerçekleşti.
Bu
olayların neredeyse tamamında yapılan eylemlerde gençler, hesap verme, onur ve
değişim talep ettiler. Birkaç kuşakta birikmiş hoşnutsuzluğu dillendirdiler.
Birçokları, “Küresel Güney”deki gençlikte açığa çıkan huzursuzluğu, bölgede yaşanacak
değişimin güvencesi olarak gördü. Gençlerin, emperyalistlerin yereldeki
elitlerle ve sermayeyle kurduğu meşum ittifaka yönelik bir direniş ortaya
koyduğunu söylediler.
Ne
var ki bu son ayaklanmalara devrimci soldan çok, farklı güçleri içeren bir
birlik öncülük etti. Bu kitlesel hareketin lideri, partisi ve belirgin
ideolojik bağları yoktu. Neticede bu hareketler, birbirine düşman olan farklı
toplumsal kesimleri etkileyip harekete geçirdi. Bu hareketler, sistemi şok etme
potansiyelini açığa çıkarttı. Birçok örnekte egemenlerin belirlediği kuralları
altüst etti ama ne yazık ki her seferinde kimi iç çelişkilerin ağırlığı altında
ezildi. Bu tür ayaklanmalara katılan emekçi kitlelerin tutarlı bir vizyonunun
ve gündeminin bulunmaması, somut meselelerinin göz ardı edilmesine, bunun
sonucunda, halkın özyönetimini savunan, o çok ihtiyaç duyulan alternatif siyaset
paradigmasının kenara atılmasına yol açtı. Bunun sonucunda, ayaklanmalar, direşken
ve kuvvetli temsili demokrasi sistemince iç edildi. Buna bağlı olarak, tepedeki
liderler aşağıdan gelen baskı nedeniyle değişti ama sürece tepki vermeyen
temsili sistemin yapısı bozulmadan kaldı. Bu tür dönemlerde paradoksal olarak,
işler değişiyor gibi görünse de aslında hiçbir şey değişmez.
Bir
zamanlar güçlü olan komünist hareketin çöküşüyle ve parlamenter sistem içerisindeki
sol partilerin başarısızlıklarıyla boğuşan Nepal, bu paradoksun somut bir
örneğidir. Burada açığa çıkan halk hareketi, ülkenin monarşiden cumhuriyete
uzanan zorlu yolculuğunun ürünü. Monarşiye ve feodal toprak sahiplerine karşı
on yıldır süren mücadeleye rağmen, halk hâlâ iktidarsızlığa mahkûm ediliyor. Nepal,
bu temel çelişkiyi iliğine kadar yaşıyor.
Eski
Nepal’de çatlaklara yol açsa da yaşanan çatışmalar, yeni Nepal’i henüz
doğurmadı. Halkın monarşiden kurtulduğu, muktedir elitlerin egemenliğinden koptuğu
koşullarda, Katmandu gibi şehirlerdeki son ayaklanmalarda yapılan “değişim”
çağrıları, bu durumla karşılaştırıldığında sönük kalıyor. Aslında bugün reformizme
fazla taviz veren, statükoyu gülünç bir şekilde tekrar eden bir yaklaşımla karşı
karşıyayız. Bu durum, önemli ölçüde, haklı veya haksız, yanlış veya gerçek
olsun, yozlaşmış olarak algılanan, solun eski kuşaklarının tutarlı bir
ideolojik çerçeveden yoksun olmasından kaynaklanıyor. Yaygın yolsuzluk
skandallarının bir sonucu olarak Sağ ve sözde Sol arasındaki farkın
belirsizleşmesi, bir yolun kaybolmuş gibi göründüğünü ortaya koyuyor.
Sözde
apolitik kalabalıkların ve örgütsüz hareketlerin açığa çıkması için giderek
daha fazla alan açılıyor. Sonuç olarak, hiçbir ideolojik bağlılığı olmadığı
düşünülen ve görünüşte hiçbir siyasi örgüte ait olmayan kişiler, sahnenin
merkezini ele geçirdiler; bu durum, Güney ve Güneydoğu Asya’daki son
ayaklanmaların hemen hemen hepsinde izlenen bir olgudur.
Son
gelişmelere cevaben bazıları, hareketin yalnızca yeni bir hükümet için
seçimler, seçim reformları vb. talep etmekle yetinmemesi gerektiğini savunuyor.
Ancak bu noktada, herhangi bir kitlesel ayaklanmanın dönüşümü tetikleme
potansiyelinin, hareket üzerinde kimin hegemonyasının hüküm sürdüğü sorusuyla
özünde bağlantılı olduğu gerçeği gözden kaçırılıyor. Kitlesel ayaklanmalarda
elit ve avam yan yana düşse de farklı talepler dillendiriyorlar.
Bu
aşamada esas olarak hangi sınıfın taleplerinin kitle hareketinin popüler
öznelliği olarak kabul edildiği sorusuna odaklanılmalıdır. Hareketin talepleri,
ancak sömürülen ve ezilen sınıfların bakış açısından kaynaklanıyorsa, ancak o
vakit birbirinden farklı kitleler, ezilen ve sömürülenlerin liderliği altında birleştirilebilirler.
Nepal’deki
son protestolar bağlamında, Nepal’deki “Z Kuşağı”nın terkibindeki farklı
bileşenleri görmeli, bu gerçeğin “Z Kuşağı”nın farklı kesimlerinin harekete
kendi ajandalarını taşıdıkları koşullarda ne anlama geldiğini idrak etmeliyiz.
“Z
Kuşağı”nın işçi sınıfına mensup kesimlerindeki hoşnutsuzluk ve bunların
geliştirdikleri mücadele biçimleri göz ardı edildi, bunların daha anlaşılır,
ileri biçimlere evrilmelerine mani olundu. Yoksul köylülerden, tarım
işçilerinden ve kentli alt sınıftan oluşan büyük bir nüfusa rağmen, bu
kesimlerin gençliği ya harekete geçirilmedi ya da bu gençler, “Z Kuşağı”
protestolarını ve müteakip müzakereleri kenardan izlemekle yetindi. Bu anlamda
kitleler, hareket üzerinde hegemonya tesis edemedi.
İçinde
bulunduğumuz dönemin politik karmaşası içerisinde, sol örgütlerin ve partilerin
içindeki gençler, örgütsel parçalanma ve ideolojik kemikleşmenin üstesinden gelmek
suretiyle, emekçi kitlelerin çıkarlarını ve özlemlerini gerçekten temsil etmek,
bunları yeni bir Nepal'in merkezi siyasi gündemi haline getirmek için harekete
geçmek zorunda kaldılar. Nihayetinde, işlerin gerçek manada değişmesi ve
statükonun eskiden trajedi şimdilerde komedi olarak icra eden yaklaşımın ötesine
geçmek için, “Z Kuşağı”nın alt sınıfa mensup kesimleri dâhil tüm ezilen yoksul kitlelerin,
sadece öfkelerini değil, aynı zamanda gerçek bir dönüşümü getirecek programı
üretecek somut ve bağımsız bir ajandayı da ortaya koymaları gerekiyor.
Maya John
14
Ekim 2025
Kaynak


0 Yorum:
Yorum Gönder