22 Ekim 2025

Hümanizm Tartışması


Althusser’in 1967 tarihli “Hümanizm Tartışması” başlıklı metni, Althusser’in komünist aydınlar içerisinde süren ana tartışmanın ardından konuyla ilgili geliştirdiği düşüncelerini sunması sebebiyle, önemlidir. Metin, ayrıca konuya müdahale ettiği sürecin ikinci aşamasının başlangıcını ifade eden, 1966 tarihli çalışması, “Felsefi Konjonktür ve Marksist Teorik Araştırma”dan sonra kaleme alınmıştır.

İlk başta Althusser’in teorik antihümanizmi ile ilgili tartışmayı ele alacak olan kitabın giriş bölümü olarak düşünülmüş olan metin, “Marksizm ve Hümanizm” çalışmasının yazıldığı koşulları ve çalışmanın ardından yapılan tartışmaları aktararak başlıyor. Ardından Althusser, kendi konumunu netleştiriyor, bu noktada yeniden, Marx’ın düşüncesinin evriminde ve on dokuzuncu yüzyıl Almanya’sında süren felsefi tartışmanın gelişiminde Feuerbach’ın sahip olduğu önemi anımsatıyor.

Althusser’in teorik antihümanizm siyaseti, Feuerbach’ın oldukça önemli bir dönüm noktası olduğunu söylüyor. Althusser’e göre, Feuerbach’ın felsefi antropolojisi, İnsan, Doğa ve Duyumculuğa (Sinnlichkeit) yönelik atfında amaç, aynı anda hem Kant’ın, Alman idealizminin ve Hegel’in sorduğu önemli sorulara cevap bulmak hem de onları aşmak. Fakat Feuerbach’ın verdiği cevap, temelde iç tutarlılıktan yoksun ve kendisini önceleyen felsefecilerle kıyaslandığında, Feuerbach’da bir geri çekilme söz konusu.

“Feuerbach, büyük İ ile İnsan’ın biricik özgün ve temel kavram olduğunu, Kant’ın Aşkın Özne’sine, Numenal (kendinde olan şey olarak) Öznesine, Empirik Özne ve Düşüncesine, aynı zamanda Hegel’deki İdea’ya denk düştüğünü düşünüyor. Demek ki Feuerbach, klasik Alman felsefesinin sonunu, bu felsefenin sunduğu çözümleri sözel düzeyde toprağa gömerek getiriyor. Bu noktada oradan buradan toplayıp bir araya getirdiği, on sekizinci yüzyıl felsefesine ait, Condillac’tan ödünç alınmış, duyumculuk, emprisizm, Sinnlichkeit anlayışındaki materyalizm; Diderot’dan ilhamla geliştirilmiş sözde biyolojizm, Rousseau’dan alınmış, İnsan ve ‘kalp’i esas alan idealizm gibi birbiriyle çelişen felsefi anlayışlardan istifade ediyor.”[1]

Althusser, teorik hümanizmin Feuerbach’ın felsefesinin dayandığı temel olduğunu, bu anlayışın 1844 Elyazmaları’nda zımnen kullandığını söylüyor.[2] Althusser’e göre Feuerbach, Hegel’le Hegel’in tarihi özneli, özne olan insanı merkeze koyan bir yabancılaşma süreci olarak okuması üzerinden bir araya geliyor. Oysa Althusser, bu görüşün Hegel’in fikriyatına yabancı olduğunu, çünkü Hegel’de antropolojik bir sorunsalın bulunmadığını düşünüyor.[3]

Buna karşılık, Hegel ile Marx’ı bir araya getiren ortak bir bağ var, o da “öznesiz süreç” olarak tarih anlayışı.[4] Althusser, 1967 sonrası tüm müdahalelerinde bu meseleyi öne çıkartıyor. İlgili anlayış, aynı zamanda 1968 tarihli Lenin ve Felsefe kitabının en önemli teorik tezi.

Althusser, Hegel’de süreç dışında bir Özneden söz edilemeyeceğini, Hegelci diyalektiğin teleolojik niteliği için gerekli zemini süreç olgusunun temin ettiğini söylüyor. Ama Feuerbach’ın ilgili diyalektik yabancılaşma sürecinin öznesi olarak İnsan’ı gördüğünü, bu anlamda Hegel’in gerisine düştüğünü iddia ediyor. Buradan da “Foyerbahçı yabancılaşma anlayışı, aslında Hegelci yabancılaşma anlayışının dar ve karikatür bir versiyonudur”[5] diyor.

Buradan Feuerbach, “süreci” içermeyen, görmeyen İnsan Özünün yabancılaşması teorisini üretiyor.[6] Süreç anlayışından mahrum oluşu sebebiyle Feuerbach, yabancılaşma olgusunu “özne = nesne” denklemine indirgiyor. Bu denklikte anlam ve yön yer değiştiriyor.[7] Neticede aynı teori, yabancılaşmayı tarihsel bir süreç değil, “sadece belirli delilleri içeren soyutlama” olarak ele alıyor.[8] Buradan da Feuerbach, İnsan’ın yabancılaşmadan kurtulması meselesini, yabancılaşmadan arınmış yeni bilincin ortaya çıkışı olarak ele alıyor. Tam da bu sebeple Feuerbach, 1848-1849 devrimleri esnasında politik açıdan sessizliğe gömülüyor.

“Böylelikle Teorik Hümanizm pratikte ‘kafasının içinde olanlar’ı ortaya koydu: Teorik hümanizm, Prusya’ya özgü despotizmden ve müesses dinin sahtekârlığından memnun olmayan, ama bir yandan da Devrimin ahlak anlayışlarını silahsız kılmasından korkan küçük burjuvanın ideolojisidir.”[9]

Althusser’e göre bu teorik hümanizm, Marx’ın ilk yazılarının üzerine kurulu olduğu teorik temeldir. Marx’ın derdinin din eleştirisi değil, politika ve devlet eleştirisi olduğunu bilen Althusser,temel teorik sorunsalda herhangi bir değişikliğin yaşanmadığını ısrarla dile getiriyor: “Marx, din ve politika konusunda tek bir teoriyi, Foyerbahçı İnsan ve yabancılaşma teorisini genişletir.”[10]

1844 Elyazmaları’nın yazım sürecinde politik iktisat meselesiyle tanışması, onun teorik sorunsalında herhangi bir değişikliğe yol açmaz. Althusser, yabancılaşmış emek teorisini Feuerbach’ın “İnsan’ın Özü = İnsan’ın Özünün nesneleşmesi olarak ürettiği nesnelerin özü” denkleminin bir türevi olarak ele alır.[11] Ama 1844 Elyazmaları’nda Marx, Hegel’i yeniden Feuerbach’la tanıştırır.[12] Bilhassa “emek” ve “diyalektik” gibi kavramlara vurgu yapan Marx, Feuerbach’ın insan merkezci sorunsalının hâkim olduğu sahayı terk eder.

“Hegel’in tarih ve diyalektik anlayışı yanında emek anlayışı da teorik programa dâhil edilir. Foyerbahçı İnsanın Özü anlayışının onayıyla Hegel, politik iktisatla mucizevi bir şekilde tanışır. Marx, aralarındaki uyumdan övgüyle söz eder. […] Politik iktisadın neyi başardığını soran Marx, tüm ekonomik kategorileri öznel özüne, yani emeğe indirgediğini söyler. Marx’a göre, Hegel Tinbilim’de olağanüstü bir iş yapmış, emeği insanın özü olarak kavramıştır. Özne, İnsan ve Emek bir arada ele alınmış, birbirine denk şeyler olarak görülmüştür. Emek, İnsan’ın özüne ait güçlerin kendi ürettiği ürünlerde nesneleşmesi eyleminden başka bir şey değildir. Tarih, İnsan’ın özüne ait güçlerin ürünlerde emek aracılığıyla dışsallaşmasını sağlayan yabancılaşma sürecidir. Böylelikle Hegel’deki şeyler, hayırlı bir sebep uğruna, Feuerbach’ın dünyasına dâhil edilir: artık geride Feuerbach yoktur.”[13]

Althusser’e göre, birer kavram olarak Yabancılaşma, Özne ve İnsan, Marx’ın kurtulmak istediği, Bachelard’ın ifade ettiği türden, epistemolojik engellerdir. Tam da bu sebeple 1844 Elyazmaları’nda Hegel’in, Feuerbach’ın ve politik iktisadın bir araya gelişi teorik kopuşa yol açacak bir teorik krizle neticelenmiştir.

Althusser’e göre, her şeyi kapsayan insan özü anlayışına yönelik ısrar, toplumsal ilişkilere ve toplumsal yapıya yönelik atıfla çelişir. Althusser, bu atfın yeni sorunsal olduğuna işaret eder. Marx’ın insanın özüne her bireyde doğası gereği mevcut olan bir soyut olmadığına dair tespitini Althusser yeterli görmez, çünkü insanın türü denilen Anlayış, teorik, idealist sonuçların dayandığı temel zemindir.

“İnsanın dünyası, onun özünün nesneleşmiş hali değildir. Bu dünya, kendi içinde birleşmiş ilişkiler türünden kimi gerçekliklerden müteşekkildir. Ancak bu tespitte halen daha Foyerbahçı izler mevcuttur. Çünkü Feuerbach, insanın özünü insanların birliği olarak görür. İnsan türüne vurgu yapan cümlede eksik olan bu birlik tespiti üzerinden Marx, o imkânsız cümleyi dizer. ‘insanın özü’nün amacı (bireyden uzak duran haliyle) toplumun yapısı denilen sorunu Foyerbahçı insan türü anlayışı üzerinden çözmektir. Epistemolojik engeller konusunda gösterebileceğimiz gayet güzel bir örnek olarak bu insan türü anlayışı silinip atılmadıkça kâğıda ancak birbiriyle uyumsuz, çarpık çurpuk cümleler düşülebilir.”[14]

Althusser, Foyerbahçı ve Hegelci konu başlıklarının yan yana getirilmesinin tarihsel pratik anlayışının gündeme getirilmesine sebep olduğunu söyler. Bu anlayış dâhilinde Özne pratiğe dönüştürülmüş, bu öznenin tarihselliği bizatihi özne olarak kabul edilmiş[15], böylelikle Alman İdeolojisi’ndeki öznenin tarihsiliği anlayışı ortaya çıkmıştır.

Althusser, Stirner’in somut bireyle İnsan’ın dini fikri arasında yaptığı ayrımın İnsanın ideolojisi anlayışına darbe indirdiğini, bireysellik teorisinin sorunu, toplum teorisinin sorunu ve ideolojinin teorisinin sorunu gibi bir dizi sorunu ve soruyu gündeme getirdiğini düşünür.[16] Oysa Alman İdeolojisi’nde Feuerbach’ın gündeme getirdiği sorunsalın izlerini bireyler arası ilişkiler olarak üretim ilişkileri anlayışı yanında Marx’ın Hegel’in teleolojiye yönelik vurgusunun eşlik ettiği işbölümü anlayışındaki yabancılaşma teorisinin yankıları içerisinde bulabiliriz. Althusser tam da bu sebeple, Alman İdeolojisi’nde ortaya çıkan yeni kavramların önceki felsefi kategorilerden tam anlamıyla kopulduğunu ortaya koymadığını söyler. “İnsanın salt ideoloji olduğunu söyleyen radikal tarihselci empirisizmden etkilenmiş değişiklikleri yapıp ideolojinin bir hiç olduğunu söylesek bile halen daha Feuerbach’ın felsefi mirası denilen alanın içerisindeyiz.”[17]

Althusser’e göre, Marx’ın fikriyatının geçirdiği evrime esas olarak hümanist atıfları silip[18] toplumsal formasyonlar ile üretim tarzları bilimi olarak tarih bilimine ait sorunsalı gündeme getiren müdahale damgasını vurmaktadır. Bu sebeple, kopuş tekil bir olay değil, “oldukça uzun süren bir süreç”tir.[19]

İnsan anlayışı, insan türü anlayışı, somut birey anlayışı, özne anlayışı, bilinç anlayışı, insanın özü olarak emek anlayışı, yabancılaşma anlayışı, teleoloji olarak diyalektik anlayışı gibi Althusser’in “mevcut toplumsal çözümlerin teorik suretleri”[20] olarak gördüğü, teorik hümanizmin yol açtığı epistemolojik engeller yerine Althusser, gerçek sorunlarla uğraşmayı önerir:

“1. İnsan türünün veya hayvan türlerinin biçimlerinden insan türünün varoluşuna ait biçimleri ayrıştıran özel farklılığın belirlenmesi sorunu;

2. Toplumsal formasyonların yapısı sorunu;

3. Öznesiz süreç olarak tarihin diyalektiği sorunu;

4. Bireyselliğin biçimleri sorunu;

5. İdeolojik olanın niteliği sorunu.”[21]

Althusser, sadece ilk soruyu ele alır ve bu noktada genel manada İnsan Türü anlayışı üzerinden düşünmenin neden ideolojik bir pratik olduğu üzerinde durur. Önce İnsan’ın Doğa karşısında imtiyazlı bir konuma sahip olduğu anlayışında karşımıza çıkan İnsan-Doğa arasında net bir ayrım yapan yaklaşımı reddeder. Sadece insana ait “tarihsel” diyalektiğin mevcut olduğunu söyleyen anlayışın yetersizliğine vurgu yapar.

Althusser’e göre, Hegel’in Doğanın Diyalektiği’nin varolduğuna dair tespiti, esasen onun antropoloji temelli fikre yönelik itirazı üzerine kuruludur. Althusser, ayrıca bize Doğanın Diyalektiği diye bir şeyin varolduğu tezinin, Engels’in Dühring’in insan türünün imtiyazlı bir konuma sahip olduğuna dair dini anlayışını öne çıkartma girişimine karşı yürüttüğü mücadele esnasında gündeme geldiğini anımsatır. Althusser’e göre, Doğanın Diyalektiği anlayışının Engels tarafından yeniden gündeme getirilmesinin bir yandan kimi epistemolojik sonuçlar doğurduğunu, bu anlayışın, öznesiz süreç kategorisiyle yakından bağlantılı olduğunu söyler. Bu anlamda, Althusser’e göre, doğoada diyalektiğin fiiliyatta varolduğu tezi, ucu açık bir soru değil, Tarih bilimiyle ilgili bir tezdir. Bu da bizi “İnsan Palaentolojisinde Yapılan Son Keşifler”[22] olarak adlandırdığı tartışmaya taşır. Althusser’e göre kimi Marksistler, bu keşiflerin Hümanizmin sorunsalını meşrulaştırdığını, Emeğin İnsanın Özüyle denkleştirilebileceğini, İnsan’ın İnsan eliyle yaratıldığını söyleyen anlayışı teyit ettiğini düşünmüşlerdir. Bu noktada görebildiğimiz kadarıyla Althusser, emek anlayışının, Hümanizmin sorunsalının tarih aşırı ontolojik temeli olarak ele alınmasından endişelenmiştir. Tam da bu sebeple Althusser, Marx’ın olgun eserlerinde ve klasik politik iktisatçılara yönelik eleştirilerinde emek kategorisinin “silinip gittiğini, emek süreci, işgücü, somut emek, soyut emek gibi bir dizi bilimsel anlayışın ortaya çıktığını söyler.[23]

Emeği tarih aşırı bir olgu olarak gören anlayışın, “İnsanın Kökeni” anlayışında gördüğümüz türden bir idealizme yol açacağı açıktır. Bu tarihselci-genetikçi Tarih anlayışı, emek yoluyla İnsan olacak maymunsuda İnsan’ı görecektir.[24] Buna karşılık, Marx’ın olgun Tarih anlayışı, kapitalizmin yaratılışını tarihselci bir yerden ele alan bir teori değildir. Bu teoride karşılaşma merkezi öneme sahiptir.

“Yalın bir ifadeyle şu söylenebilir: Kapitalizm, sanki kökeni, ‘özü’, ‘rüşeym hali’ vs. feodal üretim tarzıymış gibi, kökleri bu tarza uzanan bir yaratılış sürecinin sonucu değildir. Kapitalizm, belirli bir dönemde yaşanan karşılaşma dâhilinde teşkil edilmeye açık bir dizi unsurun karşılaşmasını sağlayan karmaşık bir sürecin sonucudur. Evrimci, Hegelci veya genetikçi yanılsamalar ne derse desin, bir üretim tarzı, ‘potansiyel olarak’, ‘rüşeym halinde’, ‘kendi özünde’, ‘yerini alacağı’ üretim tarzını ihtiva etmez.”[25]

Panagiotis Sotiris

[Kaynak: A Philosophy for Communism: A Rethinking Althusser, Brill, 2020, s. 366-372]

Dipnotlar:
[1] Althusser, The Humanist Controversy, Çeviri: G. M. Goshgarian, Londra: Verso 2003, s. 236.

[2] A.g.e.

[3] “Hegel’in düşüncesine antropolojik Tarih anlayışından daha yabancı bir görüş yoktur. Ona göre Tarih, bir yabancılaşma sürecidir ama bu süreçte İnsan sürecin öznesi değildir. Öncelikle Hegelci tarihte önemli olan İnsan değil Ruh’tur. Eğer (‘özne’ anlayışı her halükarda yanlış olsa da) bir şekilde tarihte bir ‘özne’ bulacaksak bu noktada ‘milletler’den, daha doğru bir ifadeyle (hakikate yakınlaşmak adına) Fikrin Ruha dönüştüğü momentlerden bahsetmeliyiz.” (Althusser 2003, s. 238-9).

[4] Althusser 2003, s. 239.

[5] Althusser 2003, s. 241.

[6] Althusser 2003, s. 242.

[7] A.g.e.

[8] Althusser 2003, s. 243.

[9] A.g.e.

[10] Althusser 2003, s. 245.

[11] Althusser 2003, s. 248.

[12] A.g.e.

[13] Althusser 2003, s. 249-50.

[14] Althusser 2003, s. 255.

[15] Althusser 2003, s. 256.

[16] Althusser 2003, s. 258.

[17] Althusser 2003, s. 263.

[18] “Marx’ın bilimsel teorisi, Teorik Hümanizme ait anlayışlardan arınmıştır.” (Althusser 2003, s. 264).

[19] Althusser 2003, s. 269.

[20] Althusser 2003, s. 274.

[21] Althusser 2003, s. 275.

[22] Althusser 2003, s. 284.

[23] Althusser 2003, s. 289.

[24] Althusser 2003, s. 295.

[25] Althusser 2003, s. 296.

21 Ekim 2025

,

Tenasüh Beklentisi ya da Ruh Çağırma Seansı



Sendika.org, Kılavuz, Yolculuk, Komite öncülüğünde 19 Ekim’de Şişli Tiyatrosu’nda “Bağımsız Devrimci Siyasetin Gereklilik ve Olanakları” konulu bir panel-forum düzenlendi. Ülke siyaseti yeniden şekillenirken, sosyalist stratejinin ne ve nasıl olması gerektiği konusunda görüşler sunuldu. Sunucuların açılış konuşmasında belirttiği Sendika.org dosyalarının somut şekilde yüz yüze tartışmaya açılması yönündeki ifadesi önemli. Bu öneme daha sonra değinmek gerekiyor.

Her konuşmacının tek tek ne söylediğini aktarmak yazının özünü dağıtmak olur. Açılış konuşmasında da belirtildiği gibi platform, sadece dört kurumdan oluşmuyor. Sunucu-yöneticilerden Ali Ergin Demirhan, bir konuşmacının enternasyonal birliği düşünmeye dikkat çekmesi üzerine söz alarak, Latin Amerika solunun kıta bazlı enternasyonal kurma toplantısına gittiğini, Marksist literatürden uzak söylemlere şahit olduğunu ve ülkemiz solunu küçümsememek gerektiğini iddia etti.

Öncelikle Latin Amerika solu, tüm yanlışlarına rağmen, anti-emperyalist ve anti-faşist mücadeleye göre hareket etmiş bir geçmişe sahiptir. Kendi özgün koşulları içerisinde düşünüldüğünde FARC’ın çekildiği alanlara emperyalizmin uyuşturucu çeteleri yerleşmiştir. Latin Amerika’nın Bolivarcı sol anlayışı ve stratejisi küçümsenmeyecek derecede önemli değerlere ve deneyimlere sahiptir. Ali Ergin Demirhan’ın son yazılarında belirttiği gibi CHP ile ama CHP'siz taktiği/dinamizmi harekete geçirmede CHP’nin rolünü önemsemesi, ki taktik stratejinin üstüne çıkmıştır, Latin Amerika solunu Demirhan’ın eleştirisinden azade kılar.

Hemen her konuşması, bir bütün olarak soyut kavramlar etrafında strateji arayışına girdi. Beş dakikalık konuşmalarda somut hiçbir plan ortaya konulmadı. Stratejiden anladıkları, bir Halkevci konuşmacının belirttiği gibi, seçim sonucu yönetim el değiştirirken sosyalistlerin konumunun ne olacağıdır.

Basit bir düzen içi denklemde ele alındığında iki partili sistemde yönetim boşluğunu CHP’nin dolduracağı açıktır. Buna razı gelmiyorlarsa parlamentarizme ayak uydurup seçim partisi kurmaları gerekir. Her konuşmacıda ısrarlı bir “sokak” vurgusu vardı. Bu vurgu o kadar şiirsel ve soyuttu ki köylünün mücadelesi ve tüm toplumsal mücadele sokak diye sembolize edildi. Sokaktan anladıkları Saraçhane-Maltepe-Kadıköy-Taksim güzergâhıdır.

Üniversitelerde faşist mücadeleyi püskürttüklerini söyleyenler oldu. Bu, palavradan ibarettir. Faşist çetelerle mücadele etme gücü bu solda yok çünkü bu solda kitle ve kolektif mücadele geri bir anlayış olarak kabul edildiğinden, bireyler toplamı esas alınır.

Politik mahallelerden biri olan Eyüp-Karadolap’ta solun duvar yazılarının arasına “Arap Emrah” yazısı karışıyorsa, sokaklar uyuşturucu çetelerine teslim ediliyorsa, fuhuş kurumsal yapısını aşıp toplumsal virüse dönüşmüşse solun faşistlerle mücadelesinden söz edilemez.

Selim Açan, strateji konusundaki dosyaya yazılar yolladı. İttifaklar aradı. Platforma Alınteri’den temsilci yolladı. Temsilci, konuşmasında uzun zamandır “devrimci odağın” oluşturulması gerektiğini dile getirdiklerini söyledi. Bugün yaşanan boşluğun bu olduğuna dikkat çekti. Bu durumda hiçbir zaman parti olamadıklarını, stratejilerinin olmadığını, Aktan İnce gibi ittifaksız hareket edemediklerini de itiraf etmiş oldu. Bir parti odak olamıyorsa sorunu iç yapısında, stratejisinde ve ideolojisinde aramalıdır. Odak olmak isteyip de kendine “devrimci proletarya” diyen bir yapı, DY’nin şemsiyesi altında sağanaktan kurtulma kolaycılığını seçiyor. Bu, bilinçli bir tercihtir.

DY ekseninde Şişli’de strateji arayışının tarihsel kökenini gözden kaçırmamak gerekiyor. DY, 12 Eylül öncesinde partileşme sürecine girmemiştir, mahkemelerde “dergi çevresi” olduklarını iddia ettiler. Bugün de bu platformu düzenleyenlerin yapı-partiler olmama nedeni dikkat çekicidir. Pankartta imzası bulunan çağrıcılar dergi/yayın çevreleridir.

DY, 12 Eylül'e direnmemiştir. Oğuzhan Müftüoğlu, darbe gerçekleştiğinde ne yapmaları gerektiğini Murat Belge’ye sormuştur. Birikim’de Mahir eleştiriden çok saldırıya uğrarken DY, 1980 öncesinde buna karşılık vermemiştir. Tarihî eşik geldiğinde DY direnmemeyi tercih etti. DY geçmişte neyse bugün de aynıdır. ÖDP kurulduğunda birçok yapıyı Şişli’deki gibi bünyesine katıp çoğunluğun kararının azınlığı bağlamayacağını savundu. Bu anlayıştan partileşme ve devrim çıkmaz.

DY’nin bugün Şişli’de gerçekleştiği dinamizmin tasfiyesi ve reformizmin platforma dökülmesidir. Solda bu ittifak arayışlarının temelinde kendi gücüne güvensizlik, ideolojik zayıflık ve inisiyatif alamamak vardır.

Şu soruyu sormak yerindedir: Elli yıllık geçmişe sahip olduğuyla övünüp tarihin mirasını tüketen sol yapıların elli yıldır bir stratejisi olmaz mı? Yok!

“Ülke sosyalist solunun stratejisi ne olmalı?” sorusu üzerine kurulu, ittifak kurma amaçlı tartışma platformu, temelden bilinçli bir yanlışın çarpık sonucudur. Devrim iddiası olan sosyalist bir partinin-yapının stratejisi, kendi ekonomi-politik tahlillerinin sonucunda ortaya çıkar. Strateji, bu yönüyle fraksiyonel bir özgünlüğe sahiptir. Tartışmaya ve ortak arayışa çağrılan, buna olumlu yönde katılıp “öneri”(!) sunan tüm solun ortak strateji belirleme hedefi varsa zaten şimdiye kadar devrimci hareket olmadıklarını açıkça kanıtlamış oluyorlar.

DY’nin lokomotif olduğu yerden sınıf işbirlikçiliği, sivil toplumculuk ve uzlaşmacılık çıkar. Bu düzlemde değerlendirildiğinde Aydın Çubukçu’nun da neden Birikim’in “Lenin” dosyasına yazı verdiği daha net anlaşılır.Dost-düşman-iç düşman ayrımının netleşmediği ve saflaşmadığı yerde kitlelere ihanet ve güvensizlik boy gösterir.

Diyalektiğe “inanmadığını” söyleyen Murat Belge ile diyalektiği “çöp” kabul eden Celal Şengör bu solun akıl hocalarıdır. Aydın Çubukçu ve Oğuzhan Müftüoğlu’nun partilerinin ideologu Murat Belge, pozitivist-aydınlanmacı şekilde halktan nefret etme teorisyeni Celal Şengör’dür.

Konuşmalara damgasını vuran soyut bir söylem daha var: “Dünya büyük altüst oluşlar yaşıyor, dünya hızlı bir değişim sürecine girdi” vs. Bu, aldatıcı bir küreselleşme söylemidir çünkü konuşmaların neredeyse hiçbirinde emperyalizm ve anti-emperyalizm vurgusu yoktu. Bugün emperyalizmden arındırılmış bir strateji-taktik ve çözümleme yerçekimi kanununa savaş açmakla özdeştir.

Dünya değişmedi. Sömürü, işgal, talan aynı şekilde devam ediyor. Değişen bir şey varsa o da emperyalizmin zihinlerden insan ilişkilerine ve değerlere kadar her güzelliği çürütüp insanı tarih sahnesinde çıkarma operasyonunun sürdüğüdür. Sömürü ve işgalin yoğunluğu artarak devam ediyor, emperyalizm iç olgu olarak her an her durumda kendi çarpıklığını yeniden üretiyor. Bu kavgada-savaşta ideolojisi zayıf olan, düzene teslim oluyor. Bu teslimiyet, ittifak arayışlarını ve dönekliğin teorisini yazmayı elzem hâle getiriyor. Bu çarpıklığın somut göstergelerinden biri de kadın konuşmacı varsa sırasının öne çekileceğinin söylenmesidir.

Özetle, DY’nin ve TKP’nin tertiplediği hiçbir platformdan taktik-strateji ve değişime yönelik somut planların çıkmayacağıdır. Egemen sınıflara bu kadar göstere göstere strateji aradıklarının ilanını yapmak, zaten ideolojik-politik açıdan ölüyü diriltecek keramet aramaktır. Bu platformu gören egemenler ve burjuvazi saldırının yoğunluğunu daha da artıracağının teminatını almış olur. Stratejisinin ve ideolojisinin olmadığını ilan edip ittifak kurarak ortak strateji belirleme peşine düşen bu çevreler, halka değil, ancak sömürüye teminat verir.

Bu platformda vurgulanan “sokak” kavramı da CHP’nin gece bekçiliğini yapma görevinin karşılığıdır. Sokak diyen bu sol, o küçümsedikleri Latin Amerika solunu ezmek için Trump'a teşekkür eden Nobel ödüllü barışseveri yürekten tebrik eden NATO’cu Ekrem’e milis gücü olabilir ancak.

Kürt milliyetçi hareketini Rojava’da emperyalistlerin bayrağı altında bağımsızlık aradığı için eleştiren sol, aynaya bakmalıdır. Hâlen bayrağından orak-çekici çıkarmayan varsa biri Rojava’da Kürt milliyetçi hareketinin, diğeri Saraçhane’de NATO’cu CHP’nin garantörlüğünde o bayrağı dalgalandırmaktan utanmamıştır.

Ali Ergin Demirhan’ın sendika.org’u da platformda strateji arayan sol da Saraçhane’de NATO’cu bir partinin çatısı altında ona milislik yapmıştır. Platformda konuşanlardan biri, Saraçhane’den sonra 1 Mayıs’ta Kadıköy’e gidenlerin kendilerini yalnız bıraktığından yakınıyor. Bu yakınma, reformist aldatmacanın dile gelişidir. Hâlen o CHP’nin nasıl kurtarılacağının stratejisini arayan aynadaki suretleridir.

Bu ittifakın diğer fahri bileşeni ve DY şefinin kurduğu ÖDP-Sol Parti de CHP’yi kurtarmak için “Memleket Buluşmaları” düzenliyor. İlkeli ittifak, eylemde birlik, ajitasyonda farklılık iken DY ittifakçılığının özeti, “Biçimde farklılık, özde birlik”tir.

Sonuç olarak, çözülmeyen her çelişki çürütmeye mahkûmdur ve solun ezici çoğunluğu ideoljik-politik açıdan çürümüştür. Çelişkiyi içte/ideolojide aramak yerine ittifakta arayanların ideolojik taziyesi, Şişli Tiyatrosu’nda gerçekleştirildi. Devrim iddiası olan hiçbir yapı, stratejilerinin ne olacağı tartışmasına girmez, ittifak arayışına meyletmez. Sürecin insanını yaratır, geleneğin zincirine yeni değerler ekler, gücünü ideolojisinden ve halka güvenden alır.

Bugün ideolojik-politik ve eylemsel açıdan savaşılması gereken odak emperyalizmdir. “Holdingci” söylemi emperyalizmden soyutlanmış çarpık kapitalizmi, yukarıdan örülmüş burjuvaziyi, Alman emperyalizmine ait 8 bin, Fransız emperyalizmine ait 450, İngiliz ve Hollanda emperyalizmine ait 3 bin, İtalyan emperyalizmine ait bin beş yüz şirketi, egemenlerin ve emperyalizmin desteğiyle halkın üzerine çöreklenen sermaye düzenini yok saymaktır. Böyle bir sınıfsal analiz, temelden çürüktür.

Burjuva kadını “kız kardeşi” sayan solun emperyalizme ve son Nobel ödüllü barışsevere kızma hakkı yoktur. Ali Ergin Demirhan’ın Latin Amerika solundan haz etmeme nedeni, anti-emperyalist mücadeledir. Müftüoğlu’dan, Çubukçu’dan, Okuyan’dan (perestroyka ve glasnost sürecine dergi çıkarıp destek veren TKP revizyonizmi yaşanmışken) anti-faşist ve anti-emperyalist önder çıkaramayanlar, Şişli Tiyatrosu’nda meddah gösterisi yapmaya mahkûmdur. Bu kadar soyut gevezelik, somut durumun somut çözümlemesini yapıp harekete geçmemek için düzenlenen temsilin tiratlarıdır.

Sömürüyle kuşatılmış yaşam her açıdan somuttur, çözümü de son derece somuttur: İdeolojik netliğe/sağlamlığa uygun politik pratik adımlar, mahallelerden-iş yerlerinden-tarlalardan başlayan birleşik mücadele.

Sinan Akdeniz
21 Ekim 2025

20 Ekim 2025

,

Utku


Kıbrıs’ta eski bir Dev-Yolcu, arkadaşlarıyla birlikte, küçük bir börekçi dükkânını kumarhaneye çevirmiş. Sabahlara kadar kumar oynuyorlar. Esasen o ünlü kumarhanelerin eldeki imkânlarla taklit edilmesiyle kurulmuş bir mekân bu. Başını nihayet kumardan kaldıran bu solcu, sohbet sırasında “kumarhane, sömürgeciliğin bir uzantısı” sözümüze karşı, “cami geleceğine kumarhane ve pavyon gelsin” diyordu. Söz konusu şahıs, sermaye ve emperyalizm eliyle gelecek değişimlerden nemalanmanın yollarını arıyordu.

Bu zihniyet, Trump’ın Gazze’yi kumarhane ve turizm mekânına dönüştürme planına ses etmeyecektir. “Hamas gitsin de ne gelirse gelsin” diyecektir. Aydınlanma ve modernizm çanaklarına doldurulan yemektir, bu solcuları konuşturan. Onlar, halka fuhuştan, kumardan ve uyuşturucudan başka bir şey öneremezler. “İran şer ekseninin parçası. Ona karşı eyleme geçmek lazım”[1] diyen Natocu CHP’ye oy verenler, halka hiçbir şey sunamazlar. Bu Utku, onların utkusudur. (Utku Çakırözer’in raporu yüzünden zedelenen CHP’yi aklama işini de bu raporu münferit bir şeymiş gibi takdim eden TKP üstlenmiştir.)

Bir Filistinli solcu, yazdığı yazıda, “onca şey olup biterken sol nerede?” diye sormaktadır.[2] Sonra bir arkadaşıyla sohbetini aktarır. Kendisine “çocuklarını özel okula mı yoksa devlet okuluna mı yazdıracaksın?” diye sorar. “Onları ayaktakımından korumak için özel okula kaydettireceğim” cevabını alır. Bugün bu cevap, TKP ve Dev-Yol öncülüğünde hareket eden solun genel fikri ve zikridir. Sol da çocuklarını özel okula kaydettirmenin, kendisini özel gettolara kapatmanın derdindedir. O, halktan, işçiden, yoksuldan tiksinmeyi, nefret etmeyi öğrenmiştir. Bu sol için koltuk altı kılları, yoksulun halinden daha önemlidir. O, emperyalizmin ve sömürgeciliğin millete, halka ve sınıfa yönelik savaşına nefer olmuştur.

Gezi ve Pandemi, solun mayasının faş olduğu momentlerdir. Sol, her iki momentte de belirli güçleri o ayaktakımına karşı korumak için uğraşmış, o ayaktakımına düşmanlık etmiştir. Bugün ne söylüyorsa yalandan ibarettir. Sorumluluk alabilecek, hesap soracak, hesap verecek bir özne olmaktan uzaktır.

Aynı Filistinli, “sol, işçi köklerine ve anti-kapitalizme yüzünü dönerek kendisini büyük bir kitleye dönüştürmek yerine, açıktan küçümsediği muhafazakâr toplum içerisinde zulüm gören siyasi azınlık pozu kesmeyi yeterli gördü” tespitinde bulunur. Aydınlanma çanağı ve tasması üzerinden düşünen sol, Batı’dan gelen STK paralarıyla bakmaktadır gerçeğe. O gerçekte azınlık olma halini yüceltmek, azınlıkçı edebiyata sarılarak, bu sektöre ayrılan paralardan nemalanmak, avamı, ayaktakımını aşağılayıp küçümsemek yazılıdır. O paralarla, tasmayla ve çanakla düşünen sol, ortada sadece kirli, çapaklı, marazlı, tehlikeli, dövüşülecek bir ayaktakımı görebilmektedir. Çünkü çekiç, sadece diklenen çiviler görür. Solun saraya yürüyecek kitlesel enerjiye örgütlenmesi ve onu örgütlemesi mümkün değildir. O, dövüşecek ayaktakımıyla buluşamaz.

Dolayısıyla, devletin aşağılık halkı dönüştürme araçları olarak Sendika’nın ve Halkevleri’nin “bütün yollar saraya çıkar” sözü yalandır. Temelsiz, gerçeksiz bir Kışlık Saray hayali kuran örgütün tek derdi, diğer sol rakipleri karşısında el yükseltmek ve öne çıkmaktır. Başka bir derdi, hesabı olamaz. Şişli Tiyatrosu sahnesinde sergilenecek sempozyum için gerekli ideolojik zemin oluşturulmakta, podyumda güçlü olunduğuna dair pozlar verilmektedir. Bu tür örgütler, özü ve mayası itibarıyla, millete, halka ve işçi sınıfına düşmandır.

Halkevleri, devlete bağlı bir kuruluş olduğu bilinciyle hareket etmeye mecburdur. Köz, nasıl başarı ve “utku” sonrası edinilen güçlü dönemi taklit ettiğimizde yol alacağımız yalanını söyleyip sol örgütlerin önüne geçmeye çalışıyorsa, Halkevleri de “nasılsa saraya yürüyüş olacak. Bugünden bunun edebiyatını yapıp, onu mülk edinelim, öne geçelim” diye düşünmektedir. Bu sol içi edebiyat, gerçek karşısında çıkışsızdır. Bunlar, değil saraya, kendi bürolarına bile yürüyemezler. 

Bu Dev-Yolcu örgütlerin “bağımsız siyaset” dediği, CHP kuyrukçuluğudur. CHP, “eyleme geç” diye emreder, harekete geçerler, o “dur” der, dururlar. Söyledikleri her söz, yalandır.

Çoğu futbol maçında teknik direktörler, rakiplerinin hücum planlarını anlamak, buna göre önlemler geliştirmek için ilk 15-20 dakika topu karşı takıma bırakırlar. Devlete bağlı bir kuruluş olarak Halkevleri’nin belirli momentlerde sosyalist hareketin şeflerinden fikir alması, bu fikirleri sitesinde yayınlanması, kuşkuyla karşılanmalıdır.

Bu açıdan, Selim Açan’ın Sendika’dan gelen çağrıya sevinmesi acziyettir, basiretsizliktir. Çünkü Halkevleri, bu adımıyla sol örgütlerin niyetlerini, planlarını, ufkunu ifşa etmekte, boşa düşürmekte, değersizleştirmekte, böylece devlet eliyle verilen çobanlık görevini ifa etmeye çalışmaktadır. Açan, söz konusu örgütün şeflerinin 12 Eylül sonrası birçok örgütün üyesini ihbar ettiğini, mekânları açığa çıkarttığını unutmuş olmalıdır.

Bu düzlemde, o üç kuruşluk “Kapital’i okudum ben!” pozunun da bir anlamı bulunmamaktadır.[3] Filizler’in “komünist devrimci sınıf iktidarı stratejisi” de CHP’ye tabidir. Eskiden bu örgüt, her tür bilime dair malumatını boca ettikleri bir “Strateji Bilimi” uydurup rakip solcuları bu şekilde geçmenin hesabını yapıyordu. Bugün de yalanı başka bir renge boyayınca satabileceklerini düşünmektedir. Bunların kaderinde horoz gibi havalanıp tavuk gibi yere çakılmak vardır. Ne stratejiyle ne de Marksizmle bir bağa sahiptirler. Mesele, içinde olunmayan savaşta en gelişkin bilgiye ve akla sahip olunduğuna dair poz kesmektir. Cenk, öznenin içinde işlemiyorsa zaten yoktur.

* * *

Özünde sosyalist hareket, kendisini sürü olarak gören Dev-Yol ve TKP çobanlarından kurtulmalıdır. Bu çobanların hizmet ettikleri tek yer vardır, o da CHP ahırı. İpler oraya bağlıdır. 19 Mart saldırısına göğüslerini siper edenler, savundukları gücün içindeki yolsuzluğa, ahlaksızlığa, hırsızlığa ve düzen uşaklığına ortaktır.

“Zafer”e “utku” diyen anlayışın ahıra hizmet dışında bir ufku yoktur, olamaz. “Zafer” savaşa, “utku” basit bir oyuna işaret eder. Savaşın harrından kaçanların öztürkçeciliği, siyasetlerinin yansımasıdır. Onlar nesnelcidir, burjuvazinin yapıp ettiklerini en uç ve en ileri olarak kodlarlar.

Sermaye, ense köküne çip takacaksa bunda hikmet bulmak, solculara düşer. Herkese zorla aşı yapacaksa, o aşıyı sol pazarlar. Bitcoin üretilmişse, onun komünizm getireceğini gene sol söyler. Sol, aşılamayan, aşılmak istenmeyen, yüce tutulan “burjuva devrimi” perspektifine tapmaktır. Sosyalizmi devlete; devrimi burjuvaziye teslim etmek, bırakmaktır.

Batı fikriyatıyla, parasıyla, imkânlarıyla düşünmeye, yaşamaya alışmış solcular, burada sadece kirli, dönüştürülmesi, ezilmesi, sopalanması gereken ayaktakımı görürler. Gerçeğe sosyalizm ve devrim imkânları açısından bakmazlar. O ayaktakımının inşa edeceği sosyalizme de yapacağı devrime de güvenemezler. 

Saraya öfkeyle yürüyecek kitleden en çok Halkevciler korkar. İşçilerin kıyamı karşısında en çok TKP tir tir titrer. İki örgütün düzenle kurduğu, çıkar ve tecim temelli ilişki, korkunun ana kaynağıdır.

Aynı Dev-Yolcu, gazetesine, “Davutoğlu aslına döndü” diye manşet atar ama “madem o aslı biliyordun, neden ona ve vekil adaylarına oy verdin?” sorusunu cevaplamaz. Umudu AKP’li Kılıçdaroğlu’na bağlamasının hesabını vermez. CHP taşeronu olarak yaşamayı içine sindirir.

Burada bizim yaptığımız, naçiz bir çaba dâhilinde, devrimi burjuvaziden, sosyalizmi devletten kurtarmaktır. Bize yönelik sansür, karalama, iftira, dedikodu, yalnızlaştırma ve tasfiye üzerine kurulu çabaların esas sebebi budur. 

İştiraki’ye karşılık “Ortaklaşa” diye dergi çıkartınca komünist olunmaz. Bencilliği, bireyciliği, burjuva ideolojisini baş tacı yapanlar, ortaklaşamazlar, ortaklaşmayı bilmezler.

Eren Balkır
14 Ekim 2025

Dipnotlar:
[1] “Natocu Sol”, 15 Ekim 2025, İştiraki.

[2] Sudqi Asour, “Where is the Palestinian Left?”, 8 Ekim 2025, Ahbar.

[3] Fuat Yücel Filizler, “Komünist Devrimci Sınıf İktidarı Stratejisi Üzerine Notlar”, 25 Eylül 2025, Sendika.

19 Ekim 2025

,

Modern Sosyalizmin Ecdadı

Karl Kautsky’nin dört ciltlik Modern Sosyalizmin Ecdadı adlı eseri, Hristiyan komünizmiyle ilgili en çok ihmal edilen, ancak en önemli eserlerden biridir. Bu eserin sadece bir kısmı, birinci cildin son bölümü ve ikinci cildin tamamı, Reform Döneminde Orta Avrupa’da Komünizm adıyla çevrilmiştir.[1] Almanca metinse çok daha kapsamlıdır. Aslında, üstlenilen görev o kadar büyüktü[2] ki Kautsky, eseri tamamlayamadı ve son bir buçuk cilt başkaları tarafından yazıldı.[3]

Aşağıda, ele alınan konuları özetledikten sonra, Kautsky’nin Thomas Müntzer (1525) önderliğindeki Köylü Devrimi ve ardından Münster’deki Anabaptist Devrimi’ni (1534-35) ele alış biçimine odaklanacağım.

Karl Kautsky’nin “zındık komünizmi” veya “Hristiyan komünizmi”nden kastının, kopuş ve komünalizm, devrim ve yeni kolektif hayat biçimlerinin birleşimi olduğunu unutmamak gerekir. Her iki unsur da, farklı vurgularla, onun ayrıntılı çalışmasının tamamında yer almaktadır.

İlk uzun cilt, erken Hristiyan komünizmini tartışarak başlar ve ardından Ortaçağ’ın ve Reform’un sosyo-ekonomik bağlamını ele alır. İlk dönem Hristiyan komünizmiyle ilgili tartışma, daha sonra bu konuyla ilgili ilk tam uzunlukta Marksist çalışma olan ve daha çok bilinen Hristiyanlığın Temelleri[4] adlı eserinin bir öntaslağı olarak görülebilir. Orada yazar, gündemini şu şekilde dile getirmektedir:

“Hristiyanlıkla ilgili tutum ne olursa olsun, Hristiyanlığın tüm insanlık tarihinin en devasa olgularından biri olduğu kesinlikle kabul edilmelidir. […] Bu devasa olguyu anlamamıza yardımcı olan her şey, kökeninin incelenmesi de dâhil olmak üzere, bizi binlerce yıl öncesine götürse bile, pratikte büyük ve acil bir öneme sahiptir.”[5]

Kitap, hem pagan hem de Hıristiyan kaynaklarında İsa’nın kişiliğiyle başlar. Kautsky, Yeni Ahit âlimlerinin o dönemdeki bilgilerini dikkatle değerlendirerek, bu sıradan isyancının etrafında bir dizi insanüstü hikâyenin ortaya çıktığını ve bu hikâyelerin Yeni Ahit’i oluşturduğunu savunur. Kautsky, efsanevi ve mitik eklemeleri ortadan kaldırarak, tarihsel materyalist bir analiz sunmak istemektedir. Bu analiz, başlangıçta Roma İmparatorluğu’nun köle temelli üretim biçiminde İsa’nın ekonomik, sosyal ve politik bağlamını yeniden inşa etmeye odaklanır ve bu tür bir üretim biçiminin teknolojik sınırları ve çöküşünün nedenleri ile ilgili bazı önemli Marksist noktalara değinir.

Buradan geriye doğru giderek, İsrail’in kökenlerinden ilk dönem Hristiyanlık hareketine kadar uzanan bir tarih sunar. Burada yine, köle temelli üretim biçiminin başka bir biçimi olduğunu savunarak, altta yatan sosyal oluşuma dair bir model aktarır.

Son bölümde Hristiyanlığa geri dönülür. Burada yazar, ilk dönem Hristiyan komünizmiyle ilgili ünlü argümanını dile getirir. Bu bağlamda Kautsky, İsa’nın etrafında şekillenen hareketin nasıl devrimci olduğunu, ilk dönem komünizmin sadece tüketim komünizmi olarak cisimleştiğini, üretim komünizmi olmadığını, sonrasında Kilise tarihinin ilerleyen dönemlerinde nasıl altüst edildiğini, ancak komünizmin manastır hayatında eksikli haliyle varlığını sürdürdüğünü ayrıntılı olarak ele alır.

Ecdad kitabına dönersek: birinci cildin ikinci yarısı, ilk dönem Hristiyan komünizminin örneğinden esinlenen Ortaçağ’daki çeşitli “zındık komünist” örgütlerin izini sürer:

* Manastır komünizmi, tasavvuf, züht.

* On ikinci yüzyılda faaliyet yürüten, bugün hâlâ Piedmont’ta, Kitab-ı Mukaddes’in Elçilerin İşleri bölümünde dile getirilen Hristiyan komünizmi modeline sadakatle bağlı olarak yaşayan Valdenciler.

* İtalya’nın Parma kentinde Gerardo Segarelli tarafından kurulan Havari Kardeşliği hareketi. Mülklerinden vazgeçen hareket üyeleri, havariler gibi giyiniyor, dilencilik yapıyor, tövbeyi vaaz ediyor, bu tür faaliyetlerle etraflarına insanlar topluyorlardı.

* Havari Kardeşliği’nin halefi olarak Dolçinocular. Novaralı Frer Dolcino (1250-1307) cemaatini bir kaleye kapatmak zorunda kaldı. Silahlanan cemaat çeşitli noktalara saldırılar düzenledi. Sonrasında ezildi.

* Begin ve Begardlar, on ikinci yüzyılda Hollanda genelinde farklı cemaatler içerisinde yaşadılar.

* Lollardlar, John Wycliffe’in müritleri olarak kişinin kaderine, kutsal seçime, Kitab-ı Mukaddes’e vurgu yapan bir cemaat olarak İngiltere’de bir dizi ayaklanmaya iştirak ettiler.

* Taborcular, on beşinci yüzyılda zühdü, ortak yaşamayı, Tanrı’nın hükümranlığın silah zoruyla kurulması gerektiği fikrini savunmuş bir hareketti.

* Bohemyalı Kardeşler de Tanrı’nın hükümranlığının kurulması gerektiği fikrini savunuyorlardı. Ortak hayatı ve ortak ibadeti savunan cemaat, Kitab-ı Mukaddes çevirisi üzerinden Çek edebiyatında önemli bir etkide bulundular.

Thomas Müntzer ve Münster'deki Anabaptistleri ele alan ikinci cilde daha sonra daha ayrıntılı olarak odaklanacağım için, önce kalan iki cildi ele alacağım. Üçüncü ciltte Kautsky, ayrı bir çalışmanın da konusu olan sevgili Thomas More’dan bahsediyor.[6] More’un Ütopya’sını Marx ve Engels’ten önceki en önemli sosyalist metinlerden biri olarak görüyor. More da, eski popüler Roma Katolikliği ve manastır geleneğinde bulduğu Hristiyan komünizminden ilham almıştır. Nitekim More, bu geleneğin son temsilcisiydi ve şehit olarak öldü. Ancak More, VIII. Henry döneminde İngiltere’deki ekonomik sömürüyü de eleştirmiş ve yaşadıklarına alternatif bir ekonomik, siyasi ve sosyal model olarak Ütopya’yı önerdi. More, aynı zamanda materyalist bir eleştirmendi ve böylece eski Hristiyan komünizmi ile modern komünizm, Ortaçağ dindarlığı ile tarihsel materyalizm arasında önemli bir bağlantıyı teşkil etti. Kautsky’nin sözleriyle:

“More’un sosyalizminin en temel köklerini ortaya koyduğumuza inanıyoruz: ilkel komünizmle uyumlu sevimli karakteri; İngiltere’nin ekonomik durumu, kapitalizmin işçi sınıfı için dezavantajlı sonuçlarını keskin bir şekilde ortaya çıkaran; klasik felsefe ile pratik işlerdeki faaliyetlerin şanslı birleşimi, tüm bu koşullar bir araya gelerek, More’un keskin, korkusuz ve gerçeği seven zihninde, Modern Sosyalizmin ceddi olarak kabul edilebilecek bir ideal yaratmış olmalıdır.”[7]

Bu ciltte de, malların ve eşlerin ortaklaşa kullanılmasına dayalı bir hareket kurmaya çalışan ve 1600 yılında (Fioreli Joachim’in kehanetlerine dayanarak) Ruh Çağı’nın geleceğini öngören Thomas Campanella (1568–1639) ile, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Paraguay’da Cizvitler tarafından kurulan özerk yerli topluluklarla ilgili bölümlere rastlıyoruz. Ancak bu bölümler, Kautsky değil, Marx’ın damadı Paul Lafargue tarafından yazılmıştır. Son cilt ise Lindemann ve Hillquit elinden çıkmadır. Fransa ve Kuzey Amerika’da sonradan ortaya çıkan hareketleri ele alan bu cilt, Robert Owen, Charles Fourier ve Étienne Cabet’nin on dokuzuncu yüzyıldaki sayısız komünist deneylerdeki etkisini değerlendirir.

Müntzer ve Münster

Thomas More, Kautsky’nin gözdesidir. Aynı şekilde, “Alman işçi sınıfının gözünde de Müntzer, zındık komünizminin en parlak örneğiydi ve halen daha öyledir.”[8]

Ecdad’ın ikinci cildi, bu devrimci teologa ve Münster’deki Anabaptist Devrimi’ne tahsis edilmiştir. Kautsky'ye göre, Thomas Müntzer’in teolojik ve politik pozisyonunun özü şu şekildedir:

“Müntzer, Kitab-ı Mukaddes’in anlamı konusunda şunları söyler: ‘Her şeyin ortak olduğu [omnia sunt communia] tespiti, durum el verdiği ölçüde herkesin ihtiyaçlarına göre dağıtılması zorunluluğu, bizim ilmihalimizin ana maddelerinden biri olarak, ulaşmak istediğimiz hedeftir. Bu gerçeğin ciddiyetle hatırlatılmasına rağmen onu kabule yanaşmayan her prens, kont veya baronun kafası kesilecek veya asılacaktır.’ […]”[9]

Omnia sunt communia, elbette, Hristiyan komünizminin temel ilham kaynağı olan Elçilerin İşleri 2:44 ve 4:32’deki “her şey ortaktır” sloganının Latincesidir. Kautsky, Müntzer’e önemli devrimci ve hatta komünist özellikler atfeder. Avrupa’yı kasıp kavuran devrimci akımlar, büyük ölçüde “onun abartılı komünist coşkusu, demir gibi kararlılığı, tutkulu fevriliği ve devlet adamı gibi sağduyusuyla”[10] bağlantılıydı. Ancak bu, Müntzer’in, tümüyle demokratik ve komünist bir proje adına zalimleri devirmek ve ezilenleri özgürleştirmek amacıyla yaptığı nefes kesici teolojik çabalarından ayrı düşünülemez.

Kitabın anlatısı, 1525 Köylü Devrimi’nden başlayarak, Anabaptistlerin devrimci akımları ve yeraltı çalışmalarına dek uzanır ve 1534-35’te Münster denilen dönüm noktasına kadar gider. Kautsky, bunu yaparken, kaynaklardaki devrim karşıtı önyargıları dikkatli bir okumaya tabi tutar. Müntzer’in teolojik açıdan gölgesinde kalan Luther bile şüpheli bir figür haline gelir. Kitap boyunca köylülerin ve liderlerinin enerjisi ve örgütsel zekâsı açıkça ortaya çıkar. Ancak asıl sınav, Kautsky’nin Münster Devrimi’ni anlatırken, Hollanda ve Almanya’nın batı bölgelerinden gelen Anabaptistlerin şehre gelip iktidarı ele geçirmeleriyle başlar.

Devrimi ele alan neredeyse tüm diğer tarihçeler, Jan van Leyden yönetiminde çılgınlığa sürüklenen devrimin karşı-devrimci önyargılı anlatımlarına uyum gösterirler. Buna karşın Kautsky, “kuşatma altındaki radikal komünistlerin şehri” olarak tasvir ettiği durumu, olumlu bir şekilde yorumlar. Onları ezmek için çaresizce çabalayan egemen sınıfların güçleriyle çevrili, bilinmeyene doğru yaptıkları yolculukta doğru yolu arayan Anabaptistler, kimsenin beklemediği ölçüde iyi bir performans sergilemiştir. Böylece Kautsky, harekete destek verenlerin sadeliklerini ve püriten doğasını, “çok eşlilik” olarak adlandırılan ekonomik ihtiyacı (yaklaşık 10.000 savunucunun 8.000’i kadındı)[11], barış arzusunu ve kaderlerinin kaçınılmaz olduğunu bilenlerin coşkusunu yeniden yorumlar. Anabaptistlerin belirleyici bir özelliği olan yetişkin vaftizi bile, egemen sınıfın siyasi, kültürel ve teolojik hegemonyasına karşı keskin bir direniş biçimi olarak yorumlanır.[12]

Bu noktada kendimi şu soruyu sormaktan alıkoyamıyorum: “Anabaptistler gerçekten devrimciler miydi?”

Thomas Müntzer’in devrimci olduğuna hiç şüphe yok. Engels ve Kautsky de böyle düşünüyor. Reform sürecinin her iki kutbu da Anabaptistleri açıktan devrimci görüyordu. Örneğin Kalvin, Roma Kilisesi’nin kendisini Anabaptistlerle ilişkilendirmek istediğinden, Anabaptistlerden uzaklaşmak için çok çaba sarf etti ve kendi yaklaşımını Anabaptistlerin aşırılıkları ile Roma’nın aptallaştırıcı yozlaşması arasında bir orta yol olarak takdim etti.[13]

Kautsky’ye göre Anabaptistler, sadece radikal bir hareketin ilk günlerinde yürüteceği şiddetli tartışma ve mücadeleyi yürütmekle kalmadılar, aynı zamanda devrimci altüst ve komünal hayatın iki önemli unsurunu da somutta ortaya koydular (Elçilerin İşleri 2 ve 4).

Teoloji ve Devrim

İlk dönem Hristiyanlık ve Thomas More ile ilgili bölümleri de dâhil edersek, aslında altı cildi bulan, zındık Hristiyan komünizminin tarihi üzerine kaleme alınmış bu büyük proje, nihayetinde Engels’in ısrarının bir ürünüdür. Nihayetinde Thomas Müntzer ve ilk dönem Hristiyanlığı Marksist bir bakış açısıyla kaleme alan ilk kişi Engels’ti.[14] Henüz tamamlanmamış olan bu görevi üstlenmenin gerekliliğini Kautsky ile uzun uzun tartışan da oydu. Ancak Kautsky, özellikle bu hareketlerin neyi amaçladığını teolojik açıdan değerlendirme konusunda, Engels’in hayal edebileceğinden çok daha ileri gitti.

Kautsky’nin bu konuda yaptığı anlamlı bir gözlemle bu konuyu kapatmak istiyorum: “Reform döneminde genel düşünce eğilimi hukuki değil, teolojik idi ve sonuç olarak, bir sosyal hareket ne kadar radikal olursa, parti sloganları da o kadar teolojik oluyordu.”[15]

Kautsky, mısır fiyatlarına ilişkin şikâyetler, zenginlerin istifçiliği, lordların talep ettiği hizmetler, ortak arazilere erişimle ilgili geleneksel ritüellere getirilen kısıtlamalar, köylülerin ve işçilerin zaten karşılayamayacakları düzeyde olan vergilerin artırılması gibi acil sorunların daha açık bir şekilde ekonomik olduğunu belirtiyor. Ancak yerelliklerdeki protestolar, daha yaygın ve organize bir desteğe kavuştuğunda, genellikle daha derin ifade biçimleri alıyorlar, altta yatan nedenleri arıyorlar ve ortak şikâyetleri dile getiriyorlar.

Reform döneminde bu tür şikâyetler, öncelikle teolojik terimlerle dile getirilirken, günümüzde bunlar, belirli siyasi ideolojilerle ifade edilebiliyor. Bu anlamda Kautsky, argümanını bu şekilde formüle ederek, teolojinin siyasi özlemleri ifade etmek için bir kod veya dil olduğu yönündeki Engels’in önerisine yaklaşıyor. Ancak Kautsky, bunu da tam olarak dile getirmiyor (ve böylece Engels’in ötesine geçiyor): Hiçbir dil, başka dillerin örttüğü gerçek özü vermez. Bu anlamda Kautsky, esasında teoloji ile siyasi düşüncenin, radikalleşmenin gerçekleştiği biçimler olduğunu iddia ediyor.

Roland Boer
1 Ocak 1014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Karl Kautsky, Communism in Central Europe in the Time of the Reformation, Çeviri: J. L. Mulliken ve E. G. Mulliken (Londra: T. Fisher Unwin, 1897).

[2] Vorläufer des neueren Sozialismus I: Kommunistische Bewegungen im Mittelalter (Berlin: Dietz, 1976 [1895–97]); Vorläufer des neueren Sozialismus II: Der Kommunismus in der deutschen Reformation (Berlin: Dietz, 1976 [1895–97]); Karl Kautsky ve Paul Lafargue, Vorläufer des neueren Sozialismus III: Die beiden ersten grossen Utopisten (Stuttgart: Dietz, 1977 [1922]).

[3] Hugo Lindemann ve Morris Hillquit, Vorläufer des neueren Sozialismus IV (Stuttgart: Dietz, 1977 [1922]).

[4] Karl Kautsky, Foundations of Christianity, Çeviri: H. F. Mins (Londra: Socialist Resistance, 2007 [1908]); Der Ursprung des Christentums: Eine historische Untersuchung (Stuttgart: Dietz, 1977 [1908]).

[5] Kautsky, Foundations of Christianity, s. 3.

[6] Kautsky, Thomas More and His Utopia, Çeviri: Henry James Stenning (Londra: Lawrence and Wishart, 1979 [1888]); Thomas More und seine Utopie: mit einer historischen Einleitung, 3. Baskı (Berlin: J.W.H. Dietz, 1947 [1888]).

[7] Kautsky, Thomas More and His Utopia, s. 128; Thomas More und seine Utopie: mit einer Historischen Einleitung, s.228–29.

[8] Kautsky, Communism in Central Europe in the Time of the Reformation, s. 154.

[9] Kautsky, Communism in Central Europe in the Time of the Reformation, s. 130.

[10] A.g.e., s. 110.

[11] Ferasetli bir yaklaşımla Kautsky, “Anabaptistlerin kendilerini içinde bulduklarını olağanüstü koşullara denk düşecek uygun evlilik biçimini arayıp durduklarını, bu eşiğin ötesine geçmediklerini” söylüyor (Communism in Central Europe in the Time of the Reformation, s. 269–70). Kautsky, farklı düşünceleri, açıklamaları, cayılan sözleri ve yeni formülleri bu tespiti ışığında okuyor. Bu tespitin, her türden komünist inşayı ilgilendirecek bir tespit olduğunu görmek gerekiyor.

[12] Kautsky, Communism in Central Europe in the Time of the Reformation, s. 170–72.

[13] Roland Boer, Political Grace: The Revolutionary Theology of John Calvin (Louisville: Westminster John Knox, 2009), s. 9–13.

[14] Friedrich Engels, “The Peasant War in Germany,” Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 10, s. 397–482 (Moskova: Progress Publishers, 1850 [1978]); “Der deutsche Bauernkrieg,” Marx Engels Werke içinde, Cilt. 7, s. 327–413 (Berlin: Dietz, 1850 [1973]); “On the History of Early Christianity,” Marx and Engels Collected Works içinde, Cilt. 27, s. 445–69 (Moskova: Progress Publishers, 1894–95 [1990]); “Zur Geschichte des Urchristentums,” Marx Engels Werke içinde, Cilt. 22, 447–73 (Berlin: Dietz, 1894–95 [1972]).

[15] Kautsky, Communism in Central Europe in the Time of the Reformation, s. 220.

18 Ekim 2025

,

Bugün Kautsky’den Ne Öğrenebiliriz? II

Kautsky’nin Emperyalizmle ve Savaşla İlgili Görüşleri

Burası, Kautsky ile Lenin arasındaki emperyalizm ve savaş konusundaki polemikleri tartışmak için uygun bir yer değil. Gene de onun düşüncesinin bu alanına değinmek gerek, zira bu alan, Kautsky’nin reformist politikasının bizi nereye götüreceğini ortaya koyan önemli bir örnektir.

1914 yılına gelindiğinde Kautsky, emperyalizmi sistemin gelişimiyle belirlenen bir ekonomik zorunluluk olarak değil, büyük sermayenin bir politika tercihi olarak görüyordu. Lenin ve Luxemburg’un aksine, o emperyalizm ve savaşı kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirmiyordu. Bunun yerine, savaşın yalnızca silah üreticileri gibi belirli sermaye kesimleri için mantıklı olduğuna inanıyordu.

Kautsky, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında “ultra-emperyalizm” teorisini geliştirdi. Bu teori, kapitalizmin bir sonraki aşamasının, büyük işletmelerin devletleri ekonomik rekabet, ticaret ve hammaddeye erişim konularında uluslararası anlaşmaya zorlayarak çatışmadan kaçınmalarını sağlayacağını öne sürüyordu.[40] Dahası, dünya savaşının patlak vermesiyle birlikte Kautsky, artık sosyalizmi artık gerçekleşmesi kaçınılmaz olmayan, ihtimallerden biri olarak görmekteydi.

Gördüğümüz gibi, Alman emperyalizminin yükselişi ve dünya savaşının yaklaşmasıyla birlikte SPD liderliği, militarizme ve sömürgeciliğe yönelik önceki muhalefetinden vazgeçmişti. Bu değişim, esas olarak partinin sendika bürokrasisi tarafından artan kontrolünden kaynaklanıyordu. Kautsky, görüşlerini bu siyasi gerçekliğe uyarladı ve emperyalist savaşa karşı muhalefetini nitelikli, hukuki bir temele dayandırdı. Sosyalistlerin savunma savaşına ve saldırı savaşına farklı şekilde tepki göstermesi gerektiğini savundu. Ayrıca, sosyalistlerin görevinin, savaşan ülkelerin iç rejiminin niteliğine bakılmaksızın, kendi ülkelerinde militarizme karşı çıkmak olduğu konusundaki önceki görüşünden de vazgeçti. Savaşa karşı kitle grevi fikrini reddetti ve İkinci Enternasyonal’in kan dökülmesini durdurmasını beklemenin gerçekçi olmadığını ileri sürdü: Enternasyonal, yalnızca barış zamanında etkiliydi. Artık Kautsky, “kendi vatanını savunma zorunluluğunu” kabul ediyordu.[42]

Kautsky, 3 Ağustos 1914 gecesi SPD’nin meclisteki grubunun o ünlü toplantısına katıldı. Kautsky’nin desteğiyle SPD milletvekilleri, ertesi gün hükümete savaş fonlarından yararlanma izni verilmesi yönünde oy kullandılar. Kautsky, savaş sırasında sosyalistler için parti birliğinin korunmasını öncelik olarak görüyordu. Savaş sona erdiğinde Kautsky, işlerin olağan şekilde devam etmesini, yani kapitalizmin barışçıl genişlemesi ve kademeli demokratikleşmeyi bekliyordu.[43] Bu nedenle, bu süre zarfında sosyalistler devrim yerine barış için çalışmalıydı, zira sosyalizme sadece barışçıl kapitalist gelişim ve yavaş ilerleyen demokratikleşme çalışması yol açabilirdi.

SPD’nin sol kanadındaki devrimciler tam karşıt bir tutum içerisindeydiler. İşçilerin, farklı ülkeler arasındaki emperyalist savaşı kapitalistler ile işçi sınıfı arasındaki iç savaşa dönüştürmeye çalışmaları gerektiğini savundular. Liebknecht, “asıl düşman evdedir” diyordu.[44] Bu radikaller, İkinci Enternasyonal’in savaşa karşı çıkmamasını haklı olarak eleştirdiler ve Kautsky gibi savunucularını kınadılar. Luxemburg, yeni bir devrimci anti-emperyalist enternasyonal yaratılması çağrısında bulundu.

Lenin Kautskici miydi?

Lih ve Blanc, farklı vurgularla, Jacobin makalelerinde Kautsky ve Lenin arasındaki farklılıkları örtbas etmeye çalışırlar.[45] Lih, Kautsky’nin 1914 öncesi fikirlerinin 1917’de Bolşevikleri yönlendirdiğini ve Bolşeviklerin iktidara Ekim 1917’de isyan yoluyla değil, sovyetlerde çoğunluğu kazanarak geldiklerini savunur. Ayrıca, Ekim Devrimi’nden önce bunun gerçekleşmesini talep ettikleri için, prensipte bir parlamento, Kurucu Meclis toplamakla da karşı olmadıklarını ileri sürer.

Aslında, Lih biçim ve içeriği çarpıtıyor. Ekim ayındaki ayaklanma, Kurucu Meclis talep eden Bolşevik sloganlarının artık geçerli olmadığını gösteriyordu. Böyle bir organın kurulmasına izin vermek, işçi sınıfının hedeflerine hizmet etmeyecek, sadece Menşevikler ve Sağ Sosyalist Devrimciler gibi sağcı siyasi akımlara bir platform sağlamış olacak ve onların Ekim Devrimi'ne karşı muhalefetlerini sürdürmelerine imkân tanıyacaktı. Sovyet iktidarı ile Kurucu Meclis birbirleriyle uyumsuzdu. Bu nedenle, Ocak 1918’de kurulan Kurucu Meclis, daha sonra Sovyet hükümeti tarafından dağıtıldı.

Lih, ayrıca Kautsky’nin SPD ile burjuva demokratları arasındaki anlaşmalara karşıtlığını da önemser; Kautsky, bu durumu İktidar Yolu adlı eserinde “ahlaki ve siyasi intihar” olarak tanımlamıştır.[46] Bu işçi sınıfının siyasi bağımsızlığına odaklanma, görünüşe göre, Lenin’in devrimci stratejisini etkilemiştir: “1917’de Rusya için Kautsky’nin anlaşmama tavsiyesi siyaseten altın değerindeydi, Bolşeviklerin siyasi iktidarı ele geçirmesini bu tavsiye sağladı.”[47] Fakat Bolşeviklerin 1917’de siyasi stratejilerini belirlerken Kautsky’den önemli ölçüde yararlandığı fikri temelsizdir. Bolşevikler, bu konumu İktidar Yolu yayımlanmadan çok önce benimsemişlerdi.[48] Bu tutum, 1905 Rus Devrimi’nden önce dahi Bolşeviklerin Rus sosyalizminin Menşevik kanadıyla anlaşmazlıklarının odağını oluşturuyordu.[49]

Kautsky’nin Marksizmi, akıl hocaları Marx ve Engels’in fikirleriyle uyumlu görünmekteydi ve yüzyılın başındaki kapitalist sistemin nispeten istikrarlı dönemiyle uyum sağlıyordu. Aşamacılık ve sosyalizmin kaçınılmazlığına dair varsayımlara odaklanması, 1871 ile 1914 arasında Alman işçi hareketinin istikrarlı büyümesini yansıtıyordu. Ancak, artan emperyalist rekabetin yoğunlaşması, bunun Almanya’daki iç siyasete etkisi, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve uluslararası sosyalist hareketin krizi, savaşın sona ermesine yol açan Rus ve Alman Devrimleri gibi 1910’larda tanık olunan büyük çalkantılar ilgili yaklaşımın sınırlarını bir bir açığa çıkarttı. Rus devrimci lider Leon Trotskiy, bu yeni durumun Kautsky’nin siyasetini giderek neden daha az geçerli kıldığını şöyle açıklar:

“Almanya’da kitle hareketi meselesi, olayların seyriyle birlikte kendisini açığa vurdukça Kautsky’nin tutumunun da o kadar kaçamak olduğu görüldü. […] Her türlü belirsizliği ortadan kaldıran ve insanlığı en temel sorularla yüz yüze getiren emperyalist savaş, Kautsky’nin tümüyle iflas ettiğini ortaya koydu.”[50]

Aslında Lenin ve Kautsky’nin 1914 öncesinde pratik politikada ortak bir noktası yoktu; paylaştıkları tek şey, Marksist terminolojiydi. Lenin, bunun farkında değildi ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Kautsky’yi fikri-teorik bir otorite olarak görüyordu. Ancak Ağustos 1914’te SPD’nin savaşı desteklemesi, Lenin’i Kautsky’nin teorisi ve pratiğiyle ilgili sorunlarla yüzleşmeye zorladı. Bolşevizm siyaseti, parlamenterizmi reddetmesi ve yeraltı örgütlenmesi ile işçilerin kendi inisiyatifini geliştirmeye odaklanmasıyla, Rusya’daki durum için gerekli bir uyarlama çabası gibi görünüyordu; zira sosyalist hareket, sert baskılarla karşı karşıya kalmış, burjuva demokrasisi henüz gelişmemişti. Ancak Lenin, artık Bolşevizmin Rus İmparatorluğu sınırlarının ötesinde de geçerli olduğunu gördü. Kautsky’nin teorisiyle çelişen bir emperyalizm teorisi oluşturarak, savaşın sadece silah üreticileri gibi dar bir iş adamı grubunun değil, kapitalist sistemin dinamiklerinin bir sonucu olduğunu savundu. Ayrıca Kautsky’nin reformist yaklaşımına karşı koyabilecek bir devlet teorisi için Marx’ın yazılarına dönüp baktı. En temel düzeyde, Lenin, Alman filozof G. W. F. Hegel’in çalışmaları üzerinden Kautsky’nin pasifliğini redde tabi tuttu, teori ve pratiğe ilişkin Marksist yaklaşımı yeniden geliştirdi.[51]

Kautsky ve Alman Devrimi

Birinci Dünya Savaşı sırasında SPD içindeki en radikal unsurlar tarafından öngörüldüğü gibi, yaşanan çatışma, Kautsky’nin barışçıl kapitalist gelişmenin yeniden başlayacağına dair öngörüsünün gerçekleşeceği süreci tetiklemedi. Bunun yerine savaş, devrimle neticelendi: önce 1917’de Rusya’da, sonra 1918’de Almanya’da devrim gerçekleşti. Almanya, Kasım 1918’de askeri yenilginin eşiğine gelirken, bahriyeli isyanları ve kitlesel grevler ülkeyi sararak Kayzer’i koltuğundan etti. Fabrikaların kontrolünü ele geçirmek amacıyla işçi konseyleri kuruldu. Ordunun bütünlüğünü korumaya yönelik umutsuz bir girişim dâhilinde, Alman ordusunun üst düzey isimleri, resmi yetkiyi SPD’ye devretti ve partinin Almanya’nın kuruluşundan bu yana geçen 47 yıllık süre zarfında ilk kez hükümet kurmasına izin verdi. Takip eden beş yıllık döneme, işçi sınıfı ile SPD hükümeti arasındaki sert mücadeleler damgasını vurdu. Bu mücadelelerde hükümetin amacı, işçi konseylerini bastırmak, hareketi parlamentonun sahasına kanalize etmekti. Çoğu zaman SPD, kendisini işçi ayaklanmalarını bastırmak için çalışan ordu üst yönetimi ve onların paramiliter Freikorps (gönüllü) birlikleri ile müttefik olarak hareket ederken buldu. Aslında SPD’nin “devletin ilerici sosyal değişim için bir kaldıraç olduğu”yla ilgili teorisi, devleti işçi sınıfının direnişinden korumayı ifade ediyordu.

James Muldoon, Jacobin’de Kautsky’nin bu dönemde “bugün yeniden dikkatle değerlendirilmesi gereken bir sosyalist cumhuriyet vizyonu sunduğunu” iddia ediyor. Ancak Chris Harman ve Pierre Broué, Alman Devrimi ile ilgili, klasikleşmiş tarih çalışmalarında gösterdiği gibi, Kautsky, bu olaylarda kötü bir rol oynamıştır.[52]

Kautsky, 1917’de devletin savaş için sergilediği çabaya kölece destek verdiği gerekçesiyle SPD’den istemeye istemeye ayrılıp Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’nin (USPD) kuruluşuna katkıda bulundu. Liderlerinin söylemleri zaman zaman devrimciydi, ancak uygulamaları, savaş öncesi SPD’nin Marksist Merkez’inin pratiklerinden hiçbir farkı yoktu. 1918’de devrim patlak verdiğinde Kautsky, onun hedeflerini zaten 1919’a dek uzanan süreçte gerçekleşmiş olan demokratik parlamenter cumhuriyet ve üretimin fabrika ve işçi konseyleri aracılığıyla "toplumsallaştırılması” olarak görüyordu. Pratikte bu, devlet en zayıf durumdayken devrilmesine karşı çıkmak, işçilerin askeri yüksek komutanlığı silahsızlandırmasına karşı olmak ve generaller ile sermayedarlara güçlerini geri kazanmaları için zaman tanımak anlamına geliyordu.

Kautsky’nin parlamentarizme bağlılığı, yeni Ulusal Meclis’in güçlü bir destekçisi ve işçi konseylerinin siyasi güç almasına karşı olmasını sağlıyordu, çünkü onların üretimi aksatacağını ve karşı-devrimi tetikleyeceğini düşünüyordu. Parlamenter demokrasinin herhangi bir alternatifi onun için kaosu ifade ediyordu.[53]

Kautsky’ye göre, demokrasi, işçi konseylerinin yanında parlamentonun da var olmasını gerekli kılıyordu, zira işçi konseylerinden farklı olarak, parlamento tüm nüfusu kapsıyordu. Elbette bu, daha önceden geliştirdiği, “proletarya diktatörlüğü, mecliste sosyalist çoğunluğun tesis edilmesiyle gerçekleşme imkânı bulacak işçi iktidarıdır” görüşüyle çelişiyordu. Üstelik tüm bu düşünceler, Ulusal Meclis’in gerçek işlevini, işçi hareketinin enerjisini sönümlendirme işlevini göz ardı ediyordu.

Yeni SPD hükümeti, Kasım 1918’de Kautsky’yi Toplumsallaştırma Komisyonu başkanı olarak atadı. Komisyonun resmi görevi, endüstrinin özel mülkiyetten kamuya veya işçilerin denetimine devri için hazırlık yürütmek, böylelikle “toplumsallaştırma”nın zeminini oluşturmaktı. Oysa SPD liderleri, süreci ve yürütülen işleri küçümseyen bir tutum içerisindeydiler. Onlar için komisyonun rolü, işçi konseylerini yatıştırmak ve işverenlerine karşı radikal eylemler yapmalarını engellemekti. SPD bakanlarının, komisyonun önerilerini uygulama niyeti yoktu. Bu gerçeği gören Kautsky ve tüm komisyon üyeleri, protesto amacıyla istifa ettiler.

Oysa aslında Kautsky’nin komisyon bünyesinde oynadığı rol, zaten sermayeyi tehdit eden bir rol değildi. Neticede Kautsky, savaş sonrası dönemde Almanya için üretimin yeniden canlanmasını öncelikli mesele olarak görüyordu, nihayetinde ekonomik kalkınma olmadan sosyalizm mümkün değildi. Hedefleri çok daha sınırlıydı. Şubat 1919’da İşçi Konseyleri’nin ikinci kongresin’de yaptığı konuşmada, “tam toplumsallaştırma boş bir slogan. Tüm kapitalist üretimi imkânsız hale getirecek yıkıcı bir arzu” dedi.[54] Bunun yerine, işverenler ve sendikalardan oluşan işyeri konseylerinin kurulmasını savundu.

Kautsky’nin kapitalist devletin dönüştürülebileceği ve demokratikleştirilebileceği inancı, onun siyasi faaliyetlerini şekillendirdi. Sosyalizmin parlamentoda solun çoğunluğu teşkil etmesine ihtiyaç duyması sebebiyle, Kautsky hep SPD ve USPD’nin birlik olması meselesine özel vurgu yaptı. 1920’de USPD’nin büyük bir bölümü, yeni kurulan Alman Komünist Partisi (KPD) ile birleşme yönünde oy kullandığında, Kautsky, SPD’ye yeniden katılma fırsatını değerlendirdi. Giderek, işçi hareketindeki bölünmelerden, Alman Devrimi’nin yenilgisinden ve nihai olarak Nazilerin ve Stalinistlerin zaferinden Bolşevizmi ve KPD’yi sorumlu tuttu.

Kautsky ve Bugünün Sol Reformizmi

Peki bugün Karl Kautsky’nin fikirleri önem arz ediyor mu? Onun savunduğu sol reformist siyaset, geçtiğimiz on yıl boyunca popülerlik kazandı. Sanders’ın bayrağı altına koşan veya Corbyn’i desteklemek için İşçi Partisi’ne akın eden çoğu kişi, Kautsky’yi hiç duymamış olabilir.

Kautsky’nin fikirleri önemli, ama bunun nedeni, Jacobin dergisinde çıkan makalelerde sıralanan nedenler arasında bulunamaz.

Bu yazarlardan biri olan Blanc, yazısında “Kautsky’nin radikal demokratik vizyonu, Marksist politikanın son sözü değil, mükemmel bir başlangıç noktasıdır” diyor ve devamında şu tespitleri yapıyor:

“Kapitalizmi, bunu gerçekleştirecek gerçekçi bir strateji olmadan asla yenemeyeceğiz. Önce demokratik bir seçimi kazanmadan, sosyalistlerin halk nezdinde, etkili bir şekilde anti-kapitalist bir kırılmaya öncülük edebilmek için gereken meşruiyete ve güce sahip olması imkânsız.”[55]

Geçen yıl yayımlanan The Socialist Manifesto adlı kitabında, Jacobin dergisi editörü Baskar Sunkara, ABD’de sol görüşlü bir başkanın başa geçeceği, Kongre’deki sosyalist çoğunluğun sosyalist toplumu hayata geçireceği öngörüsünü dile getiriyor.[56] Sunkara, bu gelecekteki sosyalist başkanın Bruce Springsteen olacağını tahmin ederken büyük olasılıkla şaka yapıyordu, ancak ABD’de sosyalizme giden bir seçim yolunun var olduğunu oldukça net bir şekilde ifade ediyor. ABD seçim sistemini demokratikleştirmenin gerekliliğini vurgulayan, sol açısından seçimci siyasetin yol açtığı sorunları kabul eden Sunkara, sokak eylemleri ve grevler aracılığıyla kitlesel baskının gerekli olduğunu, sosyalistlerin “kendilerini işçi sınıfı mücadelelerine yedirmeleri” gerektiğini savunuyor.[57] Buna karşın, Sunkara, sosyalizmin devrimden ziyade seçimler yoluyla geleceğini, işçi mücadelelerini toplumsal değişimin merkezi değil yardımcı unsurları olarak gördüğünü açıkça belirtiyor. Ayrıca Sunkara, kitlelerin tabandan örgütledikleri itirazları ve başkaldırıları “engellemek” amacıyla tasarlanmış, saf anlamda bir kapitalist seçim partisi olarak Demokrat Parti’den kopmayı hiçbir şekilde öngörmüyor.[58]

Blanc, burjuva demokrasisinde parlamentonun kullanılmasının olumlu bir örneği olarak 1917-1918’deki Finlandiya deneyimini gösteriyor. Oysa yaşanan, tam anlamıyla bir olumsuzluktu.[59] İktidarı ele geçirmesini takip eden birkaç ay içerisinde sosyalist hükümet, sert bir müdahaleyle devrildi, tahmini olarak 100.000 işçi, zafer kazanan gerici ordular tarafından katledildi.[60] Finli Sosyal Demokratların liderlerinden Otto Kuusinen, devrimcilerin hatalarını şöyle özetliyordu:

“Peki Sosyal Demokratların şiarı neydi? İşçilerin iktidarı mı? Hayır, demokrasiydi, ihlal edilmemesi gereken bir demokrasi. Bizim tutumumuz […] ütopikti. Böyle bir demokrasi en iyi ihtimalle sadece kâğıt üzerinde yaratılabilirdi. Böyle bir şey, sınıflardan oluşan bir toplumda hiç var olmamıştı ve orada asla gelişemeyecek bir şeydi. Demokraside bir soyguncu sınıf, iktidarı halktan hep çalmıştır.”[61]

Blanc, demokratik seçimle işbaşına gelmiş hükümetlerin “çalışan insanlar arasında çok fazla meşruiyete ve devrimci bir yaklaşım için çok fazla silahlı güce sahip olduğunu” iddia ediyor.[62] Ayrıca, Rusya’daki Ekim Devrimi’nin “parlamenter bir rejimi değil, otokratik, kapitalist olmayan bir devleti devirdiğini” belirtiyor. Oysa bu yaklaşımın sahibi, Şubat 1917’de bir kapitalist rejimin kurulduğunu ve Ekim ayaklanmasında devrildiğini unutuyor.[63] Ayrıca, işçi sınıfının hiçbir zaman parlamento yerine işçi konseylerini tercih etmediğini savunan yazar, esasında uluslararası işçi sınıfı tarihini seçmeci bir yaklaşımla okuyor. İşçi konseylerinin parlamenter rejimin yerini almadığı doğru olsa da, devrimci durumlarda parlamento ile birlikte işçi konseylerini veya benzeri organları kuran işçilerin olduğu birçok örnek vardır: 1918-1923 yılları arasında Almanya, 1920’de İtalya, 1936’da İspanya ve 1972’de Şili.[64]

Burjuva demokrasisine ait parlamento türünden kurumlar, gerçek güç ilişkilerini gizleyerek kapitalist sınıf iktidarını meşrulaştırırlar. İşçi sınıfını coğrafi olarak atomize ederler, siyaseti ekonomiden ayıran kurumsal mekanizmalara işlerlik kazandırırlar, devletin yasama ile yürütme işlevlerini birbirinden ayırırlar. Temsilcilerin hesap verebilirliğinin olmaması, en demokratik parlamentonun bile işçilerin çıkarlarını temsil etmemesi anlamına gelir.

Parlamento, işçilerin mücadele edebilme yeteneklerini kolaylaştırmak yerine felç eder. İşçiler, normal zamanlarda büyük ölçüde parlamentoların meşruiyetini kabul edebilir, ancak devrimci durumlarda kendi kolektif toplumsal örgütlenme biçimlerini kurmaya yönelirler. İşçi konseyleri gibi her yanı kuşatan kurumlar sayesinde işçiler, üretim alanında hem ekonomik hem de politik amaçlar için güçlerini kullanabilirler ve kapitalist devletin işlevlerini devralma imkânına kavuşabilirler.

Blanc, Kautsky’nin “teknolojik gelişmeler […] modern orduları, on dokuzuncu yüzyılda barikatlarda uygulanan eski sokak savaşları modeliyle ayaklanmalar yoluyla devrilemeyecek kadar güçlü hale getirdi” görüşüne olumlu yaklaştığını belirtir.[65] Engels de bu sonuca 1895 yılında, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadelesi eserinin önsözünde ulaşmıştı. Ancak bu, Engels’in sosyalizmin parlamento yoluyla geleceğine inandığı, ayaklanmanın geçmişte kaldığı veya sokak savaşlarının rolünün olmadığı anlamına gelmiyordu. Engels’in kastettiği yalnızca, başarılı bir devrimin artık bir azınlık tarafından gerçekleştirilemeyeceğiydi.[66] Engels, kitle grevlerinin ve işçi konseylerinin devrimci rolü bilinmeden önce yazıyordu.

1920 Kapp Darbesi, 1936’da İspanya’daki faşist darbenin yenilgisi ve 1974 Portekiz Devrimi, modern orduların devrimci işçiler tarafından yenilebileceğini göstermektedir. Daha yakın zamanda, Sudan Devrimi, henüz zafer kazanmış olmasa da, ordunun modern bir devlette halk direnişiyle başarıyla karşı karşıya getirilebileceğini göstermektedir.[67] Fikri ve pratiği net olan bir siyasi liderlik, kaba güç kadar önemlidir.

Kautsky için demokrasi, feodalizm ve kapitalizm koşullarında var olan, sosyalizm koşullarında da var olacak soyut bir tarihsel olguydu. Demokrasi, bu nedenle, belirli toplumların sınıf yapısından etkilenen, ancak özünde o yapıdan bağımsız olan bir olguydu.

Devrimci Marksistler için burjuva demokrasisi, işçi demokrasisinden niteliksel açıdan farklıdır. Demokrasi, kapitalist sınıfın yönetim biçimi olarak tercih ettiği bir formdur, çünkü herkese oy hakkı ve diğer birçok demokratik hak, işçi sınıfı mücadelesiyle kazanılmış olsa bile demokrasi, halktan meşruiyet talep etmesini sağlar.[68] Burjuvazi, gerektiğinde parlamentoyu feshetmiştir.

Kautsky, demokrasinin sosyalizmden farklı bir şey olduğuna, ancak sosyalizmin demokrasiye ihtiyaç duyduğuna inanıyor, ilk aşamalarında proletaryanın diktatörlüğünün parlamento aracılığıyla uygulanabileceğini düşünüyordu.

Devrimci Marksistler ise proletaryanın diktatörlüğünü işçilerin iktidar imkânlarını kullanarak egemen sınıfı bastırması ve onun devletini yıkmasıdır. Ancak bu sayede işçi sınıfı, işçi konseyleri ve işçi milislerinden oluşan bir ağ aracılığıyla demokratik bir düzen kurabilir.

Kautsky’nin iddiasının aksine, bu tür proletarya demokrasisi biçimleri, silahlı erkek ve kadınlardan oluşan özel organların ve kapitalist sınıf iktidarının devamını sağlamakla görevli devlet bürokrasisinin yerini almak için yürütülecek mücadelenin sürecinde ortaya çıkmak zorundadır. Lenin’in dediği gibi, “diktatörlük, diğer sınıflar üzerinde diktatörlük tesis eden sınıf için demokrasinin ilga edilmesi anlamına gelmez. Sadece diktatörlüğün hedefinde olan egemen sınıf için demokrasi ilga edilir (veya ilga etmenin bir biçimi olarak gerçekte maddi açıdan kısıtlanır).”[69] Luxemburg ise şu tespiti yapar:

“Parlamentarizm denilen ahmaklığın, o hareketi fodul ve cüce kılan pratiğin doğuştan gelme müritleri olarak bu Alman sosyal demokratları, devrimlere sadece parlamentarizmin çocuk yuvasına has evcil pratikleri tatbik etmeye çalışmışlardır: Bu pratikler tek bir şey söylemektedir: ‘bir şeyi gerçekleştirmek için çoğunluğa sahip olmanız gerekir.’ Aynısının devrim için de geçerli olduğunu söylüyorlar: ‘önce bir çoğunluk olalım’ diyorlar. Oysa devrimlerin gerçek diyalektiği, bu parlamentarist köstebeklerin bilgeliğini tersyüz etmektedir: devrimci taktiklere çoğunluk aracılığıyla değil, devrimci taktikler aracılığıyla çoğunluğa ulaşılır. Yolun akışı bu yöndedir.”[70]

Blanc yazısında, “Leninistler, genellikle büyük demokratik reformlar için proaktif bir şekilde savaşmaya isteksiz olmuşlardır”[71] türünden garip bir suçlamada bulunuyor. Aslında, sahada güçleri olduğunda, Leninistler, geçen yüzyılda demokratik reformlar için yürütülen tüm önemli mücadelelerin ön saflarında yer almışlardır; bu mücadeleler, Rusya İmparatorluğu’nda Çarlığı devirmeye yönelik mücadeleden günümüzde Mısır’daki askeri diktatörlüğe karşı mücadeleye ve ırk ayrımcılığı karşıtı harekete kadar uzanmaktadır.

Marksizmin temel ilkelerinden biri, burjuva demokrasisinin sosyalizm mücadelesi için en elverişli zemin olduğunu, sosyalistlerin bu zemini savunması gerektiğini söyler. Ancak bundan, Kautsky’nin hayatı boyunca inandığı, kapitalizmin burjuva demokrasisinin kurumları aracılığıyla devrilebileceği sonucu çıkmaz.

Sol reformistler, Rus Devrimi’nin kısa ömürlü başarısı haricinde zafer kazanmış bir sosyalist devrim olmadığını söylerler. Devrimci sosyalistler bu söze, gerçek ve kalıcı bir sosyalist toplumun parlamento üzerinden de hiç kurulmadığını cevabını verirler.

Son yıllarda, İngiltere’de Korbincilik ve Sendırizmden esinlenen sosyalist fikirlere herkesçe memnuniyetle karşılanan yoğun bir ilgi söz konusudur. Ancak bu hareketler, toplumun acilen ihtiyaç duyduğu sosyalist dönüşümü başlatmak şöyle dursun, ne İngiltere’de ne de ABD’de bir sosyalisti başa geçirme becerisi gösterebilmişlerdir.

Sosyalistler, elbette uygun olduğunda seçim kampanyalarını desteklemeli, bu türden kampanyalara katılmalıdır, fakat bu kampanyalar, işyerlerinde ve toplumlarda kitle hareketini inşa etmenin bir aracı olabilmelidir. Çünkü işte tam da o yerlerde çalışan insanlar bir güce sahiptir, dolayısıyla, sistemin yıkılacağı yer de buralardır. Gelgelelim, bu sistemin yıkılmasının yolunu gösterecek bilgiyi Kautsky’nin eserlerinde aramak beyhude bir çabadır.

Tony Phillips
13 Temmuz 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[40] Bkz.: Kautsky’nin şu eserdeki ifadesi: Riddell, 1984, s. 287.

[41] Bkz.: Kautsky’nin şu eserdeki ifadesi: Riddell, 1984, s. 236.

[42] Salvadori, 1979, p184.

[43] Salvadori, 1979, pp183-190.

[44] Liebknecht, 1915.

[45] Bahsi geçen dergide Gareth Jenkins ve Kevin Corr’un kaleme aldığı makale, Lih’in Lenin’in siyasetinin Kautsky’nin siyasetinden ayırt edilemez olduğunu iddia eden Yeniden Keşfedilen Lenin eserine karşı çıkar. Bkz.: Jenkins ve Corr, 2014.

[46] Kautsky, 2007, s. 105.

[47] Lih, 2019.

[48] Lenin’den aktaran: Day ve Gaido, 2011, s. 580, 586.

[49] Cliff, 1986, s. 142-146.

[50] Trotsky, 1975, s. 189.

[51] Molyneux, 1978, s. 70, 78.

[52] Bkz.: Harman, 1986 ve Broué, 2006.

[53] Salvadori, 1979, s. 238.

[54] Fowkes, 2015, s. 33.

[55] Blanc, 2019.

[56] Sunkara, 2019, s. 14.

[57] Sunkara, 2019, s. 226.

[58] Sunkara, 2019, s. 231.

[59] Tüm hikâye için bkz.: Serge, 1992 ve Newsinger, 2018.

[60] Serge, 1992, s. 188.

[61] Akt.: Newsinger, 2018.

[62] Blanc, 2019.

[63] Blanc, 2019.

[64] Almanya ve İtalya konusunda bkz.: Gluckstein, 1984; İspanya konusunda bkz.: Broué ve Témime, 2008, Bölüm 5; Şili konusunda bkz.: Barker, 1987, s. 55-61.

[65] Blanc, 2019.

[66] Engels, 1895.

[67] Alexander, 2020.

[68] Blanc, 2019.

[69] Lenin, 1970, s. 10.

[70] Luxemburg, 1970, s. 374.

[71] Blanc, 2019.

Kaynakça
Alexander, Anne, 2020, “Class, Power and Revolution in Sudan”, International Socialism 166 (Bahar), ISJ.

Badayev, A Y, 1987, Bolsheviks in the Tsarist Duma (Bookmarks).

Barker, Colin (Yayına Hz.), 1987, Revolutionary Rehearsals (Bookmarks).

Bernstein, Eduard, 1907 [1899], Evolutionary Socialism (Independent Labour Party Press), MIA.

Blanc, Eric, 2019, “Why Kautsky was Right (and Why You Should Care)”, Jacobin (2 Nisan 2019), Jacobin.

Broué, Pierre, 2006, The German Revolution, (Haymarket).

Broué, Pierre ve Émile Témime, 2008, The Revolution and the Civil War in Spain (Haymarket).

Cliff, Tony, 1986 [1975], Lenin: Building the Party (Bookmarks).

Day, Richard ve Daniel Gaido (Yayına Hz.), 2011, Witnesses to Permanent Revolution (Haymarket).

Engels, Friedrich, 1895, Introduction to The Class Struggles in France, Marx and Engels, Selected Works içinde, Cilt 1 (Progress Publishers), Tinyurl.

Fowkes, Ben (Yayına Hz.), 2015, The German Left and the Weimar Republic—A Selection of Documents (Haymarket).

Garganas, Panos, 2015, “Why did Syriza Fail?”, International Socialism 148 (Güz), ISJ.

Gluckstein, Donny, 1984, The Western Soviets: Workers’ Councils Versus Parliament (Bookmarks).

Harman, Chris, 1977, “The Workers’ Government”, SWP International Discussion Bulletin, MIA.

Harman, Chris, 1986, The Lost Revolution (Bookmarks).

Jenkins, Gareth ve Kevin Corr, 2014, “The Case of the Disappearing Lenin”, International Socialism 144 (Güz), ISJ.

Kautsky, Karl, 1903 [1902], The Social Revolution (Charles Kerr and Co) MIA.

Kautsky, Karl, 1905, “Differences among the Russian Socialists”, International Socialist Review, Cilt 5, Sayı 12, MIA.

Kautsky, Karl, 1906, “Revolutions, Past and Present”, International Socialist Review, MIA.

Kautsky, Karl, 2007 [1909], The Road to Power, (Centre for Socialist History).

Kautsky, Karl, 1910 [1892], The Class Struggle (Charles Kerr and Co), MIA.

Kimber, Charlie, 2020, “Why did Labour Lose?”, International Socialism 166 (Bahar), ISJ.

Liebknecht, Karl, 1915, “The Main Enemy is at Home!”, MIA.

Lenin, V I, 1970 [1918], The Proletarian Revolution and the Renegade Kautsky (Foreign Languages Press).

Lewis, Ben (Yayına Hz.), 2019, Kautsky on Democracy and Republicanism (Brill).

Lih, Lars, 2019, “Kautsky as Architect of the Russian Revolution”, Jacobin (29 Haziran), Tinyurl.

Luxemburg, Rosa, 1970, Rosa Luxemburg Speaks (Pathfinder).

Luxemburg, Rosa, 1986, The Mass Strike (Bookmarks).

Marx, Karl, 1969, The Civil War in France, Marx ve Engels, Selected Works içinde, Cilt 2 (Progress Publishers).

Molyneux, John, 1978, Marxism and the Party (Bookmarks).

Molyneux, John, 1985, What is the Real Marxist Tradition? (Bookmarks).

Muldoon, James, 2019, “Reclaiming the Best of Karl Kautsky”, Jacobin (5 Ocak) Jacobin.

Newsinger, John, 2018, “‘The Axe Without an Edge’: Social Democracy and the Finnish Revolution of 1918”, International Socialism 159 (Yaz), ISJ.

Pannekoek, Anton, 1978 [1912], “Marxist Theory and Revolutionary Tactics”, Pannekoek and Gorter’s Marxism içinde (Pluto Press), MIA.

Riddell, John, 1984, Lenin’s struggle for a revolutionary international (Pathfinder).

Salvadori, Massimo, 1979, Kautsky and the Socialist Revolution, 1880-1938 (New Left Books).

Schorske, Carl, 1955, German Social Democracy, 1905-1917 (Harvard University Press).

Serge, Victor, 1992, Year One of the Russian Revolution (Bookmarks).

Spriano, Paolo, 1975, The Occupation of the Factories (Pluto)

Sunkara, Bhaskar, 2019, The Socialist Manifesto, (Haymarket).

Trotsky, Leon, 1975, Terrorism and Communism (New Park).