31 Ağustos 2024

,

Samed Behrengi

Samad Behrangi, Tebrizli bir öğretmen, romancı ve politik alanda etkili bir solcuydu. Yolculuğu, Tebriz’in köylerinde öğretmenlik yaparak başladı. 

Kendisinin ifadesiyle, çalışmalarına gerekli temeli “bu köylerden birinde çalıştığı, tek sınıflı köy okulundaki gözlemleri ve deneyimleri oluşturuyordu”.[1]

Edebiyat çalışmalarıyla tanınan Samed Behrengi, birçok çocuk hikâyesi kaleme aldı. En ünlüsü, Küçük Kara Balık’tı. Burada küçük bir nehirde yaşayan bir balığın hikâyesi anlatılıyordu. 

Ailesine ve okuluna yüzerek denize çıkmak suretiyle kafa tutan balığın hikâyesi, İran toplumunda sansürün yol açtığı güçlüklerin mecazi, simgesel bir ifadesi olarak görüldü ve bu değerlendirme üzerinden epey ünlendi. 

Ünlenmesinin diğer bir sebebi de hikâyede küçük bir balığın kendisine dayatılan kısıtlamalara ve tuhaflıklara karşı özgürlüğü peşinde koşmasından bahsedilmesiydi.

Gazeteci Nigar İsfendiyari, BBC Radio 4 için hazırladığı belgeselde, Behrengi’nin hikâyesi için şunu söylüyor:

Küçük Kara Balık, yarattığı o büyük dalgalarla, kendisini kuşatan topluma meydan okuması konusunda bir kuşağa gerekli motivasyonu sağlayan politik bir mecaz olarak iş gördü.”[2]

Behrengi’nin özgünlüğü, onun herkesin kolayca anlayacağı bir çocuk hikâyesi üzerinden Şah rejiminin katılığını ve uyguladığı politik baskıları anlatabilme becerisini göstermiş olmasıydı. Bir solcu olarak Behrengi, İran’daki gündelik hayatta görülen adaletsizlikleri ve eşitliksizlikleri açığa vuran politik mesajlarla yüklü hikâyeler yazdı. Uyku ve Uyanıklıkta 24 Saat (Püsküllü Deve) isimli çocuk hikâyesi de bu türden bir hikâye.

Latif isminde işportacılık yapan evsiz bir çocuk, oyuncakçı dükkânının vitrininde gördüğü oyuncak deveye sevdalanır. Hikâye bize, Latif’in hayal dünyasında o oyuncakla geceleri yaşadığı maceraları yanında onun gündüzleri çektiği yoksulluğu anlatır. Seyri dâhilinde hikâye, sıra dışı bir yöne sapar. Zengin bir küçük kız çocuğu gelip oyuncağı satın alınca Latif harap olur. Talihsizliğine ağlayan ve dükkânda gördüğü, oyuncağı satın almış olan zengin ailenin peşinden koşan Latif, hikâyenin sonunda şu cümleyi haykırır: “Keşke vitrinin arkasındaki o makineli tüfek benim olsaydı.”[3]

Bu hikâye üzerine Behrengi şunu söyler:

“Çocuklar, bu hikâyeyi bir örnek sunmak için yazmadım. Bunu yazarken niyetim, kendi hemşehrilerinizi daha iyi tanımanızı ve onların çektikleri çilelere çözüm bulmanızı sağlamaktı.”[4]

Küçük çocukların ve gençlerin toplumu eleştirel bir gözle ele almalarına katkıda bulunma konusunda kararlı olan Behrengi, şunları söylüyordu:

“Çocuklara okutturulan edebiyat ürünlerini pasif propagandaya indirgediğimiz, çocuk edebiyatını verimsiz ve kaba, bir işe yaramaz kurumlara mahkûm ettiğimiz günlerin sonu geldi. Artık çocuklarımızı umutlarını boş ve yanlış görüşler üzerine inşa etmekten uzak tutup, onları toplumun ağır ve zorlu gerçekliklerini ortadan kaldırma mücadelesini, o gerçekliklere dair doğru bir anlayışı ve yorumu temel alan umutlara sahip olmaya yönlendirmeliyiz.”[5]

Görüşleri üzerinden baskı gören ve dışlanan bir isim olarak Behrengi, topluma dair Marksist yorumları sebebiyle rejimin hedefi hâline geldi. O dönemde yayınlanan bir öğrenci dergisinde onun “mevcut durumu fiili gerçekliğiyle birlikte resmetme veya değişimin yoluna işaret etme gayreti” içerisinde olduğu söyleniyordu.[6]

Samed Behrengi’nin katkılarını en iyi şekilde özetleyen ifadesinde Hüseyin Ferişte şunları söylüyor:

“Behrengi, sadece eğitim alanını eleştiren bir isim, zinde ve sabırlı bir öğretmen, yaratıcı bir idareci ve pragmatik bir aydın olarak görülmemeli. O, aynı zamanda İranlı aydınların, öğretmenlerin, halkın, üniversite öğrencilerinin ve hocalarının okuduğu çocuk hikâyelerine kendi düşüncelerini ve inançlarını yedirmeyi bilen, İran siyasetini ve toplumunu eleştirmiş, dikkate değer bir kişilikti.”[7]

Samed Behrengi, sadece öğretilenlere değil, eğitim yöntemine de karşı çıktı, ders kitaplarından öğretmenlere her unsuru ve bileşeni içerecek biçimde, tüm eğitim sisteminin içeriğini ve biçimini sorguladı. Pedagoji denilen meseleyi sorgulayan Behrengi, çoğunluğu eğitimsiz köylü olan İranlılara yabancı olan Batılı rutinleri körü körüne benimseyen pedagojik faaliyetleri eleştirdi ve yayıncıların, yazarların ve idarecilerin halkla teması olmayan küçük burjuvalar olduklarını söyledi.[7]

Behrengi, bu kesimlere karşı çıkıyordu, çünkü Şah’ın Batılılaşma programını uygulama görevini üstlenmiş, toplumun etkili isimlerinin ve bürokratlarının zihniyetine karşı çıkıyordu. Eğitimin güçlü bir savunucusu olarak Behrengi’nin asarında hâkim olan anlayış, tam da Hanson’ın yazdığı gibi, “deneyim yoluyla edinilmiş bilginin insanı eyleme yönlendirmesi, onu toplumdaki hastalıklara şifa olacak eylemlere sevk etmesi gerektiği” anlayışıydı.[8]

Behrengi’nin, Şah’ın tekliflerini ve sansür pratiklerini kabul etmek yerine, müesses nizamı ve niyetlerini sorgulamayı seçmiş olan inanç sisteminin merkezinde duran anlayış buydu. Fikrini açıkça, gür bir biçimde ifade etmek suretiyle bir isyan anlayışını gündeme getiren Behrengi, altmışlarda Şah’ın ortaya koyduğu çabalara itiraz eden ilk solculardandı.

Ilk Gavami
2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] ISAUS (İran Öğrenci Derneği), Resistance, Cilt. 2, Sayı. 2, s. 1.

[2] Negar Esfandiary, ‘The Little Black Fish that Created Big Waves’, BBC4’da 25 Ağustos 2011’de yayınlanan belgesel.

[3] Samad Behrangi, Gesehay-e Samad-e Behrangi [“Samed Behrengi’nin Hikâyeleri”] 1999, s. 77.

[4] S. Behrangi, 1999, s. 50.

[5] Aktaran: Brad Hanson, “The Westoxication of Iran: Depictions and Reactions of Behrangi, al-e Ahmad, and Shariati”, International Journal of Middle East Studies, Cilt. 15, Sayı. 1, 1983, s. 2. Türkçesi: İştiraki.

[6] ISAUS, Resistance, Cilt. 2, Sayı. 2, s. 1.

[7] H. M. Fereshteh, “International Rural Education Teachers and Literary Critic: Samad Behrangi’s Life, Thoughts, and Profession”, Kıyaslamalı ve Uluslararası Eğitim Derneği’nin yıllık toplantısına sunulan makale, Kingston, JA, 1993, s. 8–9.

[8] İlk hâli şu çalışmada yer alıyor: Samad Behrangi, Kand o Kav Dar Massayeale Tarrbieti-ye Iran [“İran’ın Eğitimsel Sorunlarına Dair Soruşturma”], 1965, s. 67. Bkz.: H. M. Fereshteh, International Rural Education Teachers and Literary Critics: Samad Behrangi’s Life, Thoughts, and Profession, 1993, s. 6–9.

[9] Brad Hanson, a.g.e., 1983, s. 6.

30 Ağustos 2024

,

Yalan

Solun bugün yaptığı en iyi şey, yalan söylemek.

Birgün gazetesi, CHP aparatı. O kanal üzerinden bir sürü fon alıyor.

Bu tür sol basın kuruluşları, Ebert ve Böll gibi emperyalist vakıflardan besleniyorlar, Kavala’dan maaş alıyorlar, ama gidip James Petras’ın “yabancı fonlarla finanse edilen Latin Amerika kurumları”nı eleştiren yazısının çevirisini utanmadan yayınlayabiliyorlar.[1]

Üstelik bunu, 12 Eylül darbesinin geldiğini gören, “bu gelen Kemalist darbe, bize hiçbir şey yapmaz” diyerek darbeye hazırlanmayan, darbenin ardından dağa çıkan kadrolarını yüz üstü bırakan, mahkemelerde ve sokakta direnmeyen, baskının yoğunlaştığı koşullarda gidip Papa’ya “bize yardım edin” diye mektup yazan kişiler yapıyor.

“İmamoğlu Dolar’a iyi geldi” diyen bu solcu gazete, utanmadan arlanmadan, fiiliyatta dövüşen Filistinlilere ve direniş eksenine emperyalizm dersi verebiliyor.[2] “İsrail yıkılsın demek antisemitizmdir, aşırı sağcılıktır” diyen gazete ve ardındaki örgüt, burada bize Filistin konusunda ahkam kesebiliyor.

Bu gazete, aynı utanmazlıkla, Ahmet Şık’a saldırının tiyatro olduğunu söylediği yazısında, “Bu Hacivat Karagöz oyunundan, bu bitip tükenmez çaresizliklerden, bu bataklıktan kurtulmanın yolunun, kıyısından kenarından oyunda bir rol kapmaya çalışmaktan değil, bu oyunu bozmaktan geçtiğini anlamalıyız!”[3] diyebiliyor.

Yıllardır kukla gibi oynatılıp seslendirilenler, bugün herkesi birliğe çağırıyorlar. O birlik de yalan, çağrı da yalan. “O işçinin köylünün çilesini anlıyoruz” numaraları da yalan, “CHP’yi eleştiriyoruz” pozları da.

* * *

“WEF (Dünya Ekonomik Forumu’nun) politikalarının da çağrıştırdığı şekilde bir tür küçük burjuva minimalizmi görünümü altında çalışan, sınıfları mülkiyetsizleştirmenin ‘soldan’ övgüsü yapılıyor”[4] diyen de yalan söylüyor. Çünkü bu yazının yayınlandığı sitenin “yoldaş”larından biri, Türkiye’de şirketlere Klaus Schwab adına sertifika dağıtıyor. İklim krizi üzerinden WEF’in dayattığı izinleri veriyor. Aynı sitede dijital dönüşüm eleştirisine de yer veriliyor, ama sitenin sahibi, CHP’li bir bilişim şirketinin özel avukatı.

Aynı site, gig ekonomisini eleştirisini içeren yazıya yer verebiliyor ama bu bilişim şirketinde gig ekonomisinin âlâsı uygulanıyor ve o avukat, buna zerre laf etmiyor. Bu avukatın bir “yoldaş”ı, kırk yıl önce Ataol Behramoğlu gibi isimlerin çevirilerini uyduruk isimlerle, tek kuruş çeviri ücreti ve telif ödemeden basabiliyor. Avukat, bu hukuksuzluğa da laf etmiyor, ona onay veriyor. Bunların ağzından dökülen her laf, yalan!

* * *

Lenin, iç savaş sonrası işçi iktidarının zayıflama ihtimali karşısında, partiye yönelik hücumda küçük burjuva fikirlerin de içeriye sızdığını söylüyor. Bu noktada sendikalizm ve anarşizm eleştirisi yapıyor, bu eleştiriyi “meslekî ideolojiler ve çıkarlar” temelinde yapıyor. Meslekî ideolojilerin ve çıkarların komünist parti pratiğine düşman olduğunu ortaya koyuyor. Sözüyle-eylemiyle bu pratiği savunuyor.

Sovyetler’in dağılması, Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrası Türkiye’de de benzer bir hücum oldu. Sosyalist hareketi anarşizm ve sendikalizm ele geçirdi. Mesleki ideolojiler, hâkim hâle geldi. STK’lar-İstihbarat Kompleksi[5], zihinleri ve pratiği ele geçirdi. Geriye elde, üzerine orak-çekiç çizilmiş, “devrim” yazısı iliştirilmiş, kartondan bir kalkan kaldı. Örgütler kartonlaştı. Anarşizm ve sendikalizm, komünist hareketi tasfiye etti.

* * *

Bu bahsi geçen sitenin (sosyalizmorg) sahibi avukat, sendikalizmle ve anarşizmle bağlantılı kişilerin yetiştirdiği bir isim. Komünist partiye de örgüte de örgütlü mücadeleye de düşman. Bu kişi, “solculuk, sosyalizm” diye meslek sahibi olup dünyalık biriktirmeyi anlıyor. İşçi sınıfı, halk, millet gibi kolektif olgularla düşünüp onların kurtuluşunu dava hâline getirmeyi, o dava için mücadele yürütmeyi, ona işçi olmayı gereksiz ve anlamsız buluyor. O nedenle “bugün CHP eleştirilemez” diyor, çünkü CHP’li bir kodamandan işler alıyor. O nedenle kentsel dönüşüm yazıları yazıyor, çünkü bu dönüşümün sancılarını çekecek insanlar içinden müvekkiller edinip dünyalık biriktirmeyi düşünüyor.

Solu, makamı ve parası olanlar yönetiyor. Olmayanlar, artık nüfus, maltusçuluk ve öjeni fikriyatı üzerinden tasfiye ediliyorlar. Ama bir yandan bu fikriyata yönelik eleştiriyi de gasp edip kasalarına kilitlemeye, boşa düşürmeye, değersizleştirmeye, olmadı, mülk edinip boğmaya çalışıyorlar. Kendilerindeki anarşizme ve sendikalizme yönelik eleştiriye de hüküm koyup bu eleştiriyi susturmak için uğraşıyorlar. Anarşizm ve sendikalizm, komünist hareketi ve proleter mücadeleyi ortadan kaldırmak için güçlendiriliyor.

* * *

Marx, “burjuva sosyalizminin proletaryasız sosyalizm arzuladığını” söylüyor. Bu küçük burjuva avukat, bir ara ikna olduğu sosyalizm hülyasının “komünist parti” ve “proletarya” ile kirlenmiş yanlarından arınmak istiyor. Bu sebeple, Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik NATO saldırısına asker oluyor.[6] Derdi kapitalizm değil, o ülkedeki komünist parti! Onu sorun olarak gördüğü için Alman istihbaratıyla, dolayısıyla, NATO’yla ilişkili bir vakfın Çin eleştirilerini benimsiyor. Bunlar, proletaryadan ve komünist partiden arındırılmış bir solculuk arzuluyorlar.

Geçmişte avukatı yetiştirenlerden biri, “Stalingrad direnişine gerek yoktu, Sovyetler Hitler’e teslim olmalıydı” diyen, “gidip bir kasabaya yerleşelim, iyi yaşayalım, herkes bizi görür, sosyalist olur” türü Marx öncesi ütopik sosyalist yalanlara inanmış bir isimdi. Bu iliklere yerleştirilmiş bilinç hâlâ faal.

Orhan Gökdemir çevresinden olan bu tür isimler eliyle yetiştirilen avukat, diplomasını aldığı gün ÇHD’ye girdi, tabii bu kurumun emekçiliğini yapacak değildi. Ona emekçilik yakışmazdı! Nedense, ortada bir örgüt yokken doğrudan ÇHD yönetimine oynadı. Tepeye tırmanmak için Selçuk Kozağaçlı’nın yanına ilişti. O günlerde Kozağaçlı’ya toz kondurtmuyordu! Ama ne zamanki yönetime girdi, Kozağaçlı’ya ve örgütüne ağır eleştiriler yöneltmeye, küfürler savurmaya, haklarında gıybet etmeye başladı. Onun için kolektif mevziler değil, bireysel mevkiler önemliydi. Bu mevkiler uyarınca avukatlık imkânlarıyla eriştiği, Kozağaçlı ve arkadaşları için hazırlanmış savcılık iddianamesini onları karalamak için herkesle paylaştı.

Yönetime giriş, SDP’liler sayesinde gerçekleşti. Güya İştirakî ile bağı varmış pozu kesen, aslında zerre ilişkisi olmayan bu avukat, yönetime girme karşılığı İştirakî’yi, derginin emekçilerinin haberi olmadan, SDP’ye “pazarladı”. Birden, nedenini anlamadığımız bir gelişme yaşandı ve bazı SDP’li gençler, İştirakî içi ve İştirakî için çalışma yürütmeye başladılar. Aslında buradaki niyet, İştirakî’nin kurduğu bağları mülk edinmek ve İştirakî’yi susturmaktı. Komünist hareketin düşmanları olarak anarşizm ve sendikalizm, iş başındaydı. İlki komünist partiye; ikincisi proletaryaya düşmandı.

* * *

Sonra Çayan Mahallesi çatışmalara sahne oldu. Yaşanan gerilim, ÇHD bünyesinde de karşılık buldu. Çatışmaların sıcaklığında bu avukat aradı, bizim politik tutumumuzu sordu. Önlem almak niyetindeydi. Telefonda dediği laf şuydu: “ÇHD boşalıyor, herkes dernekten gidiyor”. O konuşmada ÇHD’den ayrılmayı düşünen bu avukata derneğin terk edilmemesi gerektiğini, bu mevziinin korunması yönünde çalışma yürütülmesinin şart olduğunu söyledik. Bizim söylediklerimiz ve önerimiz üzerinden ortak metin kaleme alındı ve bir nebze de olsa ÇHD’nin tasfiyesine mani olacak girişime katkıda bulunuldu. (O ortak metin, tabii ki sonrasında, İştirakî’de değil, daha önce bahsini ettiğimiz, TP’nin bir şirketi ele geçirme operasyonunu yürüten avukatın dergisinde yayımlandı.[6] Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştu.)

Bu tasfiyecilik, soldaki anarşizmle ve sendikalizmle alakalı. Bu tasfiyecilik, İştirakî’nin kurduğu bağlara gıybet ederek, dedikodu yaparak, yalanlar söyleyerek, bugün de devam ediyor.[7] Ajan olarak “iç”e sızacağını düşünen, bu avukatın üzerimize saldığı, gıybet ettiği kişi, bugün yeniden geldiği yere dönüyor, Teori ve Politika dergisi yazarı oluveriyor. Sol, bu kahpelikle ezilene-sömürülene deva olacağını sanıyor. Yalan söylüyor.

* * *

Bu avukatın sahibi olduğu site (sosyalizmorg), fikriyat olarak, sendikalizm ama daha çok anarşizm üzerine kurulu. Dolayısıyla, sitenin “İşçi sınıfı, enflasyon soygunundan, pahalı enerjiye, kısıtlanmış hayatlardan, yeni soygun mekanizmalarına tepkilidir; tepkisi artacaktır da”[8] demesinin bir anlamı yok.

Buradaki gizli anlam şudur: “İşçilerin tepkisi, beni hiç ilgilendirmiyor. O tepkileri devrimci anlamda örgütleyecek, başka bir enerjiyi açığa çıkartacak örgütsel araçlara karşıyım ben.” İşçi sınıfının iradesine yabancı olan solcu, bu yabancılığı teorize etme gayretinde.

İşçi sınıfının artacak tepkilerine devrimci araçlar ve silâhlar gerekir. Bu araçların ve silâhların tasfiyesi için uğraşan anarşizm ve sendikalizmin dediği her şey, yalandır.

* * *

Bu tür solcular, devrimci veya sosyalist olamaz, ancak avukat olabilirler ve öyle yaşayabilirler. Bir işçinin sorununu da pandemi meselesini de ancak hukuki çerçevede ele alabilirler. Sosyalizm pratiğini kendi mesleklerine kul-köle ederler. Mesele, hukuki kimliği yaldızlamak ve müvekkil havuzunu doldurup renklendirmektir.

Bugün bu avukat ve sitesi, dijital, kentsel ve yeşil dönüşümle ilgili dile getirdikleri görüşleri İştirakî’den aşırıp kendi tezgâhlarında satabileceklerini düşünüyor. İştirakî’nin teoride ve pratikte kurduğu bağları küçük burjuva dükkânlarına malzeme edeceklerini sanıyor. O dönüşümlerle ilgili teorik ve politik müdahaleyi sulandırıyor, örgütsel-politik içerimlerini ve ihtimalleri siliyor. Bu dönüşümlerin çilesini çekenleri “özne” değil, “kurban/mağdur” olarak görüyor ve onların kendilerine muhtaç olmalarını, böylelikle yoksuldan-işçiden yukarıya doğru yaşanan servet transferinden pay almayı düşünüyor.

Bunlar, özel bireylerin lüks semtlerdeki özel güvenlikli, yüksek duvarlı gettoları için yaşıyorlar. Bahsi edilen dönüşümlerin çilesiyle ve çileyi çekenlerle zerre ilgilenmiyorlar. Mesele, burjuva dönüşüme halel gelmemesini sağlayan çalışmalara katkı sunup, bir yerlerden alkış almak.

Lenin gibi, bugün de o anarşist ve sendikalist hücuma karşı komünist partiyi savunmak, o partinin inşası süreci içinde işçi olmak gerekiyor. O işçilik, anarşist ve sendikalist yalanlarla mücadeleyi emrediyor.

Eren Balkır
26 Ağustos 2024

Dipnotlar:
[1] James Petras, “Latin Amerikalı aydınların dönüşümü”, 18 Ağustos 2024, Birgün.

[2] Yol Politika Kolektifi, “Filistin Davası, Hamas ve Sol”, 11 Ağustos 2024, Birgün.

[3] Yol Politika Kolektifi, “Gösteri Dünyası ve Ötesi, 18 Ağustos 2024, Birgün.

[4] Umut Doğan, “2024 Paris Olimpiyat Oyunları Açılış Töreni Vesilesi ile Sistemin Yeni Yönelimleri Üzerine Değiniler”, 27 Temmuz 2024, Org.

[5] Phil Bevin, “İngiltere Ahbap-Çavuş Kapitalizminin Öncüsüdür”, 14 Eylül 2023, İştiraki.

[6] “Dosya Duyurusu”, 22 Ağustos 2024, Org.

[7] Eren Balkır, “TC-Çin İlişkilerinin Kadro’su”, 4 Ağustos 2024, İştiraki.

[8] Bu satırları yazmamızın bir nedeni de şu: Eskiden yazdığımız ya da yeni paylaştığımız yazılardaki eleştirilere sinirlenen veya bu eleştiriler üzerinden görüşme talep eden örgütler, bir yanılsama üzerinden, bu avukatla temas kuruyorlar. Bu yanılsamayı ortadan kaldırmak gerekiyor. Söz konusu avukatla teorik, ideolojik ve politik bir bağımız yok, olamaz. Neticede bu açıklama, Ahmet Kaya’nın Başkaldırıyorum şarkısının verdiği emir uyarınca yapılmıştır.

[9] Deniz Kuzey, “Burjuvazinin ‘İklim Ekonomisi-Sürdürülebilirlik Finansmanı Zirvesi’ ve Gösterdikleri (II)”, 22 Temmuz 2024, Org. İlginçtir, TKP’nin bir yöneticisi de nükleer santralde müdürdür. Ama müdürün sitesi nükleer eleştirisi yayınlar. Aynı sitede pandemi döneminin ünlü aşısının şirketine çalışan isim de yazar.

29 Ağustos 2024

,

Devletin İdeolojik Aygıtı Olarak Feminizm


Leninizmin ve komünist hareketin tasfiye edildiği koşullarda bir sol örgüt şefi, “bugünün proletaryası kadındır” diyebiliyor. Bu laf, tasfiyenin hem nedeni hem de sonucu. Bu şefin dilindeki Kadın, liberalizmin putu olarak “Birey”in mecazından başka bir şey değil.

Burjuvaziye haset edenler, proletaryadan nefret ediyorlar. Kadın, proletaryanın politik, ideolojik, teorik ağırlığını silmek için kullanılıyor. “Örgüt olduk, birey olamadık” diyenler, proletaryayı da düşman olarak görüyorlar. Birey olmaya mani olan her şey, yasaklanıyor. Sermaye adına yasaklanıyor.

Kadın, doğrudan burjuva Birey kurgusuna denk düşüyor. Özünde sol şefler, basit manada, birey-devlet ikiliği, kavgası üzerinden düşünüp hareket ediyorlar. Tüm eylemlerini şu veya bu ölçüde liberalizm belirliyor. Devletin karşısına çıkartılan birey, burjuvazinin özel devleti olarak tanımlanıyor. Bu anlamda, bireyin karşısına yerleştirilen Devlet, Tansu Çiller’in “dünyadaki son sosyalist devlet Türkiye devleti” lafında da görüldüğü üzere, işçiye-emekçiye, onun kolektif mücadelesine dair her şeyi anlatan bir tür mecaz olarak iş görüyor. Sol, devletteki bu liberal dönüşüme ayak uyduruyor, daha dün “lezbiyen” ve “burjuva ideolojisi” dediği feministlere örgütleniyor.

Feministler, feminist teoriyle çelişecek biçimde, devlete “aileyi değil, kadını koru” diyorlar. Kadını korunacak nesne olmaktan çıkartmanın, özne yapmanın teorisi olduğunu iddia eden feminizm, devletin ideolojik aygıtına dönüşüyor. Aileyi tasfiye etme girişiminin sınıfsallığını ve ekonomi-politiğini kimse sorgulamıyor.

CHP’nin tüzük kararı uyarınca altı ok programının ana eksenini oluşturan Devletçilik okunu mora ve yeşile boyaması, devletçilik okunun tasfiyesine delalet. Pembe ve mor boyalarla “cancel”lanan devletçilik, bireyi aşan, kolektife işaret eden her şeyi anlatıyor. “Beton sol”u tasfiye eden CHP kurmayları, emperyalist efendilere “bizi tercih edin!” diye yalvarıyorlar.

Bugünün “şeriatçı gerici yobaz” hükümetinin kurduğu aile bakanlığının önünde eylem yapan feministler, ailenin tarihsel kolektif bir mevzi olarak tasfiye edilmesini istiyorlar. Kadın’ı Aile bağlamından kurtarmak isteyen feministler, küresel pezevenklere hizmet ediyorlar. Çünkü Kadın’ı, onların pazarlarına ve sermaye kanallarına kul etmek istiyorlar.

O devletçilik oku, otuzlarda “cehaletle mücadele aracı” olarak görülüyordu. Sosyalistlerin sandığından farklı bir anlama sahipti. Sömürgecilikle ve emperyalizmle tanımlıydı. Devlet, işgal altındaki geri kalmış halkın dişe uygun şekilde dönüştürülmesiyle ilgili bir araç olarak görülüyordu. Sosyalistler de o burjuva ilerlemeci anlama örgütlendiler. Bugün CHP, devletçilik okunu, “devlet don üretmez” diyen anlayışın önünü açmak için kırıyor. Bu yüzden mora-yeşile boyuyor. Devleti tekellere uygun hâle sokacağına dair yemin ediyor.

İşin tuhafı şu ki solcuların ve feministlerin “gerici yobaz şeriatçı” diyerek eleştirdiği hükümete bağlı aile bakanlığı, bugün Gezi eylemlerinde feministlerin yaptığı tek iş olan “küfür avcılığı” işine soyunuyor. Devletçilik okuna bağlı olan Türk Dil Kurumu ile birlikte Aile Bakanlığı, “cinsiyetçi” kelimeleri lügatten silmek için operasyon başlatıyor.[1] Toplumda işleyen, işlenen ve yaşayan bir olgu olarak dilin ürettiği “cinsiyetçi” ifadeleri derleyip kataloglamaktan başka bir işi olmayan TDK, feministlerle birlikte dil polisliği yapıyor. Bu arındırma çalışması, Arap ve Müslüman’ın kir olarak görüldüğü, neoloji çabalarının devreye sokulduğu dönemin uzantısı olarak yürütülüyor. Bu operasyon, tekellerin emri gereği yürütülüyor.

Aynı aile bakanlığının başındaki isim, Eskişehir’deki “Neonazi” saldırısı sonrası “mesele, gencin oynadığı bilgisayar oyunu” diyor. Bu açıklama sonrası o bilgisayar oyununun yasaklanması gündeme geliyor. “Cinsiyetçi ifadeler”i yasaklayan kafa ile bilgisayar oyununu yasaklayınca Neonazi şiddetini durduracağını sanan kafa, aynı. Ölçü aldıkları, Birey’in huzuru ve güveni. Feminizm de bundan başka bir şey söylemiyor. O, sahaya izinsiz ve nobran bir üslupla girme hakkını kendisinde gören Ali Koç’a sahip çıkan spor yorumcuları gibi! Onun “birey” dediği de Ali Koç çünkü…

Söz konusu Neonazi kafası, “Elin Arap’ı için” diye başlayan cümlenin sahibinde de var. Feminizm, bu ülkede faşizmle birlikte ilerliyor. Aile bakanlığındaki kaynaşma, feministlerin istihdamı, bunun delili. “Terörist” ilân edilen “Beyaz Erkek”e yönelik saldırının sınıfsallığı ve ekonomi-politiği üzerinde kimse durmuyor.

1958’de İsrail, Müslüman Arap’ı kuşatmak amacıyla bir istihbarat ağı kuruyor. Ağın içerisinde İran, Türkiye ve Sudan var. Yerli ve milli Neonazi olarak Ümit Özdağ, o tarihte yapılan anlaşmanın ürünü. Özbeöz Siyonist olan bu şahıs, siyasetini Arap ve Müslüman düşmanlığı üzerine kuruyor. Sosyalistler, onun içişleri bakanlığına bu sebeple oy ve destek veriyorlar.


7 Ekim sonrası şu net olarak görüldü: Sosyal medyadaki Ateist TV gibi propaganda aygıtlarının arkasında İsrail ve yerli ajanları var. Arap ve Müslüman’a düşmanlık üzerinden bir kitle inşa ediyorlar. AKP karşıtlığını bu küçük burjuva gevezeliğe kapatıyorlar. Kadınları feminizm üzerinden, bu Arap ve Müslüman düşmanlığına örgütlemeye çalışıyorlar. Kirli, geri, tehlikeli ve zararlı olan her şeyin bir mecazı olarak gösterilen Arap ve Müslüman, karalanıyor. Irkçı-faşist dil, sola da sirayet ediyor.

Bugün feministler, “Kadın-İşçi” veya “İşçi-Kadın” diye imzalıyorlar yazılarını. İşçilikle alakaları olmayan bu şahıslar, İşçi’nin topraktan özgürleşmiş, kente gelmiş, burjuvazinin işini gören birey olduğunu düşünüyorlar. “İşçi”, liberal ve kapitalizm yanlısı olmanın mecazından başka bir şey değil. Onun kapitalizm içre yanını önemsiyorlar. Yoksa dertleri, üretim araçlarının emeğe ait olması veya işçi iktidarı kurulması değil. Bu ikisi olsa ilkin bu feministler, Batı’ya kaçıp oranın imkânlarıyla karşı-devrimcilik yaparlar. Ki burada yaptıkları da bilfiil karşı-devrimcilik!

Türkiye’yi Doğu Avrupa ülkesi kabul eden feministler[2], Avrupa emperyalizminden aldıkları ödüle seviniyorlar. Doğu Avrupa’nın Sovyetler ve Berlin Duvarı sonrası yaşadığı dönüşümün kadın üzerinden gerçekleştirilen kısmına omuz ve destek veriyorlar. Bu dönüşüm, fuhuş ve kadın ticareti üzerinden yaşanıyor.

Burjuvazinin topraktan kopartıp özgürleştirdiği metafizik Birey, İşçi donuna giriyor. O bitmeyen burjuva devrimleri çağı dâhilinde bu işçiye “senin de sermayen, mülkiyetin var, o da kol gücün. Sen de burjuvaya eşsin, denksin” diyorlar. Bu kandırmacaya “sendikalizm” deniliyor. Sendikalizmin inşa ettiği bireyci işçiyle dövüşmek gerekiyor. Topraktan özgürleşmek anlamında, işçinin burjuva kadar özgür olduğu yalanına imanın adı olarak anarşizm de bir işçici birey inşa ediyor. Onunla da mücadele etmek gerekiyor.

Dün “sermaye küreselleşiyor, yaşasın! O hâlde emek de küreselleşsin, bana vize verin!” diyen solcular, bugün “yürüyen cinsel organlar” olarak gördüğü kadının da küreselleşmesini istiyorlar. Küre genelinde işleyen fuhuş ağının ve kadın ticaretinin aktığı yolların ideolojisini benimsiyorlar.

Sendikalizmin birey-işçisi, feminizmde kadın-işçiye; anarşizmin işçi-bireyi, kadın-bireye dönüşüyor. Her ikisi de kadını cinsel organlarına indirgiyor. Oraların serbestleşmesini özgürleşme ve burjuvaziyle eşleşme-denkleşme imkânı olarak satıyor. Feminizm, bugün kadına fuhuştan başka bir şey öneremiyor. Cinsel organları teşhir eden kıyafetleri AKP üretiyor, onun bakanlığında feministler, aileye karşı savaş yürütüyor. Tüm bunlar Türkiye’de oluyor.

Sosyalist hareket içerisinde sendikalizm ve anarşizm, feminizmin imkânlarını kullanarak ilerliyor. Burjuvazinin ve sermayenin akıncı birlikleri olarak birey-kadınlar ve kadın-bireyler, her köşeyi tutuyor, her suyun başına oturuyor. Aldıkları kararların emekçi kadınlarla, sömürülen-ezilen kadınlarla bir alakası bulunmuyor. Bu nedenle, AKP-MHP’nin Batı’nın emriyle kurduğu aile bakanlığı içerisinde rahat rahat çalışabiliyorlar.

8 yıl önce Koç ailesi, 8 Mart’ta bir reklâm yayınlıyor. Burada şirketin “adam” ve “bayan” gibi kelimeleri yasakladığı görülüyor. Buradan da anlaşılıyor ki Gezi zamanı dil atölyeleri kuranlar, Koç’un promosyon ekibindenmiş.[3] “Devletle hep iç içeyiz” diyen Koç’un şirketinde çalışan kadınlara ettiklerini kimse sorgulamıyor.

Devletçilik okunun mora boyanması ve aile bakanlığının feminist operasyon yürütüyor olması, feminizmin devletin ideolojik aygıtı hâline geldiğinin delili. Sömürü ve zulüm koşullarında kadının cinsel organlarının pazardaki serbestiyetinden başka bir önerisi olmayan feminizm, o pazarın bekçisi olan devletin ajanıdır.

Eren Balkır
18 Ağustos 2024

Dipnotlar:
[1] “Türkçe, cinsiyetçi ifadelerden arındırılacak”, 23 Haziran 2024, TRT.

[2] Eren Balkır, “Emir Erleri”, 25 Temmuz 2024, İştiraki.

[3] Gamze Türkmen, “Raptiye”, 8 Mart 2016, İştiraki.

,

Kalem, Silgi ve Linç

Yeni Yaşam’ın forum bölümünde yayınlanan “Türk Entelektüelleri” yazısını eleştirdik.[1] Vereceğimiz yanıtın poetik değil ideolojik olduğunu, çünkü ilgili yazının poetik olmayıp ideolojik olduğunu belirttik.

Yeni Yaşam’ın 28 Ağustos 2024 tarihli baskısında eleştirilerimize yanıt geldi.[2] Kurumsal olarak yapılan açıklamada şunlar söyleniyor: Müslüm Yücel bizim köşe yazarımız değildir, görüşleri bizi bağlamaz, biz onun gibi düşünmüyoruz, böyle bir yazı hiç yayınlanmamalıydı, kolaj görsel Google’dan alınma ve kolajda geçen bedel ödemiş kişilerin ailelerinden özür dileriz. Bir de şu ekleniyor: Henüz günlük gazete çıkarmayan sol kesimlere o dönemlerde destek olduk. Mealen ve özetle bunlar söyleniyor.

Eleştirimizin sonunu sola ayırmıştık. Yeni Yaşam ile hangi gazetenin matbaasının ortak olduğunu emekçilerin bildiğini söylemiştik. “Bir dönem sola destek olduk, daha günlük gazete çıkarmıyorlardı” yönündeki ifade, bu eleştiriye karşılık olsa gerek.

Öncelikle Yeni Yaşam, açık şekilde yazarını yalnız bırakıyor. “Böyle bir yazı yayınlanmamalıydı” diyor ama gazetenin çalışanları, yazının içeriğini yayın çizgilerine veya ideolojik zeminine uygun buluyor olmalı ki yazıyı yayına alıyorlar. Bunun yanı sıra kolaj görselin ilk tepkiye neden olduğu söyleniyor. Yani görselin yazıyla ilgisi yok mu, bu da net biçimde açıklanmıyor. Yazıyla görsel gayet “uyumlu”.

Yazıyla ilgili sert eleştirilerin geldiği söyleniyor. 4-5 gün oldu yazı yayınlanalı fakat ilk tepki İştiraki’den geldi. Gayet ideolojik bir tartışma yürüterek yazarın şahsından bağımsız şekilde ve üslubumuzu bozmadan karşı çıktık ve sorular yönelttik. Birazdan değineceğimiz konu açısından bu açıklamayı yapmak zorundayız.

Bizim yazımızda yazar eleştiriye alınmadı ve Yeni Yaşam’ın açıklaması da gerçekliği tamamıyla yansıtmıyor. Geçen yıl Türk şiirinin ırkçılık karşıtı olmayıp ırkçılığın savunusu olduğuna yönelik yayınlanan yazı konusunda gazete sessiz, bu konuya hiç değinilmemiş. İlk yazıda Türk şiiri, ikinci yazıda Türk şairleri ırkçı oluyor. Esasında ilki daha sorunlu çünkü şair bireyse Türk şiiri bir halkın şiiridir. Ona “ırkçı” denildikten sonra şairleri zaten doğrudan ırkçı oluyor.

Yeni Yaşam, yazarı yalnız bırakıyor. Bu, doğru bir tutum değil. Yazıların editöryal bir süreçten geçmediği gibi bir algı oluşturuyor. O da yetmiyor, “köşe yazarımız değildir” deniyor. Forum bölümü de olsa gazete bir bütündür. Bu, kaçamak bir açıklama, on yılları aşan bir gazetenin “acemilik, acelecilik, hataydı” kavramlarıyla yayın sürecini anlatması samimiyetten uzak bir tutumdur.

İkinci konuya geçecek olursak, bu yazıyla ilgili Yurtsever isimli gazetede Cengiz Kılçer[3], Sol Haber’de Fatih Yaşlı[4] imzalı, “Türk Entelektüelleri” yazısını eleştiren yazılar yayınlandı. İlk yazı, Yeni Yaşam’ın açıklamasından önce yayınlandı. Bu kısa yazıda tespit edilen hatalara yer verilse de ideolojik bir tartışma söz konusu olmadığı gibi Yeni Yaşam’ın neden bu tür yazıları yayınladığına dair söyleme rastlanmıyor. İkinci yazı daha kapsamlı fakat o da aynı hataya düşerek, Yeni Yaşam’a sorular yöneltmediği gibi yazarı muhatap alıyor.

Esasında tartışmanın başlangıcını oluşturan Türk şiirinin ırkçı olduğuna yönelik yazıya bir yıldır sessiz kalınıyor. Geriye kalanlar ise Aydınlık, Oda TV gibi yayınlardan gelen birtakım açıklamalar ve bunlar, tam da yazarın istediği şekilde hareket edip milliyetçiliğe milliyetçilikle karşılık veriyor.

Bu konu bağlamında Almanya’da yaşayan gazeteci Günay Aslan[5], kendi YouTube kanalından bir video yayınlayıp Müslüm Yücel’e bir linç kampanyası tertip edildiğini, onun ortaya bir fikir koyduğunu ve haklı yönlerinin olduğunu, fikre fikirle karşılık verilmesi gerektiğini söylüyor. O daha bu videoyu yayınlamadan önce biz de tam olarak öyle yaptık ve ideolojik bir tartışma yürütüp sorular sorduk ve eleştirilerimizi yazdık. Linçin nasıl gerçekleştirildiğini de yakın tarih üzerinden örneklendirdik, acıdır ki linçi tertipleyenler, bugün linçe uğradıklarını iddia edenler.

İlgili gazeteci, neden Yeni Yaşam'ın yazarı yalnız bıraktığına dair bir söz etmiyor, tartışılır. (Aynı şekilde yazar da 10 Ekim’i anmıyor. Yazarla gazetenin ideolojik duruşu burada birleşiyor: pragmatizm ve yalnız bırakma politikası. Yazarın “Türk solu” dediği kesime kızdığı nokta, kendi çevresi tarafından ona uygulanıyor.)

Linçe uğrama sürecinde yalnız bırakanlar sizlersiniz. Linç, faşist bir yöntem olarak kışkırtma ve provokasyon aracılığıyla gerçekleşen bir süreçtir. Bu süreçte değerler öne sürülür. Şimdi yeni bir denklem kuralım: yazar gerçekten ortaya bir düşünce mi koyuyor? Nazım’ın “sadist, yaltaklanmacı” diye nitelenmesi nedir? Sonra Türk aydınlarına doğru genişletilen açının alanında bir bütün olarak halkların ortak değerleri yer almıyor mu? Bunun adı eleştiri mi oluyor?

Aydınlık çizgisine gelince, onun geçmişini bilen solun önemli bir bölümü 80 sürecine gelmeden o çizgiyi teşhir etmiştir, fakat 90 sürecinde bu çizginin de yazıda anılan Yalçın Küçük’ün de Kürt siyaseti için ne anlam ifade ettiğini en iyi onlar bilir.

Barış Yıldırım gibi isimler de Kürt siyasetinin genel çizgisinin ve “resmi” görüşlerinin Müslüm Yücel gibi olmadığını söylüyor, fakat sessiz kalan sola ses oluyor. Bu açıdan bu tür paylaşımlar önemli. Barış Yıldırım içinden geldiği müzik çizgisinin ve temsilcilerinin nasıl linçe uğradığını ve sahneye-sanatçılara saldırılarak enstrümanlarının parçalandığını bilmiyor olamaz, mümkün değil. Biz, Barış Yıldırım şahsında onlar gibi düşünmüyoruz.

Yazımızda da belirttik ama yineleyelim: Kürt halkı, Bayram Balcı ve Müslüm Yücel şahsında Yeni Yaşam’ın çizgisini savunmuyor. Kemalizm tartışması ve Nazım’ın bugünkü yerinin CHP-MHP olduğunu iddia eden görüşlere gelince de o yere ortak olanlar, yerel ve genel seçimde CHP ve Zafer Partisi yanına dizilen radikal demokrasi partisi ve solun dâhil olduğu seçim ittifakıdır. Pragmatizme kapı açabilirsiniz ama Kürtlere özeleştiri verememe hâlini Türk soluna saldırarak örtbas edemezsiniz.

Neden poetika tartışmadık? Nazım’ın öyküleyici anlatım tekniği kullanılarak yazdığı şiir kitabında konuşturduğu karakterlerden birinin sözleri üzerinden yola çıkıp “Nazım ırkçı” demek için edebiyat bilmemek bir yana, okuduğunu anlama becerisinden yoksun olmak gerekir. Bu ikisi de değil, çünkü ortada ideolojik bir çarpıtma ve saldırı var.

Steinbeck, işçilere zulmeden bir patronu konuşturduğunda bu sözler Steinbeck’in savunduğu gerçek düşüncesi mi demektir! Kore Savaşı için yazılan bir şiirde gazi olan askerin sakat kalmasının diyetini istemesi Nazım’ın Necip Fazıl gibi dönemin egemenlerinden para isteyen bir şair olduğunu mu kanıtlar? Nazım 13-14 yaşındayken şiir yazmaya başlar fakat o yıllarda Ermenilerin politik isimleri idam edilir. Buna şiir yazmadığı için Nazım eleştiriliyor fakat eleştirmenin ya pedagoji bilgisi zayıf ya da Nazım’ın sınıf değiştirip bedel ödeyen bir şair olduğu bilinmiyor. Bu ikisi de değil. Şarktaki kurnazlıklardan biri şudur: tarihi kendinden başlatmak. Nazım’ın Kuvvayı Milliye Destanı kitabını hapishaneden çıkmak için yazdığı ve bunun egemenlere “yaltaklanma” olduğu iddiası da ne ironiktir ki bir Türk aydını olan ve aydın tartışması yürüten Yalçın Küçük’e aittir.

Tüm bunlardan yola çıktığımızda, ilgili yazının Türk şairlerini, aydınlarını, sosyalistlerini Kürt halkına hedef gösterdiği sonucuna varılabilir. Belgesel çekildi Cevahir yok, Newroz’da Deniz’in olduğu flama yakıldı fakat ortada sol yok, eleştiri adı altında yazılar yayınlanıyor fakat ortada ne eleştiri var ne de sol.

Her bir durumda şunu sorduk: Kürt halkı nereye götürülmeye çalışılıyor? Bu soruyu sormak ve eleştiride bulunmak tarihsel haklılığımız ve görevimizdir. Başka bir halkın kültürüne saldırarak kimse kendine ulusal bir kimlik çizemez.

Nazım, sınıfsız sömürüsüz düzen ideolojisinin ve mücadelesinin kendisidir. Onun özelinde gerçekleşecek saldırı kurtuluş mücadelesinedir, halklaradır. Göç destanında geçtiği gibi o kayayı verirsek sonra yurtsuzlaşırız. Bu, bizim onurlu bir görevdir ve ideolojiktir.

Tarihe kısa bir not: Ne işçi sınıfının gazetesi ne Kadıgillerin partisi ve yayını, ne Nazım’ın adını kültür merkezine veren Kadıköy partisi ve yayını, ne Fatsa’dan geldiğini iddia eden gelenekler ne de sendikalar ve Sendika.org son bir yıldır yayınlanan iki yazıya da eleştiri getirebildi. Yarın çıkıp “dostlarımızı uyardık ve kaygılarımızı belirttik, onlar da bu yüzden gazete olarak açıklamada bulundu” türünden sözleri hangi platformda ve insan ilişkilerinde dile getirirse kimse inanmasın.

Yeni Yaşam açıklamada bulunduktan sonra da yazacakları tek sözcüğün hiçbir değeri ve karşılığı yoktur. Daha kendini var eden değerleri savunamayanlar, sınıfsız sömürüsüz düzen ideolojisini ve mücadelesini nasıl savunacak. Barış Yıldırım, onlar adına gereken açıklamayı yaptı. Yarın çıkıp insanlara gazeteye açıklama yaptırdıklarını söylemesinler. Biz eleştirirken iştirak etmeyenler, İştiraki’nin geliştirdiği ideolojik mücadeleden kendilerine pay çıkarmasınlar.

S. Adalı
29 Ağustos 2024

Dipnotlar:
[1] S. Adalı, “Yamalı Bohça”, 26 Ağustos 2024, İştiraki.

[2] Hüseyin Aykol, “Aydınlar ve Bizim Tavrımız”, 28 Ağustos 2024, Yeniyaşam.

[3] Cengiz Kılçer, “Aydınlara ve Nâzım Hikmet’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği”, 26 Ağustos 2024, Yurtsever.

[4] Fatih Yaşlı, “Ahlat’tan Yetenekli Bay Yücel’e Uzanan Yollar”, 28 Ağustos 2024, Sol.

[5] Günay Aslan, “‘Devletçi Türk aydını’ tartışması”, 28 Ağustos 2024, Youtube.

28 Ağustos 2024

,

Kolektif Devrimci Huruç

Lenin’in devrim öncesi ve sonrası üzerinde durduğu, hasım olarak gördüğü iki akım var: Sendikalizm ve anarşizm.[1] Partiyi ve komünist hareketi onların karşısına çıkartıyor, bu iki hasım akımla mücadeleyi temel alıyor.

Sendikalizmde ana ekseni birey olarak işçi; anarşizmde ise işçi olarak birey oluşturuyor. Birey olarak işçicilikle işçi olarak bireycilik, Lenin’in ve Leninizmin tasfiyesine muhtaç. Onları hepten tasfiye etmeden ilerleyemiyor. Sendikalizm ve anarşizm, Leninizmi ve komünist hareketi tasfiye ediyor. Bu tasfiyeye “solculuk” deniliyor.

Bugün Türkiye’de bu tasfiye işlemi, Umutsen gibi küçük burjuva örgütler üzerinden yürüyor. Bu türden örgütler, sendikalizmi ve anarşizmi, mutlak ve kutsal gördükleri küçük burjuvalık ekseninde uzlaştırmaya çalışıyorlar. Bu uzlaştırma pratiği de Lenin’i tarihten ve toplumdan kovmak zorunda. 

Siyaseti ve teoriyi kitleye, sınıfa, halka ve millete değil de metafizik bir öğe olarak Birey’e göre kuranlar, ona seslenenler, sadece onu çağıranlar, Lenin’i hiç sevmiyorlar. Ya da ancak ellerinden Lenin’i birey olarak kutsallaştırıp, karikatürleştirmek geliyor. 

Bugün Görünmez Komite’nin anarşistinin sosyal demokrat sendikalizmin sendikacı bireyiyle buluştuğu kavşak, Leninizme yönelik nefrettir.

Umutsen pratiği, özündeki anarşistliği sendikal alana aksettirmekten başka bir şey yapmıyor. Bu da eskiden bugüne taşınmış olan Devyol-TKP arasındaki ürolojik yarışın bir neticesi. Solun içeriğini bu yarış tayin ediyor. Bu yarış, tüm imkân ve ihtimalleri ortadan kaldırıyor.

Umutsen’in “holdingçilik” ve “sarı sendikacılık” eleştirileri, esasen anarşizm düzleminde dil buluyor. Bu iki eleştiri de “küçük burjuva, üstündeki sınıfa haset, altındaki sınıfa nefretle yaklaşır” tespiti uyarınca yapılıyor. İşçi-bireylere haset; birey-işçilere nefret öğretiliyor.

İşçi-bireyler ve birey-işçiler, “sürü”den kopartılıp, kolektiften uzaklaştırıldıktan sonra küçük burjuvazinin eşiğine bağlanıyorlar. Küçük burjuva, “her şey bende başlayıp bende bitsin, herkes bana muhtaç olsun”dan gayrı bir şey söylemiyor. Kolektife ait olamıyor, aidiyetin karşısına mülkiyetle, kolektifin karşısına rekabetle çıkıyor. Mücadelenin ve davanın işçisi olamıyor.

Lenin, birey olarak işçicilerin (sendikalistlerin) işçi sınıfının kolektif niteliğini göz ardı edip, sınıfın tarihle, tarihsel mücadelelerle ilişkisini kesmelerine itiraz ediyor. Lenin, işçi olarak bireycilerin (anarşistlerin) işçi sınıfının kolektif niteliğini göz ardı edip, sınıfın toplumla, toplumsal mücadelelerle ilişkisini kesmelerine karşı çıkıyor. “Huzursuz aydının veya aylakların psikolojisi”[2] olarak tarif ettiği anarşizmin “politikanın reddi kılıfı altında işçi sınıfını burjuva siyasetine tabi kıldığını” söylüyor.

Lenin, her iki akımın ardındaki küçük burjuva iradeyi ve niyeti görüyor. Ancak bu feraset üzerinden, “dar meslekî çıkar temelli sendikacılık”tan ve “meslek kuruluşlarındaki önyargılar”dan söz edebiliyor. Lenin, toplumu ve tarihi sarsacak kolektif devrimci huruç için partiye ihtiyaç olduğunu görüyor. Her daim ona vurgu yapıyor. Anarşizmin ve sendikalizmin bireyi, bu yüzden Lenin’i hep düşman kabul ediyor.

Küçük burjuvanın iradesi ve niyeti, bugün Umutsen şefinin “ey işçi kardeşler, Koç şirketinin genel merkezinde çalışan orta sınıf da senin gibi eziliyor” demesinde karşılık buluyor. Bu şef, patron-bireye karşı işçi-bireylere sesleniyor. O patronun ait olduğu toplumsallığa-tarihselliğe hiç laf etmiyor.

Sol örgütlerin bugün tek işi, işçi sınıfını, yoksulları ve ezilenleri orta sınıf siyasetine ikna etmek. Bu siyaset, dijital, kentsel ve yeşil dönüşüm momentinde zengin küçük burjuvalar için inşa edilecek özel güvenlikli, yüksek duvarlı gettolara uygun bir pratik.

Küçük burjuva sol, o gettolar için ortaya koyduğu ikna gayreti dâhilinde işçiye birey olmayı öğretiyor, bireye işçi olduğu için ezildiğine dair bilinç aşılıyor. Kapital’den cümleler cımbızlanıyor, fikir, bağlamından kopartılıyor.

“Kişinin kendisini öznel düzeyde özgür hissetme düzeyi, solun tek ölçütü hâline geliyor.”[3] Bireysel duygular, eylemin ölçüsünü tayin ediyor. Özgürlüğe yapılan vurgu, burjuvaziye yönelik güzellemeden başka bir şey değil. Birey-işçide ölçü devletken, işçi-bireyde ölçü sermaye. Su gibi akışkan olma, cinsiyetin ve ilişkilerin de bu akışkanlıkla tanımlanması, sermayenin akışkanlığıyla ilgili.

Yukarıdaki fotoğrafta “mafyasızlık, aşiretsizlik ve patronsuzluk” derken seslenilen, kaldırımda yatan, birey olamamış yoksul değil, binanın en üst katındaki büroya girmeye layık olan, birey olabilmeyi becermiş, cümlesi ateist küçük burjuvalardır. Yoksulsa ancak mafya, aşiret ve patron partisiyle bağ kurabilir. O, küçük burjuvanın örgütünün kapısından içeri giremez. Söz sahibi olamaz. Söz sahibi olmasına izin verilmez. O örgütte söz sahibi, sadece şirket müdürleri ve Koç diplomatları olabilir. “Bireyden yüce olan hiçbir şeye izin ve geçit vermeyeceğiz” diyen parti, küçük burjuvazinin duygularını okşamaktan başka bir şey yapmıyor.

Afişte görüldüğü üzere sosyalizm, o küçük burjuva için yeniden tarif ediliyor. Üstelik bu tarif, Lenin’in partisini tasfiye edecek sahte partiler inşa ederek gerçekleştiriliyor. Aslolan, küçük burjuvazinin özgürlük algısı ve özgürlüğüdür. Sosyalizm, tabii ki onun önünde diz çökmelidir. TKP, Sovyetler ve Berlin Duvarı sonrası yaşanan liberal hücumun parçasıdır.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, farklı siyasi yönelimlere sahip küçük burjuvazinin teorideki ve pratikteki konumu tartışılıyor. Kapitalizmdeki yeni gelişmeler dâhilinde küçük burjuvazi, işçi kisvesine büründürülüyor. İdeolojik akış, küçük burjuvazi üzerinden gerçekleştiriliyor. Küçük burjuvazi ölçü hâline getiriliyor, böylece küçük burjuvazi, proleter olanı tasfiye etme imkânına kavuşuyor. Sermayenin akışı, bunu emrediyor.

Bugün birey-işçi ile işçi-birey eksenli siyaset, anti-Leninist, antikomünist bir düzlemde yürütülüyor. Kendinden menkul, havada asılı, bölünmez, mutlak ölçü olarak birey, burjuvaziyi ifade ediyor. Bu birey vurgusu, tarihle ve toplumla kurulmuş olan bağları kopartıyor. Küçük burjuvazinin sol siyasetin ana ölçüsü hâline getirilmesinin nedenini burada aramak gerekiyor.

Bu kopuşa karşı tek güvence, partidir. Lenin’in anarşizme ve sendikalizme yönelik itirazı, partiyle alakalıdır. Lenin, burjuvazi güçlendiğinde veya güç kaybettiğinde küçük burjuvanın yaşayacağı savrulmalara, salınımlara ve yalpalamalara karşı direnç örüyor. O direncin kendisi olarak örgütleniyor.

Doksanlarla birlikte Türkiye solu, sendikalizmin ve anarşizmin halesine kapıldığı için Lenin’i ve partisini tasfiye etmek için uğraştı. Sendikalizme ve anarşizme alan açmak adına Lenin ve partisi, sahadan ve gerçekten kovuldu. Bugünkü sol örgütlerin büyük bölümü, bu çalışmanın ürünü.

İşçileşmiş birey, Vegan, LGBT veya Kadın olabiliyor. Buradaki işçileşme, “tiksinç ve arızi” bir hâl. Oradan çıkmak, kurtulmak gerekiyor. Kurtuluş ise küçük burjuvalıkla tanımlanıyor. İşçilerle kendilerine muhtaç olan zavallılar olarak ilişki kuruluyor. “Hepimizin kurtuluşu onlara bağlı” denilerek bağ kurulmuyor.

Hiçbir zaman partiye inanmamış bir isim olarak Metin Çulhaoğlu’nun “Anarşizmin Bir Asalak Olarak Portresi” isimli yazısından sonra özür dilemek, “ben de sizdenim, sizin yol arkadaşınızım”[4] demek için anarşistlerin barına gitmesi, kadeh tokuşturması gayet doğal. Çünkü o, “siyaseti ve siyasal bağlanmayı aydın ve birey ekseninden ele alan” biri.[5]

Bu koşullarda, işçi-bireyleri ve birey-işçileri avlama yarışında TİP ve Umutsen’in ortaya koyduğu çaba, takdire şayan. Siyaset, birey ekseninde ele alınıyor. Gerçeklik ve hayat, Birey-Devlet karşıtlığı üzerinden okunuyor. Liberalizm, sosyalizmin yerini alıyor. Kızıl boyaya daldırılıyor. Birey, doğalında mülkiyet ve rekabetle tanımlı bir olgu olduğu için burjuvazinin ve devletin ilerleyişinde figüran olunuyor. Birey, mülkiyet ve ucuz devlet karşıtlığı temelinde şekillenmiş olan siyaset algısı, Leninizme ve komünist harekete alan tanımıyor.

Birey mülkiyetle tanımlı olduğu için bu iki siyaset türü, sürekli “o mülk senindi, senden çaldılar” diyebiliyor. “Meclis koltukları, şirket kârları, sendika koltukları vs. senindi, onu senin için geri alcaaz” yalanına başvuruluyor. Küçük burjuva niyet ve isteklere işçiler ortak edilmek isteniyor. İşçiler, mülke ve mülk sahiplerine muhtaç ve köle kılınmaya çalışılıyor. Kolektife, partiye, davaya ve mücadeleye inanılmadığı için birey-işçiler ve işçi-bireyler ön plana çıkartılarak, bunların alanı daraltılıyor. İşçi eylemi ziyaretleri, o eylemi kolektif davaya ve huruca bağlamak değil, işçiyi partiden, kolektiften, davadan ve mücadeleden kopartmak için gerçekleştiriliyor.

Bize lazım gelen, işçi-bireylerin derneği ya da birey-işçilerin birliği değil, adıyla sanıyla komünist parti. Küçük burjuvanın tahakküm araçları olarak sendikalizme ve anarşizme karşı tek şerbetimiz, tek sigortamız o.

Eren Balkır
16 Ağustos 2024

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, “Sendikalist ve Anarşist Sapma”, 1 Temmuz 1921, İştiraki.

[2] V. I. Lenin, “Anarşizm ve Sosyalizm”, 1901, İştiraki.

[3] Gregory Smulewicz-Zucker, “Aldatıcı Seçenekler: Yeni Anarşizmin Avare ve Gerici Solculuğu”, 2015, İştiraki.

[4] Onur Speysil, “Çulhaoğlu Anısı”, 15 Ağustos 2024, X.

[5] Yazı internet ortamından kaldırılmış. Yazıyla ilgili kısa bir değerlendirme için bkz.: Eren Balkır, “Demir Tozları”, 16 Ekim 2010, İştiraki.

27 Ağustos 2024

,

Beyaz Taşlar


Binlerce Perinçek var!

Sözde aydınlık, özünde ise karanlık bir yapıdan ibaret olan Aydınlık/Perinçek’in “Deniz ve Mahir dolduruşa geldi; kulaklarını çektim” söylemi gündeme oturdu. Sol kurumlar ve solcu bireyler bu söylemi haklı ve meşru olarak mahkûm ettiler. Mahir’i ve Deniz’i sahiplendiler.

Öyle de olması gerekiyordu, zira bu sözler, Deniz’i ve Mahir’i düşmanın yöntemi olan psikolojik savaş ile küçülten, “kandırılmış, birileri tarafından kullanılmış” türü argumanlarla kitleleri manipüle ediyor, devrimcileri “bir şeker ile kandırılmış yaramaz çocuklar” olarak lanse ediyor.

Tabii MİT gibi yapılarla arası çok iyi olan, mahalle bakkalını bile fişleten, yayın organlarında devrimcileri ihbar eden, NATO destekçisi, karşı devrimci Perinçek için normal ve yerinde bir şey.

Öte yandan, bu karşı devrimcinin TDH’nin önderlerinden olan Deniz ve Mahir ustalara karşı kibirli, kendini beğenmiş, onları aşağılayan bu tür söylem ve pratikleri mahkûm etmek de devrimci kişi ve kurum için normal ve gerekli görülmelidir.

Lâkin Perinçek’in “Deniz ve Mahir dolduruşa geldi; kulaklarını çektim” söyleminin altında yatan, devrimcileri küçümseyen, onları birileri tarafından kullanılmış-kandırılmış kişiler olarak takdim eden ifadesinin benzerlerini bugün Perinçek’in bu sözünü mahkûm edenlerde de görmek mümkündür.

Hatta bu kokuşmuş cümlelerini gizlemeden, açıktan dile getirmiş olması sebebiyle Perinçek, onu bu sözünden ötürü mahkûm eden ama aynı şekilde kokuşmuş, çürümüş cümleleri dillerine dolayanlardan bir nebze de olsa daha masummuş gibi görünüyor.

Zira yakın tarihte halkın avukatları olan Ebru Timtik ve Aytaç Ünal, açlık grevlerine başlayıp, devletin ve hukukun kendi yazıp çizdiği yasalara uymadığını, devrimcilik yapmanın, halkın haklarını savunmanın meşru ve haklı olduğunu duyurmak için bir direnişin fitilini yakmıştı. Ne yazık ki Ebru Timtik, bu açlık grevinde devletin-sermayenin bilinçli, programlı pratikleri ile ölümsüzleşti.

Bu iki devrimci avukat, özelde kendilerine karşı yapılmış gibi gözükse de genelde işçi sınıfına, halklara ve devrimcilere karşı yapılan sistematik baskıyı dünyaya teşhir etmek için bedenlerini ateşe atıp bir kıvılcım çaktı.

Ama gelin görün ki bugün Perinçek’in devrimcileri küçümseyen, “kandırılmış, kullanılmış” türünden sözlerini mahkûm edenler, o gün aynı lafları açlık grevine yatan bu iki devrimci avukat için sarf ettiler. Bu iki devrimci avukat “eline şeker verilip kandırılan, kullanılan kişiler” olarak sunuldular. Onları eleştirenler, bu yöntemin eskimiş, artık geçerliliği olmayan bir yöntem olduğunu, işçi sınıfına bilinç götürülmesi gerektiğini söylediler. “Bu işler açlık grevleriyle olmaz” diye de akıl vermeyi ihmal etmediler.

Oysa devlet ve sermaye açısından asıl mesele de buydu. Açlık grevi yapan bu insanlar, neticede tatil köylerinde güneşlenirken alınıp götürülmediler. Haksız hukuksuz, hiçbir somut gerekçe olmadan zindanlara atıldılar. İşçi sınıfının ve halkların haklarını mevcut sistem dâhilinde savunmak isterken, en nihayetinde, devrim ve sosyalizm için mücadele ederken hapse atıldılar.

Onlar, işçi sınıfına ve halklara bilinç getirdiği için hedef seçildiler. Ve bunu da onları küçümseyen ahmakların akıl vermeleri ile değil, sahip oldukları ideolojik-teorik çizginin zorunluluğu gereği, hiçbir karşılık beklemeden yaptılar.

Bu açlık grevlerini yadsıyan, açlık grevlerindeki devrimcilere akıl veren kliklere mesela Yüksel Direnişi’ni hatırlatmak gerek.

Hani şu kendi sendikaları tarafından darbedilen, ihbar edilen, tek başlarına da kalsalar mücadele edenlerden ve en sonunda da kendi sendikalarından ihraç edilenlerden bahsediyorum.

Ne yazık ki bu keskin sınıf savaşçılarına bir şey beğendiremiyoruz.

Zira buna açlık grevine de sokakta mücadeleye de “olmaaaz” deyip duruyorlar.

Aslında bu klikler, o çokça mahkûm ettikleri Perinçek’in utangaç versiyonudurlar. Çünkü en azından Perinçek karnından konuşmuyor. Gelgelelim bu utangaç klikler, mücadele edenleri “tek başına bir şey olmaz, işçi sınıfının ve halkların şahlanması lazım. Maceracılık yapmanın âlemi yok!” deyip mücadele içerisinde olanları tasfiye ettikleri gibi bir de psikolojik savaşla onları küçümseyen, mücadelelerine burun kıvıran o küçük burjuva kendini beğenmişlikleri ve kibirleriyle herkese akıl veriyorlar. Onlardaki çürümüşlük ve koku daha beter, daha keskin.

Bu akıl verenlerle Perinçek arasında biçimsel farklılıklar söz konusudur. Hatta akıl verenler, Perinçek’ten daha zararlıdır. Zira onlar, Perinçek’i mahkûm ederek, kendilerini temize çekmiş oluyorlar.

Oysa iki taraf da mücadele eden devrimcileri “maceracı, kandırılmış” gibi laflarla faşizmin devrimcilere yönelik insanlık dışı muamelesini perdeliyor. Buradan da suçu devrimcilerin üzerine atıyor. “Eğer uslu olursanız, devlet de sizi cezalandırmaz” diyor. Tabii bunu açıktan söyleyemedikleri için arkadan dolanıp mücadele yöntemlerini eleştirmeye kalkıyor, böylece kendilerini tatmin ediyorlar.

Türkiye devrimci hareketinin ustaları bize önemli bir miras ve deneyim bıraktı. Perinçek’in neye ve kime hizmet ettiğini tam da bu zemin bize öğretiyor. Biz onun gibi isimlerden nasıl ve ne tür zararlar geleceği konusunda kestirimde bulunabiliyoruz. Lâkin asıl önemli olan, pirinç çuvalının içindeki siyah değil beyaz taşlardır. Bu devrimcilere akıl verip duranların beyaz taş oldukları asla unutulmamalıdır.

Serkan Yıldırım
7 Aralık 2020