05 Ocak 2024

,

Solun Lale Devri


Solun Lale Devri: İnsanlar Neden Sessiz/Tepkisiz Kalıyor?


İçinde yaşadığımız sömürü düzenini sona erdirmede çözülmesi gereken en önemli sorulardan biri “Bu kadar sömürü ve zulme rağmen insanlar neden sessiz kalıyor?” sorusudur. Bu soru, ideolojinin ve aygıtlarının nasıl işlediği çözümlenmediğinde öznel ve idealist yönelsemeler içeren yanıtlarla açıklanma hatasıyla karşılaşabilir.

Bugün temel insan hakkı olan güvenceli iş, barınma, beslenme, eğitim ve sağlık hizmetleri, enerji kullanımı nüfusun önemli bir bölümünün erişimi açısından neredeyse ulaşılmaz noktada. İş cinayetleri, çocuk ve mülteci işçiler, yangınlar, seller, depremler, trafik kazaları, şiddet, ekolojinin tahribatı, kabalık, bozulan ruh sağlığı, insan ilişkilerindeki çürüme ve birçok toplumsal sorun hayatın gündeliği durumuna gelmiş durumda.

Sömürü düzenini son erdirmede nesnel şartların geldiği aşamayla öznel niteliğin/şartların kapasitesi arasında güçlü ilişki vardır. Saydığımız sorunlar nesnel bir tablo çizer. Öznel kapasite ise mücadele yeteneği, birikimi, deneyimi, geleneği ve donanımıdır. Bu da tek insandan ibaret olmayıp sömürü düzenine maruz kalan insanlar toplamının sınıf bilinciyle bir araya gelmesiyle oluşur.

Ülkemiz özelinde düşündüğümüzde, birçoğumuz yaşanılan sömürü ve zulüm kuşatması altında yaşanılan olaylara, kişilere, kesimlere hem bizim yaşadığımız hem onların yaşadığı hem de onların yaşadığı hâlde sesini çıkarmadığı haksızlıklar karşısındaki tepkisizliğe kızıyoruz, üzülüyoruz, verdiğimiz bir mücadele varsa bunun karşılığı olmadığını düşünerek, çıkmaz sokaktaki duvarla karşılaşmışız duygusuna kapılıyoruz. Hepsi de insani. Mücadele edenlerin öfkeli olması da gayet doğal, olmalıdır da.

Yakın dönemden birkaç örnek vermek gerekirse 2007 seçimleri sonrası 2009 belediye seçimleri öncesinde Ordu’da çiftçiler Karadeniz sahil yoluna fındık dökerek yolun saatlerce trafiğe kapanmasına ve bürokratların görevden alınmasına yol açmıştı. 2011’de Reyhanlı’da, 2013’te Soma’da insanlar ve işçiler katledildi; depremde on binlerce can göçük altında yaşamını yitirdi, tarikat yurtlarında çocuklar yangında kaldı ve başka yurtlarda tecavüze uğradı, çocuk yaşta evlilikler ve intiharlar gerçekleşti. En keskin örnekler olarak belleğimizde yer aldı. Her toplumsal vaka sonrası seçimlerde partilere çıkan oy oranlarına göre halka kızıldı. Tecavüzler ve iş cinayetleri sonrası ilgili kişilerin ailesinin adalet aramayışına kızıldı. Hepsi de insani duygusal tepkilerdi. 2024’e böyle geldik.

Verilen tepkiler ideolojik değildi. Örneğin çocuğu ya da iş cinayetinde katledilen eşi için adalet aramayan ya da bu arayıştan vazgeçen aileler/eşler için “Bu kadarı da nasıl olur, insan tecavüze uğrayan ya da iş cinayetlerinde katledilen canı için nasıl olur da ses çıkarmaz? Biz boşa çabalıyoruz, elimizdeki gerçek bu ama kabul etmemekten vazgeçmeliyiz, bizim derdimiz ne, bak yine sandıklardan çıkan oy oranları belli!” tepkileri toplumsal bir söyleme dönüştü.

Bir ailenin canı yandığında önce feryat ediyor, sonra hakkını arayacağını ifade ediyor. Mazlumun feryadından oy yönelsemesinin değişmesi bekleniyor ama bir günde oluşmayan yaşam felsefesi bir günde de değişmiyor. İnsanlar adalet aramada başarısız olanları, karşılarında baskı ve zor aygıtlarını gördükçe geri çekiliyor, öğrenilmiş çaresizlik yaşıyor, bu pasif ve atıl durum da yayılma etkisi gösteriyor.

Kayseri’de seyyar satıcıyla sorun yaşayıp tezgâhına el konan satıcının yanında gönüllü bir avukat, demokratik kitle kurumu, sendikalar, partiler yer almıyor; ezilen yalnızlaşıyor. Kötü örnek başka bir kötü örneğin yaşanmasının yolunu açıyor.

Bu sessizliğin ya da tepkisizliğin başka nedenleri de var. İşsizliğin çözümü olarak ülkemizde hâlen süren feodal bağların kurtarıcılığı devreye giriyor. Kapitalizmin değer tahribatı karşısında henüz tam çözülme yaşamayan feodalizm birçok sorunda düzenin imdadına yetişiyor. Kaderciliğin getirdiği kabullenme ve boyun eğme, yaşamdaki zorluklar karşısında tutunmanın bir aracına dönüşüyor. Feodalizmin hüküm sürdüğü bölge illerinde aidiyet devreye girip yoksulluk yoksunluğun karşısında geri plana itiliyor.

Bugün algı manipülasyonu diye gündelik dilde yer eden, bizi özünde ideolojinin kavram alanına, araçlarına ve işleme biçimine götüren toplum yönetimi anlayışı kızdığımız kesimleri şekillendiren bir gerçek olarak düşünülmelidir. Bu yüzden Nâzım’ın demeye de dilinin varmadığı ama “kabahatin çoğu senin canım kardeşim” diye sitem etmesinde bir ayrıntı var. “Kabahatin hepsi” demiyor sonuçta, “çoğu” diyor. Geriye kalan kısım, bugünün tartışılması gereken gerçeği.

Belirli bir eğitim sisteminden geçtikten sonra okuduğu kitapların etkisinde kalan sekülerin, çağdaşın, solcunun anlayamadığı bir gerçek var. Değişmesini ya da kendisi gibi düşünmesini istediği halk yığınları, sınıflar ve kitleler onunla aynı eğitimden, aynı “medenileşme” sürecinden, sorgulama aşamasından geçmiyor. Halk; günlük çıkarlarını önemseyen, kendine düşen görevi başkalarının yapmasını bekleyen, yolda karşılaştığı bir olayda şahit yazılmak istemeyen, propaganda yağmuru altında algısı çarpıtılan, bütünün ne düşündüğüne göre hareket edip doğruyu kabulün ölçütü olarak onu savunan nicel güce bakan bir yapıdır. Gündelik yaşamı içindeki koşuşturmacada kendi varoluşunu en asgari garantilerle sağmaya çalışır.

Orhan Veli’nin şiirinde geçtiği gibi “to be or not to be (olmak ya da olmamak)” gibi varoluş sancısı çekmez, ağırlıklı olarak fiziki bir ayakta kalma mücadelesini verir. Kendini savunanın da dışarıdan değil, içeriden yani kendi içinden olmasını ister; onu savunan ondan olmalı, derdiyle dertlenen olmalıdır.

Bir deprem yaşadık. Ülkemiz solunun önemli bir bölümü Hatay’ı dayanışma merkezi seçerek bütün varlığını burada konumlandırdı. Bir beklentiye girdi. Hatay’ın tarihi, kültürel ve sosyopolitik yapısı bu dayanışma tercihinde etkili oldu. Seçim sonucunda Hatay’dan çekilen sol, dayanışmayı bir lütuf olarak gördüğünden, yine halka kızdı ama gerçek şu ki seçimden sonra o şehirden sol çekilmişti.

Birkaç ayda oluşmayan sosyal yapı birkaç ayda da çözülmüyordu, çözülmesi de beklenemezdi. Bu tepeden bakışın sonuçlarını halk bir kez daha gördü, bu samimiyeti hissetmedi. Solun yaptığı da acı ve dayanışma turizmiydi. Halkın yanında kalan sollar az da olsa vardı. Temel ayrışma da burada başlıyordu, halkı nesne olarak değil, özne olarak görmek gerekliliği.

Bir insan ya da bir aile zulme maruz kaldığında neden tepkisi bir yere kadar gelip duruyordu? Durur çünkü bundan sonraki aşamada erdem ve politik sınıfsal bilinç devreye girer. Bunu da sağlayan sol gelenektir. Bu eksiklik, hak aramanın her aşamasında cüret, uzlaşma, geri çekilme, ikna olma, kabullenme gibi eylemlerle kendini gösterir. Bir aileye kızalım, çok öfkelenelim, onları “Bu kadarına da nasıl razı olur diye!” eleştirip umutsuzluğa düşelim. Kabul, ancak bir şartla.

Bir gecede işinden, ekmeğinden, emeğinden olan ihraçlar konusunda neden başka bir bütünlük ya da aile olması gereken sendikalar, partiler, siyasi oluşumlar direnme kararlığı göstermez, bunu gösterene de uzak durur? Solun en büyük açmazı içinde yaşadığı topluma dışarıdan bakıp onları bireyler toplamı görerek “aile” gibi en küçük bütünlükler özelinde tüm bütünlükleri geri saymasıdır. Bütünlük parça ve ayrışmazlık içerirken toplam, ayrıştırılabilir bağımsız tekillerin birleşimine işaret eder. Halk, ne sendikalarda ne partilerde bütünlüğü görüyor, aksine halkla kurulamayan ilişki sendikanın birey toplamına dönüşüp, halkın da aile olarak kalmaya çalışmasındandır.

Aile, en temelde içinde doğulan güven ve aidiyet içeren yapıdır. İlk öğretmen anne babadır. Sevgi de değerler de bağlar da ailede oluşur, kardeşlik bağı güçlenir. Halk da ailelerin kardeşliğine bağlı bir yapıdır. Bugün çağdaşlaşma ve ataerkillik karşıtlığı altında aileye saldırmak en başta halk bütünlüğüne saldırmaktır. Hatta mücadele eden çevreyi aile düzleminin dışına çıkarmak, mücadele içinde yer alan insanlarda aidiyet, karar ve cüret boşluğu oluşturur. Aile, her şeye rağmen parçasını kabul eder, bu da güven üretir. Güven üretmeyen hiçbir yapıda o yapının parçası ya da kendisi olarak görmeyen insan düşünceden mücadele aşamasına geçemez, çünkü insan ilişkilerinde güven geriye çekildiğinde fedakârlık da rafa kaldırılır.

Edebiyattan sanata sinemaya medyaya kadar düzenin çürümüş değerleri; insanın ve genin kötü ve insanın özünde vahşi bir varlık olduğu, yapısında bencilliğin bulunduğu, bu yüzden bütünlüktense tekil kalarak kendi kabuğunda yaşamanın en doğru yol olduğu üzerine şekillenir. “Başkaları için bir adım atmaya değmez!” telkininin asıl iletisi “kendiniz için bir adım atmayın”dır. Düzenin bütün propagandası bu iletiden ibarettir çünkü insanların birleşmesi düzen için en büyük tehlikedir. Dalmaçya adaları tarzı birbirinden kopuk ve birbirinin derdine duyarsız insan yığınları oluşturmak zulmün, baskının ve sömürünün devam etmesi demektir. Kimse için değil, atacağımız/atmayacağımız her adım bizim içindir, kendimiz için.

Duyarsız kaldığımız her çarpıklık; otobüste kavga, trafikte can tehdidi, kabalık, yoksulun yoksula şiddeti ve sırt dönmesi, fırsatçılık olarak bize geri dönüyor. Vücutta bir damar tıkandığında zamanla başka damarlar da tıkanır. Bu yüzden halk kitleleri içindeki bir çarpıklık tekrar bize ya da içinde yaşamamız istenen kabuğa darbe vurur. Bugün arkadaşlıktan dostluğa yoldaşlık ilişkilerine kadar tüm bütünlükleri insanca yaşama ulaşmak için savunmak zorundayız. Bizi sömürenler, ekonomik rekabetlerine karşı tüm baskı ve zor aygıtlarını yanlarına alıp sömürdükleri sınıfa karşı yan yana durarak sınıf bilinciyle hareket ederken bizim birbirimize Alevi, Sünni, Türk, Kürt, erkek, kadın gibi kimlikler üzerinden konumlanmamız daha fazla ezilip sömürülmemize neden oluyor.

Düzen bizden arkadaşlığa, dostluğa, aileye güvenmememizi; birbirimizin sırtına basıp yükselmemizi; fırsatçılığı ayakta kalmanın tek yolu olarak yaşam biçimi haline getirmemizi; psikolojimiz bozulursa ilaçlarla idare etmemizi, haz ve kurtuluş adına uyuşturucu kullanmamızı; her birimizin sosyal medya hesabımızın olup sanal muhaliflikle yetinmemizi; mahremiyetin yerine yüzümüzü, konumunuzu, tüm bilgilerimizi sosyal medyadan açık etmemizi; sürekli tüketmemizi, bankalara borçlanmamızı; insan gerçeğine dokunmayan kitapları okuyup yoz dizileri izlememizi, medya “Şundan nefret et!” derse ondan nefret etmemizi; alkol almayı demokratlık ilericilik kabul etmemizi; ünlülerin hayatıyla gündeliğe kapılmamızı istiyor.

Faşizm, insan şekillendirme ve insanları aynılaştırma sürecidir. Bu süreç; sınıf çelişkisi olan yoksula gerici, ırkçı, nefret dolu, otoriteye koşulsuz biat eden, yoksul insan karşıtı bir ideolojidir. Paramiliter bir güç oluşturur. Bu güç esnaftan da oluşur, işsizden de, yoksuldan da...Gezi’deki palalı esnaf da Eskişehir’deki sopalı fırıncılar da çocuk tacizcisi de halk bütünlüğü içinde değerlendirilemez. Objektif olarak bu şekilde hareket edenler var ama asıl sorun, faşizmin sokaktaki insanın davranışlarıyla yeniden üretilmesidir. Trafikte aracı üstünüze sürer, esnafsa girdiğiniz sokakta sizi inceler, yerde yatıp acı çeken birini videoya alır, tartışırsanız sizin görüntünüzü alır, bir parkta otursanız sizi olağan “şüpheli” diye bildirir, tanıştığınızda sizi Google’dan aramak için sohbet ediyormuş havasında memleketinizden girip kimlik bilgilerinizden çıkmaya çalışır, güçlünün yanında saf tutar, herkese şüpheyle bakar, aidiyetini meşru kabul edip kendinden olmayana fırsatını bulup saldırmaya çalışır, sorgulamaz, feodal kültürü yeniden üretir. Gücünü kendinden zayıf gördüğü insanlar, kadınlar, çocuklar ve sokak hayvanları üzerinden test eder, mahrem algısı yoktur, insanlar hakkında bilgi toplamayı ödev sayar. En makbul vatandaşın kendisi olduğunu kanıtlamanın yöntemlerini bulmaya çabalar. Yürüyüşünde ve konuşmasında külhanbeyi olmaya çalışır. Kendinden güçlünün önünde eğilir, bunu saygı kabul eder. Güruhla hareket etmeyi sever.

Faşizm, şekillendirdiği insana yeni bir kimlik ve kişilik kazandırır. Kutsal değerleri savunurken yoz işleri yapmayı meşru sayar. Dostluk ve arkadaşlık yoktur, çabuk kırılır, ihanete uğradığını düşündüğünde davasından anında vazgeçer. Aldığı emri yerine getirmek ritüelidir. Halk gerçeği bu kişilik yapısına göre inşa edilmez, edilmeye çalışıldığında halk diye bir şey kalmaz.

Artık halk cesur ama sınıf bilincinden uzakken solun önemli bir bölümü sınıf ezberci ama korkak. Bu çelişki de tüm değerlerin aşınıp bizi biz yapan bütünlüklerimizin parçalanmasına yol açıyor. Halka ve sınıfa bilinç taşıyacak olanlar, sınıf bilincinin ve mücadelesinin gereğini yapmaktan fersah fersah uzak.

Sol, kendini var eden tarihe sahip çıkmıyor. Bu mücadeleyi yükseltmek için yaşamıyla bayraklaşıp tarihin burçlarına dikilenler sol nezdinde kimsesizler mezarlığına çevriliyor. Yurtsuzlaşma da tarihle ilişki kurmanın köprüsü olan geçmişe sahip çıkmaktan geçiyor.

Burjuvazi ve egemenler, tüm manipülatif söylemleri zihinlere çeşitli araçlarla yerleştiriyorken sınıf mücadelesi vermesi gereken solun ne söylemi ne mücadele azmi aşılayan türküleri ve marşları ne edebiyatı ne de mücadelede halka bilinç aşılayacak medyası var. Kültür merkezi lokal, müzisyeni arabesk, dergisi liberal, çevresi “özgür” birey toplamı, kalbi Avrupalı, değerleri yoz, sohbet ortamı bar ve meyhane, sendikal etkinliği kokteyl, sendikal eğitim yeri otel lobisi, söylem alanı sosyal medya olanın halka kızmaya da hakkı yoktur.

Sol neden tepkisiz kalıyor? Solun önemli bölümünün ideolojik, siyasi ve ekonomik mücadele alanı kafe ortamına dönüşmüş durumda. Sosyal medyada son dönemde gelişen arşivcilik kültürü bize birçok meseleyi düşündürüyor.

Sol Müzik Arşivi adlı sosyal medya hesabının paylaşımlarına bakıldığında ülkemiz sınıflar mücadelesi tarihine katkı sunmuş birçok müzik grubu olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Bu müzik gruplarının her biri belirli bir siyasi çevre ve anlayışın üretimi. O zaman “mücadelesi olmayanın sanatı da olmaz” tespiti doğrulanıyor. Çevre liberalleşince ya da sınıf gerçeğine sırt çevirince müzik grubu da dağılma dönemine geçiyor.

Burjuvazi ve egemenler, halkı sınıflar mücadelesi tarihinden ayrıştırıp belleksizleştirirken sol da kendi öncellerine, ideolojisine, mücadele tarihine sırt çevirip kendi geçmişini reddederek sınıfı atıl duruma taşıyor. Sınıf hareketi olması gereken sendika konfederasyonunun depremde yitirdiğimiz canlar için pencere önünde “mum yakma” gibi bir anma içine girmesi sınıfta bilinç çarpıtmasına yol açar, açıyor. Romantik zamanlardan geçiyoruz!

İnsan’a güveniyoruz. Bir mumun geceyi devirebilme gücüne inanıyoruz ama sadece o geceyi devirir. Daha fazla insanın bütünlük içinde ışık vermesidir bizi kurtaracak olan. Halka kızamayız, halka kızmak için solun tarihsel sorumluluğunu yerine getirmesi gerekir.

Akbelen’de vatan toprağını savunmak için ağaca sarılan analardan, Kayseri’de ekmek teknesine ve emeğine sahip çıkmak için cüret eden, emeğine ve onuruna sahip çıkmak için yerlerde sürüklenen, derelerini savunmak için köyünü vatan diye savunan, üzümünü ve kayısısını yollara döken, OHAL şartlarında iş bırakan üçüncü havalimanı inşaatı işçilerinden, hakkını almak için birleşen motokuryelerden, market deposu işçilerinden ve adlarını saymakla bitiremeyeceğimiz yoksul halk kitleleri ve insanlarından öğreneceğimiz ve solun öğreneceği şey emeğin meşru gücünden gelen cesarettir.

Ermenek’te maden göçüğünden çıkarılan işçinin sedyeyi kirletmemek için gösterdiği davranıştan öğreneceğimiz, tevazudur. Kaybettiği yakınlarını bayramlarda ve mevlitlerde anan, onun için yemek veren halktan sahiplenme kültürünü öğrenip yaşatacağız. Kimle sofraya oturulacağını, kimin sevincini paylaşıp derdiyle dertleneceğimizi, kendi kültürümüzden utanmamayı hatırlamamız gerekiyor.

Bugün neden Filistin halkı Hamas öncülüğündeki direnişe sahip çıkıyor? Direnişi halk sahiplenmese üç ay boyunca siyonizmin gücünün karşısında bir avuç insan kırılıp giderdi. Ülkemiz solunun ve sendikalarının anlamamakta ısrar ettiği gerçek, halktan ve sınıftan kaçıp onları “geri” kabul etmesidir.

Bütün bu sorunları aşıp davranıştan ahlakına, sanatına, cesaretine, fedakarlığına ve duyarlılığına kadar bir bütün olarak “yeni insanı” sömürü düzeninin karşısına çıkartmak gerek. Mücadeledeki en büyük eksik ise gerçek bir sınıf hareketi ve partisi. Sınıf ailesini oluşturacak sınıf hareketi kurulduğunda o zaman sendikalar da volan kayışı olma görevini yerine getirmek zorunda kalacak, kalmazsa tarihin tozlu sayfalarında sararmaya yüz tutacak.

Fizikçinin dediği “Bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım!” iddiası gibi sömürüle sömürüle insanlığımızı yitirdiğimiz bu sömürü düzenini sona erdirecek olan sınıf hareketi/ailesi oluştuğunda dünya cennet olacak. Bunu başaramazsak işte o zaman iş cinayetlerinde can verdiğimizde onuru için bizi sahiplenip düzenin karşısına dikilecek bir eşe de çocuğa da dosta da sahip olamayacağız. Bizden alınmaya çalışan insan onurunu ve emeğimizi savunmak zorundayız. İşçi ve emekçiysek sömürüyle mücadele etmemiz için en başta sendikalarımızı harekete geçirmek için sesimizi yükseltmek zorundayız. Sendikal bürokrasinin rahatı kaçmasın diye sendika bürokratlarının her türlü direnme biçimini kırmak zorundayız. İnsanlık dışı bir yaşama razı olmamak için bu zorluğa göğüs gerebilmek adına emeğimiz için birleşmek zorundayız. “Zorundayız” çünkü bu düzen bize hiçbir insani değeri vermiyor, insan öğüten bir çarkın içinde kaybolmak istemiyoruz. Bize birleştiren ortak noktamız emeğimiz. Emek dayanışması ve emekçilerin birliği gerçekleştiğinde bizi kimliklere bölen burjuvazinin ve egemenlerin hesabı da boşa düşecektir. İşçi direnişlerinin öğretici bir yanı var, emekçiler hakkını aramak için birleştiğinden ne birbirinin kimliğini sorun yapar ne inancını ne de kültürünü.

İnsanız, insan olmakta ısrar ediyoruz. Güveni, samimiyeti, dayanışmayı, içtenliği, sahiplenmeyi görmediğimizde de umutsuzluğa kapılıp mücadele azmimizi zayıflatıyoruz. Yine söylemek gerekirse halka ve sınıfa kızamayız. Kimi öğrenci bir kez anlatınca kimi öğrenci birkaç kez anlatınca konuyu öğrenir ama aslolan öğrenciyle birlikte öğrenme sürecinin içerisinde yer almaktır ki o zaman öğrenme kalıcı hâle gelir. Depremin ardından solun çıkaracağı ders buydu ama sonuç nafile. Bir kere halkın yanında yer alıp seçim süreci tamamlanınca halk yine yüzüstü bırakıldı. Sınıfsız sömürüsüz düzen iddianız varsa yeri geldiğinde o halkın paramiliterleşip size saldırabileceği riskini de göze alıp meşruiyette ısrar etmek gibi sorumluluğunuz var demektir. Elimizdeki gerçek bu, halk da bu sınıf da. Öyle olmasaydı 12 Eylül’ü 13 Eylül’e bağlayan gece halk sessizleşir miydi! Halk 71 mücadelecilerinden fedakârlık istemedi, onlar kendi halkının gerçeğini bilerek yola çıktığından halka kime güveneceğini gösterdiler. Aynı aşk tanımı gibi âşık olunan talep etmediği hâlde ona kendinde olmayanı vermeye çalışmak.

Sözlü gelenekten sanat yapan bir halkın kültüründen gelmenin güveniyle, Turgut Uyar’ın şiiriyle yazımızı bitirirken onun dediğini yineleyelim: korkulacak hiçbir şey yok çünkü her şey naylondan. Sınıfsız sömürüsüz bir düzen için umut insanda ve bu yüzden bir adım bir adım daha ileri.

“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk” [Turgut Uyar]

S. Adalı
5 Ocak 2024

0 Yorum: