10 Ocak 2024

,

Onur


“bütün iyi kitapların sonunda
bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
meltemi senden esen
soluğu sende olan
yeni bir başlangıç vardır

[…]

nedensiz bir çocuk ağlaması bile
çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır”
[Edip Cansever]

 

1968 kuşağı, toplumsal anlamda atılım yaptığında tüm samimiyetiyle ve fedakarlığıyla halka ve sınıfa umut verdi. Öncesindeki Kavel direnişi, 68 kuşağının halkla bütünleşme süreciyle birlikte 15-16 Haziran büyük işçi hareketini ortaya çıkardı. 71 kopuşuyla birlikte sömürüsüz bir düzen ve bağımsız bir ülkede yaşama hedefi netleşti. Anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-faşist mücadele hedefe ulaşma yolunda ideolojik hattın temeliydi. Kolay bir yol değildi ve öyle de olmadı. Sözde ve yazıda savunulan bu duruşun hayatın içinde de gösterilmesi inanç, bedel ödeme, kararlılık, özveri, güven verme, saygı, mütevazılık, sürekli yenilenme, yoldaşlık ilişkilerinin geliştirilmesi, her yaştan yoksul sınıflarla ve farklı kesimlerle bütünleşme gerektiriyordu. 

Mücadele deneyimi olmayan bu kuşağın, en önemli gücünü kararlılık ve haklı olmanın meşruiyeti oluşturdu. Dalga dalga yayılan ve ivme kazanan sınıfsal ve toplumsal dinamik karşısında paniğe kapılan burjuvazi ve egemenler, 12 Mart darbesi yeterli olmayınca sahaya emperyalizmle işbirliği yapan faşist paramiliter çeteleri sürdüler. Her ne kadar tartışmalı yönü olsa da -kimi sol çevreler için bu eleştiriler geçerli de olsa- 74 affı sonrası tekrar toparlanan sol çevreler faşist çetelerin dağıtılmasında, tersane ve fabrika grevlerinin örülmesinde, özgür üniversite mücadelesinin verilmesinde yaşamlarıyla bayraklaşarak sınıflar mücadelesi tarihindeki yerlerini insan güzeli yoldaşlarıyla aldılar. Maraş, Çorum, öğrenci, işçi, köylü, emekçi katliamlarına rağmen faşist güruhla mücadele devam ederken kazanımlı grevler, sendikaların kurulması, boykotlar, halkla daha güçlü bağlar geliştirilmesi, Fatsa özelinde sömürüsüz düzene geçişin denenmesi de tarihe köşe taşları olmuştur. Tüm bu sürecin ardından dalgakıran olarak 12 Eylül gelir. Getirmek istediği düzeni hemen yerleştirmese de takvimler 12 Eylül’de kalmıştır. Herkesin takvimi farklı işliyor.

“12 Eylül toplumun üzerinden silindir gibi geçti, ülkenin karanlığı doğdu, bir kuşağın hayalleri yıkıldı!” söylemine sığınanlar, aslında 12 Eylül’ü bir güne indirgeyenler, yenilgiyi o gün kabul etmiş olanlardır. Nicel açıdan en kitlesel çevreler birbirine mahalle yasağı koyarken darbeye bir gün direnemedikleri için bu söylemi geliştirdiler. Darbeye direnen, ona karşı çıkan, nicelliği değil de kararlılığı ve verdiği sözü unutmayan, duvara yazdığı yazının bedelinin de ne olduğunu bilenler, sömürüsüz bir düzene inananlar, halka da sınıfa da sırt çevirmeyip hem zindanlarda hem sokaklarda halk ve sınıf üzerinde kurulmaya çalışılan baskıyı kırmanın yollarını aradılar.

Tarihin tekerinin geriye gitmeyeceğini bilerek, nostaljiye sığınmıyoruz. 2000 sonrasında daha da netleşen tablo, solun tahrifatının netleşmesi oldu. Ne onları var eden ideolojiye ne o ideolojiyi yaşatmak için tarihte anıtlaşan yoldaşlarına ne kendilerine destek veren halka ve sınıfa ne de devamcısı olmaları gereken tarihe, geleneğe, değerlere sahip çıkabildiler.

Mücadele azim, kararlılık, cüret, bedel ödeme, kendini yenileme istiyordu fakat bu zorlu süreç, 12 Eylül gününde olduğu gibi teslimiyete ya da kavgasız bir yenilgiye feda edildi. Kimi bar ve meyhane açtı, kimi sendikalarda bürokrasi kurdu, kimi vekil pazarlıklarına girişti, kimi yayınevi kurup lobi oluşturarak kitap-dergi-gazete çıkardı ya da ödül dağıttı. Sorunun kaynaklarından biri, inanç yitimiydi. O yüzden bu çevreler 12 Eylül günü yenilmediler, asıl yenilgi darbe mahkemelerinde başladı. En kitlesel olanlar, sola trafik kurmaya çalışanlar/rota belirlemek isteyenler, henüz bir mücadele çevresi olmadıklarını mahkemelerde ilân ettiler. Bu çevrelerin içinde yetişip kararlılıkla duranlar da oldu tarihte bayraklaşanlar da.

Bugün yoksul halk kesimleri umut ve güven krizi yaşıyor. İnsan tükenme noktasına gelirken aileden arkadaşlığa ve halka kadar hiçbir bütünlük neredeyse kalmadı. Nasıl ki tek insan, temel güven ihtiyacı karşılandıktan sonra aidiyet duyuyorsa halk da sınıf da aynı süreçten geçer. Bireyci anarşizme sığınıp bir emekçiyi yaşadığı haksızlıktan dolayı ses çıkarmadığı için eleştirmek, sömürüsüz düzenin kurulmasına en baştan set çekmektir, umutsuzluğu aşılamak ve tarihin yasalarını kavrayamamaktır. Asıl mesele, insan tekinin hikâyesine değil, insan teklerinin bir hikâyeyi yaşadığına odaklanarak kitlelerin bu bilince erişmesi üzerine mücadeleyi kurmaktır. 43 yıl inişleri çıkışlarıyla her yılın 12 Eylül’de takılı kalmasına tanıklık edildi. Sınıf mücadelesinin 13 Eylül’e taşınamadığı koşullarda kaybeden “insan, halk ve sınıf oldu.

Sadece 68’den beri mücadelenin içinde olan, 78’den beri geri çekilen/devam eden insanların aileleri de dâhil olmak üzere emek mücadelesiyle bir şekilde tanışmış, etkilenmiş, ona umut bağlamış, bir süre yer almış, uzaktan-yakından destek vermiş, sempati duymuş milyonlarca insan var. Bir araya gelemememizin asıl nedeni, özellikle 90 sonrası dâhil olmak üzere, hiçbir siyasi çevre dışarıda kalmayacak şekilde bir bütün olarak solun yaptığı hatalardır.

Ezilen ve sömürülen insanlar olarak aranan güven duygusu karşılanmadığında ya düzene gidiliyor ya da düzen ve kurtuluş ideolojisi arasında geliniyor. Sonuç da u/mutsuzluk, değersizlik, inanç yitimi oluyor. İnsan, insana kurt oluyor. Mücadeleye katılacak bu kadar çok insan, geçmiş deneyimler, bedeller, yaratılan değerler, hatasıyla doğrusuyla onurlu bir tarih varken, bugün sistemin çarkları tarafından öğütülmemek için kendi başımıza ya da kendi küçük çevremizde insan kalmaya çalışmak her ne kadar insan olarak başarıysa da bize verilen en büyük ceza.

Tüm mücadele kapasitemizin sınıfsız-sömürüsüz bir düzen karşısında iştirak oluşturulamayacak şekilde atıl bırakılması, zor da olsa bedel de gerektirse, kurtuluşumuzun artık bir ütopya olarak algılanması. Ütopyalar, deneyimlenmediği için ütopyadır. Oysaki Sovyet, Çin, Küba, Paris Komünü, Vietnam direnişinin gösterdiği gibi sınıfsız-sömürüsüz bir düzen eksikleriyle de olsa deneyimlendi. Faşizmin, ülkemizde geriletildiği dönemler de oldu, Berlin’e işçi-köylü bayrağının çekildiği de oldu.

90 sonrası süreçte tüm bu deneyimler, “totaliter” diye kitlelerin zihnine işlenerek bireysel özgürlükten ödün verilmemesi gerektiği, insanın “özünde kötü ve bencil” olduğu, kimse için mücadele edilmemesi gerektiği telkin edildi. Sonuç, bugün yaşanan sömürü ve bunalım.

İşçi sınıfının yolunu kendi yolu belleyenlerin tarihini devam ettirdiğinin propagandasını yapan eğitim sendikaları üyeleri bile bireysel özgürlüğü ve birey olmayı en yüce ideoloji olarak pratiğe döktü. Alkolsüz yapılamayan sohbet ve etkinlikler, yoldaşlık ilişkilerinin bulanıklaştırılıp flörte evrilmesi, eleştiriyi küfür saymak ya da sessizlikle yanıt vermek, kariyerizm, dayanışma kültürünün ticarileşmesi, üstenci bürokratik dilin ilişkilere sirayet etmesi ve daha birçok çarpıklık mücadele kapasitesi olan insanları, işçileri, emekçileri umutsuzlaştırdı. Düzenden aldığı kültürü yaşatıp mücadele verdiğini sanan sol çevreler yeni bir düzen kuramazlar.

Ülkemizin sınıflar mücadelesi tarihinde yaratılan değerleri, üretilen türküleri, duvarlara yazılan sloganları bedel ödeme kararlılığı ortaya çıkardı. “Yeni insan” idealinin hayata geçmesi müziğinden edebiyatına, resmine, karikatürüne, sinemasına-tiyatrosuna; afişinden sloganına, kullanılan dile, verilen sözü tutmaya kadar zorlu bir süreç istiyor. İnsan tekinden, kendisini dönüştürmesi ve ideal düzene ulaşılması yolunda adımlar atması beklenemez. İnsanı bir bütün olarak ideoloji şekillendirir. İdeolojiyi de davranış biçimi ve yaşam kültürü oluşturmak yaşatır. Tek tek insanların bunu yapacak gücü yoktur, olsa da bu dönüşüm “Herkes kendi kapısının önünü temizlese şehir tertemiz olur” safsatasından beklenen eylemsellikle aynı noktada buluşur.

Mütevazılığı, yaşamın anlamını, yurt ve insan sevgisini, değerleri, bilinci, davranış biçimini, ahlakı ve erdemi, sahiplenmeyi, disiplini ve özdisiplini, verilen sözü tutmayı, güvenirliği, sevgiyi, samimiyeti, cüretkarlığı, insan kullanmamayı ve üstenci olmamayı ancak sınıfsız sömürüsüz düzen ideolojisi verir, çünkü yaşamın anlamı bireysel değil, kollektiftir, aşkındır. Bu kollektifi sağlayıp insanı kozasından çıkarıp yaşama katabilecek İdeolojiyi de ancak sınıf partisi/hareketi verir, insan teklerini dönüştürüp birleştirerek düzene karşı mücadelede elleri birleştirecek yapı da odur.

Burjuvazi, ideolojilerin bir din olduğunu ve disiplinden uzak durmak gerektiğini söylüyor. Dinler insana bir yaşam biçimi verir, evet, ideoloji de insana yaşam biçimi ve değer verir. Din, bir cennet vaadinde bulunur ve bunun için nefsin terbiye edilmesini salık verir, fakat kurtuluş ideolojisi cennetin ellerimizde ve bu dünyada olduğunu önerir. Öyle olmasaydı, Sovyet deneyimi yaşanmazdı.

Din, kurtuluşun genel olarak bireyin kendi kendini eğitmesinden geçtiğini telkin eder, çünkü ona göre din yaratıcı ile insan arasındadır, ideolojiyse kurtuluşun birleşmekten geçtiğini, cennetin ezilen ve sömürülen insan topluluklarıyla burjuvazi ve egemenler arasında verilecek mücadeleyle bu dünyada kazanılacağını savunur.

“Yeni insan”ı yaratacak olan, bu nedenlerden ve gereklerden dolayı sınıf hareketi ve mücadelesidir. Aksi takdirde düzenin yarattığı insan; ideolojiyi baskıcı, sömürüsüz bir düzeni totaliter, insan kardeşini rakip, insan olmayı ütopya, yoldaşlığı arkadaşlık, bencilliği insan olmanın gerekliliği olarak görür. Bu bağlamda dinlerin erdem öğretileri ve inanç sahibi insanlar dışlanmadan emekçilerin birliğine katılmalıdır.

Yaşamımızı kurtuluş ideolojisine göre şekillendirirken düşünce ve davranış tutarlılığı aynı hikâyenin içinde yer aldığımız insanlara örnek olur. İyi örneğin yayılması kötü örneğin yayılma hızına göre daha yavaştır ve zorludur. İyi örnekler yayılırken bilinç ve davranış şekillendireceği için kalıplaşmış davranış, söylem, bilinç ve alışkanlıkların duvarıyla karşılaşır. Duvarı yıkılan insan, yeni duruma uyum sağlamaya çalışırken değiştirilmesi gereken alışkanlıklarını geride bırakmakta zorlanır. Bu sürecin en zor yanı, sistemin tüm aygıtlarıyla insanın zihnine yaptığı işgaldir. Bu yüzden emperyalist işgal önce zihinlerde başlatılarak sisteme tepki vermeyen bireyler üretilir. Özgürlük, yaşam biçimi, kimlik, yüce bireylik, “kaliteli yaşam” pratikleri/tüketimleri, kendini en değerli hissetme düzen tarafından aşılanır. Başka bir dünyanın mümkün olmadığı, teslimiyetin özgürlük olduğu, kalabalığa karşı gelmemenin gerekliliği bilinçlere yerleştirilir.

Burjuva düzeninin emekçileri dizginlemek adına koyduğu toplumsal ve bürokratik kurallara uyulması için rıza üretilmeye çalışılır. İzlenen filmlerde, yazılan edebi metinlerde, dinlenen şarkılarda insan doğasının bencil, vahşi, ilkel olduğu propagandası yapılır. O yüzden bu kurallar bürokrasisi devam etmelidir. Bir yönüyle “geçerlidir”(!) çünkü burjuva hukuku devre dışı kaldığında insanın o “vahşileştirilen” doğası ortaya çıkar, o doğa oluşsun diye insanın insan olma gereği olarak özünde bulunan eşit, özgür ve insanca yaşama hakkı her alanda bastırılmıştır. Bastırılmışlığın sonucu, hukuk olmadığında, şiddet ve uyumsuzluk olarak belirir, fakat bu doğa kapitalizmin eseridir.

O vahşi kabul edilen ilkel toplulukların töre ve normları bile bu düzenden daha insanca ve demokratiktir. Düzenin yarattığı insan, yetki verildiğinde herkesi ezmeye çalışır; “ilkel” doğasına cevaz verildiğinde pedofili ve şiddet ortaya çıkar. O yüzden bu düzenin insanları kırılgandır, çünkü portakal ağacından muz vermesini bekler. Düzenin insan tipiyle kurulan arkadaşlık, dostluk, ilişkiler bir yanılsamadan ibarettir; tüm insan dışı değerlerle ve alışkanlıklarla ilişkiler kurulur, sonucu da hayal kırıklığıdır. Gözden kaçırılan da insan olmanın bu olmadığıdır. Böylece kimsenin vakti yoktur, durup incelikleri düşünmeye.

En başta kendimizi dönüştürüp tevazuyu, kararlılığı, cüreti, değerleri yaşatmayı ve bunun yolunun da bedel ödemekten geçtiğinin bilincine varmamız gerekiyor. Tek başımıza bunu yapmamız mümkün değil, tek insanın cesareti ve erdemleriyle sömürü düzeni sonlanmaz, yeni insan idealine ulaşılmaz. Böyle bir sınıf mücadelesi hareketi yok diye de “tek insanın” cesareti, kararlılığı ve onurlu duruşu da “gereksizdir” ya da “Don Kişotluktur” demek de haksızlık olur.

Bazen tarihin tekerini insan tekinin yıktığı ilk domino taşı da devirebilir. Bugün bu onurlu insan “tekleri” sınıf mücadelesi vermesi gereken hareket, çevre ve sendikaların tarihsel görevini yapıyor, bu da düştüğümüz durumun vahametini gösteriyor. Okulların duvarları faşist yazılarla doldurulurken, harcında 78 kuşağının teri ve canı bulunan mahalleler dini kullanan şeriatçı yapıların yuvasına dönüşürken, aynı mahallelerde uyuşturucu çeteleri hem yoksul halk çocuklarını zehirleyip hem de kendi aralarında yaşanan çatışmada işten dönen gençlerin canını alırken, solun ve sendikaların bu sessizliği umutsuzluğu daha da perçinliyor. Bu, tali bir sorumluluk değil, aksine sol olmanın en onurlu görevlerindendir bu çarpıklıkların karşısında durmak.


Ne Kayseri’deki seyyar satıcının ne Tokatköy’de evlerinin çatılarına çıkarak yurtlarını yuvalarını koruyan mahalle halkının ne işi ve onuru için direnen emekçilerin ne barınma hakkı için parklarda yatan öğrencilerin gösterdiği kararlılığı ve cüreti sol gösterebiliyor. Ayrı ayrı emekçi ve ezilen direniş dinamikleri ivme kazanırken kendiliğindenciliğe teslim olan sol, o geri ve bilinçsiz kabul ettiği halkın yanında küçük burjuva kalıyor ve direnişleri birleştiremiyor. Kendiliğinden hareket eden halk ve sınıflar bile soldan ileride duruyor.

Ne olursa olsun onurlu bir yaşam için bu düzenin insanı olmamak gerekiyor. Netfliks dizileri izlemek, yoga kurslarına gitmek, şiir dinletilerine katılmak, tiyatro izlemek, sinemaya gitmek, barlarda bira içmek, kahve zinciri mağazalarda kahve tüketmek, saatlerce sosyal medyada vakit geçirmek, trekkinglere katılmak, mahremiyeti hiçe sayıp her bilgimizi ve konumumuzu paylaşmak, Batılı yaşam ritüellerini yaşamak/yaşatmak, dijital oyunlar oynamak, kredilerle araçlar alıp son ses müzikle hızla abartı egzozla gezmek, tepkilerimizi sosyal medyadan vermek, okuma gruplarına katılmak, kursları takip etmek. Farklı kültürlere diş bilemek, “nefret et!” denilenden nefret etmek, acı modası pratiklerine katılmak, ırkçı faşist söylemleri ve sembolleri değer kabul etmek, burçlardan ve doğal taşlardan olumlu enerji ummak, fallarla geleceğimizi öğrenmeye çalışmak (aslında sömürüleceğimizi), insan doğasının kötü olduğunu telkin eden kitaplara ve dizilere yönelip ilk darbede bu telkinler haklıymış demek... Güzel! Hiçbiri de yaşamın anlamı olmadığı gibi an’a tutsak edilmiş kopya yaşam biçimleri, sonu da umutsuzluk, yalnızlık, depresyon...

Mücadele etmek, düzen içinde savrulmaktan ve çürümekten her şekilde üstündür. Umut, değer, bilinç aşılar; insanlaşma yolunda adım attırır, hedef belirler. Amaca bağlanmayan bir yaşam, dağılmaya mahkûmdur.

Sola ve yeni insana en çok da bugün ihtiyacımız var. “Nostaljiye sığınmıyoruz” demiştik, aradığımız ve özlediğimiz en önemli değerlerden biri, bu tarihin yapıcısı olmak için aramızdan ayrılanların tevazusu, saygın kişilikleri. Geçmişin mücadelesine ve kitleselliğine özlem değil bu. Bugün en kitlesel olan hareket ve çevreler bile ideolojik bunalım yaşadığından sürekli yenilgi yaşıyor, tarihe yön veremiyor, haklı olmayı tek başına yeterli görüyor ama haklı olmanın mücadele etmenin ilk nedeni olduğunu unutuyor.

Neler Yapılabilir, Nereden Başlanabilir?

Sofokles’in oyununda kardeşinin ölü bedenini kral olan amcasına karşı çıkarak gömüp bir mezarı olmasını isteyen Antigone'nin trajedisi konu edinir. Antigone’nin kardeşi aynı zamanda kralın yeğenidir, fakat vatana ihanetle suçlanarak yurt toprağına gömülmesi yasaklanır, cesedini vahşi hayvanların parçalaması ceza olarak belirlenir. Gömmek isteyen de cezalandırılacaktır. 2500 yıl öncesinin metninde kardeşlik hukuku, insan olmanın onuru, mezar hakkı tüm bedeller göze alınarak savunulur. O yüzden mezarlarınızın olmadığı yer yurdunuz değildir.

Mücadele tarihini yaratan, kurtuluşa ve sınıfsız sömürüsüz düzeni tek geçerli düzen olarak görüp bedenen aramızda bulunmayan insanların yattığı vatan toprağı, onların devamcısı olan sollar tarafından kimsesizler mezarlığına dönüştürüldü. Bu çarpıklığın nedeni ne burjuvazi ne de egemenler. Antigone olmayı göze alamayan hareketler ve çevreler.

Kendi ailesini sahiplenmeyenler başka aileleri de kurtarma iddiasında bulunursa sınıf tarafından samimiyetsiz bulunur. Günün en acil ihtiyaçlarından biri, nereden ve nasıl geldiğimizi hatırlayıp kendi takvimimizi yaşamak. Samimiyet ve güvenin olmadığı yere sınıf da halk da gelmez. Aidiyet ve güven ihtiyacı değerlere sahip çıkılarak yaşatılmazsa, ki yaşatılmıyor maalesef, kitleler de “Başkası için değmez!” söylemine teslim olur. O yüzden vatan toprağı tam olarak orasıdır.

Takvimi olmayan bir mücadele gündeliğe mahkûm olur. Sendikalı bir öğretmen, bağlı olduğu sendikanın tam kapanmayı savunduğu bir dönemde kendi okulunun laboratuvarında dezenfektan üretirken yaşamını yitirdiği hâlde; emekli bir öğretmen deresine, suyuna, doğasına sahip çıkmak için fiili meşru demokratik mücadele verirken orantısız güç karşısında yaşamını yitirdiği hâlde; sınıfta öğrencilerinin yanında azarlandığı için bunun yükü altında onurunun ezildiği için yaşamından edildiği hâlde bu insanların bağlı olduğu sendika, bastırdığı takvime bile bu öğretmenlerin adlarını ve fotoğraflarını koymuyorsa, onların adını yaşatmak için mücadele vermiyorsa, o zaman sınıf bilinci olmayan kitlelerde de “Kim için, ne için mücadele?” sorusu bir savunma biçimi olarak yaşam felsefesine dönüşür.

Aldığı grev kararından dolayı işinden, emeğinden, öğrencilerinden yoksun bırakılan eğitimciler, kararı alan sendika genel merkezinin yaşanan sonuç karşısındaki tepkisizliğine rağmen her gün aynı alanda yerlerde sürüklenmeyi göze alıyorsa o zaman sınıfta güven kaybı yaşanır. Solların etkili olduğu mahallelerde duvarlar ve iş yerlerinin duvarları faşist propagandaya teslim edilip çetelere bırakılırsa o zaman halkta ve sınıfta güven kaybı yaşanır, bedel ödemek göze alınmaz. Mahalleye ve sınıfa baskı uygulanırsa aldığınız ilk darbede halk ve sınıf sizden uzak durur.

Kadın, erkek, Türk, Kürt, Arap, Alevi, Sünni vb. kimliklerimiz fark etmeksizin bu vatan bizim, emek bizim, gün bizim, tarih bizim, gelecek bizim. O yüzden sömürüyle karşı emeğimizi, emperyalizme karşı vatanımızı birlikte savunmak zorundayız. Ayrıştıkça geriliyoruz, geriledikçe dağılıyoruz, dağıldıkça yitip gidiyoruz, milyonlarca insan olarak hiç yaşamamışız gibi. Ne dünyayı şekillendiren emeğimiz ne de üzerinde yaşadığımız toprak, ne bir avuç egemenin ne de emeğimizi sömüren burjuvazinin. Bu yüzden emek ve üzerinde emek verilen vatan toprağı en yüce değerlerdir. O toprağın tarihini yaratanlar onlar değil; Yunus’lar, Pir Sultan’lar, İshak’lar, Karacaoğlan’lar, Dadaloğulları, Kurtuluş Savaşı veren yoksul halk, 71 ve 78'in mücadelecileri ve onların yolundan sapmayanlar, greve giden işçiler ve emekçilerdir. Kendi tarihimizi ve takvimimizi bilmek zorundayız.

İdeolojiden ve politika yapmaktan kaçmamız isteniyorsa asıl ideoloji ve politika her dakika sömürülmemiz ve insanlığımızı kaybetmemiz, birbirimize ve kendimize düşman olmamız için işliyor demektir. İdeolojinin ve politikanın dışında canlı ve cansız hiçbir varlık kalamaz. Bütün yaşamımızı o belirliyor. Karşı politika olarak sınıf mücadelesini savunmakla sorumluyuz. En başta kendimiz için. Uyuşturucuyla mücadele etmeyi sol olmak değil, gericilik diye kabul edersek bu çürüme gelip bizim ailemizi bulur. Emeği için direneni sahiplenmezsek bir sonraki güvencesizliğin ve haksızlığın bizi bulması için taviz verir, alan açarız.

İnsana, birbirimize, sınıf mücadelesine güvenmek zorundayız. İnsan doğasını kirleten sömürüye karşı, tüm yanlış ve hata yapan sollara rağmen sınıf hareketini ve dinamizmini yadsıyıp kendi köşemiz sandığımız temeli çürük zemine çekilemeyiz.

Yaşanan biten anları değil, sürece ve yaşama yayılan mücadeleye bağlandığımızda değersizlik, depresyon, çürüme bertaraf edilir. Günceli değil, kendi gündemimizi sürekli dayattığımızda tarihi biz yazabiliriz. Sömürü düzeninin devam etmesi için bize sunulan medyayı ve zihin işgal eden sözde kültürü reddettiğimizde birbirimizi görebiliriz.

Arkadaşlığı, dostluğu ve en başta aileyi savunmadığımızda değersizlik kıskacında yaşamımız sıkışıp kalır. Kırılmayı, hayal kırıklığına uğramayı göze alıp insanın dönüşebileceğine inandığımızda kendi kültürümüzü üretebiliriz.

Burjuvazinin müziğini dinleyip bireyci metinlerini okumak yerine insana dair tüm değerleri ve duyguları diyalektik bir bakışla üreten kendi müziğimiz dinleyip bizi biz yapan şairleri ve yazarları okuyarak işgal edilen zihin coğrafyamızdan emperyalizme ilk darbeyi vurup tekrar insana ve halka güvenebiliriz.

Tüm kırılmalar, güven kayıpları, başarısızlıklar, hatalar ve yanlışlara rağmen sömürü düzeniyle mücadele etmek mi daha zor ve insanca yoksa en başta kendimize ve insana güvenmeyip bir ömür sömürülüp yozlaştırılmak mı? Bu soruya vereceğimiz yanıt nasıl bir yaşam istediğimizi belirler. Bu yanıt davranışlarla pratiğe dökülüp hayat sürdürüldüğünde, anlam da kendiliğinden gelecektir. İlkini yapmak daha zorsa o zaman aileden, arkadaşlıktan, dostluktan, ilişkilerden, komşuluktan, birlikte olmanın neleri başaracağından umudu kesmek gerekir ki böyle yapıldığında gidilecek yer bir uçurumun kıyısıdır.

Hiç yaşamamışız gibi bu yaşamdan çekilip gitmeden önce nasıl ki bizi yaşarken kimse görmedi yalnızdık diyorsak çekip gittiğimizde de mezarımızda bir tane çiçek olmayacak ve gerçekten hiç yaşamamışız gibi unutulacağız. Yaşarken kimlerle ilişki kurup hangi değerleri yaşatıyorsak yaşamımızı yitirdiğimizde de ya kimsesizliğe mahkûm ettiğimiz bir yerde kalacağız ya da yaşadığımıza tanıklık edenler bizi yalnız bırakmayacaklar.

İnsana, sınıfa ve halka güvendiğimiz için bizim yanıtımız şudur: “Mücadele, tek geçer yoldur; iştirakimizi genişletmek zorundayız”. Mücadele ettiğini iddia edenlerin yaydığı umut kırıcı söylemlerini kabul etmiyoruz. İnsan olmakta ısrar ediyoruz her şeye rağmen, çünkü insan da sınıf da halk da değişmedi, Sol değişti.

S. Adalı
10 Ocak 2024

0 Yorum: