07 Ocak 2024

Postmodern Akıl


Bastırılmış Muhafazakâr Düşüncenin

Geri Dönüşü Olarak Postmodern Akıl


Felsefe tarihinde mutlak anlamda mağlubiyet veya galibiyet söz konusu olsaydı, şu an pek çok karşıt görüş olmazdı, çünkü galip, mağlupların meşruiyetini yok ederek hükümranlığını ilân ederdi ve tek doğru olurdu. Belki böylesi bir hükümranlık, doğa bilimleri denilen alanda bir dereceye kadar mümkündür, ama sosyal bilimler denilen alana dair o kadar kesin konuşmayız.

Althusser, felsefi görüşlerin mutlak anlamda mağlup edilerek yok edilemeyeceğini belirtir.

“Felsefede, bilim alanındaki olağan anlamıyla ‘hata’ olmaz… Hasım hiçbir zaman tamamen yenilmez… Felsefe tarihi dediğimiz bu tikel ‘tarihin’ kendine özgü yanı, çok uzun süreli ve şiddetli bir mücadele sonunda eskisini alt eden ve egemenliği altına alan yeni bir felsefenin, eskisini tamamen yok etmemesi olarak tanımlanabilir.” (Althusser, 2006: 91-92)

Fransız Devrimi sonrası pek çok muhafazakâr -ya da Alâeddin Şenel’in dediği gibi- sağcı düşünür, Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan düşüncelere sonsuz eleştiri yöneltmişlerdir. Edmund Burke, Arthur Schopenhauer, Herbert Spencer, Friedrich Nietzsche, Henri Bergson, Ortega Y. Gasset ilk akla gelenler (Şenel, 1968). İsimlere dikkat edilirse görülür ki bu isimler, pek çok yaklaşıma referans gösterilmek üzere yirminci yüzyılın sonlarında yeniden popüler hâle gelmişlerdir. Ortak noktaları, öyle ya da böyle, Marksizm’e karşı olmalarıdır. Postmodern düşüncede sahip oldukları konum da ayrıca belirtmeye değer.

Türkiye düşünce alanında ilginç durumlar laboratuvarı. Nietzsche’yi seven ama sol düşünceye aidiyet hissettiğini ifade eden insanların varlığı, bu tür bir eklektizme yönelik bir eleştirinin hayatiyetini doğrulamaktadır. Kültürel olarak sağda konumlanmış bir sol düşüncenin tarlasından çok muhalif fikirlerin yeşermesi beklenmekte, ama ürünün tohumda saklı olduğu unutulmaktadır. Bu durumun sebepleri arasında Türk yönetici elitinin kafasındaki ekonomik ve siyasi modelin sol düşünce tarafından yanlış yorumlanması olduğu kadar, Yalçın Küçük’ün ifade ettiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu siyasi elitlerinin halkçılık programı ile sosyalistleri solculuklarından, tasavvuf programı ile de sağcıları muhafazakârlıklarından alıkoyarak hem solcuları hem de sağcıları sözsüz bırakması vardır.

Kemalist Devrim aslında bir restorasyon çabası olarak görülebilir. Yani en devrimci göründüğü zamanda bile köycüleşme hamlesi, entelektüel olarak devlete sadık kapıkulu aydın yetiştirmesi ve Türk muhafazakâr düşüncesiyle birleşip Tanzimat kötülemesi yapmasıyla belki de zaten bir restorasyon olarak ortaya çıktığını tesciller. Hiçbir zaman daha ileri gitmek istemez, çünkü ilerisi sosyal olarak karışık görünür. (Küçük, 1988). Pozitivist düşünceyi kılavuz edinerek toplum mühendisliği dolayımıyla yeni bir millet yaratmaya çalışır, ama yaratmak istediği toplum modelinin altyapısal gerekliliklerinden sürekli tedirginlik duyar ve İnsel’in deyimiyle ‘düzen ve kalkınma’ (İnsel, 1996) kıskacında salınır durur.

Burada şunu belirtmeliyim ki devletin bütün tarihsel zaaflarına rağmen ben, kavram olarak cumhuriyeti ve laiklik düşüncesini kötüleyerek ve icracı ile icra edileni özdeş tutarak, olanı kötülerken olması gerekeni hiçleştirerek daha iyi yaşam olanağını yakalayabileceğimize inanmadığım için sırtımda devasa ağırlıkları, suçları taşıyıp kan ter içinde sonsuzluk çukuruna atmadan, bananeci bir tavırla, tarihe kişiler ve hınç üzerinden bakan yaklaşımlarla bu yüzyılda artık özgürleşilebileceğine inanmıyorum. Hele ki tekelci düzen, her ayrılığı büyük kışkırtmalara sebep olarak sunarken ve masum insanların acılarını sözde destekleyerek o anki konjonktürde çıkarlarını realize ederken, tiksiniyorum tekellerin kanallarındaki anmalardan ve insanı zerre sevmeyen patronların kâr hırsının masum insanları düşürebileceği içler acısı hâlden ve kardeşlik ve sevgi hayalinin aldığı yaralardan.

Kimse, bir devletin hatalarından kendisini arındıramaz. Mübadeleden kazançlı çıkan Türkler de, Tehcirden Türklerle birlikte kârlı çıkan Kürtler de, kimse kenara çekilip suçu üzerinden atamaz. Bir suç varsa hepimizin. Çözecek irade de tahakküm sisteminin işlemesinden kâr sağlayanlar değil, bu sistemin değişmesinden hayat bulacak olanlardır. Yani hayata emek merceğiyle bakanların bir meselesidir bu. Aksi hâlde kıyamete kadar çözülemez. Çözümü imkânsızdır ya da pozitivizmin nesnelliği kadar nettir.

Pozitivist düşünce, özne-nesne ayrımını varsayarak öznenin, karşısındaki nesneyi tarafsız bir gözle inceleyebileceğini iddia eder. Modern bir düşünce tarzı olarak parçadan çok bütün ile ilgilenir. Son zamanlarda kimlik siyasetinde ifadesini bulan azınlıklarla ilgilenmez ve homojen bir toplumu varsayar.

Soğuk Savaş’ın bitişi kimine göre tarihin sonuydu, kimine göre medeniyetler arası çatışmanın başlangıcıydı. Kimine göre ise herhangi bir kesinliği öngörmeyen ve sonsuza uzanan bir biriciklikler analizinin geçerliliğinin tescillenmesiydi.

Evrensel doğru fikrine sırtını dönen postmodern düşünüşün sırtını yasladığı anlayış şöyle ortaya konabilir: Modernite, bütün evrensellik iddialarına karşın, özgül bir toplumun ürünüydü. Kendisini genel geçer bir doğruluğun tescillenmesi olarak ortaya koyması ve kendi dışındaki özgüllüklere geri yaftası vurması bu yüzyılda artık kabul göremezdi. Her kendiliğe eşit derecede bir haklılık atfedilmeliydi.

Mutlak doğruyu reddedişi ve metinlerin hiyerarşik dokunduğunu ifade etmesiyle postmodern düşünüş, elbette ki Fransız Devrimi ile ortaya çıkan kurumlara ve ideolojilere de mutlak doğrular olarak bakamazdı. Her şeyin sorgulanabilir doğası, bağlam bağımlılığı, nötr olmasının imkânsızlığı, postmodern düşünürlere her kendiliğe bir tür meşruiyet tanımanın zorunluluğunu hissettirir. Modern akla tahakkümcü, aynılaştırıcı ve dışlayıcı dedikten sonra zaten aksi olamazdı. Modern’e göre her değişik olan, bir sapmaydı. Postmodern’e göre ise her X bir şeydir. X dedim, çünkü “değişik olan” ya da “farklı olan” diyemezdim. Kavramların oluşum sürecinde iş başında olduğu söylenen tahakküm ve hiyerarşi X’e normatif olarak herhangi bir özellik atfetmemi engeller, çünkü postmodern, hemen sorar: Neye göre farklı? Neye göre sapma? Sapmanın olabilmesi için sapmayanın olması gerek, ama izafi varoluşların bir toplamı olarak görülen tarih öyle kolayca bir şeye sapma dememizi engeller.

Devatak, Derrida’ya referansla, şunları söyler:

“Kavramsal zıtlıklar hiçbir zaman basitçe nötr değildir; aksine, kaçınılmaz olarak hiyerarşiktir. Zıtlığı oluşturan iki kavramdan birisi, diğeri üzerinde hâkim kılınmıştır. Ayrıcalıklandırılmış bu kavram, güya diğerinin sahip olmadığı (mesela, anarşiye karşıt olarak egemenlik) varlığa, uygunluğa, tamlığa ve saflığa işaret eder. Yapısöküm, her iki kavram kaçınılmaz olarak birbirine bağlı olduğu için, böylesi zıtlıkların savunulamaz olduğunu göstermeye çalışır.” (Devatak, 2005: 168)

Tarafsızlığın imkânsızlığı denilince modern akıl; pozitivist ve teknokrat gibi sıfatlarla anılır hâle gelir. Özgürleşim için bir kapı açılmış gibi durur, ama maalesef aslında olan şudur: kendisini evrensel kılanın da bir tür özgüllük olduğunun ortaya çıkartılması ile daha özgürlükçü bir düşünce tarzına yol açmak mümkünken, yeni tür bir entelektüel kuraklık, inançsızlık ve köleleşme durumu ortaya çıkar. Bu durumu şöyle anlatabiliriz: Her çağ, son çağ olduğunu tescillemek ister. Aksi hâlde yok olabilme ihtimalinin her an gerçekleşmesine yeşil ışık yakmış olur. Tescillenmiş son ve paradoksal olarak sonsuz rejim olduğunu ifade ederken, bunu yalnızca kendisi dillendirmek istemez. Başkalarının da bu türküyü dillendirmesini ister. İşte bu anlamda modern çağ kendisini insanlığın en yüce varisi olarak gören burjuvazinin hükümranlığının kabulüdür. Fakat modern çağ bir bıçak sırtıdır: bir tarafı sosyalizme diğer tarafı faşizme[1] evrilir.

Güçler dengesinin yöneten lehine istikrarlı olduğu zamanlarda sosyal demokrasi benzeri bir denge durumu var olur. Dengenin bozulduğu anlar faşizmin ilânı ile taçlandırılır. Faşizm - Batı’da - sosyalizmin en yaklaştığı an gelmiştir; diğer türlüsü olamazdı. Faşizmi doğuran koşullar, sosyalizmi önceleyen koşullardı. Sosyalist mücadelenin olmasını sağlayacak devrimci irade karşı iradeyi de doğurmuştu ve bezginliğe kapıldığı ana kadar sinmiş olan bu karşı güç umutsuzluk anında hemen hortladı.

Fransız Devrimi sonrası yaşanan iç savaşlar, Paris Komünü gibi pek çok toplumsal olay sonucunda Sovyet Devrimi gerçekleşti. Yeni bir çağ başlamıştı aslında; çünkü daha önce gerçekleşememiş bir düşüncenin bir devlet toprağı üzerinde bayrağı dalgalanıyordu. Marx ve Engels kaynaklı ve Lenin ile ya kırılma noktasına vararak yeni bir senteze ulaşan ya da aslında evriminin doğal seyrini izleyen bir dünya tasavvurunun (Marksizm) kendisini gerçekleştirmesiydi Sovyet Devrimi. Yeni bir insanlık vaat ediyordu.

Kapitalist mantığın çok sevdiği dinsel söylemlerle bezeyip de insanlığa dayattığı insan doğasının kötücül ve şeytani yanlarına dair nutukları Poppercı anlamda yanlışlanmış mıydı acaba? Gerek Dünya Savaşları gerek askeri savunma anlayışı, gerek nüfuz bölgeleri mücadeleleri, gerek psikolojik savaş sonrasında bürokratikleşme sonucu, ne dersek diyelim, Sovyetler Birliği, Özgür Dünya’nın yaptığı propaganda sonucu dış dünyada pek de iyi bir itibara sahip değildi. Katı bir yönetime sahip olduğu, insanlara değer vermediği, koskoca yazar Pasternak’ın bile kendisine yapılan baskılar sonucu dünyanın en muhteşem ve yüce ödülü Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaktan vazgeçmesi, Sovyetler’in insan düşmanı bir idare olduğundan başka hangi anlama işaret edebilirdi ki? Sovyetler şeytandı, Birleşik Devletler ise Tanrı’nın sevgili meleği. ‘Apaçık kader’ (manifest destiny) denilen dinsel bir söylemle Amerika kıtasında soykırım yapmayı bile meşru kılan bir anlayıştı söz konusu olan. Postmodern düşünürlerin çok sevdiği modernliğin düalist mantığı yine iş başındaydı. Bir Şeytan varsa, bir de iyi bir Melek olmalıydı. İyilik müjdeleyen bir melek! İşte bu iyi melek Birleşik Devletler oldu.

Lenin’in II. Enternasyonal kadrolarıyla giriştiği polemiklerde de görüleceği gibi Batı’da solcu bir düşüş yaşandı. Poulantzas’ın ayrıntılı bir tahliline giriştiği, evreleştirerek belirginleştirmeye çalıştığı faşizm, İtalya’da ve Nazizm Almanya’da yavaş yavaş iktidara talip oldular (Poulantzas, 1980). Hitler ve Mussolini’nin iktidarlarının kurumsallaşma süreçleri ve nihayet II. Dünya Savaşı Batı’da büyük bir dönüşümü başlattı. Yenik sol, daha sonra yeni sol olarak kendisini omurgalaştırmaya çalıştı. Aslında olan, Leninist anlamda bir revizyonizmdi. Artık “tarihe bakarak dersler çıkarmak yerine nasıl değişik hipotezler üretiriz de akademik camiada nefes alabiliriz” endişeleri belirleyici oldu. Frankfurt Okulu düşünürlerinin görüşleri revizyonizme gerekçe gösterildi. Onlar da aslında bunun için pek çok gerekçe sağladılar. Artık eski dünya yoktu! Yeni bir dünya ve yeni bir toplum vardı! Ya da Fromm’un dediği gibi yeni bir insan yeni bir toplum olmalıydı! (Fromm, 1981) Fakat hangi ekonomik düzende?

Söz konusu düşünürler, Almanya’da faşizmi iliklerine kadar duyumsamış entelektüel insanlardı; ama faşizmle doğrudan münasebetleri onlarda onarılması zor yaralar açmıştı. Marx’tan daha çok Hegelci Marx’ı seviyor gibiydiler. Bunun sonucunda betimleyici bir üslupla kaleme aldıkları eserleri modern dünyanın aklına ya da akılsızlığına dair iç açıcı önermeler sunsa da yanlış anlamalara, karamsarlığa ve çaresizliğe sebebiyet verebilirlerdi ki verdiler de. Bu konuda onları suçlamak belki büyük haksızlık olur; ama eleştirmek kaçınılmaz. Çünkü özne-yapı ilişkisinde ister istemez ya da kasıtlı olarak yapıyı önsel anlamda belirleyici gördükleri için, ilk okuyuşta insanı ‘Zaten bu büyük insanlar bile böyle dediğine göre, devrim falan imkânsız. Önemli olan insan olmak.’ şeklinde fikirlere sürükleyebilecek eserlere imza atmaları ister istemez eleştiriyi hak eder.

Frankfurt Okulu eleştirisi, düşünürlerinin iyi niyetli olmaları fakat zamanın ruhuna uygun eserler yaratmış olmalarından dolayı bugünden bir bakışla değerlendirildiğinde biraz teslimiyetçi olarak algılanabildikleri, fakat özünde çok eleştirel insanlar oldukları şeklinde bir görüş üzerine temellendirilemez. Eleştiri acımasız, ama bir o kadar da şefkatli olmalıdır.

“Eleştirinin, zincirden düşsel çiçekler derlemiş olması, insanın o zinciri düş gücü ya da avuntu olmaksızın taşıması için değil, zinciri silkip atarak yaşayan çiçeği seçmesi içindir” (Fromm, 1981).[2]

Frankfurt Okulu düşünürleri ise yanlarında hep zincirle dolaşmaktan zevk duyuyor gibiler. Yani özgürleşmekten bahsedince hemen kendilerini bağladıkları zinciri göstererek, bunun imkânsız olduğunu, çağın değiştiğini iddia ediyorlar. Aslında onların yaptıkları, Marks’ı durağanlaştırmak ve ondaki dinamizmi yok saymaktır.

Tom Bottomore, Frankfurt Okulu düşünürlerinin Tarih alanına fazla ilgi göstermediklerini, bu yüzden tarihdışı bir anlayışa sahip olduklarını, yaşadıkları çağı betimleyici bir üslupla tanımlamalarından dolayı anlık fenomenlerin analizine gömüldüklerini, anlık teşhisçi olduklarını, kültür endüstrisi hakkındaki çalışmaları dolayısıyla üst yapı analistleri olduklarını dillendirirken galiba haklı. (Bottomore, 2003: ss. 71-72.)

Minima Moralia (Adorno, 2002) psikolojist eleştirel teşhisçi bir kitap. Kitabı okuyunca ilk olarak Adorno kadar şey bilmediğiniz için hayıflanıyorsunuz. İkinci olarak, kitabın tespitlerine rağmen içinizde “başka bir yol da olabilir” fikri uyandığı an Adorno’nun karamsarlığı üzerinize çöküyor ve bir süre teslimiyet bayrağını çekip geziyorsunuz. Bu arada bir süre hafıza kaybı yaşadığınız için daha iyi bir dünyaya dair inancınız neo-liberalizme övgüler düzen televizyon programlarının sisleri ardına itiliyor. Aslında programlar neo-liberalizme övgü düzmüyor, onun içeriğini dışa vuruyor. Neyse ki sonra silkinip kendinize geliyorsunuz.

Peki neden insan, karamsarlığa kapılınca çoğunlukla statükocu söylemlere kulaklarını daha fazla açar? Korkunca eğer kendi başınaysa, varlığını devlet büyüklerinin azarlayıcı konuşmalarının hedef tahtasına oturtup ezilerek kişiliğine çeki düzen vermeye çalışır neo-liberal dünyanın yeni insanı. Yalnız ve bundan dolayı güvenlik endişeleriyle vesveseli bir hâle giren yeni insan, sistemin hücumlarından kendini kurtaramaz, ama bir şekilde hayata tutunmaya çalışır. Reklâmlar, diziler, popüler filmler ve günlük hayata dair programlar insanlara nasıl yaşamaları gerektiği yönünde sürekli telkinlerde bulunur. Bu telkinlerden dolayı varlığını bu sunulanların dışında oluşturmaya çalışan insan tipi, etkisiz ve marjinal kılınır. Tekelci kapitalist düzen, insanlığın üzerine geçirmeye çalıştığı deli gömleğini görünmez kılmak için kendi reklâmlarındaki içeriğin normal olan olduğu yönünde bir yanılsama yaratır. Bu yanılsamanın içerisine bir kere hapsolan insan, tüketim, okuma, yeme gibi bütün alışkanlık ve zorunluluklarını bu yanılsama içerisinde sunulan kodlara uydurmaya çalışarak hayatı tüketmeye varlığını adayarak devam eder yaşama(ma)ya.

Horkheimer’ın Akıl Tutulması adlı yapıtı, bireyin toplum tarafından massedildiğini ve öldürüldüğünü söyler. Fromm kadar bile iyimser olmayan, faşizmin ekonomik analizinden ziyade, icrası sırasında icraatçıları bu hareketlere neyin sevk etmiş olabileceğini araştıran Horkheimer, faşist insanı ele alarak faşizmin görüngülerinin, davranış kodlarının tanımlanmasıyla meşgul olur.

Modern toplum eleştirisini ortaya koyan yazarlar, ortaya çıkanın zaten çıkmak zorunda olduğu yönünde yapısal önermeler ile öyle olmasaydı daha iyi olurdu, başka türde de olabilirdi türünden iradi yaklaşımlar arasında salınıp durmaktadırlar. Sonuçta kötülük ya da kötücülük betimlenmeleri gereken fenomenler olarak analizin nesnesi konumuna yerleşirler. Kötülüğü betimleyenin de kötücülleşmesi pahasına işleyen bir süreçtir aslında bu. Yeni bir tür ortaya çıkar: Kötü-cül-lüğü betimleyici kötücüllük. Belki de postmodern analizin meşruiyet zemini bahsi geçen değerli düşünürlerin -onlar isteseler de istemeseler de- fikirleri olmaktadır.

Faşizmi Hitler ve Mussolini’nin suretinde cisimleştiren kapitalist üretim tarzı, onun bir anomali olduğunu iddia edip de faşizmi totaliter ilân ettiği Sovyet sisteminin yanına konumlandırarak Özgür Batı’yı faşizmin ifadesi olduğu çelişkilerden azade kılar görünür. Yani faşizm gibi tarihsel kökleri belli olan ve büyük tekelci sermayenin konjonktürel ihtiyaçlarına cevap veren faşizm, “totaliter” denilerek var olduğu topraklardan ötelere atılır ve Sovyetizm denilen sistem ile özdeş kılındıktan sonra demokratik siyaset zemini sanki faşizmden ayrı bir türmüşçesine sunulur ve kavramların arasındaki sebep-sonuç ilişkisi tersine çevrilerek, faşizmin burjuva demokrasisinin yoğunlaştığı bir hâl olduğu gözlerden uzak tutularak, esas olanın demokrasiyi yaşatmak olduğu telkin edilir, ama demokrasiyi yaşatmak istemeyen emek güçleri değildir hiçbir zaman, çünkü tarih, demokrasiyi kitlelerin doğal ihtiyaçlarının karşılanması hâline evrimleştirdikçe göreli güçler dengesinin belirli bir zaman ve uzamında güçlerin konfigürasyonu olarak demokrasi bazı ellerce ricat ettirilince faşizm sahneye çıkar. Sonra yenilir ve sanki doğal seyir bir daha işlemeye başlar. Yaratılmak istenen yanılsama budur.

İşte postmodern tartışma burada önem kazanır. Faşizm ve sosyalizm -ikisi de modern olgulardır- toplumu toptan dönüştürmenin ideolojisi olarak kabul edilir ve entelektüel olarak bu şekilde çevrelenirken bu durumdan esas kazançlı çıkan, belirli bir dönem faşizm olarak icraatlarını uygulayan kapitalist dünya görüşü olmaktadır.

Postmodern görüş de özellikle soğuk savaşın bitişinden ve Sovyetlerin yıkılışından sonra bütün farklılıklara cevaz vermeye çabalarken biraz önce belirtildiği gibi toplumu toptan dönüştürmeye niyetli total ideolojilerle aynı safta yer almamak ve analizini de onlar gibi bütüncül bir felsefeyle yapmak istemediğinden, mikroskobik siyaset diyebileceğimiz bir tür yeni siyaset doğar. Bu bağlamda kadın, erkek, engelli, Arap, Alevi, Sunni, Kürt, Alman gibi insanların aslında kimlikleri değil, Cangızbay’ın (2000) nelikleri dediği özellikler siyasetin dili hâline gelirler. Bu süreçte emek; cinsiyeti, ırkı veya mezhebi kapsayabilecek genel geçer bir kimliksel kategori değilmişçesine, kimlik denilen nelikler arasına sokularak ve üzerinden sosyal üniforması çıkarılıp sanki doğal bir türün özelliğiymişçesine üzerine bir renk tutturularak genel bir kategori olan emek, özel alt birimlerin dengi olarak sunulabilmektedir.

Emek cephesi, pek çok kimliğe bölünebilirken, sermayenin birikimi ve dünyanın gittikçe sermaye lehine büyük bir köy olma durumu düşünmeye değer bir durum olsa da görülmek istenmez sanki. Sermayenin de yekpare olmadığı, dünyaya bakış bakımından laik-muhafazakâr diye bölünmesi söz konusu olsa da sermaye çevrelerinin aldığı pek çok karar, onların sermaye cephesi olarak -yani genel bir kategori olarak- tek ses olabildiklerini onaylar.

Postmodern teorilerle iç içe gelişerek yolunu bulma çalışan aktörsüz sol siyaset, kendi içindeki herkesin kimliğini temsil ve herkese kimliğini teslim ederek yol alacağını iddia eder. Ama insanın doğuştan gelen özellikleri ile belli bir tarz siyaset yapılamayacağını önemsemez, çünkü postmodern düşüncede esas olan, bir şeyin olması ve yapılması değil, bir şeylerin kabul görmesidir. Kimliksel onanmışlık tarihsel eylemden önemli hâle gelir.

Kimliğin temsilini ve teslimi zorunlu kılan durum ise sermayenin tarihsel tercihleri ile şekillenmesine katkıda bulunduğu politik atmosferdir. Tarihin belirli bir evresinde sermaye gücünü arttırmak için insanları katletmiştir, zorunlu göçlere sevk etmiştir, vergiler koymuştur. Türkiye örneğinden yola çıkarsak, Kürt katli, Ermeni Tehciri, Varlık Vergisi denilen olaylar, sermayenin güç toplama zorunluluğundan ayrı tutulabilir mi?

Bazı kimliklerin kendilerini ifade etmelerini sağlayan, mağdurların politik mevzilenmesi olduğu kadar sermaye içi çatışmalardır da. Mağdurun ya da maktulün yakınlarının uğranılan haksızlığa dair itirazları tarihin belirli bir evresinde karşılık bulamayabilir. Ama gün gelip de sermayenin yeni amaçları için yeni aktörleri çatışmaya itmesi söz konusu olursa, bir dönem bastırılan ve yok sayılanın konuşmasına daha kolayca izin verilebilir. En azından meşruiyet zemini vardır artık mağdurun.

Meşruiyet zemininin olduğu yerde çoğu zaman sermaye de artmıştır. Bir zamanlar bastırılanın artık konuştuğu meşru zemin varlığını, yaratılan yeni gayri meşru alanlara borçludur. Artan sermayenin varlığını bir yerlerdeki sermayenin azalmasına borçlu olduğu gibi. Bir yerde rahat konuşan kimlikler ya da nelikler varsa kesinlikle başka bir yerde konuşamayan kimlikler ya da nelikler vardır. Sermayenin tarihsel tercihine kurban gitmiş bir nelik, kendisini ifade olanağını ancak başka bir nelik sermayenin tercihi sonucu acı çekerse kazanır. Burada bastırılan ırk, mezhep, neliklerin mücadelelerini küçümsemek akıldan bile geçemez, ama özgür bir dünyada nefes almanın imkânsız olduğu her saniye içinde mücadele yürüten grup kendi özel mücadelesini genel eşitlikçi dünya barışı için yalnızca bir vasıta saymazsa, kendi kendisini inkâr etmiş olur ve sürekli bir çatışmayı da meşru kılar. Özel genel ile birlikte vardır. Hep özel olarak kalmak mantıksal olarak saçmadır.

Sermaye, bir dönem Yahudileri kurban ilân etmiş, başka bir zaman zencileri aşağılık mahluklar addetmiştir. Her olayın yaşandığı dönemdeki sermayenin birikiminin niceliğini de takip etmek yararlı olacaktır. Irkçılık, yok sayma ve hakir görmenin hastalıklı insanlarca gerçekleştirilmiş olmaları gerçeği onları söz konusu insanların kafalarına estiği için yarattıklarını ifade etmez. Bir şey kendisine ihtiyaç yoksa üretilmez. Hastalıklı ideolojiler, hastalıklı bireylerin, içsel gereklilikleri net birtakım sistemler için uydurdukları gerçekliklerdir, ama adına ideoloji üretilen sistemlerin işleyişinde herhangi bir teknik aksaklık hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Söz konusu sermaye düzeni ise her zaman ne istediğini düşmanlarından daha çok bilmiştir. Kurucu felsefesini hiçbir zaman teslim etmemiştir yabancı ellere ve bir kere bile sorulamamıştır. Girdiği yeni kılıklar, özündeki değişikliklerin değil, taktiksel tercihlerin ifadesidir. Kendi arasındaki çatışmalar da aile arası çatışmalar olmuştur ve babanın öfkesi sonucu yeni taksimatlarla yatışmıştır çoğu zaman.

Postmodern akıl, modernden başka tür bir kurucu felsefe oluşturup düşünce dünyasını başka tür bir hiyerarşik yapıya dönüştürmeye dair ürperti ve kaygı duyar. Kurucu felsefenin imkânsızlığın kabulü ile dünya politikasına yön verme uğraşından vazgeçilmesi ve bir tür yeni entelektüel kaderciliğin vaaz edilmesidir aslında söz konusu olan.

Cangızbay’ın muhteşem bir şekilde belirttiği gibi “beşer-altı (ırk, cinsiyet) ve/veya bireysel katma beşerîlik payı sıfır düzeyinde bulunan (etnik, mezhepsel köken, aşiretsel mensubiyet) özellikler ya da beşer üstü’nden çizilmişlik iddiasındaki yollar (tarikatlar, mistik cemaatler) çerçevesinde toplaşma eğilimlerinin büyük bir hızla güçleniyor olmasının, kesinlikle bir tesadüf ya da kaotik tezahürler olmadığı” (Cangızbay, 2000) önemli bir gerçekliktir.

Sınıf yerine ikame edilmeye çalışılan beşer-altı ve beşer-üstü unsurlarla postmodern siyasetin flörtleşmesini basit bir tesadüfi olgu olarak görmemek ve dünya politikasının insanların doğuştan getirdiği özellikleri üzerinden sürdürülmesine rıza göstermek, aslında Erdem Nezan’ın Robert Esposito’dan aktardığı ‘ölüm politikası’na (thanatopolitics) ‘yaşam politikası’ (Nezan, 2015: 33) karşısında daha meşru bir yer addetmek demektir. Kimlikler, barışları kadar savaşları da kabul edilmesi gereken olgular hâline gelirler ki sürekli savaşın yeni taşıyıcıları olarak kullanılmaya en müsait araçlar konumuna yerleşirler.

Sermayenin ihtiyacı doğrultusunda ortaya çıkan faşizmin ana unsurlarından birisi de ırkçılıksa bunda çok da şaşılacak bir şey yok. Bugün insanların pek çoğu ‘şu Hitler kötü adamdı ama keşke Yahudilerin hepsini öldürseydi’ diyorsa, faşizmin esas sebebi olan tekelci kapitalizm büyük bir başarı sağlamış demektir. Çünkü kendisi en geride kalıp görünmez olur, önündeki faşizm sislenir, ama meydanda ve gözlerimizin en yakınında çıplak hâlde bir ırkçılık kalır, ama çoğu insanın düşünmek istemediği şey şudur ki Almanya’da Nazizmin Antisemitizmi körüklemesinin sebebi, “sınıf farklılıkları ve sınıf eşitsizlikleri gerçeğinden doğan sınıf kavgasını… önleme, frenleme, gözlerden uzaklaştırmak için, ulusun kötü şartlarının sebebi olarak içte ve dışta birer yapıntı düşman icat etme ve bunlara karşı yaratılan nefretle, sınıfları birleştirme taktiğinin bir parçası edilişidir” (Şenel, 1968: 198).

Buradan kapitalizme yaraşır vahşi sonuç ise şudur ki kapitalizm için hiçbir çiçek güzel olduğu için güzel olamaz. Yararı ve sağlayabileceği yarar ölçüsünde güzeldir. Yahudi kıyımı, kapitalizm için çok faydalı olmuştur. Birinci olarak, faşizmin ekonomik temelini anlama ve anlatma gayretlerini baştan engellemiştir. Sırf ırkçılık adına işlendiği öne sürülen en vahşi cinayetler, Nazizmin varoluş amacı hâline getirilerek, tarihsel anlamda Nazizmin neyin temsilcisi olduğu gerçeğinin tartışılmasının önüne geçmiştir. İkinci olarak, ırkçılıkla özdeş kılınan faşizmin ekonomik yönü yok edilip de faşizmin totaliterliği ile Sovyet sosyalizmi yan yana konulunca burjuva demokrasisi en sağlıklı işleyişe sahip olan düzen olarak ortaya çıkmıştır. Yani ölüm gösterilerek sıtmaya razı edilmiş bir insanlık söz konusudur.

Şimdilerde de Ortadoğu coğrafyasında sergilenen ölüm politikaları medya tarafından bolca sunulmakta ve bu sefer ölüm gösterilerek koma hâlinde yaşamak en büyük maharetmişçesine sunulmaktadır. Yine sistemin özündeki hastalıklar gözlerden gizlenmekte ve anomali olarak dışa atılarak, esasında sağlıklı işlediği varsayılan sistem doğal seyrine kavuşturulabilirmişçesine bir düşünce yaratılmaktadır. Yani postmodern aklın sevemeyeceği ve oluşması imkânsız olan bir sapma, bugünkü kapitalist tekeller hükümdarlığınca bir sapma ya da anomali olarak kitlelere sunulur ve sanki bu olanlar, kapitalizmin yirmi birinci yüzyıldaki hâliyle hiç ilişkili değillermişçesine lanetlenir ve yalanlar söylenmeye devam edilir. Bugün x vardır yok edilmesi gereken. Yarın y olacaktır. Öbür gün z. Yani örtük biçimde her daim bir sorunun olacağı, ama dünya politikasının ya da o çok beylik lafla, “uluslararası toplum”un bunlara geçit vermeyeceği vaaz edilir. Ama sürekli savaş politikası, bugünkü dünya politikasının diğer adıdır. Kurtarılacak bir yer, ezilen kimlik ya da yıkılması gereken despotik devlet ya da manyak bir diktatör hep var olacaktır.

Özer Çiftçi
İştirakî Sayı 7-8
s. 245-252

Dipnotlar:
[1] İtalya’da faşizm, Almanya’da Nazizm ve İspanya’da falanjizm adlarıyla ortaya çıkan yalnızca ‘bir siyasi iktidar biçimlenmesiydi’ (Özek, 1970: 13). Rejimin değişmesi söz konusu değildi. ‘Bonapartist ya da faşist burjuva rejimler, devlet tipinde değil devlet biçiminde değişiklik yaratırlar.’ (Çağlı, 2000: 46)

[2] Fromm, kitabına epigraf olarak Marx’ın bu ve başka bir cümlesini ve alt tarafına da Freud’un iki cümlesini koyarak başlamayı uygun görmüş.

Kaynakça:
Adorno, T. W. (2002), Minima Moralia, İstanbul: Metis Yayınları, (Çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan).

Althusser, L. (2006), Felsefe Ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi, İstanbul: İthaki Yayınları, (Çev. Alp Tümertekin).

Bottomore, T. (2003) The Frankfurt School and Its Critics, Routledge.

Cangızbay, K. (2000) Komprador Rejimin Anatomisi, Ankara: Özgür Üniversite Kitaplığı.

Çağlı, E. (2000) Bonapartizmden Faşizme: Olağanüstü Burjuva Rejimlerin Marksist Bir Tahlili, İstanbul: Tarih Bilinci Yayınları.

Devatak, R. (2005), “Postmodernism”, Yayına Hz.: Burchill, Linklater, Devetak, Donnelly, Paterson, Reus-Smit ve True, Theories of International Relations, 3. Basım, New York: Palgrave Macmillan: ss. 161-187.

Fromm, E. (1981), Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, İstanbul: Say, (Çev. Necla Arat).

Horkheimer, M. (2008), Akıl Tutulması, İstanbul: Metis Yayınları, (Çev. Orhan Koçak).

İnsel, A. (1996), Düzen Ve Kalkınma Kıskacında Türkiye: Kalkınma Sürecinde Devletin Rolü, İstanbul: Ayrıntı, (Çev. Ayşegül Sönmezay).

Küçük, Y. (1988), Aydın Üzerine Tezler – 5, Ankara: Tekin Yayınevi.

Nezan, E. (2015), “İki Vahşet Arasındaki Yarılma: Savaş Pornografisine Karşı Direnişin Estetiği”, Kampflatz, Cilt 3, Sayı 8.

Özek, Ç. (1970), Faşizm ve Devrimci Halk Cephesi, İstanbul: Ant Yayınları.

Poulantzas, N. (1980) Faşizm ve Diktatörlük, İstanbul: Belge Yayınları, (Çev. Ahmet İnsel).

Şenel, A. (1968), Sağcı Düşüncenin Kritik Tarihi, Ankara: Doğan Yayınevi.

0 Yorum: