“Ağaca balta vurmuşlar ‘sapı bendendir’ demiş.”
[Türk
Atasözü]
Haiti
kökenli yapımcı Raoul Peck, Genç Karl Marx filmini (2017) Prusya
[bugünkü Almanya] ormanlarında başlatır: Köylüler yere düşen odunları
toplamaktadır. Üşümüş ve aç durumdadırlar. Uzaktan atların gelişini duyarız.
Korucular ve soylular yakındadır, ormandaki her şey üzerinde hak iddiasında
bulunmaktadırlar. Köylüler kaçar. Fakat enerjileri yoktur, düşerler. Korucular
ve soyluların kırbaç ve mızraklarını sırtlarında hissederler, bazıları ölür.
Düşmüş bir odunu bile almalarına izin verilmez.
1842’de
Köln’de oturmakta olan genç Karl Marx, Alman köylülerine uygulanan şiddet
karşısında dehşete kapılmıştır. “Köylüler cezayı bilirler” demişti yazısında:
“Dövülüyor hatta öldürülüyorlar. Fakat bilmedikleri şey suçtur. Hangi suçtan
dolayı cezalandırılıyorlar?”
Peck’in filmini günümüzde duyarlı her insanın sorgulaması gereken bu ikilemle başlatması zekicedir. Dünyanın yoksulları hangi suçtan dolayı cezalandırılıyorlar?
Yoksulluk ve savaş, açlık ve bombardımanlardan mülteciler
üretiyor, fakat bu mülteciler hareketten menediliyor; içinde bulundukları
durumdan herhangi bir çıkış yolu bulmaları engelleniyor. Karşı karşıya
oldukları cezayı biliyorlar: Hakaret, açlık ve ölüm. Bildikleri bu;
bilmedikleri şey ise suçları. Bunu hak etmek için ne yaptılar?
Dominik
kökenli Amerikalı yazar Junot Diaz, ülkeyi harabeye çeviren 2010 yılındaki
korkunç depremin ardından Haiti’yi ziyaret etti. Apocalypse başlıklı
unutulmaz denemesinde[1] Diaz, Haiti’nin “bütün ulusların ekonomik bir simya
vasıtasıyla yarı canlılara dönüştürüldüğü kapitalizmin yeni zombi
aşaması” konusunda bizleri uyardığını not ediyordu:
“Eskiden bir zombi, yaşamı
ve çalışması büyülü güçlerce zapt edilmiş biriydi. Eski zombilerden kurtuluş
umudu olmadan saatlerce çalışmaları beklenirdi. Yeni zombinin herhangi bir
biçimde çalışması beklenemez; yeni zombi sadece ölmek için bekler.”
Ve
yeni zombinin gıda aramasına ya da bir barınak yahut ilâç bulmak için
çabalamasına izin verilmez. Yeni zombi, gerçekten sadece ölmek için
beklemelidir. Ceza budur. Peki suç nedir?
BÖLÜM - 1: YAPI
İNSANLIĞIN ULUSLARARASI BÖLÜNÜŞÜ
“Bizler sürü idik. Büyük zorluklarla insan olduk.” [Akbar
İllahabadi]
ABD
Başkanı Donald Trump Kuzey Kore, İran ve Venezuela’yı yok etmekle tehdit
ediyor. Bu, seleflerinden George W. Bush’un 2002 yılında kullandığı fakat o
zaman Venezuela’yı dâhil etmediği Şer Ekseni kavramıdır. Şer Ekseni,
ABD’nin 2003 yılındaki yasadışı istilasının bir parçası olarak bombaladığı
Irak’ı da kapsamaktaydı. ABD o günden beri Libya’yı ve şu anda tümüyle ABD ve
Birleşmiş Milletler (BM) işgalindeki Haiti dahil diğer ülkeleri harabeye çevirdi.
ABD yaralı bir ejderha gibi kuyruğunu gezegenimize çarpıp duruyor ve -ülkeleri
yakıp yıkarak, düşmanlarını yenilgiye uğratarak- halkların üstüne ateş soluyor.
Yaraları ölümcül değil ancak stratejik. ABD hala dünyadaki en güçlü orduya ve
herhangi bir ülkeyi hava bombardımanıyla ve kitle imha silahları kullanarak yok
etme imkânına sahip. Fakat ABD, bu gücünü her zaman hırslarına hizmet etmeyen
biçimlerde kullanmaktadır. Çünkü dünyadaki en güçlü ülke olması ABD’yi tanrısal
yapmıyor. ABD, teslimiyete karşı insanlığı destekleyenlerce dikkatle izi
sürülmesi gereken kendi yanlışlarına sahiptir.
Emperyalizmin
ruhunda demir vardır; insanlara karşı devasa askeri gücünü kullanır ve sonra da
- rahatlıkla- müteakip acıların insani maliyetini unutur. Ne 1945’te Japonya’da
nükleer silahların kullanılması, ne Kore’nin 1950’lerde korkunç biçimde
bombalanması, ne Vietnam’ın 1960 ve 70’lerdeki ağır bombardımanı ne de
Afganistan’daki bitmeyen savaş ve Irak’ın ve Libya’nın yıkımından dolayı bir
hesap verildi. Demir, ABD Afganistan üzerinde büyük bir bomba bıraktığında
ancak kaygılanan ruha saplanmış vaziyettedir. [Bu olayda] ABD ve Afgan hükümeti
tarafından sıkıştırılan yerel makamlar güvelik gerekçesiyle gazetecilerin olay
yerine girişine izin vermediler. Bombanın düştüğü yerin civarındaki insanlar
konuştuklarında ise sözleri dehşet vericiydi: “Yer, fırtınadaki bir gemi
gibiydi” dedi Muhammed Şahzad, “gökyüzü üstümüze düşüyor gibiydi.” Achin
belediye başkanı Naveed Shinwari tepkisini şöyle yansıttı: “IŞİD’in acımasız
olduğunda ve halkımıza zulmettiğinde şüphe yok. Fakat bu bombanın neden
bırakıldığını anlamıyorum. Bu, halkımızı dehşete sevk etti. Yakınlarım dünyanın
sonunun geldiğini düşündüler.”
Dünya,
kapitalizm kaynaklı küresel iklim kaosu ve nükleer savaşın eşiğinde zehirlenmiş
gibi göründüğünde bu çağ bir imha çağına döner.
Dolayısıyla,
imha ve yok oluşu daha önce deneyimlemiş olanların -ABD’nin Japonya’ya karşı
kullandığı kitlesel yıkım silahlarından kurtulanların- sözlerini düşünüp
kaydetmenin yeridir. Hiroşima’ya atılan atom bombasından kurtulan [bayan]
Torako Hironaka, kendi günlüğünde o güne ait hatırladığı şeylerin bir listesini
yaptı.
1. Bazı
yanmış iş elbiseleri,
2. Çıplak bir kadın,
3. “Aptal Amerika” diye bağıran çıplak kızlar,
4. Bir karpuz tarlası,
5. Ölü kediler, domuzlar ve insanlardan ibaret tam bir yeryüzü cehennemi.
Dr.
Miçihiko Haçiya, nükleer saldırının ardından (1955) yazdığı Hiroşima Günlüğü’nde
şöyle yazdı:
“Yapabilenler, ruhları
kırılmış, girişimleri tükenmiş bir halde uzak tepelerdeki dış mahallelere doğru
sessizce yürüdüler. Nerden geldikleri sorulduğunda kenti gösterip ‘bu taraftan’
dediler. Nereye gittikleri sorulduğunda kentten uzağı gösterip ‘şu tarafa’
dediler. Çökmüş vaziyette idiler, yönlerini şaşırıyor, otomatlar gibi davranıyorlardı.
Yakında aynı yöne giden düzgün bir karayolu varken umarsızca dar, kaba bir
patikayı tutan uzun insan sıralarının tepkisi, onların geçişini raporlayan
dışarıdakileri şaşkınlığa uğratmıştı. Dışarıdakiler, rüyalar aleminde yürüyen
insanların çıkışına tanıklık etmekte olduklarını anlayamamışlardı.”
Nükleer
saldırıdan kurtulanların (hibakuşa) söyledikleri, yok oluşun ufukta
belirdiği günümüz için önemlidir. Bunlar kendinden hoşnutluğa karşı
uyarılardır; demir ve nefretin kabalığına karşı insan bekasının sıcaklığını
sağlarlar.
Felaketli
doğal olaylar -kasırgalar ve yükselen deniz seviyeleri- Karayip adaları fırtına
ve seller tarafından enkaza çevrildiğinde ve Güney Denizi’ndeki adalar okyanusa
gömüldüğünde muhayyilemizi esir alır. Sermaye insan bekasının rüyalarını
çektiği gibi sular da karayı çeker. Uluslararası kuruluşların verileri, gezegen
üzerindeki milyonlarca yoldaşımız için resmi istihdamın imkânsız bir rüya
olduğunu göstermektedir. Askeri istihdam ise her zaman mümkündür. Savaşlar
bitmemecesine sürmektedir. Acımasız bir gelecek gençlerin önünde durmaktadır.
Onların insanlığa inancı kırılgandır.
İnsanlık
için uluslararası bir bölünme söz konusudur. Sanki insanlığımızı ayıran bir
duvar varmış gibi; büyük savaş ve trajedi bölgelerinde yaşayanlar, savaş
koşullarını üreten, fakat o koşulları eline almayı reddeden ülkelerde barış
yanılsaması ile yaşayanlardan ayrılmış durumda.
Bir
işsizlik ve yok oluş, yoksulluk, iklim felaketi ve savaş dünyasını nasıl
anlamalı? Bu karmaşık gerçeklikleri kavramak için hangi kavramlara ihtiyacımız
var? Kuzey Amerika pozitivizminden gelen düşünce tarzları -oyun teorisi,
regresyon analizleri, çok düzeyli modeller, çıkarıma dayalı istatistikler- durumumuza
dair genel bir kuram önermekte yararsızdır. Bu yaklaşımlar, dünyamızdaki gücün
sağduyulu anlayışlarındaki sızmış halleri ve elitlerin rolü hakkındaki
tecrübesizlikleriyle dünyamızın şu veya bu yönünü açıklayabilir.
Peki,
bu yaklaşımlar küreselleşmenin ürettiği endemik krizler arasındaki ilişkiyi,
neoliberalizmin bu krizleri yönetmedeki başarısızlığını ve onun hâlihazırdaki
uzlaşması olarak neofaşizmin zuhurunu açıklayabilir mi? Bu yaklaşımlar
-emperyalizm gibi- burjuva sosyal bilimlerinin temel ilkeleri tarafından
tahayyül edilen aldatıcı dünyanın değil içinde yaşadığımız gerçek dünyanın
sorgulanması için zorunlu olan kavramlara sahip midirler? NATO’nun neden bu
ülkeyi bombalamak istediğini ya da IMF’nin şu ülkeye verdiği borcu neden canını
alırcasına geri istediğini anlayabilir miyiz? Bu yaklaşımların, dünya
ülkelerinin neden baskı cephaneliğine sosyal malların üretimine ayırdıklarından
daha fazla para harcadığı, caddelerimizde neden sosyal işçiler ve sanatçılardan
daha fazla polisin dolaştığı konusunda bir açıklamaları var mıdır?
KÜRESELLEŞME
“Kişi Başına Gelir’i insanlar nerede kazanacak? Açlık çeken
birden fazla kişi bilmek isterdi.”
[Eduardo Galeano]
Gezegendeki
toplumsal yaşamın tümüyle kurumasını açıklamak için kullanılan kavram,
neoliberalizmdir. Neoliberalizm, zorunlu olarak IMF ve Dünya Bankası (DB) gibi
çokuluslu kuruluşlar ve bu kuruluşların çevresinde toplanmış entelektüeller
tarafından tasarlanan bir politika platformudur. Bu entelektüeller, tarihi
insanların toplumsal emeğinden ziyade kurumsal ustalığın yaptığı şeklindeki
burjuva mantığını özümsemişlerdir. Onlara göre, işi yaratanlar şirketlerdir ve
dolayısıyla harıl harıl çalışan bir ekonomi oluşturmak için şirketlerin
ihtiyaçlarına hizmet edilmelidir. Tarihin motoru Sermaye -şirketler ve
girişimciler- olarak görülür; toplumsal emek -geleceğimizi tasarlayan işçiler
ve sıkı çalışmalarıyla bugünümüzün değerini yükselten metaları üreten işçiler-
olarak görülmez.
Neoliberal
politikalara eleştirel yaklaşan bilim insanları, neoliberalizmin dünyayı nasıl
değiştirdiğini açıklamak için İngiltere başbakanı Margaret Thatcher ve ABD
başkanı Ronald Reagan’ın projelerini gösterirler. Sanki bu liderler, gezegenin
kurumları üzerinden kendi gündemlerini izleyerek hiç yoktan kamu politikaları
icat eden sihirbazlar gibidirler. Thatcher ve Reagan, korunmuş kamusal
çıkarların özelleştirilmesi ve toplumsal kaynakların yağmalanmasının
şampiyonluğunu yaptılar. Bu doğrudur. Fakat neden? Bu liderler, neden
özelleştirme ve yağmalamaya yöneldiler?
İnsanlık
tarihine İdealist yaklaşmak uygun değildir. Neoliberalizm birdenbire ortaya
çıkmış değil; küresel üretim tarzındaki yapısal değişimlerin ürettiği pratik
sorunları çözmek için bu hükümetler tarafından dünyaya getirildi. Kapitalizm,
daima bir küresel piyasa peşindedir, bu piyasayı ulusal hükümetler tarafından
konulan sınırlamalardan kurtarmaya, düşük maliyetle mallar üretmek için yeni
kaynaklar ve yeni teknikler aramaya ve bu malları yüksek fiyattan satmak için
yeni pazarlar bulmaya çabalar. Ancak sermayenin büyük küresel hırsları,
teknolojik sınırlamalar -bilgiye dünya çapında gerçek zamanlı erişimdeki
yetersizlikler gibi- tarafından ve ulus-devletlerden sermayenin emek sömürüsünü
sınırlamasını talep eden işçi sınıfı hareketleri tarafından kontrol edilir.
Fakat 1970’lerden itibaren belirli teknolojik engeller aşıldı ve işçi sınıfının
gücü göreli olarak zayıflatıldı. Sermaye artık kendi uydularından bakıp
gezegeni yukarıdan gözleyerek, bilgiyi bilgisayarlarında saklayarak ve en ucuz
işçileri, en değerli piyasaları araştırarak kendi savaş arabası üzerinde
yükselmeye ehil hale gelmişti. Sermayenin edindiği bu tanrı-benzeri konum
küreselleşme çağının temelini attı.
Sermaye
için gerçekten büyülü bir çağın kapısı açılmıştı. Teknolojik gelişmeler, uygun
adım yürüyüşlü işçilerin akışı şeklinde ve zayıf devletlerden gelen siyasal
muhalefete karşın sermayenin kazanımlarını korumak için tasarlanan yeni bir
fikri mülkiyet hakları rejimi şeklinde sermayenin küresel fabrikalarına hızlı
bir giriş yaptı. İşçi ve köylülerin sahip olduğu devlet gücü, artık tümüyle
sermayedarlara teslim edilmişti. Artık devletin gerçekten burjuvazinin ortak
çıkarlarını yönetmek için çalışan bir komite işlevi gördüğü söylenebilirdi.
Küreselleşme
için siyasal koşullar, Batı mali sisteminin neden olduğu Üçüncü Dünya’nın borç
krizi üzerinden oluşturuldu. 1979 yılında ABD’deki faiz oranlarında keskin bir
artış -“Volcker Şoku”[2] (dönemin FED başkanı Paul Volcker’den dolayı böyle
adlandırıldı)- Üçüncü Dünya ekonomilerini şoka uğrattı. Volcker’in uyguladığı
para politikasıyla yaptığı şey, enflasyonu ABD kıyılarından dünyanın geri
kalanına ihraç etmekti. Dolar için yüksek faiz oranları, LIBOR’un (London
Inter-Bank Offer Rate) fırlaması demektir. Üçüncü Dünya ülkeleri,
kendilerine atfedilebilecek hiçbir hataları yokken şimdi kendilerini Batılı
hükümetlere ve ticari bankalara karşı aşırı düzeyde borçlu durumda buldular. On
beş ağır borçlu ülkenin durumu (DB’nın değerlendirmesine göre) örnek
gösterilebilir. 1970’te bu on beş ülke 17,9 milyar dolar (GSMH’lerinin %9.8’i)
tutarında bir dış kamu borcu üstlenmiş durumdaydılar. Borç krizinin ısındığı
1987 yılına gelindiğinde bu rakam 402,2 milyar dolara (GSMH’lerinin %47.5’i)
yükseldi. Bu borca ait borç servisi ve faiz ödemeleri ise devasa boyutlardaydı
-1970’teki 2,8 milyar dolar ödemeye karşılık 1987’de 36,3 milyar dolara çıkan
yönetilemez bir borç söz konusu idi. 1991’de rakamlar kontrolden çıktı. Üçüncü
Dünya devletlerinin toplam dış borcu, 1,4 trilyon dolar idi. Bu rakam, söz
konusu ülkelerin toplam ihracatının %126,5’ine tekabül etmekteydi. Bu demektir
ki ticari bankalara ve hükümetlere borçlanılan tutar, mal ve hizmet ihracından
sağlanan meblağdan daha büyüktü.
Üçüncü
dünyanın borç krizi, bu devletlerin kendi halklarına sosyal mallar sağlama
kabiliyetini yok etti. UNICEF, bu borç krizinin 1980’lerdeki ortalama gelirde
%25’lik bir düşüşle sonuçlandığını not etmiştir ki bu kayıp bir on yıl
demektir.
Dünyanın
en yoksul 37 ülkesi kişi başına sağlık harcamalarını %25 oranında, eğitim
harcamalarını %50 oranında azalttılar. İlgisi çocuklarla sınırlı olan UNICEF,
borç krizinin bir sonucu olarak 1988 yılında yarım milyon çocuğun önlenebilir
hastalıklar nedeniyle öldüğünü tahmin etmiştir. Öyleyse, UNICEF’e göre mali
sistem yüzünden her gün 40.000 çocuk ölmüş demektir. O dönemde Tanzanya’nın
[ilk] devlet başkanı Julius Nyerere açıkça şöyle demişti: “Borçlarımızı ödemek
için çocuklarımızı öldürmeye mecbur muyuz?”
Üçüncü
dünyadaki borç krizi, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki çoğu devletin siyasal
güvenini yerle bir etti. Şirketler “serbest ticaret bölgeleri” ve diğer
avantajlar için pazarlık masasına ulaşabilirken devletlerin çok az pazarlık
gücü vardı. Liderlerinin çözümlerini ve ulusal elitlerin kültürel güvenini
zayıflatmak suretiyle sömürge sonrası devletlerin pazarlık gücünü zayıflatan
şey, işte bu borç krizi idi. Bağımlılık, bağımsızlık yokluğunun bir sonucudur.
Burkina Faso’nun [1983-87 yılları arasında görev yapan anti-emperyalist devlet
başkanı] Thomas Sankara’nın uyardığı gibi, “sizi besleyen, sizi kontrol eder.”
Nitekim öyle oldu.
Küreselleşmenin
yeni mimarisi bu çocukların mezarları ve Üçüncü Dünya devletlerinin
zayıflıkları üzerine bina edilecekti. Bu yeni dinamiğin üç öğesi vardı: Yeni
teknolojilerin gelişimi, milyonlarca yeni işçinin tekelci firmaların birikim
stratejilerine teslim edilmesi ve yeni bir fikri mülkiyet rejimi yaratılması.
Birincisi,
yeni teknolojiler -uydu iletişimi, bilgisayarlaşma ve konteyner gemileri gibi-
firmalara küresel, gerçek-zamanlı verileri yönetme ve malları mümkün olduğunca
hızlı taşıma kabiliyeti sağladı. Firmalar, veri tabanlarında tuttukları
ayrıntılı bilgiler sayesinde fabrikalarını çeşitli ülkelerde aynı zamanda
bölümlere ayırıp birleştirebilir oldular (her bir fabrika, hangi ülkenin
üretimde ihtiyaç duyulan en uygun lokasyonu sağlayabileceğine dair
değerlendirmeye bağlı olarak nihai ürünün bir parçasını üretebilir).
Sermaye,
artık pazarlara yakın fabrikalar inşa etmeye ya da bir tane dev bir fabrika
kurmaya ihtiyaç duymamaktadır. O günler geride kalmıştır. Şimdi sermaye, pek
çok lokasyonda küçük fabrikalar inşa etmek için girdi maliyetlerinin
fiyatlarındaki küçük değişimlerin avantajını kullanabilmektedir.
Taşımacılıktaki ilerlemeler -konteyner kullanımı gibi- sayesinde sermaye,
ürünleri görece kolay biçimde piyasalara uyarlamanın yanında ürünün parçalarını
hızlı ve görece ucuz biçimde nakledebilmektedir. Bugün üretimi bir bölgeden
taşımak ve gezegene yaymak için gerekli teknolojik araçlar mevcuttur.
İkincisi,
Ekim Devrimi, Çin Devrimi ve Üçüncü Dünya Projesi ile dikilen engeller, üçüncü dünyanın
borç krizi, SSCB’nin yıkılması ve Çin emek piyasasının dış sermayeye açılması
nedeniyle 1980’lerde yıkıldı. Önceleri büyük ölçekli kapitalist taleplerden
korunan milyonlarca işçi artık kapitalist pazarın avı haline gelmişti.
Hayatlarını kazanabilmek için parçalı (disarticulated) üretim yapan
fabrikaları bekleyeceklerdi.
Üçüncüsü,
sermaye fikri mülkiyet haklarının toplumdan ziyade kendi ellerinde tutulmasını
temin etmek için GATT’ın (General Agreement on Trade and Tariffs) son
turu olan ve 1986-1994 yılları arasını kapsayan Uruguay Round’unu[3] başlattı.
Önceden
fikri mülkiyet, malın kendisiyle değil üretildiği süreçle ilgiliydi. Bu da
insanların mal üretmek için yeni yöntemler bulmasına ve dolayısıyla bilim ve
teknolojiyi geliştirmelerine imkân veriyordu. Yoksullar için hayat kurtaran
ilaçların geliştirilebildiği yoksul ülkelerdeki ilaç sektörü için hayati önemde
olan ürünlerin tersine mühendislik yoluyla üretimi mümkündü. GATT’ın, 1994
yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kuruluşuyla sonuçlanan son “Round”unun
ardından fikri mülkiyet düşüncesi değişti. Bugün, sermayenin bu malı yapan
herhangi birinden -kendi inovasyonları dikkate alınmaksızın- rant
sağlayabilmesi anlamında ürünün kendisi patente tabi tutulmaktadır. Bunun bir
anlamı da sermayenin kurulu bulunduğu asıl bölgenin -Kuzey Amerika ve Batı
Avrupa- dışında üretilen malların değerinin bu yeni fikri mülkiyet rejimiyle
korunacak olmasıdır. Dahası, yeni fikri mülkiyet çerçevesi -nano
teknolojilerin, genomic’lerin ve transgenic’lerin patentlenmesi
üzerinden- büyük gıda firmalarına tarım üzerinde topraktaki kontrolü aşan yeni
bir güç sağladı. “Dijital Kolonileşme”ye doğru bir gidiş için bilişim
firmalarına da temel sağlanmış oldu.
Dijital
kolonileşme, büyük “bilişim firmaları” tarafından, yeni tüketici gözetim
araçları üzerinden ve gezegendeki insanlara başlıca Batılı içeriğin teslimiyle
yeni talep ve arzuların pekiştirilmesine yönelik veri hırsızlığıdır (sosyal internet
için bir ilke olarak “net tarafsızlık”ın[4] tedrici ölümü dijital
kolonizasyonun bir diğer göstergesidir). Bu, parçalı üretimin mimarisinin yeni
yasal çerçevesi idi.
DTÖ,
[Suriye kökenli] ekonomist Ömer Dahi’nin belirttiği gibi “Büyük Pazarlık” diye
adlandırılan bir sürecin sonucu olarak ortaya çıktı. Borç krizi ile kötürüm
durumdaki Küresel Güney’in çoğu ülkesi, tarım ürünlerini ve çıkardıkları
hammaddeleri ihraç etme karşılığında kendi sanayi politikalarını terk edip
işçilerini ve pazarlarını korumaktan vazgeçti. Gerçekte olan, hem sanayide hem
de tarımda ekonomik bağımsızlığın kaybedilmesiydi.
Bu
teknolojik gelişmeler, milyonlarca potansiyel işçinin teslimi ve yeni fikri
mülkiyet kuralları firmaların küresel ölçekte operasyonlar yürütmesini mümkün
kıldı. Firmalar küresel meta zinciri boyunca mal ve hizmet üretimi için iki
farklı strateji kullandılar. İlk olarak, bütün üretim süreçlerini deniz aşırı
bir ülkeye taşıdılar. Bu, “Doğrudan Yabancı Yatırım” (Foreign Direct
Investment- FDI) ya da “dış kaynak kullanımı” (outsourcing) olarak
bilinir. Burada, çokuluslu firma üretim için gerekli fiziksel altyapıyı inşa
etmek için hala başka bir yere yatırım yapmak zorundadır. İkinci olarak,
çokuluslu firmalar mallarını üretmek için biri diğeri ile mücadele halindeki salt
altyükleniciler kiraladılar. Ekonomist John Smith’in “arms-length
outsourcing”[5] [tarafların birbirleriyle ilişkileri yokmuş gibi
yürüttükleri dış kaynak temini] olarak adlandırdığı bu strateji çokuluslu
firmaların sermayeden tasarruf etmelerini, üretim süreçleriyle ilgili nerdeyse
hiçbir risk üstlenmemelerini mümkün kıldı. Her iki yöntem de -FDI ya da arms-length
outsourcing- sermaye, Kuzey ve Güney’deki toplumları birbirinden
uzaklaştırırken üretimde ucuz ve zayıf emeği kullanarak emek fiyatlarındaki
farklılığın avantajını değerlendirdi.
Üretimin
bu yeni coğrafyası, sendikalar ve millileştirme gibi işçi gücünün inşası için
gerekli iki kurumsal çerçeveyi, sendikaları ve millileştirmeyi kaldırarak
işçilerin gücünü zayıflattı. İşçiler, değiştirilebilir durumdaki işçilerden iş
çıkartmak için her vahşi yöntemi kullanan sahipleri tarafından düşük marjlarda
tutulan bu altyüklenici firmaların içinde nasıl sendikalaşabilirlerdi?
Devletler, eğer işçiler tarafından ele geçirilmişlerse, bir ürünün bütün üretim
süreçlerini kontrol edemedikten sonra üretim süreçlerinin parçalarını nasıl
millileştireceklerdir? Bu araçların hiçbiri de işçilerde mevcut değildir.
Onların dünyayı değiştirme yönündeki kendi hareketi, toplama kampı özellikli
İhraç Malları İşleme Bölgeleri[6] [serbest ticaret bölgesi] ve maquiladora
fabrikaları [Meksika-ABD sınırı boyunca kurulu ikiz fabrikalar] tarafından
boğulmuş durumdadır.
Arms-length
outsourcing, Kuzey’in firmalarının kendi sermayelerini artık
üretim süreçlerine yatırmamalarını sağlar. Nike, Apple ve diğerleri fabrikalara
para yatırmamayı tercih etmektedir. Onlar marka firmalarıdır. Markalarına
karşılık topladıkları rantlardan elde ettikleri kar astronomik düzeydedir ve bu
kâr, hiçbir şekilde tekrar üretken girişimlere yatırılmaz. Bu firmaların büyük
nakit kaynakları üzerinde oturması ya da devasa büyüklükteki sermayeyi üretken
olmayan finansal kumarhaneye aktarmaları çok az kimseyi şaşırtacaktır. Bu
firmalar, söz konusu parayı üretken girişimlere yatırmaktan ya da sosyal mallar
için harcamaktan ziyade, üretimin aracılığı olmaksızın paradan daha fazla para
kazanmayı denedikleri finansal döngülere saklarlar. Böyle olunca, bu dev
firmaların bazısını kontrol eden insanların kızgınlık uyandıracak derecede
servet sahibi olmaları şaşırtıcı değildir.
Bir
Oxfam araştırmasına göre[7] bugün sekiz, insan dünyanın yarısının sahip
olduğundan daha fazla bir servete maliktir. Onların bu serveti, parçalı üretim
ve üretime yatırım ihtiyacının kalmayışının bir sonucu olarak aşırı büyüyen
mali sektör tarafından tesis edilen arms-length outsourcing
uygulamasının doğrudan bir sonucudur.
Bu
insanlar, son kırk yılda sadece zenginleşip büyük nakit kaynaklarının üzerinde
oturan şirketlere sahip olmakla kalmadılar, aynı zamanda bu parayı cimri bir
şekilde yönettiler. Kuzey Amerikan şirketleri 1,9 trilyon dolarını nakit olarak
ABD’de tutarlarken 1,1 trilyon dolar tutarında ilave bir nakdi de offshore
hesaplarında tutmaktadırlar. ABD bankaları, 1 trilyon dolar nakit rezervine
sahiptir. Toplam 4 trilyon dolar tutarında bir nakit söz konusudur. Avrupa ve
Japonya’daki banka ve şirketlerde tutulanlar da buna eklendiğinde, toplam nakit
7,3 trilyon dolara ulaşmaktadır ki bu rakama Lüksemburg, Singapur, İsviçre ve
diğer bankacılık cennetlerinde saklanan “kara para” dâhil değildir.
National
Bureau of Economic Research tarafından yapılan bir çalışmaya[8] ve Bank
for International Settlements’in verilerine dayandırılan bu rakam, vergi
cennetlerinin (2007 yılı itibarıyla) tahminen 5.6 trilyon USD tutarında bir
nakdi barındırdığını göstermektedir. Bu cennetlerde tutulan offshore serveti
toplam küresel gayrisafi hasılanın yaklaşık %10’una tekabül etmektedir. BAE
gibi bazı ülkelerde offshore serveti gayrisafi yurtiçi hasılanın (GDP)
%70’inden fazladır. BAE, Venezüella, Suudi Arabistan, Rusya ve Arjantin gibi
ülkelerin elitleri, offshore servetinin GDP’ne oranı anlamında kendi ülkelerini
en büyükler arasına sokmuşlardır. Birikmiş nakit sermayenin bu şekilde
saklanması, en zengin firma ve kişilerin dünyanın kalbinde outsource
edilmiş bir durgunluğa sahip oldukları –ödenen vergilerden oluşan ulusal
bütçelerden işçilere ve köylülere yapılan ödemelerin kesilmesinde, işçi ve
köylülerin düşük yaşam standartlarında tutulmasında ısrar ederlerken
sakladıkları bu nakdi toplumsal emek dünyasına yatırmayı reddetmektedirler-
anlamına gelmektedir. Sermayenin bu yapısal kabızlığından, bu “yatırım
grevi”nden daha büyük bir skandal olamaz.
Bu
katı gerçekliğe dayanarak, -bizim sağduyu dilimizde- “vergi grevi” kavramını
geliştirmek gerekmektedir. Sermayeyi elinde tutanlar, mülkün sahipleri
vergileme rejimleri karşısında –zorunlu olarak- grevdedirler; muazzam
servetlerini ya paralarını gizleyerek ya da vergi yasalarını kendilerine artan
koruma sağlayacak biçimde değiştirerek kullanmaktadırlar. Bu muazzam büyüklükteki
servet havuzu herhangi bir üretken alanda kullanılmamaktadır. Kullanıldığı
durumlarda sermaye piyasasını ve çeşitli varlık baloncuklarını şişirmek için
işletilmektedir. Sermayenin görünürdeki bu en müstehcen kullanımı finansın
merkezinde gerçekleşir: Wall Street. Bu dinamiğin üretebileceği kargaşa,
2007-08 yıllarında sadece ABD konut piyasasındaki en büyük varlık balonu
patlamasında görüldü. Konut patlamasının parlak dönemlerinde, ABD hükümetinin
bankalara yaptığı likidite teslimatı Greenspan Put[9] olarak adlandırıldı.
Dönemin FED başkanı Greenspan, piyasalara konut fiyatları gibi varlık
balonlarını şişirmekte kullanılan sermaye akıtmasıyla meşhurdu. Herhangi bir
toplumsal güvenlik ya da yaşlı orta sınıflar için bir emeklilik programı
olmaksızın ABD’li sakinlere konut fiyatlarının artacağı sözü verildi. Ülkenin
orta sınıfı Greenspan Put’a gönüllü olarak razı oldukları ve kendi kısa dönemli
çıkarları için finansın kontrol dışı gelişiminden keyifli oldukları için
başlıca “varlık” bu idi. Greenspan Put’un mümkün kıldığı şey, -orta sınıflar ve
çalışan sınıfların üst düzeyleri için Kuzey Amerikan rüyası- bugünkü yükselen
emlak fiyatlarının temellerini pekiştiren şeydi.
Eğer
konut fiyatları orta sınıflara ve çalışan sınıfların üst kesimlerine emeklilik
hayali sağlamış olsaydı, bankalardan çektikleri kredi kendi gelirlerinin
üzerinde harcama yapmalarını mümkün kılardı. ABD piyasası, gezegenin her
yanından her türlü kaynağın yanı sıra mal ve hizmet çekmeyi (vacuum up)
sürdürerek dünya piyasası için “son çare alıcısı” (buyer of last resort)[10]
olarak işler.
ABD’deki
tüketim ölçeği astronomiktir. ABD, dünya nüfusunun sadece %5’i olarak gezegenin
enerjisinin asgari %25’ini tüketir. Gezegendeki herkes eğer bir ABD sakini gibi
yaşasaydı, bu tüketim düzeyini sürdürebilmek için en azından dört ayrı Dünya
gerekecekti. Greenspan Put ve uluslararası bankacılık sistemi üzerinden
dağıtılan kredilerle harekete geçirilen tüketim ölçeği, ABD’li tüketicinin
Çin’den Meksika’ya kadar üreticiler için vazgeçilmez hale gelmesini mümkün
kılar. Varlık piyasalarının şişmesi ve ABD tüketim sektörüne ucuz kredinin
girişi, bu sistem için irrasyonel değildir, aksine kusursuz biçimde
rasyoneldir. Sistem bu şekilde tasarlanmıştır, onun rasyonalitesi sistemi bir
krizden diğerine, kaostan kaosa sevk etmesidir.
ABD
konut piyasası -aşırı şişen bir balon- patladığında, Amerika’nın önde gelen
monetarist uygulamacılarından Greenspan şok olduğunu söyledi. 2008 yılında
Kongre’nin karşısına çıktığında, Kaliforniya temsilcisi Henry Waxman’ın keskin
sorularına muhatap oldu:
“Greenspan:
Organizasyonların kendi çıkarlarının, bilhassa bankalar ve diğerlerinin kendi
hissedarlarını ve firmalardaki varlıklarını korumaya yatkın olduğunu
varsaymakla yanlış yaptım.
Waxman: Diğer
bir deyişle, dünya görüşünüzün, ideolojinizin doğru olmadığını, çalışmadığını
tespit etmiş oldunuz.
Greenspan:
Kesinlikle, tamamen öyle. Biliyorsunuz ki şok olmamın nedeni kesinlikle bu.
Çünkü ben kırk yıldır ya da daha fazla süredir bu varsayımın istisnai şekilde
iyi çalıştığını gösteren oldukça fazla kanıt [toplamak] için çalışmıştım.”
Greenspan’ın
ideolojisi, kuramı sorunlu idi ve -her ne kadar bunun ekonomi mesleği ya da
onların kamu politikası çerçevelerine bir etkisi olmasa da- kendisi şok oldu.
Monetarizm bu krizden de sağ salim çıktı. Makroekonomik politikalar, tercihleri
hakkında herhangi bir siyasal tartışma yürütülmemesi gerektiği görüşünü dayatan
teknokratların elinde kaldı. Onlar Greenspan’ın Kongre karşısında yanlış
olduğunu söylediği teorinin ülkesinde, politikanın üzerinde idiler. Eski
Yunanistan maliye bakanı Yanis Varoufakis oldukça açık ifade etmişti:
“Bugünlerde darbe tehlikesi bir tanktan değil bir bankadan gelir.” İyi ödeme
yapılmış lobiciler ve iyi muamele gören bankacılar demokrasiyi
zincirlediklerinde -belirli ülkeler dışında askeri bir darbeye gerek kalmaz.
Vergi
grevi, bireylerin büyük -hayal edilemez- toplumsal servet miktarını elde
tutmalarına imkân verdi. Bu servet, bir bireyin ya da ailenin tüketebileceğinin
ötesinde hayırseverliğin ürkütücü kültünü yarattı. Sağlık alanındaki
çalışmalarıyla saygınlaşan Bill Gates ve yoksullukla mücadele şampiyonları
olarak görülen diğer servet sahibi kadın ve erkekler sayesinde zengin
bağışçılar (donör) günümüzün kahramanları oldular. Bir ülkenin demokratik
olarak üretilen ihtiyaçlarına karşı yürütülen sosyal politikanın kilit kişileri
de bunlardı. Bu yolla, sosyal politika bugün demokratik kurumlarca daha az,
donör kaynaklı gündemler tarafından daha fazla yönetilmektedir.
Afrika
Feminist Forumu’ndan Sarah Mukasa’nın belirttiği gibi “ekonomi ve kalkınmayı
depolitize etme girişimlerine karşı uyanık olmalıyız ve bu [yeni kalkınma]
gündeminin tümüyle donör-kaynaklı olmasını engellemeliyiz.”
Vergi
grevleri, (büyük sermayenin gücüyle tamamen desteklenmiş durumdaki) resmi
politika yapıcıların, kamu görelilerinin kamu maliyesi kayıtlarını dengede
tutması gerektiği şeklindeki ısrarı ile birlikte gündeme gelir. Hükümetler,
sermaye devlete olan ödemesini azaltsa bile bütçelerini dengelemelidirler.
Bu
demektir ki hükümetler ya sosyal kurumları ayakta tutabilmek amacıyla fon
temini için varlıklarını satmaya ya da bu sosyal mallardan geri adım atmaya
zorlanacaklardır. Vergi grevi yanında mali sorumluluk, yoksullaşmış kamu
maliyesi demektir. Bu durumda toplum üzerindeki baskının, devletin toplumdan
onun zararına olarak aldığını şimdi geri vermesiyle ödenmiş olmasında (defray)
şaşılacak bir yön yoktur. Gizli elin yıktığı şey, gizli kalbin, özellikle
ailelerdeki kadınların üç kat daha fazla çalışmasıyla - küreselleşmenin topluma
ödetilen maliyeti- bir arada tuttuğu gevşek bağlardır.
NEOLİBERALİZM
“Umutsuz bir toplumun felsefesi,
Adam adamı yer, adam plan yapamaz
Beyaz Adam toplumu IMF ve yandaşları,
Ve biz dilenciler gibi ellerimizi açmaya devam ederiz.”
[Kalamashaka, Ni Wakati]
Modern
devletler, halklarının sürekli mücadelesi üzerinden kazanılan taahhütlerden
dolayı sağladıkları bütün toplumsal faydaları birden kesemezler. Çocuk bakımı,
eğitim, ulaştırma, temiz hava, refah, emeklilik: Bütün bunlar, halkın kendi
devletlerini sağlamaya zorladığı şeylerdir. Bunlar, modern uygarlığın asgari
tanımının unsurlarıdır. Neoliberalizmi doğuran şey, vergi grevi, mali
sorumluluk ve halkın sosyal mallara olan talebi idi. Diğer bir deyişle neoliberalizm,
burjuva kamu politikasının küreselleşme krizine bulduğu çözümün bir ürünüydü.
Yatırım
grevi ve mali sorumluluk yanında vergi grevi de kamu bütçelerini güçten
düşürdü. Burjuva hükümetleri yükümlülüklerini ifa edecek araçları kolayca
bulamadılar. Büyük zorluklarla edinilmiş kamu varlıkları ve doğanın değeri para
ile ölçülemeyen parçaları müzayede konusu oldu. Bu özelleştirmeler, modern
devletlerin çok da sağlam olmayan maliyesini güçlendirmek için fon sağladı. IMF
gibi uluslararası kuruluşlar ve ticari bankalar kamu maliyesinde yeterli
kesintiye gitmeyen devletleri, onların tahvillerinin değerini düşürerek,
kendilerini acziyet girdabına düşmekten korumak için kısa dönemli kaynak
bulmalarını engelleyerek cezalandırdılar. Batılı kurumların “gelişmekte olan”
ülkelere karşı takındığı kapıcılık (gatekeeping) tavrı iyi bilinir. 2007
yılına ait bir DB raporu, bir önceki yılın sonundan itibaren sadece gelişmekte
olan 86 ülkenin reyting kuruluşları tarafından puanlandığını tespit etmektedir.
Bunlardan 15 ülke 2004 yılından beri puanlanmamış, yaklaşık 70 ülke ise şimdiye
kadar hiç reytinge tabi tutulmamıştır. Bir başka deyişle, özel reyting
kuruluşları -Fitch, Moody’s, Standard & Poors- bu ülkeleri ihmal etmekte,
böylece onlar için ticari piyasalardan kaynak bulmayı zorlaştırmaktadır. Bu
ülkeleri, sıklıkla tersine yönde, onlar için parayı pahalı kılacak şekilde reytinge
tabi tutan IMF’dir. Bu ülkeler, sadece GSMH’leri düşük raporlandığı için
(emperyalist bölgeye girdiğinde yüksek fiyatlanan değerli malları düşük fiyatla
ihraç ettiklerinden) değil yüksek riskli borç alıcılar olarak görülmelerine
neden olan önyargılar nedeniyle de kaybetmektedirler. Kaynak yoksulu ülkelerin
ebediyen böyle kalmaya yazgılı oldukları finans-kalkınma tuzağı işte budur.
Ulusal
kaynaklarının yok pahasına satışı, hızla kan kaybeden ulusal bütçeleri
doyurmanın tek yolu olarak görülür. Özelleştirmeden elde edilen gelir, pahalı
enerji ithalatı yanında borç ödeme yükümlülükleri için de kullanılmaya devam
eder. Bu para, yeni bir altyapı sağlamayan ya da toplumsal zenginliği
artırmayan bir paradır; nüfusun becerilerini genişletmek için nadiren eğitime
yatırılır. Bu para, -zorunlu olarak- bir tür hırsızlıktır.
Global
Financial Integrity ve the Centre for Applied Research (Norveç
Ekonomi Okulu) tarafından yakınlarda yapılan bir çalışma[11] 2012 yılında
gelişmekte olan ülkelere dışarıdan giren toplam yardım, yatırım ve gelirin 1.3
trilyon dolara ulaştığını tespit etmektedir. Bu, oldukça yüksek bir tutardır.
Ancak çalışma, aynı yılda gelişmekte olan dünyadan dışarı doğru olan akışa da
baktı ve bu rakamın 3,3 trilyon dolar olduğunu tespit etti. Bir başka deyişle,
gelişmekte olan dünya, 2 trilyon dolar tutarında kaynağı Batı’ya kaptırmıştı.
1980
yılından beri Batı’ya doğru toplam servet akışı 16,3 trilyon dolar olmuştur.
Yüksek sömürgecilik döneminde olduğu gibi modern çağımızda d daha zengin ülkeler
vampirler gibi yoksul ülkelerin kaynaklarını kurutasıya emmektedir. Gelişmekte
olan dünyadan kaçan bu paranın karakteri nedir? Bu para üç paket halinde
gelmektedir: 4,2 trilyon dolar borç servisi şeklinde (toplam yardım paketinin
nerdeyse dört katı), ülkede iş yapan ancak merkezi Küresel Kuzey’de bulunan
yabancı firmaların geliri şeklinde ve düzensiz ve yasadışı sermaye kaçışı
şeklinde (sadece “kara para” değil başlı başına 700 milyar dolarlık bir sermaye
kaybına ulaşan ticari fatura düzenbazlıkları, trade misinvoicing).[12]
Küresel Güney için basitçe söylemek gerekirse, temel toplumsal kalkınma için
gereken fon, öyle kolayca bulunabilecek bir şey değildir.
Devletin
neoliberal yükümlülüklerinin toplumsal kalkınmayı özel sektöre doğru
yönlendirdiği Küresel Kuzey’de de sorunlar daha kolay değildir. Esasen,
neoliberal politikaların Küresel Kuzey’deki deneyimi hızla küresel hale geldi.
Servet üzerindeki vergi kesintileri ve şirketlerin yurtdışı kazançlarının
anavatana aktarılmasına yönelik düzenlemelerin gevşekliği, ulusal bütçelerdeki
varlıkları azalttı. Muazzam ölçekteki askeri ve güvenlik harcamaları ulusal
hazineyi dibine kadar oyar. Para temel sosyal hizmetlere -eğitim ve sağlık-
gitmez. O zaman toplumsal işlevlerin ödenmesi için araçlar bulmak yurttaşların
özel yükümlülüğü haline gelir. Sonuç olarak, yurttaşlar eğitim görürken ve
hasta düştüklerinde bireysel borç artar. Genç insanlar ve emekliye ayrılmış
yaşlı işçiler, bireysel ilerlemeleri için zorunlu kılınan eğitimlerini
borçlanma yoluyla ödemeye zorlanırlar. ABD’deki öğrencilerin eğitim borcu bugün
1,3 trilyon dolara, İngiltere’de 500 milyar dolara ulaşmıştır.
Sosyal
malların bu tarz özelleştirilmesi hızla dünyanın geri kalanına ihraç edildi.
Öğrenci borcu Çin’den Güney Afrika’ya, Hindistan’dan Meksika’ya kadar her yerde
yükseliştedir. ABD’de nüfusun %85’i sağlık sigortasına sahiptir ve henüz
-2012’de- ülke sakinleri kendi sağlık koruma paketleri dışında 2,7 trilyon dolar
harcamıştır.
2010
tarihli bir çalışma, ABD sakinlerinin %40’ının sağlık faturalarını ödemede
zorluk yaşadığını göstermiştir. Sağlık kaynaklı borç, ABD’deki bireyler için
başlıca iflas nedenidir. Özelleştirmenin bu “Amerikan modeli”, sağlık
hizmetleri (healthcare) faturaları üzerinden küresel iflasta bir artışla
sonuçlandı. DB ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 2011 yılında Hindistan’da 52,5
milyon Hintlinin sağlık harcamaları nedeniyle yoksul düştüğünü tespit etti. DB
ve DSÖ’nün tespitlerine göre, her yıl yaklaşık yüz milyon insan sağlık
maliyetlerinin sonucu olarak “aşırı yoksulluk” statüsüne geçmektedir. Aşırı
yoksulluk eşiği gelir anlamında günlük 1,9 dolardan 3,1 dolara çıkarıldığı
takdirde bu rakam yılda 180 milyon insana çıkmaktadır.
Parasız
üniversite eğitimi -sosyal demokrasi için büyük bir kazanım- bütün dünyada
tedricen azalmaktadır. Okul borcu, yeni fikirleri deneyimlemek isteyen
öğrencilerin yeteneklerini boğmaktadır. Öğrenciler mezun olur olmaz yüksek
maaşlı bir iş bulmak için yeteneklerini artıracak kurslar bulmaya isteklidirler.
Bunun için, öğrenciler zamanlarını son yirmi yılda sayıları astronomik ölçüde
artan ücretsiz stajlar bulmak için harcıyorlar. Öğrenciler, pahalı okullara
kabul edilmelerini sağlayacağı ve gittikçe sayısı azalan işlere yerleşecekleri
umuduyla İngilizcelerini geliştirmede yardım edecek “koçluk” sınıfları
arayışındadır. Bu demektir ki egemen toplumsal düzene meydan okuyan kurslar ya
da yenilikçi düşünme ile tanışmak (bilimler ya da sanatlarda) öğrenciler için
fazla çekici değildir. Okulun toplumsal bir gelişme merkezi, bir kuluçka olma
işlevi azalırken bireysel başarı için bir atlama tahtası olma işlevi
artmaktadır. Bu durum, genel olarak entelektüel yaşamı da etkilemektedir.
Darüsselam
Üniversitesi’nden [Tanzanya] Profesör Issa Shivji şöyle diyor:
“Bir zamanlar bizim
üniversitelerimiz tartışmaların merkezi olmanın gururuna sahipti; şimdilerde
ise mükemmeliyet merkezleri olmaya imreniyoruz. Tartışmacı değilseniz mükemmeliyete
ulaşamazsınız.”
Bir
başka deyişle, “mükemmeliyet” söylemi, yeni düşüncenin enerjisini, bilhassa
kökleri işçilerin, köylülerin ve işsizlerin deneyimlerine dayanan hegemonya
karşıtı düşüncenin inceliklerini soğurmaktadır.
Büyümenin
ekonomisi nasıldı? Neoliberal politika, tüketiciliğin hayvani ruhunu yeni
teknoloji ve büyüme oranlarını mucizevi biçimde artıracak ve -her nasılsa-
sosyal mallara harcanabilecek toplumsal refahı üretecek varlıkların yaratılması
ve borçlanma üzerinden ödeme konusunda bahse girdi. Ancak bunların hiçbiri
olmadı. Bunun yerine, tüketicilik ve yeni teknolojilerin zuhuru borçlanmaya
götürdü ve şişen varlıklar küresel ekonominin daha fazla karmaşaya düşmesine,
türev bir uygarlığa, hırsızlık ve hile üzerine kurulu bir uygarlığa yol açtı.
Ekonomiyi büyütmek için, sıradan insanlar borçlanmaya gitmek zorundaydı.
Borç,
ekonomiyi kaynar durumda tutma planının, aşırı bolluktaki ürünlerin alıcı
bulmasını güvenceye almanın bir parçasıdır. Yeni arzular yaratmaya yönelik
reklam ve ilanlardaki artış etrafımızı saran görsel alandan bir kanıttır.
Firmalar, tüketimin alt kültürlerini üretmek ve iyice ayrışmış arzuları
hedeflemek için piyasa bölümlemesine dair karmaşık kuramlar geliştirdiler.
Talep, ya zorunlu olmayan ya da eski ürünlerin yeni sürümü olan değiştirilmesi
gerekmeyen mallar (yeni arabalar ya da yeni telefonlar gibi) için yaratılır oldu.
Bu planlı eskitme kampanyası, doygun bir piyasa yayılmasına yardımcı olurken
aynı zamanda korkunç bir israf da yaratır.
DB’nin
bir çalışmasına göre[13] dünyanın yıllık çöp üretimi 1,3 milyar ton atığa
ulaşmıştır ki bu da günde yaklaşık 11 milyon ton çöp demektir. Satın alınan
şeylerin %99’unun altı ay içinde çöpe atıldığı tahmin edilmektedir. DB’nin
çalışması, 2025 yılı itibarıyla toplam günlük çöp miktarının muhtemelen üç
katına çıkacağını ve 2100 yılında toplam yıllık atığın 4 milyar tonu aşacağını
göstermektedir. Dünya 1950’den beri 9 milyar ton plastik atık üretti ki bunun
sadece %9’u geri kazanılmıştır.
Daralan
piyasayı genişletmeye yönelik planlı eskitmenin aynadaki görüntüsü, deniz
tabanında evini bulan atık dağları, yanmayı müteakip ortaya çıkan zehirli
gazlar ve değerli içme sularına ve verimli topraklara yayılan çöp depolama
sahalarıdır. Çöpün hacmi ve doğa tahribatı, kapitalizmin kendi Nirvana sürümüne
doğru dörtnala gidiş kabiliyetini yavaş yavaş aşındırmaktadır.
Bir
ekonomik politika olmanın ötesinde, neoliberalizm, cazip bir kültürel gündem
işlevi de gördü. Bir metalar dünyası vaat etmesi, neoliberal politikanın
cazibesidir. Fakat bunun altı, birinin hayatını sanki bu biri bir insan
değilmiş de bir iş girişimiymiş gibi yaşamaya çağrıdır. Bir girişim kültürünün
ya da bir girişimcilik kültürünün duyarlığı her türden arka plana sahip
insanları kendine çeker fakat -çok sayıda psikolojik araştırmanın gösterdiği
gibi- her insanı farklı biçimde etkiler.
Daha
az kaynağa sahip olanlar, kendi kendini geliştirmeye ve motive etmeye dayalı
bir dünyada kolayca ilerleme, başarının arka plana ve şansa bağlı olduğu bir
dünyada kendi kendini yönlendiren bir birey olma varsayımı ile yaşama imkânı
bulamazlar. Depresyon ve güvensizlik (insecurity), bireysel hünerlere
bağlı hızlı başarı için gittikçe artan biçimde Donkişotça yönlendirilen bir
toplumun sonucudur. Başarısızlık ise bireysel olarak katlanılan bir maliyettir.
Sosyolog Christina Scharff’ın gösterdiği gibi, “neoliberalizmin psişik
hayatı”[14] sadece toplumu değil insan kişiliğini de tahrip eder.
Neoliberalizm, -genelde, yaygınlaşan endişe ve azalan toplumsal uyuma yol
açarak- tüketim ve bireycilik kültürlerinin lehine olarak dayanışma
kültürlerini zayıflatır.
Sorunu
daha açık ifade etmek adına, DSÖ geçen 45 yılda intihar oranlarının yaklaşık
%60 oranında arttığını belirlemiştir. İntihar, bugün DSÖ’nün işaret ettiğine
göre 15-45 yaş arası kadın ve erkekler arasındaki üç ölüm nedeninden biridir.
Neoliberalizmin ideolojisi, olabildiğince baştan çıkarıcı, eşitsiz bir toplumda
bilhassa gençler arasında keskin etkilere sahiptir.
Günümüzün
yoksullukla ilgili verileri çok kötüdür. Her gün yoksulluktan dolayı 22.000
çocuğun öldüğü tespitinden başlayalım. Bu, her on saniyede bir çocuğun açlıktan
öldüğü anlamına gelir. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası günlük 2,5 dolardan daha
az bir gelirle yaşamaktadır. Hane halkı borç oranları dünyanın çoğu yerinde
orta sınıfları borca dayalı bir tüketim örüntüsüne götürecek şekilde astronomik
olarak artmıştır. Bu verilerle -toplumsal emeğin sömürülmesiyle elde edilen
küresel servete çok az sayıda insan tarafından el konulduğunu; acı çeken çok
sayıda insanı iyileştirici çabalarınsa ara sıra görülen yetersiz çabalar
olduğunu gösteren- son derece sefil sonuçlar üretmek mümkün.
Eğer
yoksullar gezegenindeki koşulları anlamak istersek, sosyal bilimler tarafından
kenara atılan eski kategorilere -aşağılanma, hayal kırıklığı, yabancılaşma,
yalnızlık, öfke gibi- ihtiyaç duyulacaktır.
Dünyadaki
hükümetler enerjilerini, vergi grevini kırmak için mücadele etmekten ziyade
yeni kontrol mekanizmalarının -Güvenlik, Gözetim, Risk Azaltma, Duyarlık
Analizi, Riskler- kaçınılmazlığına ikna etmek için yeni bir lügate sahip büyük
ustalık araçları -Uyuşturucu ile Savaş, Terörle Savaş- üzerinden kitleleri dar
alanlara hapsetmeye yöneltmekteler. Yoksulluğu yenmek için kullanılabilecek
olan toplumsal zenginlik, şimdi -gittikçe artan biçimde- “güvenlik”
cephaneliğinin inşası için seferber edilmektedir.
Institute
for Economics and Peace tarafından 2016 yılında hazırlanan bir rapor,
şiddetin yıllık toplam maliyetinin yaklaşık 13,6 trilyon dolar olduğunu göstermektedir
ki bunun yarısı (6,6 trilyon dolar) askeri harcamalara, bir çeyreği (3,5
trilyon dolar) iç güvenliğe gitmektedir. Şiddetin toplam maliyeti, dünyanın
gayrisafi hasılasının (GDP) %13,3’üne tekabül etmektedir.
Resmi
Kalkınma Yardımı[15] için açıklanan taahhüt GDP’nin sadece %0,7’si olduğuna
göre, yardım ve şiddet arasındaki bu fark piyasanın başarısız olduğunu
gösterir. Zorunlu olarak devlet politikasının toplumsal tarafının açlığı,
askeri tarafının müsamahası olan neoliberal politikanın, büyüyen eşitsizlik
açığı ve gezegenin geniş kesimlerini esir alan derinleşen umutsuzluk duygusu
için çok az yanıtı vardır. Silahlar insanları sindirebilir fakat daha iyi bir
gelecek için umut vermezler.
NEOFAŞİZM
“Ben sadece yoksul kimse istemiyorum.”
[Donald Trump]
Donald
Trump’a olan aşırı düşkünlük doğal bir itkidir. Trump, Filipinler’in Rodrigo
Duterte’sinden, Hindistan’ın Narendra Modi’sine, oradan Türkiye’nin Recep
Tayyip Erdoğan’ına ulaşan uzun bir hatta yer alan güçlü erkeklerin en
kavgacısıdır. Bu adamlardan Trump, geniş askeri kabiliyetleriyle ve
uluslararası finans kurumları ve diplomasi üzerinden yayılan gücüyle en güçlü
devletin başındadır.
Trump
ve diğer Avrupalı neofaşistler, neoliberalizme sessiz bir retorik muhalefet
sağlarlar. Ekonomik büyümeyi artıran politikalara ve toplumsal savaşı
perdeleyen politikalara bağlı kaldıklarından neoliberal politikalara hiçbir
şekilde doğrudan karşı çıkmazlar. Küreselleşmenin temelli eleştirileri politika
(policy) düzeyinde değil, ancak retorik ve politik (political)
düzeyde bulunur. Trump ve neofaşistlerin seçmenler önündeki konuşmalarında
ekonomik bağımsızlık politikalarına selam vermeleri bundandır. İş kaybından ve
ticaret politikalarından yakınırlar, fakat neoliberaller gibi küreselleşmeye
karşı gerçek bir alternatife sahip değillerdir. Küreselleşmenin maddi
çelişkileri tarafından tuzaklanmış durumdadırlar: Üzerinde hak iddia edemez
gibi göründükleri toplumsal zenginliği üreten dünya nüfusunun kitleleri için
sefaletin boyutları gittikçe büyürken, finansal yapıyı besleyen çokuluslu
şirketler tarafından hasadı yapılan muazzam kârlar.
Neofaşizm,
neoliberalizmin psişik hayatının tersinmesidir. Neoliberalizmin genel kültürel
atmosferi, başarının kişisel bir yolculuk olduğu, öz-yönelimin mükemmeliyet ve
zenginlik getirdiği şeklindeki tutumu besler. Bu tutum, romancı ve düşünür Ayn
Rand’ın Fountainhead (1943) adlı romanındaki kendisi gibi yetenekli ve
motivasyon sahibi insanların kazanabilmesi için “ikinci elciler”den uzak durmak
gerektiğine inanan Howard Roark’ın tutumudur. Fakat kazanamayanlara,
başaramayanlara, hatta kendi arzuları için gerekli olduğunu düşündükleri
standartta yaşamayı bile zor becerenlere ne olacak? Başarısızlığın kişisel
olmasına izin verilemez, ancak yapısal bir durum olarak da anlaşılamaz. Birinin
başarısızlığının nedeni -günah keçisi- başka biridir, kişinin kendi
sınırlamaları ya da sistemin kuruluşunda toplumsal ilerlemeye yerleştirilen
bariyerler değildir. Ayn Rand’ın kurallarını izlemekte başarısız olanlar,
suçlayacak birini bulmak için omuzlarının üzerinden bakarlar. Bu, Ernst
Bloch’un yaklaşık yüz yıl önce yazdığı bir “tatminin dolandırması” (swindle
of fulfilment) -güvenilmez, acımasız bir topluluk, gerçekten insancıl bir
topluluğun yerine geçer- durumudur. Eğer neoliberalizm “başarısızlık”tan dolayı
bireyi suçlarsa, neofaşizm günah keçisini suçlar.
Neofaşistlerin
vaadettiği şey, ya ulus-devletlerin ya da çalışan sınıfların çevresinde
yapılandırılan ekonomik egemenlikten daha zayıftır. Retorikleri ekonomik
milliyetçilikle parıldar ancak gerçekte politika tedbirleri kültürel
milliyetçiliğin sınırına bağlanmıştır. Kültürel homojenlik fantezisine kafayı
takmış durumdadırlar –minaresiz ve çarşafsız bir Avrupa, Müslümansız bir
Hindistan, Meksikalıların olmadığı bir ABD. Göçmen karşıtı duygular neofaşistlerin
milliyetçiliğinin platformudur. Ticaretteki mübadele ilkelerinden kaynaklı
kesintiler gittikçe artan biçimde ırkçılıkla ilgili hale gelir. Burada, Batı’da
artan -teknoloji kaynaklı- verimlilik oranlarının nasıl olup da iş kaybına
neden olduğu hakkında çok az ciddi konuşma vardır.
“Beyaz
Yaka” işlerinin kan kaybetmesinde ticaret sadece marjinal bir rol oynadı.
Acılara çare önerileri, bunlardan zarar görenlerce büyük anlam yüklenen ancak
ekonomik güvensizlikten acı çekenler için çok az anlamı olan “Duvar Yap”,
“Müslümana Yasak”, “Sığır Etine Yasak” ve “uyuşturucu satıcılarına, adam
kaçıranlara ve işsizlere savaş” sloganlarıyla boğulduğu için ciddi ekonomik
tartışmalar bir kenara atıldı. Bu, günümüzün baskın siyasal formu olan
neofaşizmin zulmüdür.
Ayn
Rand’ın başarılı olduklarına inanan çocukları, Wall Street, Finanzplatz, Dalal
Street ve Londra’da büyük bir salınım gücüyle, vergi yüklerinin daha da
azalacağı ve likiditenin finansal dünyada eskisinden daha fazla servet
yaratılmasını mümkün kılacağı duygusuyla bugün işbaşındalar. Trump yönetiminin
vergi “reform”ları, mülksüzleştirilmiş halklardan ziyade Ayn Rand’ın
çocuklarına yönelen bir kayırmanın işaretidir. Servet, kültürel arsızlığından
biraz utansa da neofaşizm ile uyumludur. Vergi grevi dokunulmaz olarak
kalmıştır; yatırım grevi için de aynısı geçerlidir. Bunların hiçbiri,
dikkatlerini mülk sahiplerinden çok savunmasız halklara çevirmekten pek mutlu
olan neofaşistlerin milliyetçiliğinin tehdidi altında değildir.
Neofaşistler
kavgacılıklarını maskelemek, “insani müdahalecilik” ya da “güvenlik” gibi
deyimlerin ardına gizlenmek zorunda değillerdir. Şiddete inanırlar ve
tahakkümlerini güçlendirmek için şiddeti allopathic [tedavinin tersi]
dozlarda kullanmak isterler. Yeniden Sömürgecilik çağrıları, doğal kaynakların
çalınması çağrılarıyla bir aradadır. Savaşları içeride ve dışarıda kültürel
egemenlik fantezilerinin başarısızlığına karşı bir nevi tedavidir (prophylaxis).
Yabancılar, dışardakiler ve daha az insan olanlar şeklinde gördüklerini
sindirmek için güç kullandıklarından, Neofaşistler kültürel olarak homojen bir
dünya kuramazlar.
EMPERYALİZM
“Emperyalizm kendini zayıf hissettiğinde kaba kuvvete
başvurur.”
[Hugo Chávez]
Ne
neoliberalizm ne de neofaşizm, küreselleşmenin ürettiği çelişkilere karşı bir
insan gündemi taşımayacak durumdadır. İnsanlar, tek kullanımlık varlıklar
olarak, uygarlığın kendisini üzerinde tuttuğu bir kapı halkı olarak görülüyor.
Karşı karşıya olduğumuz şey, sefil bir dünyadır.
Bu
yeni üretim mimarisinin askeri tehdit yanında diplomatik ve yasal gasp
tarafından sürdürülmekte olduğunu doğrudan söylemek önemlidir. Ülkeler, büyük
ölçüde Kuzey-tabanlı çokuluslu firmaların yararına olan kurumsal düzenlemeler
ya da politikaların mülkiyete karşı olup olmadığı konusunda anlaşamadıklarında,
kurumsal medya ve Kuzey’in askeri nizamı harekete geçirilir. Venezuela’dan
İran’a, oradan Kuzey Kore’ye uzanan baskı, emperyalizmin, yani hiper-tekelci arms-length
kapitalizm çağında devletler tarafından kullanılan ekstra-ekonomik gücün
görünür bir gösterimidir.
İçinde
bulunduğumuz dönemde, ABD emperyalizmin yapısı için en önemli Jandarma
konumundadır. ABD, NATO ülkelerinden başlayıp Suudi Arabistan, Hindistan ve
Kolombiya gibi önemli bölgesel müttefiklere uzanan bir müttefikler ağını
birbirine bağlar. ABD ve onun Avrupalı müttefikleri savunulamaz bir çelişkiler
setini birlikte taşımak zorundalar. ABD, günümüzdeki başlıca rakipleri olan Çin
ve Rusya başta olmak üzere kendisinin varsayılan hegemonyasına meydan okuyacak
herhangi bir rakip görmek istemediğini bugüne kadar açıkça belli etti.
Dünya
Ekonomik Forumu’nun tahminlerine bakılırsa, ABD 2017 yılında dünyanın en büyük
ekonomisidir (18 trilyon dolar; dünya ekonomik büyüklüğünün %24’ünün biraz
üzerinde). Çin ise 11 trilyon dolar (dünya ekonomisinin %14,84’ü) ile ikinci
sıradadır.
IMF
verileri, ABD ekonomisi %1,6 gibi düşük bir hızda büyürken Çin ekonomisinin
2016 yılında %6,7 büyüdüğünü göstermektedir. Pricewaterhouse Coopers tarafından
yapılan bir çalışma[16], Çin’in 2050 yılı itibarıyla dünyanın en büyük
ekonomisi olacağını söylüyor. Bir diğer deyişle, Çin dünyadaki en büyük ekonomi
olmaya hazırlanıyor. Dahası, Çin’in ekonomik dinamizmi artık düşük ücretli
işçiliğe değil teknoloji kaynaklı verimlilik artışlarına dayanıyor. Dünya Fikri
Mülkiyet Örgütü’nün [WIPO] 2016 yılındaki bir raporu[17] Çin’in bir önceki yıl
en çok patent başvurusu yapılan ülke -ABD’de yerleşik firmaların başvurusunun
iki katı- olduğunu gösteriyor. Aslında Çin, 2015 yılında dünyadaki patent
başvurularının üçte birine sahipti. Bu da Çin’in ABD ve Batının fikri mülkiyet
kaynaklı arms-length outsourcing birikim stratejisinin tahakkümüne
meydan okuyabileceğini göstermektedir.
Eğer
bu rakipler -Çin ve Rusya- güçlü kutuplar olarak ortaya çıkarlarsa, Batının parçalı
üretim ve küresel sermaye birikiminden oluşan avantajlı sistemini ayakta tutan
üç sütununa (arms-length outsourcing, fikri mülkiyet hakları ve Batı’nın
kendi amaçları için şiddet kullanımı) meydan okuyacaklardır. Aslında bu üç
sütuna meydan okunduğunu gösteren küçük işaretler vardır. İlk ikisi -bütünüyle
bir kenara atılmaları onlarca yıl alacak olsa da- kesinlikle baltalanmaktadır.
Üçüncü
sütunun -güç tekeli- sarsılması daha zor görünüyor. ABD, 2016 yılında kendinden
sonraki silah harcaması yapan sekiz büyük ülkeden (Çin, Rusya, Suudi Arabistan,
Hindistan, Fransa, İngiltere, Japonya ve Almanya) daha fazla silah harcaması
yapmıştır. Sadece 215,7 milyar dolar harcama ile ikinci sırada yer alan Çin,
611,2 milyar dolar silah harcaması yapan ABD karşısında cüce kalmaktadır.
Donald Trump’ın ABD askeri bütçesinde önerdiği artış, dünyadaki üçüncü büyük
harcamacı olan Rusya’nın toplam silah harcamasından (69,2 milyar dolar) daha
fazlasını ifade etmektedir.
ABD,
aynı zamanda yetmişin üzerinde ülkeye yayılmış 800 üssüyle büyük bir askeri
kapsama alanına da sahiptir. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın üçü birden yabancı
ülkelerde toplam otuz, Çin -Cibuti’de, aynı ülkedeki büyük bir ABD üssünün
gölgesinde- tek bir askeri üsse sahiptir. Rusya’nın askeri üsleri, çoğu Orta
Asya’da olmak üzere başlıca eski Sovyet cumhuriyetlerinde ve Asya’nın
köşelerindeki (Suriye ve Vietnam) iki üsten ibarettir. Bu güçlerin (Çin ve
Rusya) ABD askeri üstünlüğüne herhangi bir noktada meydan okuyabileceklerine
dair hiçbir gösterge yoktur. Bu ülkeler en fazla, ABD’nin Suriye gibi rejim
değişikliği için operasyonlar yürütmeye yönelik saldırgan davranışlarını
engelleyebilirler.
Askeri
zayıflıklarına rağmen bu ülkelere kolayca boyun eğdirilemez. Onlar üzerindeki
aşırı baskı onları içe döndürür ya da Batı kurumlarının parametreleri dışında
kendi birikim ağlarını kurmaya yöneltir. Kendi fikri mülkiyet gelişmeleri
yanında İpek Yolu projesini ve Afrika yatırımlarını çoktan başlatan Çin, Batılı
firmalara avantaj sağlayan parçalı üretim sürecini zayıflatacak bir üretim ve
birikim mimarisi inşa etmektedir. Çin ve Rusya’ya yönelik çok sert bir itme,
üretim fazlalarını başka yere taşımak için Çin’i yavaşça Batılı bankacılık
sisteminden çekilmeye ve ürünlerinin satışında Batılı piyasalara olan güvenini
sonlandırmaya yöneltebilir. Rakiplerini aşağı seviyede tutmakla Batı yörüngesi
dışına çıkmayacaklarından emin olmak arasındaki çelişki, modern çağ
emperyalizminin karmaşık bir işidir.
NATO’nun
Rusya’ya doğru genişlemesinde ve Çin’in kuşatılmasında ekonomik amaçlar için
güç kullanımı açıktır. Ukrayna ve Kuzey Kore’deki sıcak çatışmalar ve Güney Çin
Denizi çevresindeki soğuk çatışmalar, bu mücadelelerin ölçüsüdür. Ne Rusya ne
de Çin Batıya ekonomik avantajlar sağlamaya isteklidirler. ABD için, Çin eyer
altındaki ısırgan otundan farksızdır; Çin’in ticaret fazlası ABD için bir
sorundur. Çin’in Japonya’ya karşı olan tavrı öğreticidir. 1980’lerde ve
90’larda Japonya’nın ticaret fazlaları da ABD’nin canını sıkmıştı. Japon
hükümeti, Yen’i Dolar karşısında değerlendirmesi (revalue) için iki kez
ABD siyasal baskısına boyun eğdi (1985’te Plaza Accord ve 1995’te Reverse Plaza
Accord). Japon halkı, 2010 yılında Okinawa’daki ABD üssünü kaldırmayı taahhüt
eden reformcu bir hükümeti iş başına getirdiğinde, ABD dışişleri bakanı Hillary
Clinton Japon Başbakanı Yukio Hatoyama’yı istifaya zorlamak için doğrudan
müdahale etti. Çin’i kendi para birimini revalue etmeye zorlamak ve
siyasal sistemini Washington’dan dikte edilecek talimata uyar kılmak o kadar
kolay değildir. Dolayısıyla, deniz yollarını kullanmasına meydan okumak ve
askeri üsler ve uçuşlarla Çin’in güvenliğini tehdit etmek kaçınılmaz hale
geldi. Aynı türden savaş tehdidi, NATO’nun, yeni birleşen Almanya’nın NATO
tarafından hazmedilmesi için Sovyetler ve Almanlar arasındaki asgari anlaşmayı
ihlal ederek doğuya doğru genişlemesinde de açıktır.
Alman
dışişleri bakanı Hans-Dietrich Genscher, Sovyet dışişleri bakanı Eduard
Shevardnadze’ye şöyle demişti: “NATO üyeliğinin birleşik bir Almanya için
karmaşık sorunları beraberinde getirdiğinin farkındayız. Bizim için bir şey çok
açık: NATO doğuya doğru genişlemeyecek.” Fakat NATO, saldırgan bir füze savunma
kalkanıyla Rusya’nın güvenliğini doğrudan tehdit etti. Ukrayna krizi NATO’nun
doğuya doğru genişlemesinin açık sonucudur. NATO’nun Doğu Avrupa’ya
genişlemesi, salt Rusya’nın çevresindeki ülkeleri korumak değil bu ülkelerin
Rusya ya da Çin’den ziyade Batı hegemonyasındaki bir politik ekonominin kırbacı
altında kalmalarını güvenceye almak içindir. Silahların gücü, küreselleşmenin
kadife eldiveni içindeki sıkılmış yumruktur.
Dünyanın
efendileri -G7 ülkeleri- dünya ekonomik krizine karşın kapılar ardında kendi
dalaverelerine devam ediyorlar. Uluslararası kurumlarda politika alanı onlar
tarafından yandaşlarına hoşgörü gösterecek şekilde, Küresel Güney’e ise çok az
özgürlük verecek şekilde sınırlandırılmıştır. Gıda güvenliği gereklerine karşı
Küresel Güney üzerindeki baskı da böyledir. Bir diğeri, ABD, Avrupa Birliği
(AB) ve onların “Gerçekten İyi Arkadaşları” (ABD ve AB tarafından, birlikte
oluşturdukları bloğa gönderme yapmak için kullanılan ilginç bir sanat terimi)
tarafından dayatılan “Hizmetler Alanında Yapılan Ticaret Anlaşması”dır (Trade
in Services Agreement- TISA). Pakistan ve Paraguay gibi düşük gelirli iki
ülke hariç, TISA sürecine katılan gerçekten iyi arkadaşların çoğu üst gelir
grubundaki ülkelerdir. TISA, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini ve hasat
edildikleri ülkelerin dışındaki büyük firmalar tarafından veriler üzerinde
kontrol kurulmasını dayatır. TISA gündeminin ana maddesi, eski kalkınma
projesini bir kenara atmak ve yoksulluğu azaltmak için onun yerine bir “e-ticaret”
stratejisi koymaktır.
Bir
UBS raporu, eticaret gündeminin yoksulluğa bir son vermekten çok onu daha da
azdıracağını öne sürmektedir. Banka analistlerine göre, e-ticaretle birlikte
Küresel Güney’deki ülkeler “aşırı otomasyon nedeniyle düşük vasıflı işleri
riske atarken Dördüncü Sanayi Devrimi’nin tehdidiyle yüzleşecekler, ancak aşırı
bağlantısallık nedeniyle yeniden dağıtılabilir durumdaki göreli kazanımlardan
yararlanmak için gerekli teknolojik kabiliyetlere sahip olamayabileceklerdir.”
Bunun anlamı, dijital sömürgeciliğin, gezegen çapında servis sağlama ve
sağladığı bu hizmetten veri hasat etme gücü olan, sermayenin yararlandığı fakat
emek ve toplum üzerinde olumsuz etkiye sahip bir verimlilik kazancı yaratan
kontrolü zor bir avuç firma –FANG: Facebook, Amazon, Netflix ve Google- verecek
olmasıdır.
Bunun
yanısıra TISA, Avrasya'nın her iki yakasındaki Batı -Atlantik bölgesindeki
“Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı” (Transatlantic Trade and
Investment Partnership- TTIP) ve Pasifik bölgesindeki “Transpasifik
Ortaklık Anlaşması” (Trans-Pacific Partnership Agreement- TPP) tarafından
dayatılan bir ticaret rejimidir. Hem TTIP hem de TPP, ülkeleri Batının
hegemonyacı ticaret ağlarına bağlar ve zayıf ülkeleri Çin ve Rusya’nın
ağlarının dışında tutar. Her ikisi de gizlilik içerisinde müzakere edilmiş olup-tesadüfen
bir sızma olmazsa- müzakerelerin tam içeriği kamuoyunun meçhulü olarak
kalacaktır. Kuzey’in “ortaklar”ın geri kalanı için bir gündem belirleyeceği
TTIP ve TPP karşısında iç hukuklar bir kenara atılacaktır.
Dışarı
sızan belgelerden biri, ABD’nin fikri mülkiyet konuları üzerindeki görüş
aykırılıklarını gidermek için ülkeler üzerinde büyük baskı uyguladığını öne
sürmektedir. Belgelerden bir diğeri, yatırıma dair tartışmalarda “ABD’nin kendi
önerisinde hiçbir esneklik göstermediği”ni bildiriyor. Bu “müzakereler”in sonucu,
tipik biçimde Batının bir zaferi olacaktır. Batı baskısı ezici olmayı
sürdürüyor. Batının kuralları Güney ekonomilerini Batının yararına olarak
kısıtlamaya devam edecektir. Batının rant peşinde koşan büyük tekelci
firmalarının yararlandığı fikri mülkiyet rejimini zayıflatan herhangi bir
ticaret kuralı Batı liderliği tarafından derhal reddedilecektir. Ticaret
müzakerelerindeki emperyalist baskının esası budur.
ABD
Başkanı Donald Trump, TPP’nin geçersiz kılınmasına yönelik bir kararnameyi
imzaladı. Trump’ın TPP’yi reddetmesini istikamet değişikliği olarak görmek bir
yanılsamadır. TPP’nin asıl konusu bizzat ticaret kuralları değil Çin’dir, hatta
onun da ötesinde ticaret kurallarını yeniden yazabilecek ve yeni küresel üretim
ve birikim ağları geliştirebilecek rakiplerin zuhurudur. 5 Ekim 2015 tarihinde,
eski ABD Başkanı Barack Obama şöyle demişti: “Çin gibi ülkelerin küresel
ticaretin kurallarını yazmasına izin veremeyiz.” TPP asıl mesele değildi. Asıl
mesele, Çin’in izole edilmesi ve herhangi bir rakibin küresel düzenin
kurallarını yazmaktan men edilmesiydi. Trump, çok keskin bir üslupla, fakat
kesinlikle aynı şeyi söylemektedir. Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisine
sahip egemen bir ülke olarak “küresel ekonominin kuralları” yazılırken masada
olmamalıdır. Emperyalizmin alttaki ana zemini budur; kurallara o karar
vermelidir.
Yeni
çağın emperyalizmi iki eksen üzerinde gelişmektedir. Birincisi, Küresel
Kuzey’in yalnız ticaret ve kalkınma konularının tartışılması için bir forum
sağlamaya yönelik DTÖ gibi bir dizi örgütlenmeyi dayattığı kurumsal cephedir.
Aynı zamanda, Küresel Kuzey, güç kullanımı bakımından kendi bağlayıcılığını
gerçekleştirmek için BM gibi eski kurumları da emrine aldı. İkincisi,
neoliberalizm adına oluşturulan politikalar setine yönelik alternatiflere karşı
çıkmasını sağlayacak ideolojik cephedir. Özel sektör kazanımlarının büyümesini
sağlayan özel sektör kalkınma için tek mantıklı yol olarak görüldü. Neoliberal
bir politika platformu izleyen sözümona küreselleşmiş kurumlardan oluşan, hatta
kültürlerine yönelik tehditleri neofaşist homurtularla yanıtlayan yeni
emperyalizm budur.
***
2000'li
yıllarda, yeni emperyalizme karşı devletler arası düzeyde ilk büyük meydan
okuma ortaya çıktı. 2003’te, gelişmekte olan devletler Cancun’daki [Meksika]
DTÖ toplantısında Küresel Kuzey’in fikri mülkiyetle ilgili gündemini bloke
ederken, BM’de pek çok devlet ABD’nin Irak’taki savaşını uzatma isteğini
sorguladı. Bu iki gelişme -diğerleri arasında- BRICS
(Brezilya-Rusya-Çin-Hindistan-Güney Afrika) projesinin ortaya çıkışına temel
sağladı.
BRICS
bloğu ilk safhasında neydi? Anti-emperyalist bir platform değildi.
Anti-emperyalist platform, emperyalizme hem kurumsal hem de ideolojik düzeyde
meydan okuyabilmek için BRICS bloğuna ihtiyaç duyacaktı. Çok kutuplu bir dünya
inşa etmek için önde gelen devletlerin başını çektiği bir hareket olarak BRICS
gruplaşması, “tek kutupluluk” karşısında salt kurumsal bir meydan okumaydı.
BRICS,
Küresel Kuzey'inkinin yanında kesinlikle yeni bir kurumsal temel -DB’ye karşı
yeni bir Kalkınma Bankası; IMF’ye karşı bir Acil Durum Rezervi Anlaşması; BRICS
ülkelerine BM güvenlik konseyinde daimi üyelik talebi- oluşturma girişimde
bulundu. Fitch, Moody’s ve Standard & Poors’un hegemonyasına karşı Güneyli
bir reyting kuruluşu üzerinde konuşulmaktadır. Devletler arası ticarette diğer
ülke paralarının kullanılması da konuşulan konulardandır. Çok ikna edici olmasa
da BRICS yeni bir güvenlik mimarisi oluşturulmasına yönelik bir iletişim
başlattı.
Ancak
BRICS bloğu -kendi iktidarının doğası göz önüne alındığında (ve özellikle şu
anda Brezilya ve Hindistan'daki itibarı dikkate alındığında)- emperyalizme
karşı ideolojik bir alternatife sahip değildir. BRICS devletleri tarafından
benimsenen iç politikalar, ürünlerin satışına, Kuzey’e sadakat olarak dönen geri
dönüştürülmüş üretim fazlaları yanında işçilere ödenen düşük ücretlere, kendi
yurttaşlarının geçimini bile riske atmalarına, hatta daha kırılgan ve bir
zamanlar Üçüncü Dünya blokunun parçası olan diğer ülkelerde yeni pazarlar
geliştirmiş olmalarına bakılırsa Güney karakterli neoliberal olarak
tanımlanabilir. Gıda güvenliğini ya da gıda hakkını savunma yahut saklanan
servete karşı uygun işler yaratma ve bankacıların gücüne karşı mücadele etme
konularında BRICS içinde çok az tartışma vardır. Aslında BRICS’in bu yeni
kurumları -Kuzey düzeninden ayrı olarak yeni bir ticaret ve kalkınma platformu
yaratmaya istekli olmayıp- IMF ve Dolar için boyunduruğa koşulacaktır. Acil
Durum Rezervi Anlaşması, kendi ikrazlarını ölçmenin bir yolu olarak IMF
gözetimine ve IMF anlaşmalarına bağımlı olmayı sürdürecektir. Dolar, bu
mekanizmaların her yerinde hazır ve nazır durumdadır. Batı pazarlarına olan
isteklilik, BRICS devletlerinin büyüme gündemini egemenliği altında tutmaya
devam etmektedir. Kendi halklarının uçsuz bucaksız ihtiyaçları bu ülkelerin
politika tercihlerini yönlendirmekten uzaktır.
Son
olarak, BRICS projesi ABD ve NATO’nun askeri üstünlüğüne karşı koyabilecek bir
kabiliyette değildir. Libya konusundaki 1973 sayılı kararında olduğu gibi, BM
üye ülkelere “bütün gerekli önlemleri alma” izni verdiğinde askeri güce
başvurma konusunda Atlantik dünyasına tam yetki vermişti. Bu gibi BM
kararlarını uygulama kapasitesine sahip bölgesel alternatifler yoktur.
Rusya’nın 2014 yılında Kırım’a, 2015 yılında Suriye’ye yönelik askeri
müdahaleleri, tek kutuplu ABD askeri gücünün az da olsa zayıflatılabileceğinin
fakat sonlandırılamayacağının göstergeleridir.
ABD,
her kıtadaki üsleriyle ve nerdeyse her yeri vurma kabiliyetiyle küresel bir
güçtür. Barış ve çatışma çözümü için bölgesel mekanizmalar, NATO ve ABD’nin
savaş makinasının küresel varlığı tarafından zayıflatılmış durumdadır. Ezici
askeri güç siyasal güce dönüşür. Hâlihazırda BRICS ülkeleri bu güce meydan
okumak için fazla araca sahip değildir.
Rus
ve Çin’in Avrasya’da güvenlik ve ekonomi hattında geliştirdiği ittifaklarda,
Batı emperyalizmine karşı alternatif bir kutup yaratma emaresi yoktur. Bu
ittifaklar, Çin’in üretim fazlalarında sığınak arayan Rusya’nın desteklediği ve
Rus güveninin bazı iteklemelerinin verdiği Çin tedbiriyle sadece emperyalist
saldırganlığa karşı direnme işaretleridir. 2017 yılındaki Rus-Çin deniz
tatbikatları, ABD-Kuzey Kore soğukluğu ve Çin tarafından da desteklenen Rus
güçlerinin Batı Asya’ya girişi, bu iki ülkenin -1991’den günümüze kadar olduğu
gibi- ABD’nin kesin bir tahakkümüne izin vermeyeceklerinin işaretidir. Yapmaya
çalıştıkları şey, dünya çapındaki ABD emperyalist gücüne karşı rekabet etmek
değil kendi egemenliklerini ve ülkelerinin çevresindeki nüfuz bölgelerini
korumaktır.
Emperyalistler
arası bir çatışmadan ziyade dünya üzerindeki pazar payı için bastıran BRICS, bilhassa
Çin ile buna karşı koyan zayıflamış bir Batı ekonomik bloğu arasındaki
kapitalistler arası bir çatışma ile karşı karşıyayız. Trump’ın “Önce Amerika”
politikası ile 1990’dan buyana kapitalist yörüngeye taşınan geniş emek
havuzlarına bağımlı hale gelmiş sosyoekonomik düzen arasındaki gerilim,
kapitalistler arası krizi devletler arası boyutlara taşıdı. Çin hegemonyasına
dair Batı fantezileri, Çin’in ve diğerlerinin üretim fazlaları Batı finansal
düzenini çöküşten kurtardığında, en azından bir on yıl geriye gider. Ancak bu
fanteziler, her zaman retorikten politikaya aktarılmadı.
Bugünkü
tehlike, sistemi çalışırken şaşkınlığa uğratacak politikaların ortaya
çıkmasıdır. Çin lideri XI jinping 2017’deki Davos toplantısında açıkça ortaya
koydu ki “ticaret savaşından kimse muzaffer olarak çıkmayacak.” XI jinping’in
demek istediği, sadece bir ticaret savaşı değil, şaşkınlık verici sonuçlara
sahip bir devletler arası çatışmadır. Kapitalistler arası rekabet hızlandıkça
devletler arası ve aynı zamanda emperyalistler arası çatışma eğilimi hafife
alınmamalıdır.
Emperyalizm,
dünya düzenini yapılandırmaya devam ediyor, ancak kaba sömürgecilik ya da 20.
yüzyıl ortasındaki tarzda bir yeni-sömürgecilik de artık görünmüyor. Sorunlar
daha karmaşık. İşte 21. yüzyıl emperyalizminin altı köşesi:
1)
İttifak sistemini, ABD merkezde, ikincil müttefikler ise (İngiltere, Fransa,
Almanya, Japonya) onun tekerlek parmakları (spokes) olacak şekilde
koruyup güçlendirmek. Tekerlek parmaklarının dış tarafında kalanlar ise
Kolombiya, Hindistan, İsrail ve Suudi Arabistan gibi yan müttefiklerdir. Bu
müttefikler, ABD gücünün küresel erişim imkanları için gereklidir. Müttefiklere
yönelik herhangi bir meydan okuma, Birleşik Devletler ordusunun tüm gücüyle ve
Atlantik güçlerinin erişime açık durumdaki askeri ekipman ve eğitim desteği ile
keskin biçimde bastırılacaktır.
2)
İttifak sistemine karşı hiçbir meydan okumanın ortaya çıkmamasını temin etmek.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, ittifaka yönelik başlıca tehdidin, Sovyetler ve
onun uydularının ölümünün işaretiydi. O günden beri ABD ve onun bağlaşıkları
sisteme yönelik meydan okumaları kurutasıya sıkmayı başardı. NATO’nun Doğu
Avrupa yönünde genişlemesi ve ABD güçlerinin Pasifik Kenarı[18] bölgesinde
konuşlanması üzerinden Çin ve Rusya üzerinde baskı kuruldu. Güney Amerika’nın
yükselişi, eski moda darbelerle (Honduras’ta olduğu gibi) ya da postmodern
darbeler (Brezilya’daki gibi) üzerinden durdurulmalıydı. BRICS, ALBA [Amerika
Halkları Bolivarcı İttifak] ya da alternatif bir güç arayışına işaret eden
başka herhangi bir alfabe çorbası ayrıştırılmalıydı.
3)
ABD’ye olan güvenin en üst düzeyde kalmasını temin etmek. 1990-91 yıllarındaki
birinci Körfez Savaşı sırasında ABD Başkanı G. H. W. Bush “Vietnam Sendromu”nun
bastırılmış olduğunu söyledi. ABD, bugün dünya çağında büyük bir güç olarak
hareket etme konusunda, tüm gücünü uygulamaktan korkmama anlamında, daha fazla
kendine güvenmektedir. 1980’lerin vekalet savaşları bir kenara atılabilir.
Bugün ABD, karşıtlarına karşı tam bir tahakküm ile hareket edebilir durumdadır.
“Başka bir Amerikan yüzyılı” için yapılan çağrılar 2003’teki Irak savaşından
sonra tekrar seslendirildi. Irak’taki utanç verici durumun ABD gücü konusunda
şüpheleri artıracağı korkusu vardı. Bu korku bastırılmalıydı. ABD’nin “eşitler
arasında birinci”, [eski] dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın “vazgeçilmez
güç” (indispensable power) olarak ifade ettiği öz imajını yeniden
canlandırmak önemliydi. İran ve Kuzey Kore’ye yönelik tehditler bu yaygaranın
görünürdeki betimlemeleridir.
4)
Yararları Küresel Kuzey’de yerleşik çokuluslu firmalarca güvenceye alınan
endüstriyel üretim için temel teşkil eden küresel emtia zincirini korumak.
Ayrıştırılmış üretim alanları (ülkeler boyunca yayılmış fabrikalarla) ve sıkı
fikri mülkiyet yasaları, bu firmaları söz konusu küresel meta zinciri üzerinde
işçi örgütlerinden ve ulus-devletlerden daha fazla güç sahibi kılmaktadır.
Küresel Kuzey’in ittifak sisteminin diplomatik ve askeri gücü millileştirme
politikalarına ve fikri müştereklere karşı kullanılır. İş disiplininin taşere
edilmesine (subcontracting) dair mekanizmalar, toplumsal ilişkileri
toksik hale getiren acımasız çalışma koşullarına tümüyle bağımlı hale gelirken
Küresel Kuzey’in yüksek moral standartlar kurmasına imkân verirler.
5)
Maden ve kuyulardan çıkarılan hammaddelerin, bu zenginliğin bekçisi olan
halklara ödenebilecek oranların altında güvenli geçişini garantiye almak.
Terörle savaş ya da uyuşturucu ile savaş ya da çıkarma işleminin tehdit
olmaksızın yapılmasını mümkün kılan bir tür savaş adı altında protestolarla
mücadele edilirken çevresel açıdan zararlı ve insani olmayan çıkarma teknikleri
orman ve çöllerin derinliklerine gizlenir. Hem Küresel Kuzey’in yan ortakları,
hem de gelişmekte olan devletler, karanlıktaki -kendi doğrudan kontrollerinin
dışındaki- kötü koşullardan kendilerini temize çıkarmaya imkan verecek şekilde,
büyüme gündemleri için hammadde ithaline bağımlıdırlar.
6)
İster petro-dolarların Kuzey’in bankalarına akışını güvenceye almak için Suudi
kraliyet ailesini koruyarak, ister yoksul ülkelerce alınan borçların tamamen
ödenmesini temin ederek Küresel Kuzey’in finansal gücünü emniyete almak.
Finansal kriz Atlantik dünyasını vurduğunda, Küresel Kuzey sisteme likidite
sağlamak için Asya’nın büyük devletlerine (Çin, Hindistan ve Endonezya)
yalvardı. Karşılığında, Küresel Kuzey kendi yürütmesini -Yediler Grubu (G7)-
kapatmaya ve yerine Yirmiler Grubu’nu koymaya (G20) söz verdi. Ardından
bankalar kurtarıldı, bu söz unutuldu. Finansal güç yeniden tesis edilmeliydi;
asıl önemlisi buydu.
BRICS’ten
gelen meydan okuma büyük ölçüde susturuldu. Bu gelişmenin, Güney Afrika’daki
sağa sürükleniş ve BRICS ekonomik gücünü kalbinden vuran emtia fiyatlarındaki
düşüş yanında BRICS’in kendi iç çelişkileriyle, Brezilya ve Hindistan’da sağın
iktidara gelişiyle de yakın ilgisi vardı. BRICS -bugün için dünya düzenini
yeniden dengelemekte başarısız oldu; Batı emperyalizmine karşı ılımlı bir
meydan okuma geliştirme işi üyelerden ikisine, Rusya ve Çin’e bırakıldı.
Kırım’a müdahalesinden dolayı Rusya’ya uygulanan yaptırımlar yanında askeri
manevralar ve İran ve Kuzey Kore’ye yönelik Batılı tehditlerle Avrasya’nın iki
yanından sıkıştırılmış durumdaki Ruslar ve Çinliler, askeri ve stratejik
anlaşmaların yanısıra ekonomik ve ticari anlaşmalar da imzaladılar. Ekonomik ve
ticari bağlar, bilhassa enerji satışı, yine de mütevazı kaldı.
Çin
ve Rus donanmasının Kuzey Kore kıyılarındaki deniz tatbikatları ve Çin savaş
gemilerinin Rus gemilerinin yanında Akdeniz’e girmesi, Batının gücünü dünyayı
kendi çıkarına göre biçimlendirmek için kullanmasına kolayca izin
vermeyeceklerinin işaretidir. Ancak bunlar, dünya düzenini bu düzene bir alternatif
sağlayacak denli yeniden dengelemeye kadir olmayan savunmacı tavırlardır.
Neofaşizmin bu çağında savunmacı girişimlerini kalıcı kılmaya yatkın olup
olmadıklarını söylemek çok zordur: Rusya ve Çin uçakları, Avrasya’nın iki
sınırdaş devletindeki rejim değişikliğini engellemek için Tahran ve Pyongyang’a
iniş yapabilecek midir?
BÖLÜM - 2: ÖZNELİK (AGENCY)
TARİHİN ÖZNESİNİN AYRIŞMASI
“General, tankınız çok güçlü bir araç.
Bir ormanı yıkar, yüzlerce insanı ezip geçer.
Fakat bu tankın bir eksiği var:
Bir sürücüye ihtiyaç duyar.”
[Bertolt Brecht]
Önümüzde
kalan nedir? Gezegen boyunca pek çok güçlü kuvvetli halk hareketleri -emek ve
saygınlık mücadeleleri, doğal kaynaklara ve bireyin bedenine dair hakları
savunmak için verilen kavgalar- var. Bunlar, güçlüye karşı direnişin ana
caddeleridir.
Bir
asırdır fabrikalar ve ofisler çok büyük sayıda çalışanı yoğun bir gözetim ve
üretkenlik ortamına çekti. Sermaye ve kar hırsı, büyük fabrika ve ofisler
yaratmanın avantajlarını gördü. Üretim ölçeği -sermaye korkunç miktarlarda
emtia üretimini mümkün kılarak hammadde fiyatlarını aşağı çekebildi ve piyasayı
doyurdu- sermayeyi nemalandırdı. Daha küçük firmalar yarış dışı kaldı. İşçiler,
enerjilerini gittikçe ürünü - kendi kontrolleri dışında- oluşturan daha küçük
işlere harcayarak üretimin sonsuz hatlarında yerlerini almak zorunda kaldıkça
emeğin marifeti yavaş yavaş ortadan kayboldu. Hiçbir işçi ürünün tamamını
yapmadı fakat bütün işçiler ürünü birlikte ürettiler. Bu da Marx’ın Kapital’de
(1867) yazdığı gibi, bireysel işçileri “makinenin bir uzantısı” haline getirdi.
Zanaatkârlar becerilerinin üretim hattı ve makine tarafından üstlenildiğini
gördükçe işçiler hakkındaki entelektüel talepler çöktü. İşçilerin yaşamı
fabrikaya borçlu hale geldi ve çalışan sınıflar kendilerini -Marx’ın yazdığı
gibi- “[Hint tanrısı] Juggernaut’un tekerlekleri altına” sürüklenmiş
halde buldu.
Sermayenin
avantajı çok geçmeden kendi dezavantajına dönüştü. Bir fabrikada toplanmış çok
sayıda işçiye sahip olmak, onların birbirleriyle konuşmasını da mümkün kıldı.
İşçiler kendi sorunları hakkında bilinçlenecekler ve saygınlıklarının çöküşünü
nasıl anlayabileceklerini değerlendireceklerdi. Bu sohbet ve eylem ortamı
sayesindedir ki modern sendika hareketinin gelişimi mümkün olmuştur. Fabrikalar
işçilerin yoğun olarak bulunduğu yerler olduğu için bu hareketlerin merkezi
idi. Fabrikalar, kendilerine yapılan sermaye-para yatırımı için de birer
tuzaktı ve cüzi bir israf bile patronlar için kayıp demekti. Bu demektir ki
eğer işçiler greve gidebilirse sermayeyi baskı altına alabilirlerdi. Bu dönemde
[Sanayi Devrimi’nin başlarında], örneğin İngiltere’de ücretli işçilerin
çoğunluğu fabrikalarda istihdam edilmemişti; ev hizmetlerinde çalışıyorlardı.
Fakat ev hizmetçileri, birlikte örgütlenebilecekleri ve grevlerle sermaye
üzerinde baskı kurabilecekleri fabrikada olmanın avantajlarına sahip
değillerdi. Ev halkından bir hizmetçi protesto etse öldürülürdü. Bir
fabrikadaki bütün bir iş gücüne ateş açmaksa çok zordur. Fabrikaların sendika
hareketinin kuluçkası haline gelmesi, Marksistler ve sosyalistlerin sendikaları
sosyalist geleceğin merkezi olarak görmesi bundandır. Bu durum sendika
hareketinin parçalarının cinsiyetçiliğinin endüstriyel sendikacılığın
stratejisinde nasıl yeniden üretildiğini de ortaya koymaktadır: Özel mülkiyetteki
hanelere dağılmış olmasından dolayı örgütlenmesi zor olan çalışan sınıfın
çoğunluğu, çalışan sınıf örgütlerinin egemenlik alanı dışında idi.
Yirminci
yüzyılın ortalarından itibaren, sendika hareketi ve onun kazanımlarından yüzyıl
sonra sermaye yeni sömürü yöntemlerine başvurdu. Parçalı üretim çağına -gördüğümüz
gibi- girdik. Küçük fabrikalar, artık büyük bir fabrikanınki kadar işçi
yoğunluğuna sahip değillerdi. Eğer bir mal çeşitli ülkelerdeki üretim
hatlarında üretiliyorsa bu durum uluslar karşısında sermayeyi avantajlı kılar -ülkelerin
hükümetleri, üretim zincirinin ancak bir parçasını kamulaştırabilir durumda
olduklarından bir fabrikayı [tümden] millileştirmeleri çok zordur. Üretim
zinciri millileştirme stratejisini iptal etmiştir. Üretimin parçalara ayrılması
sendikacılığı zorlaştırır, çünkü bugün sermaye eğer fabrikada grev yaparsanız
işyerini kapatacağını ve üretimi başka yere taşıyacağını söylemektedir. Onların
yatırımı artık eskiden olduğu gibi kapana kısılmış değildir. Üretimin büyük
kısmı uzak ülkelerdeki küçük kapitalistlere outsource edildiğinden
tekelci firmalar bir tedarikçiyi farklı bir ülkedeki tedarikçi için terk etme
konusunda hiç düşünmezler; tedarikçilere sadakat sıfırdır. Bir başka deyişle,
yeni üretim teknikleri sendikacılığı dezavantajlı duruma düşürdü. Modern
kapitalizmin atık ürünleri de kadın işçilerin öylesine çok önemli bir varlık -yaşamlarının
on yıldan daha az bir süresi için getirilir, fabrika zemininin hızıyla aşınır
ve sonra geldikleri kırsal yaşama geri gönderilirler- haline geldiği bu yeni,
daha küçük ve dağınık fabrikalardadır.
İşgünü
sorunu, güvencesiz işleri dolaşan işçilerle, boş zamanın yok olmamışsa da
asgariye düştüğü şekilde uzatıldı ve böylece çalışan sınıflar ve köylülüğün
korunaklarını inşa etmek için gereken zaman tümüyle tüketildi. Bu işe
gidiş-geliş zamanı topluluğun ve birliğin zamanını yavaş yavaş yedi. İnsanların
zamanı sadece işverenler tarafından değil güvensizlik yapısı ve kısmi-zamanlı
çalışma tarafından çalındıkça toplumsal yaşam yıpratıldı. İş ararken işin
kendisinden daha fazla zaman harcanır oldu.
Dahası,
metalar kültürü karşısında sendikacılık kültürü bir mağlubiyet aldı. İnsanlar
medyadan, reklam endüstrisinden ve eğitim kurumlarından gelen şiddetli bir
patlama tarafından gittikçe artan biçimde işçiden tüketiciye dönüştürüldü. Bu
-neoliberalizmin psişik yaşamı tarafından yıpratılan- bir yeni varlıktır ki
birinin işyeriyle değil tüketim örüntüleriyle ilişkili olarak görülür. AVM’ler
ve reklamlar, kendilerini başka herhangi biri gibi hayal etmek için pek çok
sınıftan insanı çeker. AVM’ler değilse, o zaman dinsel mekanlar, -tapınaklar,
camiler, kiliseler- dövülmüş bedenleri ve bilinçleri farklı inançların vaizleri
tarafından vadedilen kurtuluş üzerinden şimdi yeniden kurtarılan yerlerinden
edilmiş kayıtdışı işçiler için daha çok merhem haline geldi. Latin Amerika’daki
Pentecostalism, Çin’deki Protestan Hıristiyanlığı ve benzerleri sendika
ve sosyalist kültürünün bir kez savrulduğu yerlerde inatçı biçimde varlıklarını
hissettirdiler. Topluluklar meta arzusu ve inanç etrafında yaratıldı. Bunlar,
çoğu yerde sendika kültüründen ve sosyalist toplumların kültüründen daha cazip
hale geldiler.
Sendikacılık
bu bağlamda anakronik gibi görünmektedir; AVM’lerin ve reklamların olmadığı
günlerin kalıntısı olarak gösterilen sloganlarıyla ana akımda geçmişin kültürü
olarak tasvir edilmektedir. Fakat hepsi bu değildir, hatta sendikacılığın -milliyetçilik
ve yurtseverlik gibi- daha genel duyguları bile aşındırılmıştır. Bu duygular
anlamlı kültürel nitelikler değil, salt yaşam tarzları haline gelmektedir.
Birisi, ulusu oluşturan insanlara herhangi bir bağlılık göstermeksizin
milliyetçi olduğunu iddia edebilir. Milliyetçiliğin keskin ağzı muhaliflere
karşı sertçe bilenir.
Çığlık
fitnesi günün düzeni haline geldi. Öğrenciler, gazeteciler, işçiler, köylüler,
kadınlar -ulusal “uzlaşma”da sorunlar bulunduğunu öne sürmek isteyen herhangi
biri- ulusa yabancı olarak görülür. Kabul edilebilir olan “milliyetçilik”,
toplumu inşa çalışması gerektirmeyen, bunun yerine şiddet ve antisosyal
faaliyete dayalı toplumsal uyumun nefret dolu, düşüncesiz bir formudur.
Yapısal
işsizlik ve genişleyen kayıtdışı sektör, yakınmaya yol açan sorunları işyerinin
dışına ve sokaklara taşıdı. Bu sokaklarda hayatta kalabilmek, yasadışı -ister
uyuşturucu ve seks, ister silah ticareti hatta takas olsun- olarak görülen
faaliyetlere yol açar. Bu faaliyetlerin varlığı, devlete halka karşı savaş açma
fırsatı sunar. Devletin karakteri refahtan çok güvenliğe, nüfusun korunmasından
ziyade polisiye hale getirilmesine (policing) eğilimlidir. Daha küçük
bir devleti öneren ideolojilerin (neoliberalizm) güvenlik için genişleyen bir
devlet aygıtı ile sorunu yoktur. Umutsuzluk ve devrim arasındaki hesap elitler
için açıktır. Bank of America’dan Tom Clausen’in sözleri buna örnektir:
“İnsanlar umutsuz
olduğunda devrimlerle karşılaşırsınız. Onların buna zorlanmadığını görmek için
bizim kendi kanıtımız öz-çıkardır. Hastayı canlı tutmalısınız, çünkü aksi
takdirde tedaviyi etkileyemezsiniz.”
Devrime
gidişi önlemek için elitlerin önünde yalnız iki yol açık durumdadır (liberalizmin
karakteri olan) neoliberal politikanın en kötü etkilerini önlemek için
ayrıcalıklar sunmak ya da (faşizmin karakteri olan) devrim ruhunu ezmek için
sert güvenlik önlemlerine başvurmak. Fakat aslında, neoliberalizm ve neofaşizm
ortak bir hedef -karışıklığı polise havale etmek- buldukları için günümüzde
yalnız tek yol açıktır. “Serbest ticaret” ve “insani müdahale”nin gücü
arasındaki fark, dünyayı sarıp sarmalayan küresel meta zinciri ve kargaşa
yaratmak için devletleri bölen rejim değişikliği savaşları arasındaki fark
daralmaktadır. Marx’ın 1867’de yazdığı gibi, “gücün kendisi bir ekonomik
güçtür.”
TARİHİN ÖZNESİNİN YENİDEN TOPARLANMASI
“Onlardan korkmadığımız için bizden korkuyorlar.”
[Berta Cáceres]
Günümüzde
Sol hareket parçalı üretim, tüketimci kültür ve Güvenlik Devleti’nin yükselişi
karşısında ne yapmaktadır? Kolay yanıtlar yoktur ancak temel sorular vardır.
İşçilerin kültürü yeniden canlandırılmadan sendika gücünün tümüyle yeniden
canlandırılması imkansızdır. Parçalı üretim teyit edilmeden ve dolayısıyla
işçilerin, her zaman mümkün değilse bile, çalıştıkları yerde kendilerini
örgütlemek için yaşadıkları işçi gücünü inşa etme ihtiyacı olmadan sendika
gücünü yeniden canlandırmanın kolay bir yolu yoktur. Asıl sorun, sadece fabrika
gücünü değil işçi gücünü inşa etmektir. İşçiler arasındaki hayal kırıklığı ve
öfkeyi yönlendirecek olan büyük toplumsal ve ekonomik değişimler bizim
ayağımızın altında planlanır. İşçilerin gözcülerinin, sendikalar ve partilerin
rolü, bu dalgalar gelip çarptığında, gerilimin nesnel koşulları protestonun
öznel patlamasına yol açtığında hazırlıklı bulunmaktır. Bu nedenledir ki
çalışan sınıfın ve köylülüğün yeniden toparlanması işin özüdür.
Sendikacılığın
vaadi bir “işçi gücü” inşa etmektir. İşçi gücü inşa etmek, sadece işyerlerinde,
bilhassa fabrikalarda ve sahalarda sendikalar kurmak anlamına gelmez. İşçileri
sendikalarda örgütlemenin önemli olduğu konusunda kuşku yoktur. Ancak pek çok
sektördeki -bilhassa Serbest Ticaret Bölgelerinde üretim yapan küçük işletmeler
ve evde üretim- zorluklar, işçileri örgütlemek için başka yaratıcı araçlar
planlanması gerektiği anlamına gelir. Örneğin dünyadaki en dinamik iş örgütleme
yöntemlerinin bazısı, işçiler su dahil olmak üzere temel maddelerdeki fiyat
artışlarına karşı ayakta kalma mücadelesi verdikleri ve ailelerine güven
alanları oluşturmak için mücadele ettiklerinden dolayı işçilerin yaşadığı
yerlerde gerçekleşti. Su ya da diğer kamusal haklar üzerindeki bu gibi
mücadeleler işçi ve köylüleri “topluluk” ya da “komşuluk” düşüncesi etrafında
harekete geçirdi -ki bunlar görünüşte bir sınıf çağrışımı yapmayan ancak
materyalist perspektiften yaklaşıldığında öyle olan terimlerdir. Bununla
birlikte, sendikacılar tarafından örgütlenen Cochabamba (Bolivya) işçilerinin
“su savaşları” sırasında savunduğu “topluluk”, bir soyutlama değil yaşamları
özelleştirme eliyle mahvedilen işçilerin somut bir topluluğu idi. Bu işçiler,
kurdukları topluluğun yaşamlarındaki görünür bir gerçekliği, suyun
özelleştirilmesine karşı mücadele ederken ihtiyaç duydukları dayanışmayı ve
mücadelenin ileri doğru taşınmasını kalıcı kılmak için sıkı tutmaya ihtiyaç
duydukları toplumsal bağları temsil ettiğini görmüşlerdi.
Hindistan
Demokratik Gençlik Federasyonu (DYFI) ve Tüm Hindistan Demokratik Kadınlar
Derneği’nin (AIDWA) -her ikisi de Hint komünist hareketinin kitle örgütleridir-
deneyimlerinin yanısıra, Güney Afrika’nın Abahlali baseMjondolo (AbM ya da
Shack Yerleşimcileri) ve Brezilya’nın Movement dos Trabalhadores See Terra
(MST ya da Topraksız İşçiler Hareketi) deneyimleri, işçi ve köylülerin yaşadığı
alanlardaki işçi ve köylü gücü inşasının etkililiğini gösterir. Yoksul semtler
günümüz işçi ve köylülerinin yaşam alanıdır. Buralar, asgari devlet desteğine
sahip aşırı kalabalık alanlardır. BM İnsan Yerleşimleri (Habitat), dünya
nüfusunun dörtte birinin bu gibi gecekondu semtlerinde (slum) yaşadığı
tahmininde bulunmaktadır. Küresel Güney’in bazı kentlerinde, nüfusun yarısı
barınma koşullarının uygun olmadığı, temiz suyun bulunmadığı, hijyen açısından
yetersiz, sağlık ve eğitim kolaylıklarının ya hiç olmadığı ya da çok az
bulunduğu yoksul semtlerde yaşar. Uluslararası kuruluşların rakamları düşük
tutulmuş gibi görünmektedir. Örneğin Cape Town’daki (Güney Afrika) Khayelitsha
semtinde, 400.000 yerleşimci bulunduğu söylenmiştir –ki semtte çalışanlar fiili
nüfusun bu rakamın en az üç katı olduğunu söylemektedir. Mumbai’daki
(Hindistan) Dharavi semti, 1 ila 1,5 milyon arasında bir nüfus barındırırken,
Mexico City’deki (Meksika) Ciudad Neza’da bir milyon insan yaşamaktadır.
Dünyadaki en büyük yoksul semtinin 2,5 milyon insanı barındıran Karaçi’deki
(Pakistan) Orangi olduğu söylenmektedir. Bu semtlerde kayıtdışı sektörlerde -sektörün
toplam işgücüne yakınlığını ölçen bazı ülkelerde (örneğin Hindistan’ın kayıtdışı
sektörü işgücünün %90’ına tekabül etmektedir)- çalışan insanlar yaşar.
Buralardaki çalışan-sınıf nüfusu, devlet destekli çalışma politikasının ve
-sıklıkla- sendika ağının dışındadır.
Toplumsal
refah bu mekanlara uğramaz. Buralarda devletin iyi tarafı nerdeyse hiç yoktur.
Sonuç olarak, buralardaki işçiler (a) kendi becerilerine ve
öz-örgütlenmelerine; (b) dinsel kuruluşlar ya da STK’ların yanısıra şu ya da bu
türden gangster örgütlerince üretilen pazarlara; (c) işçiler arasındaki
kadınların görünmeyen kalbine ki kadınların aile bütünlüğünü korumak için
yaptıkları mücadele, aileleri büyük toplumsal yeniden üretim çabalarına taşır,
bağımlı durumdadırlar. İlk uygulama sosyalizmin mümkün olduğunu göstermektedir.
Burada kooperatif oluşumunu ya da çalışan-sınıf tarafından çalışan-sınıf için
oluşturulan kendi kendine yardım (self-help) gruplarını görmek
mümkündür. İkincisi, kendi dokunaçlarını çalışan-sınıfın yaşamına derinlemesine
batıran dinsel örgütlenmeler ve mafyaya karşı en büyük meydan okumadır. Bunlar
-STK’lar dahil- Solun büyümesinin önündeki yapısal engellerdir. Fakat Sol
sadece bu yapılara cepheden meydan okumakla büyüyemeyeceğini öğrenmiş
bulunuyor. Küresel Güney’deki deneyimler, Solun, mafyanın yanısıra dinsel ve
yardımsever örgütlere karşı kendisinin aslında daha iyi bir seçenek olduğunu
toplumsal yeniden üretim arenasında kendi çalışmasıyla kanıtlamak zorunda
kalacağını bizlere gösterdi. Sol örgütlenmeler, su ve elektrik, barınma ve
sokak hizmetleri, okullar ve sağlık için verdikleri mücadelede çalışan-sınıfı
desteklemeye yönelik platformlar yaratıyorlar, fakat aynı zamanda bu hizmetleri
görece özerk biçimde sağlamaya başladıkça çalışan-sınıfla birlikte çalışarak sunuyorlar.
Bu tehlikeli bir faaliyettir; -hepsi de bu tür işlerde büyük paya sahip olan gangster
şebekelerini, dinsel grupları ve STK’ları zayıflatmak, hafife almak anlamına
gelir. Aynı zamanda, Solun bu alanlara müdahalesi büyük ölçüde kadınlar
tarafından yapılan toplumsal yeniden üretimin özelleştirilmiş emeğini toplumsallaştırır.
Köylüler ve işçiler arasında toplumsal yeniden üretim kurumlarının inşası için
bir hayli çalışma yapılmasına ihtiyaç vardır. Keza, bu girişimler üzerinde
çalışmak, farklı ortamlarda paylaşmak ve bu popüler enerjiden ortaya çıkan en
iyi deneyim ve sonuçları birbirine aktarmak amacıyla onlar hakkında yazmak için
entelektüellerce yapılacak çok iş vardır.
Dahası,
zamanımızda çalışan-sınıfın gücü, cinsiyet, din ve diğer ayrımcılık ve
hiyerarşi türlerinin dayattığı toplumsal bölünmeye karşı büyük bir enerji ile
inşa ediliyor. Marksistler, sıklıkla bu toplumsal hiyerarşi bölünmelerinin
çalışan-sınıfı çatlatabileceğinden endişe ederek hareketlerden gelen iyi
uygulamaların dört başı mamur bir gelecek kuramı içine inşa edilmesini
önermişlerdir. Günümüzde sosyalist entelektüellerin bu tutumu artık o kadar
aşikâr değildir. Çoğu sosyalist entelektüel, çeşitli nedenlerle kendilerini
hareketlerden uzakta bulmuşlardır. Bunun için bir sürü neden vardır:
Entelektüel sınıfların (hem medya entelektüelleri hem de akademisyenler)
burjuvalaşması, hareketlerin ayrışması, büyük değişikliklerin basitçe mümkün
olmadığı fikrinin benimsenmesi ve postmodern çağda temelsiz ve duruma bağlı
görülen değerler lehine güçlü bir duruş takınmanın getirdiği mahcubiyet.
Yine
de dünyada bu gelişmelerden etkilenmeyen ancak hareketlerle güçlü bağlar
kurmayı ve hareketler içinde hayati roller oynamayı sürdüren milyonlarca
entelektüel var. Tricontinental Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nün (Institute
for Social Research) görevlerinden biri şudur: Bu entelektüelleri ulusal
sınırların ötesinde bir araya getirmek ve –onların çalışmalarıyla- özgürlükçü
amaçlara yönelen toplumsal ve siyasal hareketlerle yakın işbirliği içinde
yapılan projelere katılma konusunda başkalarına ilham vermek.
Hareketlere
yakından bakacak olursak, makroekonomik politikayı demokratik kontrol altında
taşımak istediklerini, toplumsal ücretleri artırmak istediklerini, toplumsal
ihtiyaçlara hizmet için altyapı inşa etmek istediklerini, şirketlerin ve
elitlerin vergi grevini kırmak istediklerini, bankaları özel varlıklardan
kamusal varlıklara çevirmek istediklerini, herkes için bir geçim yolu ve
barınma imkanını güvenceye almak istediklerini görürüz. Bunlar bir geleceğin
öğeleridir; bu fikirleri almak ve etrafında tartışmayı teşvik etmek
entelektüellere kalmıştır. Hareketlerin kendi deneyimlerinden süzülüp gelmiş
alternatif bir toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal düzen için entelektüel
bir platformu beslememiz önemlidir. Burjuva ideolojisinin hücumuyla
aşındırılmış durumdaki iki düşünceyi -insanlığın ve geleceğin sosyalist
düşünceleri- kurtarmak da aynı derecede önemlidir.
Meta
kültürü ve insanları tüketiciler olarak gören düşünce insanlık düşüncesini
kuruttu. Bolivyalı sosyalistler kendi geleneklerine derinlemesine baktılar ve
insan karakteri üzerinde konuşmak için, kapitalist toplumsal normlar tarafından
boyun eğdirilmemiş bir insan toplumunun lügatini geliştirdiler. “Bizim Amerika
Halkları için Bolivya İttifakı”nın (ALBA) yürütme sekreteri David Choquehuanca,
“iyi yaşamın yolu” anlamındaki Qhapag ñan sözcüğünden, tüketiciler ve sahipler
değil sahibi olmayan bir insan yaratma ihtiyacıyla İyambae sözcüğünden
bahseder. Choquehuanca’nın dediği gibi, sahibi olmayan bir insan “gelecek”
demektir, “iyi yaşam arayan insanların yolu” demektir. İnsanlık düşüncesinin ve
bir insanlık toplumu yaratmaya eğilim ihtiyacı düşüncesinin yeniden
canlandırılması, insanın karar alma kabiliyetinin muhasebe defterine çift kayıt
yapma mantığına indirgenmesine karşı mücadele veren kitle hareketlerinde çoktan
görünür hale gelen çok büyük bir çaba gerektirir.
Sosyalist
entelektüeller olarak, bugünün ebedi olmadığı ve dönüşümün mümkün olduğu
düşüncesini yeniden kurmamız önemlidir. Böylesi bir dönüşümün mümkün oluşu,
gelecek düşüncesinden başka bir şey değildir. Bir geçmişin ve bugünün varlığı
konusunda aramızda tartışma yoktur. Bunlar aşikâr terimlerdir. Fakat gelecek
hakkında bir tartışma vardır. Yarının ve ertesi günün, gelecek ayın ve gelecek
yılın geleceğini biliyoruz. Fakat bu, bugünün görünüşteki germesinden dolayı,
salt ardışık sıralı bir zaman gibi görünüyor. Ancak bu gelecek düşüncesi değil.
Eğer ortada ortak bir gelecek duygusu varsa o da teknoloji tarafından zaptedildi.
İnsan değil, teknoloji gelecek düşüncesi haline geldi.
Zamanımızda
yeni teknolojik buluşların toplumsal krizlerimizi çözebileceği tahayyül edilir
oldu. Bizi iklim değişikliğinden yeşil teknolojiler kurtaracak, ekonomik
durgunluktan ise yeni dijital ve nano-teknolojiler azade kılacaktı. Teknolojik
belirlenimcilik, milyarlarca insanın rüyasına mani olan sorunların toplumsal ya
da siyasal bariyerlere sahip olmadığı; bu sorunların tümüyle teknik olduğu
anlamına gelir. Bu, tarihe ve geleceğe dair dar bir görüştür. Bazı teknolojik
gelişmeler daha iyi bir dünya için kesinlikle elzemdir, ancak teknolojinin
kendisi tarihi biçimlendiremez. Büyük teknolojik buluşlar olumlu bir toplumsal
etki yapmadan ve tevarüs edilen hiyerarşilerin tepesindekilere gittikçe daha
büyük servet ve iktidar sağlamadan önce daha eski, kalıtsal servet ve iktidar hiyerarşilerine
meydan okunması gerekiyor.
Zengin
bir gelecek düşüncesi, bugünün ebedi olmayacağını hayal etmemizi gerektirir.
Dönüşümler mümkündür, mevcut sorunlara yeni çözümler gereklidir, yeni ufuklar
inşa edilmelidir. Bu çözümler, toplumumuzun sosyal örgütlenmesinin umutlarımız
ve hayallerimiz için uygun olmadığını bilen insanlardan gelecektir.
Hareketlerimiz bize bu ufukların bir göstergesini verir. Sosyal bilimlerimizin
imkansızın kötümserliğine kapılmadığından emin olmak zorundayız.
***
Gıdanın
insanlardan esirgenişi ve ancak kıt kamu kaynaklarına sahip uluslara isteklice
satılan silahlarla karakterize edilen zamanımızın organize kabalığı çok az
kınama ile karşılanmıştır. Kötümserlik ve nihilizm günün düzenidir. Bu,
insanlık düşüncesine, insan özgürlüğünü üretmek için çaba gösterilmesi
gerektiği düşüncesine yönelik bezgin bir tutuma kapı açar. İnsanlığın bilinen
bütün gelenekleri büyük tehdit altındaymış gibi görünmektedir. Demokrasi, barış
ve kültür gibi kavramlar zayıf yerlerinden yırtılmıştır. Bu kavramlar çok az
şey ifade etmekte olup, çoğu kez gerçekleşebilir durumdaki güçlü fikirlerin
kırılgan bir kabuğu durumundadır. Dünyamızdaki bir şeyin ölmekte olduğu bizim
için kesindir. O kadar kesin olmayan şey ise eskinin yerini almak üzere neyin
doğmakta olduğudur.
Otuz
milyon insan hâlihazırda açlık sınırındadır. Bu insanlar gıdaya doğru kaçmak ve
kıtlıktan, orman yangınlarından ve savaştan uzaklaşmak istiyorlar. Geçim imkânlarının
sonu ile göç taleplerinin reddi arasında sıkışmış durumdaki dünyanın fakirleri,
bilinmeyen bir suçtan dolayı cezalandırılıyorlar. Bu kaderi hak etmek için ne
yaptılar? Bir suç işlemedikleri halde neden cezalandırılıyorlar?
Vijay Prashad
Çeviri:
Muhsin Altun
İştirakî Sayı 12 s. 63-101
Bu
yazının İngilizce orijinali, Mart 2018’de, www.thetricontinental.org sitesinde,
In the Ruins of the Present (Working Document, no.1) başlığıyla
yayınlanmıştır. Çevirideki vurgular ve [köşeli parantez] içindeki ifade ve dipnotlar
çevirmene aittir.
Vijay
Prashad, Tricontinental Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nün icra direktörüdür. The
Poorer Nations: A Possible History of the Global South ve The Darker
Nations: A People’s History of the Third World adlı yapıtlar başta olmak
üzere yirmi beş kitabın yazarı olup, yirmi kitabın da editörlüğünü yapmıştır. Frontline,
The Hindu (Hindistan), Alternet (ABD) ve BirGün (Türkiye)
için düzenli olarak yazan V. Prashad, LeftWord Books’un (Yeni Delhi) başeditörüdür.
Dipnotlar:
[1] Junot Diaz, “Apocalypse”, 19 Mayıs 2012, JD.
[2]
Kimberly Amadeo, “Paul Volcker”, 30 Ekim 2021, Balance.
[3]
“The Uruguay Round”, WTO.
[4]
Prabir Purkayastha, “Net Neutrality in the Age of Internet Monopolies”, The
Marxist, Sayı 31 (Ocak-Mart 2015), Cpim.
[5]
Morten Bennedsen ve Christian Schultz, “Arm’s Length Outsourcing”, 26 Mart
2007, Cite.
[6]
Martin Murray, “Expert Processing Zones”, 6 Ocak 2019, Balance.
[7]
“An Economy fort he 99%”, Ocak 2017, Oxfam.
[8]
Annette Alstadsæter, Niels Johannesen ve Gabriel Zucman, “Who Owns the Wealth
in Tax Heavens?”, Eylül 2017, Nber.
[9]
Sandeep Dahiya vd., “Fed Put in Equity Options Markets”, 28 Haziran 2017, Papers.
[10]
“The Buyer Of Last Resort”, 23 Ağustos 1998, Newsweek.
[11]
Global Financial Integrity, “Illicit Financial Flows to and from Developing
Countries: 2005-2014”, Nisan 2017, GFI.
[12]
“Trade Misinvoicing”, GFI.
[13]
“Global Review of Solid Waste Management”, Mart 2012, Worldbank.
[14]
“The Psychic Life of Neoliberalism”, Theory, Culture and Society, 20
Şubat 2016, Cite.
[15]
“Net ODA”, OECD.
[16]
“How will the Global Economic Order Change by 2050?”, Şubat 2017, PWC.
[17]
“World Intellectual Property Indicators 2016”, Wipo.
[18]
“Pacific Rim”, 19 Temmuz 2022, Invest.
KAYNAKÇA
Annette Alstadsaeter, Niels Johannesen ve Gabriel Zucman, ‘Who Owns the Wealth
in Tax Havens? Macro Evidence and Implications for Global Inequality’ (National
Bureau of Economic Research, 2017).
African
Development Bank, African Development Report 2015 – Growth, Poverty and
Inequality Nexus: Overcoming Barriers to Sustainable Development (African
Development Bank, 2016).
Christina
Scharff, ‘The Psychic Life of Neoliberalism: Mapping the Contours of
Entrepreneurial Subjectivity’, Theory, Culture and Society (2015).
Corina
Rodríguez Enríquez, ‘Economía feminista y economía del cuidado’, Nueva Sociedad
(2015).
Daniel
Hoornweg ve Perinaz Bhada-Tata, What a Waste. A Global Review of Solid Waste
Management (World Bank, 2012).
Deborah
James, ‘Twelve Reasons to Oppose Rules on Digital Commerce in the WTO’ (CEPR,
2017).
Elisabeth
Armstrong, Gender and Globalisation: The All-India Democratic Women’s
Association and Globalisation Politics (Tulika, 2013).
Global
Financial Integrity, Illicit Financial Flows to and from Developing
Countries: 2005-2014, (Global Financial Integrity, 2017).
John
Smith, Imperialism in the Twenty-First Century: Globalisation,
Super-Exploitation and Capitalism’s Final Crisis (Monthly Review, 2016).
Junot
Diaz, ‘Apocalypse’, Boston Review, 2011.
Yayına
Hz. Jorge Máttar y Luis Mauricio Cuervo, Planificación para el desarrollo en
América Latina y el Caribe: Enfoques, experiencias y perspectivas (CEPAL,
2016).
Yayına
Hz. Jürgen Weller, Brechas y transformaciones. La evolución del empleo
agropecuario en América Latina (CEPAL, 2016).
Melissa
Wright, Disposable Women and Other Myths of Global Capitalism
(Routledge, 2006).
Michihiko
Hachiya, Hiroshima Diary (University of North Carolina Press, 1995).
Omar
Dahi ve Firat Demir, South-South Trade and Finance in the Twenty-first
Century: Rise of the South or the Second Great Divergence (Anthem, 2016).
Prabir
Purkayastha, ‘Net Neutrality in the Age of Internet Monopolies’, The Marxist
(2015).
Spotlight
on Sustainable Development 2017: Reclaiming Policies for the Public
(Civil Society Reflection Group, 2017).
Strongmen:
Trump-Modi-Erdogan-Duterte, Yayına Hz.: Vijay Prashad (LeftWord, 2018).
The
Economic Value of Peace 2016 (Institute for Economics and Peace, 2016). The
Long View: How will the global economic order change by 2050? (PricewaterhouseCoopers,
2017).
UNCTAD,
Trade and Development Report (UNCTAD, 2017).
UNCTAD,
World Investment Report (UNCTAD, 2017).
UNICEF,
The State of the World’s Children 2016: A Fair Chance for Every Child
(UNICEF, 2016).
Utsa
Patnaik ve Prabhat Patnaik, A Theory of Imperialism (Tulika, 2016).
Vijay
Prashad, The Poorer Nations: A Possible History of the Global South (Verso,
2013).
Vijay
Prashad, No Free Left: the Futures of Indian Communism (LeftWord, 2015).
Wendy
Wolford, This Land is Ours Now: Social Mobilisation and the Meaning of Land
in Brazil (Duke, 2010).
World Intellectual Property Indicators - 2016 (World Intellectual Property Organisation, 2016).
0 Yorum:
Yorum Gönder