03 Ocak 2024

Bugünün Yıkıntılarında

Ağaca balta vurmuşlar ‘sapı bendendir’ demiş.” [Türk Atasözü]

Haiti kökenli yapımcı Raoul Peck, Genç Karl Marx filmini (2017) Prusya [bugünkü Almanya] ormanlarında başlatır: Köylüler yere düşen odunları toplamaktadır. Üşümüş ve aç durumdadırlar. Uzaktan atların gelişini duyarız. Korucular ve soylular yakındadır, ormandaki her şey üzerinde hak iddiasında bulunmaktadırlar. Köylüler kaçar. Fakat enerjileri yoktur, düşerler. Korucular ve soyluların kırbaç ve mızraklarını sırtlarında hissederler, bazıları ölür. Düşmüş bir odunu bile almalarına izin verilmez.

1842’de Köln’de oturmakta olan genç Karl Marx, Alman köylülerine uygulanan şiddet karşısında dehşete kapılmıştır. “Köylüler cezayı bilirler” demişti yazısında: “Dövülüyor hatta öldürülüyorlar. Fakat bilmedikleri şey suçtur. Hangi suçtan dolayı cezalandırılıyorlar?”

Peck’in filmini günümüzde duyarlı her insanın sorgulaması gereken bu ikilemle başlatması zekicedir. Dünyanın yoksulları hangi suçtan dolayı cezalandırılıyorlar? 

Yoksulluk ve savaş, açlık ve bombardımanlardan mülteciler üretiyor, fakat bu mülteciler hareketten menediliyor; içinde bulundukları durumdan herhangi bir çıkış yolu bulmaları engelleniyor. Karşı karşıya oldukları cezayı biliyorlar: Hakaret, açlık ve ölüm. Bildikleri bu; bilmedikleri şey ise suçları. Bunu hak etmek için ne yaptılar?

Dominik kökenli Amerikalı yazar Junot Diaz, ülkeyi harabeye çeviren 2010 yılındaki korkunç depremin ardından Haiti’yi ziyaret etti. Apocalypse başlıklı unutulmaz denemesinde[1] Diaz, Haiti’nin “bütün ulusların ekonomik bir simya vasıtasıyla yarı canlılara dönüştürüldüğü kapitalizmin yeni zombi aşaması” konusunda bizleri uyardığını not ediyordu:

“Eskiden bir zombi, yaşamı ve çalışması büyülü güçlerce zapt edilmiş biriydi. Eski zombilerden kurtuluş umudu olmadan saatlerce çalışmaları beklenirdi. Yeni zombinin herhangi bir biçimde çalışması beklenemez; yeni zombi sadece ölmek için bekler.”

Ve yeni zombinin gıda aramasına ya da bir barınak yahut ilâç bulmak için çabalamasına izin verilmez. Yeni zombi, gerçekten sadece ölmek için beklemelidir. Ceza budur. Peki suç nedir?

BÖLÜM - 1: YAPI
İNSANLIĞIN ULUSLARARASI BÖLÜNÜŞÜ

Bizler sürü idik. Büyük zorluklarla insan olduk.” [Akbar İllahabadi]

ABD Başkanı Donald Trump Kuzey Kore, İran ve Venezuela’yı yok etmekle tehdit ediyor. Bu, seleflerinden George W. Bush’un 2002 yılında kullandığı fakat o zaman Venezuela’yı dâhil etmediği Şer Ekseni kavramıdır. Şer Ekseni, ABD’nin 2003 yılındaki yasadışı istilasının bir parçası olarak bombaladığı Irak’ı da kapsamaktaydı. ABD o günden beri Libya’yı ve şu anda tümüyle ABD ve Birleşmiş Milletler (BM) işgalindeki Haiti dahil diğer ülkeleri harabeye çevirdi. ABD yaralı bir ejderha gibi kuyruğunu gezegenimize çarpıp duruyor ve -ülkeleri yakıp yıkarak, düşmanlarını yenilgiye uğratarak- halkların üstüne ateş soluyor. Yaraları ölümcül değil ancak stratejik. ABD hala dünyadaki en güçlü orduya ve herhangi bir ülkeyi hava bombardımanıyla ve kitle imha silahları kullanarak yok etme imkânına sahip. Fakat ABD, bu gücünü her zaman hırslarına hizmet etmeyen biçimlerde kullanmaktadır. Çünkü dünyadaki en güçlü ülke olması ABD’yi tanrısal yapmıyor. ABD, teslimiyete karşı insanlığı destekleyenlerce dikkatle izi sürülmesi gereken kendi yanlışlarına sahiptir.

Emperyalizmin ruhunda demir vardır; insanlara karşı devasa askeri gücünü kullanır ve sonra da - rahatlıkla- müteakip acıların insani maliyetini unutur. Ne 1945’te Japonya’da nükleer silahların kullanılması, ne Kore’nin 1950’lerde korkunç biçimde bombalanması, ne Vietnam’ın 1960 ve 70’lerdeki ağır bombardımanı ne de Afganistan’daki bitmeyen savaş ve Irak’ın ve Libya’nın yıkımından dolayı bir hesap verildi. Demir, ABD Afganistan üzerinde büyük bir bomba bıraktığında ancak kaygılanan ruha saplanmış vaziyettedir. [Bu olayda] ABD ve Afgan hükümeti tarafından sıkıştırılan yerel makamlar güvelik gerekçesiyle gazetecilerin olay yerine girişine izin vermediler. Bombanın düştüğü yerin civarındaki insanlar konuştuklarında ise sözleri dehşet vericiydi: “Yer, fırtınadaki bir gemi gibiydi” dedi Muhammed Şahzad, “gökyüzü üstümüze düşüyor gibiydi.” Achin belediye başkanı Naveed Shinwari tepkisini şöyle yansıttı: “IŞİD’in acımasız olduğunda ve halkımıza zulmettiğinde şüphe yok. Fakat bu bombanın neden bırakıldığını anlamıyorum. Bu, halkımızı dehşete sevk etti. Yakınlarım dünyanın sonunun geldiğini düşündüler.”

Dünya, kapitalizm kaynaklı küresel iklim kaosu ve nükleer savaşın eşiğinde zehirlenmiş gibi göründüğünde bu çağ bir imha çağına döner.

Dolayısıyla, imha ve yok oluşu daha önce deneyimlemiş olanların -ABD’nin Japonya’ya karşı kullandığı kitlesel yıkım silahlarından kurtulanların- sözlerini düşünüp kaydetmenin yeridir. Hiroşima’ya atılan atom bombasından kurtulan [bayan] Torako Hironaka, kendi günlüğünde o güne ait hatırladığı şeylerin bir listesini yaptı.

1. Bazı yanmış iş elbiseleri,
2. Çıplak bir kadın,
3. “Aptal Amerika” diye bağıran çıplak kızlar,
4. Bir karpuz tarlası,
5. Ölü kediler, domuzlar ve insanlardan ibaret tam bir yeryüzü cehennemi.

Dr. Miçihiko Haçiya, nükleer saldırının ardından (1955) yazdığı Hiroşima Günlüğü’nde şöyle yazdı:

“Yapabilenler, ruhları kırılmış, girişimleri tükenmiş bir halde uzak tepelerdeki dış mahallelere doğru sessizce yürüdüler. Nerden geldikleri sorulduğunda kenti gösterip ‘bu taraftan’ dediler. Nereye gittikleri sorulduğunda kentten uzağı gösterip ‘şu tarafa’ dediler. Çökmüş vaziyette idiler, yönlerini şaşırıyor, otomatlar gibi davranıyorlardı. Yakında aynı yöne giden düzgün bir karayolu varken umarsızca dar, kaba bir patikayı tutan uzun insan sıralarının tepkisi, onların geçişini raporlayan dışarıdakileri şaşkınlığa uğratmıştı. Dışarıdakiler, rüyalar aleminde yürüyen insanların çıkışına tanıklık etmekte olduklarını anlayamamışlardı.”

Nükleer saldırıdan kurtulanların (hibakuşa) söyledikleri, yok oluşun ufukta belirdiği günümüz için önemlidir. Bunlar kendinden hoşnutluğa karşı uyarılardır; demir ve nefretin kabalığına karşı insan bekasının sıcaklığını sağlarlar.

Felaketli doğal olaylar -kasırgalar ve yükselen deniz seviyeleri- Karayip adaları fırtına ve seller tarafından enkaza çevrildiğinde ve Güney Denizi’ndeki adalar okyanusa gömüldüğünde muhayyilemizi esir alır. Sermaye insan bekasının rüyalarını çektiği gibi sular da karayı çeker. Uluslararası kuruluşların verileri, gezegen üzerindeki milyonlarca yoldaşımız için resmi istihdamın imkânsız bir rüya olduğunu göstermektedir. Askeri istihdam ise her zaman mümkündür. Savaşlar bitmemecesine sürmektedir. Acımasız bir gelecek gençlerin önünde durmaktadır. Onların insanlığa inancı kırılgandır.

İnsanlık için uluslararası bir bölünme söz konusudur. Sanki insanlığımızı ayıran bir duvar varmış gibi; büyük savaş ve trajedi bölgelerinde yaşayanlar, savaş koşullarını üreten, fakat o koşulları eline almayı reddeden ülkelerde barış yanılsaması ile yaşayanlardan ayrılmış durumda.

Bir işsizlik ve yok oluş, yoksulluk, iklim felaketi ve savaş dünyasını nasıl anlamalı? Bu karmaşık gerçeklikleri kavramak için hangi kavramlara ihtiyacımız var? Kuzey Amerika pozitivizminden gelen düşünce tarzları -oyun teorisi, regresyon analizleri, çok düzeyli modeller, çıkarıma dayalı istatistikler- durumumuza dair genel bir kuram önermekte yararsızdır. Bu yaklaşımlar, dünyamızdaki gücün sağduyulu anlayışlarındaki sızmış halleri ve elitlerin rolü hakkındaki tecrübesizlikleriyle dünyamızın şu veya bu yönünü açıklayabilir.

Peki, bu yaklaşımlar küreselleşmenin ürettiği endemik krizler arasındaki ilişkiyi, neoliberalizmin bu krizleri yönetmedeki başarısızlığını ve onun hâlihazırdaki uzlaşması olarak neofaşizmin zuhurunu açıklayabilir mi? Bu yaklaşımlar -emperyalizm gibi- burjuva sosyal bilimlerinin temel ilkeleri tarafından tahayyül edilen aldatıcı dünyanın değil içinde yaşadığımız gerçek dünyanın sorgulanması için zorunlu olan kavramlara sahip midirler? NATO’nun neden bu ülkeyi bombalamak istediğini ya da IMF’nin şu ülkeye verdiği borcu neden canını alırcasına geri istediğini anlayabilir miyiz? Bu yaklaşımların, dünya ülkelerinin neden baskı cephaneliğine sosyal malların üretimine ayırdıklarından daha fazla para harcadığı, caddelerimizde neden sosyal işçiler ve sanatçılardan daha fazla polisin dolaştığı konusunda bir açıklamaları var mıdır?

KÜRESELLEŞME

Kişi Başına Gelir’i insanlar nerede kazanacak? Açlık çeken birden fazla kişi bilmek isterdi.
[Eduardo Galeano]

Gezegendeki toplumsal yaşamın tümüyle kurumasını açıklamak için kullanılan kavram, neoliberalizmdir. Neoliberalizm, zorunlu olarak IMF ve Dünya Bankası (DB) gibi çokuluslu kuruluşlar ve bu kuruluşların çevresinde toplanmış entelektüeller tarafından tasarlanan bir politika platformudur. Bu entelektüeller, tarihi insanların toplumsal emeğinden ziyade kurumsal ustalığın yaptığı şeklindeki burjuva mantığını özümsemişlerdir. Onlara göre, işi yaratanlar şirketlerdir ve dolayısıyla harıl harıl çalışan bir ekonomi oluşturmak için şirketlerin ihtiyaçlarına hizmet edilmelidir. Tarihin motoru Sermaye -şirketler ve girişimciler- olarak görülür; toplumsal emek -geleceğimizi tasarlayan işçiler ve sıkı çalışmalarıyla bugünümüzün değerini yükselten metaları üreten işçiler- olarak görülmez.

Neoliberal politikalara eleştirel yaklaşan bilim insanları, neoliberalizmin dünyayı nasıl değiştirdiğini açıklamak için İngiltere başbakanı Margaret Thatcher ve ABD başkanı Ronald Reagan’ın projelerini gösterirler. Sanki bu liderler, gezegenin kurumları üzerinden kendi gündemlerini izleyerek hiç yoktan kamu politikaları icat eden sihirbazlar gibidirler. Thatcher ve Reagan, korunmuş kamusal çıkarların özelleştirilmesi ve toplumsal kaynakların yağmalanmasının şampiyonluğunu yaptılar. Bu doğrudur. Fakat neden? Bu liderler, neden özelleştirme ve yağmalamaya yöneldiler?

İnsanlık tarihine İdealist yaklaşmak uygun değildir. Neoliberalizm birdenbire ortaya çıkmış değil; küresel üretim tarzındaki yapısal değişimlerin ürettiği pratik sorunları çözmek için bu hükümetler tarafından dünyaya getirildi. Kapitalizm, daima bir küresel piyasa peşindedir, bu piyasayı ulusal hükümetler tarafından konulan sınırlamalardan kurtarmaya, düşük maliyetle mallar üretmek için yeni kaynaklar ve yeni teknikler aramaya ve bu malları yüksek fiyattan satmak için yeni pazarlar bulmaya çabalar. Ancak sermayenin büyük küresel hırsları, teknolojik sınırlamalar -bilgiye dünya çapında gerçek zamanlı erişimdeki yetersizlikler gibi- tarafından ve ulus-devletlerden sermayenin emek sömürüsünü sınırlamasını talep eden işçi sınıfı hareketleri tarafından kontrol edilir. Fakat 1970’lerden itibaren belirli teknolojik engeller aşıldı ve işçi sınıfının gücü göreli olarak zayıflatıldı. Sermaye artık kendi uydularından bakıp gezegeni yukarıdan gözleyerek, bilgiyi bilgisayarlarında saklayarak ve en ucuz işçileri, en değerli piyasaları araştırarak kendi savaş arabası üzerinde yükselmeye ehil hale gelmişti. Sermayenin edindiği bu tanrı-benzeri konum küreselleşme çağının temelini attı.

Sermaye için gerçekten büyülü bir çağın kapısı açılmıştı. Teknolojik gelişmeler, uygun adım yürüyüşlü işçilerin akışı şeklinde ve zayıf devletlerden gelen siyasal muhalefete karşın sermayenin kazanımlarını korumak için tasarlanan yeni bir fikri mülkiyet hakları rejimi şeklinde sermayenin küresel fabrikalarına hızlı bir giriş yaptı. İşçi ve köylülerin sahip olduğu devlet gücü, artık tümüyle sermayedarlara teslim edilmişti. Artık devletin gerçekten burjuvazinin ortak çıkarlarını yönetmek için çalışan bir komite işlevi gördüğü söylenebilirdi.

Küreselleşme için siyasal koşullar, Batı mali sisteminin neden olduğu Üçüncü Dünya’nın borç krizi üzerinden oluşturuldu. 1979 yılında ABD’deki faiz oranlarında keskin bir artış -“Volcker Şoku”[2] (dönemin FED başkanı Paul Volcker’den dolayı böyle adlandırıldı)- Üçüncü Dünya ekonomilerini şoka uğrattı. Volcker’in uyguladığı para politikasıyla yaptığı şey, enflasyonu ABD kıyılarından dünyanın geri kalanına ihraç etmekti. Dolar için yüksek faiz oranları, LIBOR’un (London Inter-Bank Offer Rate) fırlaması demektir. Üçüncü Dünya ülkeleri, kendilerine atfedilebilecek hiçbir hataları yokken şimdi kendilerini Batılı hükümetlere ve ticari bankalara karşı aşırı düzeyde borçlu durumda buldular. On beş ağır borçlu ülkenin durumu (DB’nın değerlendirmesine göre) örnek gösterilebilir. 1970’te bu on beş ülke 17,9 milyar dolar (GSMH’lerinin %9.8’i) tutarında bir dış kamu borcu üstlenmiş durumdaydılar. Borç krizinin ısındığı 1987 yılına gelindiğinde bu rakam 402,2 milyar dolara (GSMH’lerinin %47.5’i) yükseldi. Bu borca ait borç servisi ve faiz ödemeleri ise devasa boyutlardaydı -1970’teki 2,8 milyar dolar ödemeye karşılık 1987’de 36,3 milyar dolara çıkan yönetilemez bir borç söz konusu idi. 1991’de rakamlar kontrolden çıktı. Üçüncü Dünya devletlerinin toplam dış borcu, 1,4 trilyon dolar idi. Bu rakam, söz konusu ülkelerin toplam ihracatının %126,5’ine tekabül etmekteydi. Bu demektir ki ticari bankalara ve hükümetlere borçlanılan tutar, mal ve hizmet ihracından sağlanan meblağdan daha büyüktü.

Üçüncü dünyanın borç krizi, bu devletlerin kendi halklarına sosyal mallar sağlama kabiliyetini yok etti. UNICEF, bu borç krizinin 1980’lerdeki ortalama gelirde %25’lik bir düşüşle sonuçlandığını not etmiştir ki bu kayıp bir on yıl demektir.

Dünyanın en yoksul 37 ülkesi kişi başına sağlık harcamalarını %25 oranında, eğitim harcamalarını %50 oranında azalttılar. İlgisi çocuklarla sınırlı olan UNICEF, borç krizinin bir sonucu olarak 1988 yılında yarım milyon çocuğun önlenebilir hastalıklar nedeniyle öldüğünü tahmin etmiştir. Öyleyse, UNICEF’e göre mali sistem yüzünden her gün 40.000 çocuk ölmüş demektir. O dönemde Tanzanya’nın [ilk] devlet başkanı Julius Nyerere açıkça şöyle demişti: “Borçlarımızı ödemek için çocuklarımızı öldürmeye mecbur muyuz?”

Üçüncü dünyadaki borç krizi, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki çoğu devletin siyasal güvenini yerle bir etti. Şirketler “serbest ticaret bölgeleri” ve diğer avantajlar için pazarlık masasına ulaşabilirken devletlerin çok az pazarlık gücü vardı. Liderlerinin çözümlerini ve ulusal elitlerin kültürel güvenini zayıflatmak suretiyle sömürge sonrası devletlerin pazarlık gücünü zayıflatan şey, işte bu borç krizi idi. Bağımlılık, bağımsızlık yokluğunun bir sonucudur. Burkina Faso’nun [1983-87 yılları arasında görev yapan anti-emperyalist devlet başkanı] Thomas Sankara’nın uyardığı gibi, “sizi besleyen, sizi kontrol eder.” Nitekim öyle oldu.

Küreselleşmenin yeni mimarisi bu çocukların mezarları ve Üçüncü Dünya devletlerinin zayıflıkları üzerine bina edilecekti. Bu yeni dinamiğin üç öğesi vardı: Yeni teknolojilerin gelişimi, milyonlarca yeni işçinin tekelci firmaların birikim stratejilerine teslim edilmesi ve yeni bir fikri mülkiyet rejimi yaratılması.

Birincisi, yeni teknolojiler -uydu iletişimi, bilgisayarlaşma ve konteyner gemileri gibi- firmalara küresel, gerçek-zamanlı verileri yönetme ve malları mümkün olduğunca hızlı taşıma kabiliyeti sağladı. Firmalar, veri tabanlarında tuttukları ayrıntılı bilgiler sayesinde fabrikalarını çeşitli ülkelerde aynı zamanda bölümlere ayırıp birleştirebilir oldular (her bir fabrika, hangi ülkenin üretimde ihtiyaç duyulan en uygun lokasyonu sağlayabileceğine dair değerlendirmeye bağlı olarak nihai ürünün bir parçasını üretebilir).

Sermaye, artık pazarlara yakın fabrikalar inşa etmeye ya da bir tane dev bir fabrika kurmaya ihtiyaç duymamaktadır. O günler geride kalmıştır. Şimdi sermaye, pek çok lokasyonda küçük fabrikalar inşa etmek için girdi maliyetlerinin fiyatlarındaki küçük değişimlerin avantajını kullanabilmektedir. Taşımacılıktaki ilerlemeler -konteyner kullanımı gibi- sayesinde sermaye, ürünleri görece kolay biçimde piyasalara uyarlamanın yanında ürünün parçalarını hızlı ve görece ucuz biçimde nakledebilmektedir. Bugün üretimi bir bölgeden taşımak ve gezegene yaymak için gerekli teknolojik araçlar mevcuttur.

İkincisi, Ekim Devrimi, Çin Devrimi ve Üçüncü Dünya Projesi ile dikilen engeller, üçüncü dünyanın borç krizi, SSCB’nin yıkılması ve Çin emek piyasasının dış sermayeye açılması nedeniyle 1980’lerde yıkıldı. Önceleri büyük ölçekli kapitalist taleplerden korunan milyonlarca işçi artık kapitalist pazarın avı haline gelmişti. Hayatlarını kazanabilmek için parçalı (disarticulated) üretim yapan fabrikaları bekleyeceklerdi.

Üçüncüsü, sermaye fikri mülkiyet haklarının toplumdan ziyade kendi ellerinde tutulmasını temin etmek için GATT’ın (General Agreement on Trade and Tariffs) son turu olan ve 1986-1994 yılları arasını kapsayan Uruguay Round’unu[3] başlattı.

Önceden fikri mülkiyet, malın kendisiyle değil üretildiği süreçle ilgiliydi. Bu da insanların mal üretmek için yeni yöntemler bulmasına ve dolayısıyla bilim ve teknolojiyi geliştirmelerine imkân veriyordu. Yoksullar için hayat kurtaran ilaçların geliştirilebildiği yoksul ülkelerdeki ilaç sektörü için hayati önemde olan ürünlerin tersine mühendislik yoluyla üretimi mümkündü. GATT’ın, 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) kuruluşuyla sonuçlanan son “Round”unun ardından fikri mülkiyet düşüncesi değişti. Bugün, sermayenin bu malı yapan herhangi birinden -kendi inovasyonları dikkate alınmaksızın- rant sağlayabilmesi anlamında ürünün kendisi patente tabi tutulmaktadır. Bunun bir anlamı da sermayenin kurulu bulunduğu asıl bölgenin -Kuzey Amerika ve Batı Avrupa- dışında üretilen malların değerinin bu yeni fikri mülkiyet rejimiyle korunacak olmasıdır. Dahası, yeni fikri mülkiyet çerçevesi -nano teknolojilerin, genomic’lerin ve transgenic’lerin patentlenmesi üzerinden- büyük gıda firmalarına tarım üzerinde topraktaki kontrolü aşan yeni bir güç sağladı. “Dijital Kolonileşme”ye doğru bir gidiş için bilişim firmalarına da temel sağlanmış oldu.

Dijital kolonileşme, büyük “bilişim firmaları” tarafından, yeni tüketici gözetim araçları üzerinden ve gezegendeki insanlara başlıca Batılı içeriğin teslimiyle yeni talep ve arzuların pekiştirilmesine yönelik veri hırsızlığıdır (sosyal internet için bir ilke olarak “net tarafsızlık”ın[4] tedrici ölümü dijital kolonizasyonun bir diğer göstergesidir). Bu, parçalı üretimin mimarisinin yeni yasal çerçevesi idi.

DTÖ, [Suriye kökenli] ekonomist Ömer Dahi’nin belirttiği gibi “Büyük Pazarlık” diye adlandırılan bir sürecin sonucu olarak ortaya çıktı. Borç krizi ile kötürüm durumdaki Küresel Güney’in çoğu ülkesi, tarım ürünlerini ve çıkardıkları hammaddeleri ihraç etme karşılığında kendi sanayi politikalarını terk edip işçilerini ve pazarlarını korumaktan vazgeçti. Gerçekte olan, hem sanayide hem de tarımda ekonomik bağımsızlığın kaybedilmesiydi.

Bu teknolojik gelişmeler, milyonlarca potansiyel işçinin teslimi ve yeni fikri mülkiyet kuralları firmaların küresel ölçekte operasyonlar yürütmesini mümkün kıldı. Firmalar küresel meta zinciri boyunca mal ve hizmet üretimi için iki farklı strateji kullandılar. İlk olarak, bütün üretim süreçlerini deniz aşırı bir ülkeye taşıdılar. Bu, “Doğrudan Yabancı Yatırım” (Foreign Direct Investment- FDI) ya da “dış kaynak kullanımı” (outsourcing) olarak bilinir. Burada, çokuluslu firma üretim için gerekli fiziksel altyapıyı inşa etmek için hala başka bir yere yatırım yapmak zorundadır. İkinci olarak, çokuluslu firmalar mallarını üretmek için biri diğeri ile mücadele halindeki salt altyükleniciler kiraladılar. Ekonomist John Smith’in “arms-length outsourcing”[5] [tarafların birbirleriyle ilişkileri yokmuş gibi yürüttükleri dış kaynak temini] olarak adlandırdığı bu strateji çokuluslu firmaların sermayeden tasarruf etmelerini, üretim süreçleriyle ilgili nerdeyse hiçbir risk üstlenmemelerini mümkün kıldı. Her iki yöntem de -FDI ya da arms-length outsourcing- sermaye, Kuzey ve Güney’deki toplumları birbirinden uzaklaştırırken üretimde ucuz ve zayıf emeği kullanarak emek fiyatlarındaki farklılığın avantajını değerlendirdi.

Üretimin bu yeni coğrafyası, sendikalar ve millileştirme gibi işçi gücünün inşası için gerekli iki kurumsal çerçeveyi, sendikaları ve millileştirmeyi kaldırarak işçilerin gücünü zayıflattı. İşçiler, değiştirilebilir durumdaki işçilerden iş çıkartmak için her vahşi yöntemi kullanan sahipleri tarafından düşük marjlarda tutulan bu altyüklenici firmaların içinde nasıl sendikalaşabilirlerdi? Devletler, eğer işçiler tarafından ele geçirilmişlerse, bir ürünün bütün üretim süreçlerini kontrol edemedikten sonra üretim süreçlerinin parçalarını nasıl millileştireceklerdir? Bu araçların hiçbiri de işçilerde mevcut değildir. Onların dünyayı değiştirme yönündeki kendi hareketi, toplama kampı özellikli İhraç Malları İşleme Bölgeleri[6] [serbest ticaret bölgesi] ve maquiladora fabrikaları [Meksika-ABD sınırı boyunca kurulu ikiz fabrikalar] tarafından boğulmuş durumdadır.

Arms-length outsourcing, Kuzey’in firmalarının kendi sermayelerini artık üretim süreçlerine yatırmamalarını sağlar. Nike, Apple ve diğerleri fabrikalara para yatırmamayı tercih etmektedir. Onlar marka firmalarıdır. Markalarına karşılık topladıkları rantlardan elde ettikleri kar astronomik düzeydedir ve bu kâr, hiçbir şekilde tekrar üretken girişimlere yatırılmaz. Bu firmaların büyük nakit kaynakları üzerinde oturması ya da devasa büyüklükteki sermayeyi üretken olmayan finansal kumarhaneye aktarmaları çok az kimseyi şaşırtacaktır. Bu firmalar, söz konusu parayı üretken girişimlere yatırmaktan ya da sosyal mallar için harcamaktan ziyade, üretimin aracılığı olmaksızın paradan daha fazla para kazanmayı denedikleri finansal döngülere saklarlar. Böyle olunca, bu dev firmaların bazısını kontrol eden insanların kızgınlık uyandıracak derecede servet sahibi olmaları şaşırtıcı değildir.

Bir Oxfam araştırmasına göre[7] bugün sekiz, insan dünyanın yarısının sahip olduğundan daha fazla bir servete maliktir. Onların bu serveti, parçalı üretim ve üretime yatırım ihtiyacının kalmayışının bir sonucu olarak aşırı büyüyen mali sektör tarafından tesis edilen arms-length outsourcing uygulamasının doğrudan bir sonucudur.

Bu insanlar, son kırk yılda sadece zenginleşip büyük nakit kaynaklarının üzerinde oturan şirketlere sahip olmakla kalmadılar, aynı zamanda bu parayı cimri bir şekilde yönettiler. Kuzey Amerikan şirketleri 1,9 trilyon dolarını nakit olarak ABD’de tutarlarken 1,1 trilyon dolar tutarında ilave bir nakdi de offshore hesaplarında tutmaktadırlar. ABD bankaları, 1 trilyon dolar nakit rezervine sahiptir. Toplam 4 trilyon dolar tutarında bir nakit söz konusudur. Avrupa ve Japonya’daki banka ve şirketlerde tutulanlar da buna eklendiğinde, toplam nakit 7,3 trilyon dolara ulaşmaktadır ki bu rakama Lüksemburg, Singapur, İsviçre ve diğer bankacılık cennetlerinde saklanan “kara para” dâhil değildir.

National Bureau of Economic Research tarafından yapılan bir çalışmaya[8] ve Bank for International Settlements’in verilerine dayandırılan bu rakam, vergi cennetlerinin (2007 yılı itibarıyla) tahminen 5.6 trilyon USD tutarında bir nakdi barındırdığını göstermektedir. Bu cennetlerde tutulan offshore serveti toplam küresel gayrisafi hasılanın yaklaşık %10’una tekabül etmektedir. BAE gibi bazı ülkelerde offshore serveti gayrisafi yurtiçi hasılanın (GDP) %70’inden fazladır. BAE, Venezüella, Suudi Arabistan, Rusya ve Arjantin gibi ülkelerin elitleri, offshore servetinin GDP’ne oranı anlamında kendi ülkelerini en büyükler arasına sokmuşlardır. Birikmiş nakit sermayenin bu şekilde saklanması, en zengin firma ve kişilerin dünyanın kalbinde outsource edilmiş bir durgunluğa sahip oldukları –ödenen vergilerden oluşan ulusal bütçelerden işçilere ve köylülere yapılan ödemelerin kesilmesinde, işçi ve köylülerin düşük yaşam standartlarında tutulmasında ısrar ederlerken sakladıkları bu nakdi toplumsal emek dünyasına yatırmayı reddetmektedirler- anlamına gelmektedir. Sermayenin bu yapısal kabızlığından, bu “yatırım grevi”nden daha büyük bir skandal olamaz.

Bu katı gerçekliğe dayanarak, -bizim sağduyu dilimizde- “vergi grevi” kavramını geliştirmek gerekmektedir. Sermayeyi elinde tutanlar, mülkün sahipleri vergileme rejimleri karşısında –zorunlu olarak- grevdedirler; muazzam servetlerini ya paralarını gizleyerek ya da vergi yasalarını kendilerine artan koruma sağlayacak biçimde değiştirerek kullanmaktadırlar. Bu muazzam büyüklükteki servet havuzu herhangi bir üretken alanda kullanılmamaktadır. Kullanıldığı durumlarda sermaye piyasasını ve çeşitli varlık baloncuklarını şişirmek için işletilmektedir. Sermayenin görünürdeki bu en müstehcen kullanımı finansın merkezinde gerçekleşir: Wall Street. Bu dinamiğin üretebileceği kargaşa, 2007-08 yıllarında sadece ABD konut piyasasındaki en büyük varlık balonu patlamasında görüldü. Konut patlamasının parlak dönemlerinde, ABD hükümetinin bankalara yaptığı likidite teslimatı Greenspan Put[9] olarak adlandırıldı. Dönemin FED başkanı Greenspan, piyasalara konut fiyatları gibi varlık balonlarını şişirmekte kullanılan sermaye akıtmasıyla meşhurdu. Herhangi bir toplumsal güvenlik ya da yaşlı orta sınıflar için bir emeklilik programı olmaksızın ABD’li sakinlere konut fiyatlarının artacağı sözü verildi. Ülkenin orta sınıfı Greenspan Put’a gönüllü olarak razı oldukları ve kendi kısa dönemli çıkarları için finansın kontrol dışı gelişiminden keyifli oldukları için başlıca “varlık” bu idi. Greenspan Put’un mümkün kıldığı şey, -orta sınıflar ve çalışan sınıfların üst düzeyleri için Kuzey Amerikan rüyası- bugünkü yükselen emlak fiyatlarının temellerini pekiştiren şeydi.

Eğer konut fiyatları orta sınıflara ve çalışan sınıfların üst kesimlerine emeklilik hayali sağlamış olsaydı, bankalardan çektikleri kredi kendi gelirlerinin üzerinde harcama yapmalarını mümkün kılardı. ABD piyasası, gezegenin her yanından her türlü kaynağın yanı sıra mal ve hizmet çekmeyi (vacuum up) sürdürerek dünya piyasası için “son çare alıcısı” (buyer of last resort)[10] olarak işler.

ABD’deki tüketim ölçeği astronomiktir. ABD, dünya nüfusunun sadece %5’i olarak gezegenin enerjisinin asgari %25’ini tüketir. Gezegendeki herkes eğer bir ABD sakini gibi yaşasaydı, bu tüketim düzeyini sürdürebilmek için en azından dört ayrı Dünya gerekecekti. Greenspan Put ve uluslararası bankacılık sistemi üzerinden dağıtılan kredilerle harekete geçirilen tüketim ölçeği, ABD’li tüketicinin Çin’den Meksika’ya kadar üreticiler için vazgeçilmez hale gelmesini mümkün kılar. Varlık piyasalarının şişmesi ve ABD tüketim sektörüne ucuz kredinin girişi, bu sistem için irrasyonel değildir, aksine kusursuz biçimde rasyoneldir. Sistem bu şekilde tasarlanmıştır, onun rasyonalitesi sistemi bir krizden diğerine, kaostan kaosa sevk etmesidir.

ABD konut piyasası -aşırı şişen bir balon- patladığında, Amerika’nın önde gelen monetarist uygulamacılarından Greenspan şok olduğunu söyledi. 2008 yılında Kongre’nin karşısına çıktığında, Kaliforniya temsilcisi Henry Waxman’ın keskin sorularına muhatap oldu:

Greenspan: Organizasyonların kendi çıkarlarının, bilhassa bankalar ve diğerlerinin kendi hissedarlarını ve firmalardaki varlıklarını korumaya yatkın olduğunu varsaymakla yanlış yaptım.

Waxman: Diğer bir deyişle, dünya görüşünüzün, ideolojinizin doğru olmadığını, çalışmadığını tespit etmiş oldunuz.

Greenspan: Kesinlikle, tamamen öyle. Biliyorsunuz ki şok olmamın nedeni kesinlikle bu. Çünkü ben kırk yıldır ya da daha fazla süredir bu varsayımın istisnai şekilde iyi çalıştığını gösteren oldukça fazla kanıt [toplamak] için çalışmıştım.”

Greenspan’ın ideolojisi, kuramı sorunlu idi ve -her ne kadar bunun ekonomi mesleği ya da onların kamu politikası çerçevelerine bir etkisi olmasa da- kendisi şok oldu. Monetarizm bu krizden de sağ salim çıktı. Makroekonomik politikalar, tercihleri hakkında herhangi bir siyasal tartışma yürütülmemesi gerektiği görüşünü dayatan teknokratların elinde kaldı. Onlar Greenspan’ın Kongre karşısında yanlış olduğunu söylediği teorinin ülkesinde, politikanın üzerinde idiler. Eski Yunanistan maliye bakanı Yanis Varoufakis oldukça açık ifade etmişti: “Bugünlerde darbe tehlikesi bir tanktan değil bir bankadan gelir.” İyi ödeme yapılmış lobiciler ve iyi muamele gören bankacılar demokrasiyi zincirlediklerinde -belirli ülkeler dışında askeri bir darbeye gerek kalmaz.

Vergi grevi, bireylerin büyük -hayal edilemez- toplumsal servet miktarını elde tutmalarına imkân verdi. Bu servet, bir bireyin ya da ailenin tüketebileceğinin ötesinde hayırseverliğin ürkütücü kültünü yarattı. Sağlık alanındaki çalışmalarıyla saygınlaşan Bill Gates ve yoksullukla mücadele şampiyonları olarak görülen diğer servet sahibi kadın ve erkekler sayesinde zengin bağışçılar (donör) günümüzün kahramanları oldular. Bir ülkenin demokratik olarak üretilen ihtiyaçlarına karşı yürütülen sosyal politikanın kilit kişileri de bunlardı. Bu yolla, sosyal politika bugün demokratik kurumlarca daha az, donör kaynaklı gündemler tarafından daha fazla yönetilmektedir.

Afrika Feminist Forumu’ndan Sarah Mukasa’nın belirttiği gibi “ekonomi ve kalkınmayı depolitize etme girişimlerine karşı uyanık olmalıyız ve bu [yeni kalkınma] gündeminin tümüyle donör-kaynaklı olmasını engellemeliyiz.”

Vergi grevleri, (büyük sermayenin gücüyle tamamen desteklenmiş durumdaki) resmi politika yapıcıların, kamu görelilerinin kamu maliyesi kayıtlarını dengede tutması gerektiği şeklindeki ısrarı ile birlikte gündeme gelir. Hükümetler, sermaye devlete olan ödemesini azaltsa bile bütçelerini dengelemelidirler.

Bu demektir ki hükümetler ya sosyal kurumları ayakta tutabilmek amacıyla fon temini için varlıklarını satmaya ya da bu sosyal mallardan geri adım atmaya zorlanacaklardır. Vergi grevi yanında mali sorumluluk, yoksullaşmış kamu maliyesi demektir. Bu durumda toplum üzerindeki baskının, devletin toplumdan onun zararına olarak aldığını şimdi geri vermesiyle ödenmiş olmasında (defray) şaşılacak bir yön yoktur. Gizli elin yıktığı şey, gizli kalbin, özellikle ailelerdeki kadınların üç kat daha fazla çalışmasıyla - küreselleşmenin topluma ödetilen maliyeti- bir arada tuttuğu gevşek bağlardır.

NEOLİBERALİZM

Umutsuz bir toplumun felsefesi,
Adam adamı yer, adam plan yapamaz
Beyaz Adam toplumu IMF ve yandaşları,
Ve biz dilenciler gibi ellerimizi açmaya devam ederiz.

[Kalamashaka, Ni Wakati]

Modern devletler, halklarının sürekli mücadelesi üzerinden kazanılan taahhütlerden dolayı sağladıkları bütün toplumsal faydaları birden kesemezler. Çocuk bakımı, eğitim, ulaştırma, temiz hava, refah, emeklilik: Bütün bunlar, halkın kendi devletlerini sağlamaya zorladığı şeylerdir. Bunlar, modern uygarlığın asgari tanımının unsurlarıdır. Neoliberalizmi doğuran şey, vergi grevi, mali sorumluluk ve halkın sosyal mallara olan talebi idi. Diğer bir deyişle neoliberalizm, burjuva kamu politikasının küreselleşme krizine bulduğu çözümün bir ürünüydü.

Yatırım grevi ve mali sorumluluk yanında vergi grevi de kamu bütçelerini güçten düşürdü. Burjuva hükümetleri yükümlülüklerini ifa edecek araçları kolayca bulamadılar. Büyük zorluklarla edinilmiş kamu varlıkları ve doğanın değeri para ile ölçülemeyen parçaları müzayede konusu oldu. Bu özelleştirmeler, modern devletlerin çok da sağlam olmayan maliyesini güçlendirmek için fon sağladı. IMF gibi uluslararası kuruluşlar ve ticari bankalar kamu maliyesinde yeterli kesintiye gitmeyen devletleri, onların tahvillerinin değerini düşürerek, kendilerini acziyet girdabına düşmekten korumak için kısa dönemli kaynak bulmalarını engelleyerek cezalandırdılar. Batılı kurumların “gelişmekte olan” ülkelere karşı takındığı kapıcılık (gatekeeping) tavrı iyi bilinir. 2007 yılına ait bir DB raporu, bir önceki yılın sonundan itibaren sadece gelişmekte olan 86 ülkenin reyting kuruluşları tarafından puanlandığını tespit etmektedir. Bunlardan 15 ülke 2004 yılından beri puanlanmamış, yaklaşık 70 ülke ise şimdiye kadar hiç reytinge tabi tutulmamıştır. Bir başka deyişle, özel reyting kuruluşları -Fitch, Moody’s, Standard & Poors- bu ülkeleri ihmal etmekte, böylece onlar için ticari piyasalardan kaynak bulmayı zorlaştırmaktadır. Bu ülkeleri, sıklıkla tersine yönde, onlar için parayı pahalı kılacak şekilde reytinge tabi tutan IMF’dir. Bu ülkeler, sadece GSMH’leri düşük raporlandığı için (emperyalist bölgeye girdiğinde yüksek fiyatlanan değerli malları düşük fiyatla ihraç ettiklerinden) değil yüksek riskli borç alıcılar olarak görülmelerine neden olan önyargılar nedeniyle de kaybetmektedirler. Kaynak yoksulu ülkelerin ebediyen böyle kalmaya yazgılı oldukları finans-kalkınma tuzağı işte budur.

Ulusal kaynaklarının yok pahasına satışı, hızla kan kaybeden ulusal bütçeleri doyurmanın tek yolu olarak görülür. Özelleştirmeden elde edilen gelir, pahalı enerji ithalatı yanında borç ödeme yükümlülükleri için de kullanılmaya devam eder. Bu para, yeni bir altyapı sağlamayan ya da toplumsal zenginliği artırmayan bir paradır; nüfusun becerilerini genişletmek için nadiren eğitime yatırılır. Bu para, -zorunlu olarak- bir tür hırsızlıktır.

Global Financial Integrity ve the Centre for Applied Research (Norveç Ekonomi Okulu) tarafından yakınlarda yapılan bir çalışma[11] 2012 yılında gelişmekte olan ülkelere dışarıdan giren toplam yardım, yatırım ve gelirin 1.3 trilyon dolara ulaştığını tespit etmektedir. Bu, oldukça yüksek bir tutardır. Ancak çalışma, aynı yılda gelişmekte olan dünyadan dışarı doğru olan akışa da baktı ve bu rakamın 3,3 trilyon dolar olduğunu tespit etti. Bir başka deyişle, gelişmekte olan dünya, 2 trilyon dolar tutarında kaynağı Batı’ya kaptırmıştı.

1980 yılından beri Batı’ya doğru toplam servet akışı 16,3 trilyon dolar olmuştur. Yüksek sömürgecilik döneminde olduğu gibi modern çağımızda d daha zengin ülkeler vampirler gibi yoksul ülkelerin kaynaklarını kurutasıya emmektedir. Gelişmekte olan dünyadan kaçan bu paranın karakteri nedir? Bu para üç paket halinde gelmektedir: 4,2 trilyon dolar borç servisi şeklinde (toplam yardım paketinin nerdeyse dört katı), ülkede iş yapan ancak merkezi Küresel Kuzey’de bulunan yabancı firmaların geliri şeklinde ve düzensiz ve yasadışı sermaye kaçışı şeklinde (sadece “kara para” değil başlı başına 700 milyar dolarlık bir sermaye kaybına ulaşan ticari fatura düzenbazlıkları, trade misinvoicing).[12] Küresel Güney için basitçe söylemek gerekirse, temel toplumsal kalkınma için gereken fon, öyle kolayca bulunabilecek bir şey değildir.

Devletin neoliberal yükümlülüklerinin toplumsal kalkınmayı özel sektöre doğru yönlendirdiği Küresel Kuzey’de de sorunlar daha kolay değildir. Esasen, neoliberal politikaların Küresel Kuzey’deki deneyimi hızla küresel hale geldi. Servet üzerindeki vergi kesintileri ve şirketlerin yurtdışı kazançlarının anavatana aktarılmasına yönelik düzenlemelerin gevşekliği, ulusal bütçelerdeki varlıkları azalttı. Muazzam ölçekteki askeri ve güvenlik harcamaları ulusal hazineyi dibine kadar oyar. Para temel sosyal hizmetlere -eğitim ve sağlık- gitmez. O zaman toplumsal işlevlerin ödenmesi için araçlar bulmak yurttaşların özel yükümlülüğü haline gelir. Sonuç olarak, yurttaşlar eğitim görürken ve hasta düştüklerinde bireysel borç artar. Genç insanlar ve emekliye ayrılmış yaşlı işçiler, bireysel ilerlemeleri için zorunlu kılınan eğitimlerini borçlanma yoluyla ödemeye zorlanırlar. ABD’deki öğrencilerin eğitim borcu bugün 1,3 trilyon dolara, İngiltere’de 500 milyar dolara ulaşmıştır.

Sosyal malların bu tarz özelleştirilmesi hızla dünyanın geri kalanına ihraç edildi. Öğrenci borcu Çin’den Güney Afrika’ya, Hindistan’dan Meksika’ya kadar her yerde yükseliştedir. ABD’de nüfusun %85’i sağlık sigortasına sahiptir ve henüz -2012’de- ülke sakinleri kendi sağlık koruma paketleri dışında 2,7 trilyon dolar harcamıştır.

2010 tarihli bir çalışma, ABD sakinlerinin %40’ının sağlık faturalarını ödemede zorluk yaşadığını göstermiştir. Sağlık kaynaklı borç, ABD’deki bireyler için başlıca iflas nedenidir. Özelleştirmenin bu “Amerikan modeli”, sağlık hizmetleri (healthcare) faturaları üzerinden küresel iflasta bir artışla sonuçlandı. DB ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 2011 yılında Hindistan’da 52,5 milyon Hintlinin sağlık harcamaları nedeniyle yoksul düştüğünü tespit etti. DB ve DSÖ’nün tespitlerine göre, her yıl yaklaşık yüz milyon insan sağlık maliyetlerinin sonucu olarak “aşırı yoksulluk” statüsüne geçmektedir. Aşırı yoksulluk eşiği gelir anlamında günlük 1,9 dolardan 3,1 dolara çıkarıldığı takdirde bu rakam yılda 180 milyon insana çıkmaktadır.

Parasız üniversite eğitimi -sosyal demokrasi için büyük bir kazanım- bütün dünyada tedricen azalmaktadır. Okul borcu, yeni fikirleri deneyimlemek isteyen öğrencilerin yeteneklerini boğmaktadır. Öğrenciler mezun olur olmaz yüksek maaşlı bir iş bulmak için yeteneklerini artıracak kurslar bulmaya isteklidirler. Bunun için, öğrenciler zamanlarını son yirmi yılda sayıları astronomik ölçüde artan ücretsiz stajlar bulmak için harcıyorlar. Öğrenciler, pahalı okullara kabul edilmelerini sağlayacağı ve gittikçe sayısı azalan işlere yerleşecekleri umuduyla İngilizcelerini geliştirmede yardım edecek “koçluk” sınıfları arayışındadır. Bu demektir ki egemen toplumsal düzene meydan okuyan kurslar ya da yenilikçi düşünme ile tanışmak (bilimler ya da sanatlarda) öğrenciler için fazla çekici değildir. Okulun toplumsal bir gelişme merkezi, bir kuluçka olma işlevi azalırken bireysel başarı için bir atlama tahtası olma işlevi artmaktadır. Bu durum, genel olarak entelektüel yaşamı da etkilemektedir.

Darüsselam Üniversitesi’nden [Tanzanya] Profesör Issa Shivji şöyle diyor:

“Bir zamanlar bizim üniversitelerimiz tartışmaların merkezi olmanın gururuna sahipti; şimdilerde ise mükemmeliyet merkezleri olmaya imreniyoruz. Tartışmacı değilseniz mükemmeliyete ulaşamazsınız.”

Bir başka deyişle, “mükemmeliyet” söylemi, yeni düşüncenin enerjisini, bilhassa kökleri işçilerin, köylülerin ve işsizlerin deneyimlerine dayanan hegemonya karşıtı düşüncenin inceliklerini soğurmaktadır.

Büyümenin ekonomisi nasıldı? Neoliberal politika, tüketiciliğin hayvani ruhunu yeni teknoloji ve büyüme oranlarını mucizevi biçimde artıracak ve -her nasılsa- sosyal mallara harcanabilecek toplumsal refahı üretecek varlıkların yaratılması ve borçlanma üzerinden ödeme konusunda bahse girdi. Ancak bunların hiçbiri olmadı. Bunun yerine, tüketicilik ve yeni teknolojilerin zuhuru borçlanmaya götürdü ve şişen varlıklar küresel ekonominin daha fazla karmaşaya düşmesine, türev bir uygarlığa, hırsızlık ve hile üzerine kurulu bir uygarlığa yol açtı. Ekonomiyi büyütmek için, sıradan insanlar borçlanmaya gitmek zorundaydı.

Borç, ekonomiyi kaynar durumda tutma planının, aşırı bolluktaki ürünlerin alıcı bulmasını güvenceye almanın bir parçasıdır. Yeni arzular yaratmaya yönelik reklam ve ilanlardaki artış etrafımızı saran görsel alandan bir kanıttır. Firmalar, tüketimin alt kültürlerini üretmek ve iyice ayrışmış arzuları hedeflemek için piyasa bölümlemesine dair karmaşık kuramlar geliştirdiler. Talep, ya zorunlu olmayan ya da eski ürünlerin yeni sürümü olan değiştirilmesi gerekmeyen mallar (yeni arabalar ya da yeni telefonlar gibi) için yaratılır oldu. Bu planlı eskitme kampanyası, doygun bir piyasa yayılmasına yardımcı olurken aynı zamanda korkunç bir israf da yaratır.

DB’nin bir çalışmasına göre[13] dünyanın yıllık çöp üretimi 1,3 milyar ton atığa ulaşmıştır ki bu da günde yaklaşık 11 milyon ton çöp demektir. Satın alınan şeylerin %99’unun altı ay içinde çöpe atıldığı tahmin edilmektedir. DB’nin çalışması, 2025 yılı itibarıyla toplam günlük çöp miktarının muhtemelen üç katına çıkacağını ve 2100 yılında toplam yıllık atığın 4 milyar tonu aşacağını göstermektedir. Dünya 1950’den beri 9 milyar ton plastik atık üretti ki bunun sadece %9’u geri kazanılmıştır.

Daralan piyasayı genişletmeye yönelik planlı eskitmenin aynadaki görüntüsü, deniz tabanında evini bulan atık dağları, yanmayı müteakip ortaya çıkan zehirli gazlar ve değerli içme sularına ve verimli topraklara yayılan çöp depolama sahalarıdır. Çöpün hacmi ve doğa tahribatı, kapitalizmin kendi Nirvana sürümüne doğru dörtnala gidiş kabiliyetini yavaş yavaş aşındırmaktadır.

Bir ekonomik politika olmanın ötesinde, neoliberalizm, cazip bir kültürel gündem işlevi de gördü. Bir metalar dünyası vaat etmesi, neoliberal politikanın cazibesidir. Fakat bunun altı, birinin hayatını sanki bu biri bir insan değilmiş de bir iş girişimiymiş gibi yaşamaya çağrıdır. Bir girişim kültürünün ya da bir girişimcilik kültürünün duyarlığı her türden arka plana sahip insanları kendine çeker fakat -çok sayıda psikolojik araştırmanın gösterdiği gibi- her insanı farklı biçimde etkiler.

Daha az kaynağa sahip olanlar, kendi kendini geliştirmeye ve motive etmeye dayalı bir dünyada kolayca ilerleme, başarının arka plana ve şansa bağlı olduğu bir dünyada kendi kendini yönlendiren bir birey olma varsayımı ile yaşama imkânı bulamazlar. Depresyon ve güvensizlik (insecurity), bireysel hünerlere bağlı hızlı başarı için gittikçe artan biçimde Donkişotça yönlendirilen bir toplumun sonucudur. Başarısızlık ise bireysel olarak katlanılan bir maliyettir. Sosyolog Christina Scharff’ın gösterdiği gibi, “neoliberalizmin psişik hayatı”[14] sadece toplumu değil insan kişiliğini de tahrip eder. Neoliberalizm, -genelde, yaygınlaşan endişe ve azalan toplumsal uyuma yol açarak- tüketim ve bireycilik kültürlerinin lehine olarak dayanışma kültürlerini zayıflatır.

Sorunu daha açık ifade etmek adına, DSÖ geçen 45 yılda intihar oranlarının yaklaşık %60 oranında arttığını belirlemiştir. İntihar, bugün DSÖ’nün işaret ettiğine göre 15-45 yaş arası kadın ve erkekler arasındaki üç ölüm nedeninden biridir. Neoliberalizmin ideolojisi, olabildiğince baştan çıkarıcı, eşitsiz bir toplumda bilhassa gençler arasında keskin etkilere sahiptir.

Günümüzün yoksullukla ilgili verileri çok kötüdür. Her gün yoksulluktan dolayı 22.000 çocuğun öldüğü tespitinden başlayalım. Bu, her on saniyede bir çocuğun açlıktan öldüğü anlamına gelir. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası günlük 2,5 dolardan daha az bir gelirle yaşamaktadır. Hane halkı borç oranları dünyanın çoğu yerinde orta sınıfları borca dayalı bir tüketim örüntüsüne götürecek şekilde astronomik olarak artmıştır. Bu verilerle -toplumsal emeğin sömürülmesiyle elde edilen küresel servete çok az sayıda insan tarafından el konulduğunu; acı çeken çok sayıda insanı iyileştirici çabalarınsa ara sıra görülen yetersiz çabalar olduğunu gösteren- son derece sefil sonuçlar üretmek mümkün.

Eğer yoksullar gezegenindeki koşulları anlamak istersek, sosyal bilimler tarafından kenara atılan eski kategorilere -aşağılanma, hayal kırıklığı, yabancılaşma, yalnızlık, öfke gibi- ihtiyaç duyulacaktır.

Dünyadaki hükümetler enerjilerini, vergi grevini kırmak için mücadele etmekten ziyade yeni kontrol mekanizmalarının -Güvenlik, Gözetim, Risk Azaltma, Duyarlık Analizi, Riskler- kaçınılmazlığına ikna etmek için yeni bir lügate sahip büyük ustalık araçları -Uyuşturucu ile Savaş, Terörle Savaş- üzerinden kitleleri dar alanlara hapsetmeye yöneltmekteler. Yoksulluğu yenmek için kullanılabilecek olan toplumsal zenginlik, şimdi -gittikçe artan biçimde- “güvenlik” cephaneliğinin inşası için seferber edilmektedir.

Institute for Economics and Peace tarafından 2016 yılında hazırlanan bir rapor, şiddetin yıllık toplam maliyetinin yaklaşık 13,6 trilyon dolar olduğunu göstermektedir ki bunun yarısı (6,6 trilyon dolar) askeri harcamalara, bir çeyreği (3,5 trilyon dolar) iç güvenliğe gitmektedir. Şiddetin toplam maliyeti, dünyanın gayrisafi hasılasının (GDP) %13,3’üne tekabül etmektedir.

Resmi Kalkınma Yardımı[15] için açıklanan taahhüt GDP’nin sadece %0,7’si olduğuna göre, yardım ve şiddet arasındaki bu fark piyasanın başarısız olduğunu gösterir. Zorunlu olarak devlet politikasının toplumsal tarafının açlığı, askeri tarafının müsamahası olan neoliberal politikanın, büyüyen eşitsizlik açığı ve gezegenin geniş kesimlerini esir alan derinleşen umutsuzluk duygusu için çok az yanıtı vardır. Silahlar insanları sindirebilir fakat daha iyi bir gelecek için umut vermezler.

NEOFAŞİZM

Ben sadece yoksul kimse istemiyorum.
[Donald Trump]

Donald Trump’a olan aşırı düşkünlük doğal bir itkidir. Trump, Filipinler’in Rodrigo Duterte’sinden, Hindistan’ın Narendra Modi’sine, oradan Türkiye’nin Recep Tayyip Erdoğan’ına ulaşan uzun bir hatta yer alan güçlü erkeklerin en kavgacısıdır. Bu adamlardan Trump, geniş askeri kabiliyetleriyle ve uluslararası finans kurumları ve diplomasi üzerinden yayılan gücüyle en güçlü devletin başındadır.

Trump ve diğer Avrupalı neofaşistler, neoliberalizme sessiz bir retorik muhalefet sağlarlar. Ekonomik büyümeyi artıran politikalara ve toplumsal savaşı perdeleyen politikalara bağlı kaldıklarından neoliberal politikalara hiçbir şekilde doğrudan karşı çıkmazlar. Küreselleşmenin temelli eleştirileri politika (policy) düzeyinde değil, ancak retorik ve politik (political) düzeyde bulunur. Trump ve neofaşistlerin seçmenler önündeki konuşmalarında ekonomik bağımsızlık politikalarına selam vermeleri bundandır. İş kaybından ve ticaret politikalarından yakınırlar, fakat neoliberaller gibi küreselleşmeye karşı gerçek bir alternatife sahip değillerdir. Küreselleşmenin maddi çelişkileri tarafından tuzaklanmış durumdadırlar: Üzerinde hak iddia edemez gibi göründükleri toplumsal zenginliği üreten dünya nüfusunun kitleleri için sefaletin boyutları gittikçe büyürken, finansal yapıyı besleyen çokuluslu şirketler tarafından hasadı yapılan muazzam kârlar.

Neofaşizm, neoliberalizmin psişik hayatının tersinmesidir. Neoliberalizmin genel kültürel atmosferi, başarının kişisel bir yolculuk olduğu, öz-yönelimin mükemmeliyet ve zenginlik getirdiği şeklindeki tutumu besler. Bu tutum, romancı ve düşünür Ayn Rand’ın Fountainhead (1943) adlı romanındaki kendisi gibi yetenekli ve motivasyon sahibi insanların kazanabilmesi için “ikinci elciler”den uzak durmak gerektiğine inanan Howard Roark’ın tutumudur. Fakat kazanamayanlara, başaramayanlara, hatta kendi arzuları için gerekli olduğunu düşündükleri standartta yaşamayı bile zor becerenlere ne olacak? Başarısızlığın kişisel olmasına izin verilemez, ancak yapısal bir durum olarak da anlaşılamaz. Birinin başarısızlığının nedeni -günah keçisi- başka biridir, kişinin kendi sınırlamaları ya da sistemin kuruluşunda toplumsal ilerlemeye yerleştirilen bariyerler değildir. Ayn Rand’ın kurallarını izlemekte başarısız olanlar, suçlayacak birini bulmak için omuzlarının üzerinden bakarlar. Bu, Ernst Bloch’un yaklaşık yüz yıl önce yazdığı bir “tatminin dolandırması” (swindle of fulfilment) -güvenilmez, acımasız bir topluluk, gerçekten insancıl bir topluluğun yerine geçer- durumudur. Eğer neoliberalizm “başarısızlık”tan dolayı bireyi suçlarsa, neofaşizm günah keçisini suçlar.

Neofaşistlerin vaadettiği şey, ya ulus-devletlerin ya da çalışan sınıfların çevresinde yapılandırılan ekonomik egemenlikten daha zayıftır. Retorikleri ekonomik milliyetçilikle parıldar ancak gerçekte politika tedbirleri kültürel milliyetçiliğin sınırına bağlanmıştır. Kültürel homojenlik fantezisine kafayı takmış durumdadırlar –minaresiz ve çarşafsız bir Avrupa, Müslümansız bir Hindistan, Meksikalıların olmadığı bir ABD. Göçmen karşıtı duygular neofaşistlerin milliyetçiliğinin platformudur. Ticaretteki mübadele ilkelerinden kaynaklı kesintiler gittikçe artan biçimde ırkçılıkla ilgili hale gelir. Burada, Batı’da artan -teknoloji kaynaklı- verimlilik oranlarının nasıl olup da iş kaybına neden olduğu hakkında çok az ciddi konuşma vardır.

“Beyaz Yaka” işlerinin kan kaybetmesinde ticaret sadece marjinal bir rol oynadı. Acılara çare önerileri, bunlardan zarar görenlerce büyük anlam yüklenen ancak ekonomik güvensizlikten acı çekenler için çok az anlamı olan “Duvar Yap”, “Müslümana Yasak”, “Sığır Etine Yasak” ve “uyuşturucu satıcılarına, adam kaçıranlara ve işsizlere savaş” sloganlarıyla boğulduğu için ciddi ekonomik tartışmalar bir kenara atıldı. Bu, günümüzün baskın siyasal formu olan neofaşizmin zulmüdür.

Ayn Rand’ın başarılı olduklarına inanan çocukları, Wall Street, Finanzplatz, Dalal Street ve Londra’da büyük bir salınım gücüyle, vergi yüklerinin daha da azalacağı ve likiditenin finansal dünyada eskisinden daha fazla servet yaratılmasını mümkün kılacağı duygusuyla bugün işbaşındalar. Trump yönetiminin vergi “reform”ları, mülksüzleştirilmiş halklardan ziyade Ayn Rand’ın çocuklarına yönelen bir kayırmanın işaretidir. Servet, kültürel arsızlığından biraz utansa da neofaşizm ile uyumludur. Vergi grevi dokunulmaz olarak kalmıştır; yatırım grevi için de aynısı geçerlidir. Bunların hiçbiri, dikkatlerini mülk sahiplerinden çok savunmasız halklara çevirmekten pek mutlu olan neofaşistlerin milliyetçiliğinin tehdidi altında değildir.

Neofaşistler kavgacılıklarını maskelemek, “insani müdahalecilik” ya da “güvenlik” gibi deyimlerin ardına gizlenmek zorunda değillerdir. Şiddete inanırlar ve tahakkümlerini güçlendirmek için şiddeti allopathic [tedavinin tersi] dozlarda kullanmak isterler. Yeniden Sömürgecilik çağrıları, doğal kaynakların çalınması çağrılarıyla bir aradadır. Savaşları içeride ve dışarıda kültürel egemenlik fantezilerinin başarısızlığına karşı bir nevi tedavidir (prophylaxis). Yabancılar, dışardakiler ve daha az insan olanlar şeklinde gördüklerini sindirmek için güç kullandıklarından, Neofaşistler kültürel olarak homojen bir dünya kuramazlar.

EMPERYALİZM

Emperyalizm kendini zayıf hissettiğinde kaba kuvvete başvurur.
[Hugo Chávez]

Ne neoliberalizm ne de neofaşizm, küreselleşmenin ürettiği çelişkilere karşı bir insan gündemi taşımayacak durumdadır. İnsanlar, tek kullanımlık varlıklar olarak, uygarlığın kendisini üzerinde tuttuğu bir kapı halkı olarak görülüyor. Karşı karşıya olduğumuz şey, sefil bir dünyadır.

Bu yeni üretim mimarisinin askeri tehdit yanında diplomatik ve yasal gasp tarafından sürdürülmekte olduğunu doğrudan söylemek önemlidir. Ülkeler, büyük ölçüde Kuzey-tabanlı çokuluslu firmaların yararına olan kurumsal düzenlemeler ya da politikaların mülkiyete karşı olup olmadığı konusunda anlaşamadıklarında, kurumsal medya ve Kuzey’in askeri nizamı harekete geçirilir. Venezuela’dan İran’a, oradan Kuzey Kore’ye uzanan baskı, emperyalizmin, yani hiper-tekelci arms-length kapitalizm çağında devletler tarafından kullanılan ekstra-ekonomik gücün görünür bir gösterimidir.

İçinde bulunduğumuz dönemde, ABD emperyalizmin yapısı için en önemli Jandarma konumundadır. ABD, NATO ülkelerinden başlayıp Suudi Arabistan, Hindistan ve Kolombiya gibi önemli bölgesel müttefiklere uzanan bir müttefikler ağını birbirine bağlar. ABD ve onun Avrupalı müttefikleri savunulamaz bir çelişkiler setini birlikte taşımak zorundalar. ABD, günümüzdeki başlıca rakipleri olan Çin ve Rusya başta olmak üzere kendisinin varsayılan hegemonyasına meydan okuyacak herhangi bir rakip görmek istemediğini bugüne kadar açıkça belli etti.

Dünya Ekonomik Forumu’nun tahminlerine bakılırsa, ABD 2017 yılında dünyanın en büyük ekonomisidir (18 trilyon dolar; dünya ekonomik büyüklüğünün %24’ünün biraz üzerinde). Çin ise 11 trilyon dolar (dünya ekonomisinin %14,84’ü) ile ikinci sıradadır.

IMF verileri, ABD ekonomisi %1,6 gibi düşük bir hızda büyürken Çin ekonomisinin 2016 yılında %6,7 büyüdüğünü göstermektedir. Pricewaterhouse Coopers tarafından yapılan bir çalışma[16], Çin’in 2050 yılı itibarıyla dünyanın en büyük ekonomisi olacağını söylüyor. Bir diğer deyişle, Çin dünyadaki en büyük ekonomi olmaya hazırlanıyor. Dahası, Çin’in ekonomik dinamizmi artık düşük ücretli işçiliğe değil teknoloji kaynaklı verimlilik artışlarına dayanıyor. Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nün [WIPO] 2016 yılındaki bir raporu[17] Çin’in bir önceki yıl en çok patent başvurusu yapılan ülke -ABD’de yerleşik firmaların başvurusunun iki katı- olduğunu gösteriyor. Aslında Çin, 2015 yılında dünyadaki patent başvurularının üçte birine sahipti. Bu da Çin’in ABD ve Batının fikri mülkiyet kaynaklı arms-length outsourcing birikim stratejisinin tahakkümüne meydan okuyabileceğini göstermektedir.

Eğer bu rakipler -Çin ve Rusya- güçlü kutuplar olarak ortaya çıkarlarsa, Batının parçalı üretim ve küresel sermaye birikiminden oluşan avantajlı sistemini ayakta tutan üç sütununa (arms-length outsourcing, fikri mülkiyet hakları ve Batı’nın kendi amaçları için şiddet kullanımı) meydan okuyacaklardır. Aslında bu üç sütuna meydan okunduğunu gösteren küçük işaretler vardır. İlk ikisi -bütünüyle bir kenara atılmaları onlarca yıl alacak olsa da- kesinlikle baltalanmaktadır.

Üçüncü sütunun -güç tekeli- sarsılması daha zor görünüyor. ABD, 2016 yılında kendinden sonraki silah harcaması yapan sekiz büyük ülkeden (Çin, Rusya, Suudi Arabistan, Hindistan, Fransa, İngiltere, Japonya ve Almanya) daha fazla silah harcaması yapmıştır. Sadece 215,7 milyar dolar harcama ile ikinci sırada yer alan Çin, 611,2 milyar dolar silah harcaması yapan ABD karşısında cüce kalmaktadır. Donald Trump’ın ABD askeri bütçesinde önerdiği artış, dünyadaki üçüncü büyük harcamacı olan Rusya’nın toplam silah harcamasından (69,2 milyar dolar) daha fazlasını ifade etmektedir.

ABD, aynı zamanda yetmişin üzerinde ülkeye yayılmış 800 üssüyle büyük bir askeri kapsama alanına da sahiptir. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın üçü birden yabancı ülkelerde toplam otuz, Çin -Cibuti’de, aynı ülkedeki büyük bir ABD üssünün gölgesinde- tek bir askeri üsse sahiptir. Rusya’nın askeri üsleri, çoğu Orta Asya’da olmak üzere başlıca eski Sovyet cumhuriyetlerinde ve Asya’nın köşelerindeki (Suriye ve Vietnam) iki üsten ibarettir. Bu güçlerin (Çin ve Rusya) ABD askeri üstünlüğüne herhangi bir noktada meydan okuyabileceklerine dair hiçbir gösterge yoktur. Bu ülkeler en fazla, ABD’nin Suriye gibi rejim değişikliği için operasyonlar yürütmeye yönelik saldırgan davranışlarını engelleyebilirler.

Askeri zayıflıklarına rağmen bu ülkelere kolayca boyun eğdirilemez. Onlar üzerindeki aşırı baskı onları içe döndürür ya da Batı kurumlarının parametreleri dışında kendi birikim ağlarını kurmaya yöneltir. Kendi fikri mülkiyet gelişmeleri yanında İpek Yolu projesini ve Afrika yatırımlarını çoktan başlatan Çin, Batılı firmalara avantaj sağlayan parçalı üretim sürecini zayıflatacak bir üretim ve birikim mimarisi inşa etmektedir. Çin ve Rusya’ya yönelik çok sert bir itme, üretim fazlalarını başka yere taşımak için Çin’i yavaşça Batılı bankacılık sisteminden çekilmeye ve ürünlerinin satışında Batılı piyasalara olan güvenini sonlandırmaya yöneltebilir. Rakiplerini aşağı seviyede tutmakla Batı yörüngesi dışına çıkmayacaklarından emin olmak arasındaki çelişki, modern çağ emperyalizminin karmaşık bir işidir.

NATO’nun Rusya’ya doğru genişlemesinde ve Çin’in kuşatılmasında ekonomik amaçlar için güç kullanımı açıktır. Ukrayna ve Kuzey Kore’deki sıcak çatışmalar ve Güney Çin Denizi çevresindeki soğuk çatışmalar, bu mücadelelerin ölçüsüdür. Ne Rusya ne de Çin Batıya ekonomik avantajlar sağlamaya isteklidirler. ABD için, Çin eyer altındaki ısırgan otundan farksızdır; Çin’in ticaret fazlası ABD için bir sorundur. Çin’in Japonya’ya karşı olan tavrı öğreticidir. 1980’lerde ve 90’larda Japonya’nın ticaret fazlaları da ABD’nin canını sıkmıştı. Japon hükümeti, Yen’i Dolar karşısında değerlendirmesi (revalue) için iki kez ABD siyasal baskısına boyun eğdi (1985’te Plaza Accord ve 1995’te Reverse Plaza Accord). Japon halkı, 2010 yılında Okinawa’daki ABD üssünü kaldırmayı taahhüt eden reformcu bir hükümeti iş başına getirdiğinde, ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton Japon Başbakanı Yukio Hatoyama’yı istifaya zorlamak için doğrudan müdahale etti. Çin’i kendi para birimini revalue etmeye zorlamak ve siyasal sistemini Washington’dan dikte edilecek talimata uyar kılmak o kadar kolay değildir. Dolayısıyla, deniz yollarını kullanmasına meydan okumak ve askeri üsler ve uçuşlarla Çin’in güvenliğini tehdit etmek kaçınılmaz hale geldi. Aynı türden savaş tehdidi, NATO’nun, yeni birleşen Almanya’nın NATO tarafından hazmedilmesi için Sovyetler ve Almanlar arasındaki asgari anlaşmayı ihlal ederek doğuya doğru genişlemesinde de açıktır.

Alman dışişleri bakanı Hans-Dietrich Genscher, Sovyet dışişleri bakanı Eduard Shevardnadze’ye şöyle demişti: “NATO üyeliğinin birleşik bir Almanya için karmaşık sorunları beraberinde getirdiğinin farkındayız. Bizim için bir şey çok açık: NATO doğuya doğru genişlemeyecek.” Fakat NATO, saldırgan bir füze savunma kalkanıyla Rusya’nın güvenliğini doğrudan tehdit etti. Ukrayna krizi NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin açık sonucudur. NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesi, salt Rusya’nın çevresindeki ülkeleri korumak değil bu ülkelerin Rusya ya da Çin’den ziyade Batı hegemonyasındaki bir politik ekonominin kırbacı altında kalmalarını güvenceye almak içindir. Silahların gücü, küreselleşmenin kadife eldiveni içindeki sıkılmış yumruktur.

Dünyanın efendileri -G7 ülkeleri- dünya ekonomik krizine karşın kapılar ardında kendi dalaverelerine devam ediyorlar. Uluslararası kurumlarda politika alanı onlar tarafından yandaşlarına hoşgörü gösterecek şekilde, Küresel Güney’e ise çok az özgürlük verecek şekilde sınırlandırılmıştır. Gıda güvenliği gereklerine karşı Küresel Güney üzerindeki baskı da böyledir. Bir diğeri, ABD, Avrupa Birliği (AB) ve onların “Gerçekten İyi Arkadaşları” (ABD ve AB tarafından, birlikte oluşturdukları bloğa gönderme yapmak için kullanılan ilginç bir sanat terimi) tarafından dayatılan “Hizmetler Alanında Yapılan Ticaret Anlaşması”dır (Trade in Services Agreement- TISA). Pakistan ve Paraguay gibi düşük gelirli iki ülke hariç, TISA sürecine katılan gerçekten iyi arkadaşların çoğu üst gelir grubundaki ülkelerdir. TISA, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini ve hasat edildikleri ülkelerin dışındaki büyük firmalar tarafından veriler üzerinde kontrol kurulmasını dayatır. TISA gündeminin ana maddesi, eski kalkınma projesini bir kenara atmak ve yoksulluğu azaltmak için onun yerine bir “e-ticaret” stratejisi koymaktır.

Bir UBS raporu, eticaret gündeminin yoksulluğa bir son vermekten çok onu daha da azdıracağını öne sürmektedir. Banka analistlerine göre, e-ticaretle birlikte Küresel Güney’deki ülkeler “aşırı otomasyon nedeniyle düşük vasıflı işleri riske atarken Dördüncü Sanayi Devrimi’nin tehdidiyle yüzleşecekler, ancak aşırı bağlantısallık nedeniyle yeniden dağıtılabilir durumdaki göreli kazanımlardan yararlanmak için gerekli teknolojik kabiliyetlere sahip olamayabileceklerdir.” Bunun anlamı, dijital sömürgeciliğin, gezegen çapında servis sağlama ve sağladığı bu hizmetten veri hasat etme gücü olan, sermayenin yararlandığı fakat emek ve toplum üzerinde olumsuz etkiye sahip bir verimlilik kazancı yaratan kontrolü zor bir avuç firma –FANG: Facebook, Amazon, Netflix ve Google- verecek olmasıdır.

Bunun yanısıra TISA, Avrasya'nın her iki yakasındaki Batı -Atlantik bölgesindeki “Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı” (Transatlantic Trade and Investment Partnership- TTIP) ve Pasifik bölgesindeki “Transpasifik Ortaklık Anlaşması” (Trans-Pacific Partnership Agreement- TPP) tarafından dayatılan bir ticaret rejimidir. Hem TTIP hem de TPP, ülkeleri Batının hegemonyacı ticaret ağlarına bağlar ve zayıf ülkeleri Çin ve Rusya’nın ağlarının dışında tutar. Her ikisi de gizlilik içerisinde müzakere edilmiş olup-tesadüfen bir sızma olmazsa- müzakerelerin tam içeriği kamuoyunun meçhulü olarak kalacaktır. Kuzey’in “ortaklar”ın geri kalanı için bir gündem belirleyeceği TTIP ve TPP karşısında iç hukuklar bir kenara atılacaktır.

Dışarı sızan belgelerden biri, ABD’nin fikri mülkiyet konuları üzerindeki görüş aykırılıklarını gidermek için ülkeler üzerinde büyük baskı uyguladığını öne sürmektedir. Belgelerden bir diğeri, yatırıma dair tartışmalarda “ABD’nin kendi önerisinde hiçbir esneklik göstermediği”ni bildiriyor. Bu “müzakereler”in sonucu, tipik biçimde Batının bir zaferi olacaktır. Batı baskısı ezici olmayı sürdürüyor. Batının kuralları Güney ekonomilerini Batının yararına olarak kısıtlamaya devam edecektir. Batının rant peşinde koşan büyük tekelci firmalarının yararlandığı fikri mülkiyet rejimini zayıflatan herhangi bir ticaret kuralı Batı liderliği tarafından derhal reddedilecektir. Ticaret müzakerelerindeki emperyalist baskının esası budur.

ABD Başkanı Donald Trump, TPP’nin geçersiz kılınmasına yönelik bir kararnameyi imzaladı. Trump’ın TPP’yi reddetmesini istikamet değişikliği olarak görmek bir yanılsamadır. TPP’nin asıl konusu bizzat ticaret kuralları değil Çin’dir, hatta onun da ötesinde ticaret kurallarını yeniden yazabilecek ve yeni küresel üretim ve birikim ağları geliştirebilecek rakiplerin zuhurudur. 5 Ekim 2015 tarihinde, eski ABD Başkanı Barack Obama şöyle demişti: “Çin gibi ülkelerin küresel ticaretin kurallarını yazmasına izin veremeyiz.” TPP asıl mesele değildi. Asıl mesele, Çin’in izole edilmesi ve herhangi bir rakibin küresel düzenin kurallarını yazmaktan men edilmesiydi. Trump, çok keskin bir üslupla, fakat kesinlikle aynı şeyi söylemektedir. Çin, dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip egemen bir ülke olarak “küresel ekonominin kuralları” yazılırken masada olmamalıdır. Emperyalizmin alttaki ana zemini budur; kurallara o karar vermelidir.

Yeni çağın emperyalizmi iki eksen üzerinde gelişmektedir. Birincisi, Küresel Kuzey’in yalnız ticaret ve kalkınma konularının tartışılması için bir forum sağlamaya yönelik DTÖ gibi bir dizi örgütlenmeyi dayattığı kurumsal cephedir. Aynı zamanda, Küresel Kuzey, güç kullanımı bakımından kendi bağlayıcılığını gerçekleştirmek için BM gibi eski kurumları da emrine aldı. İkincisi, neoliberalizm adına oluşturulan politikalar setine yönelik alternatiflere karşı çıkmasını sağlayacak ideolojik cephedir. Özel sektör kazanımlarının büyümesini sağlayan özel sektör kalkınma için tek mantıklı yol olarak görüldü. Neoliberal bir politika platformu izleyen sözümona küreselleşmiş kurumlardan oluşan, hatta kültürlerine yönelik tehditleri neofaşist homurtularla yanıtlayan yeni emperyalizm budur.

***

2000'li yıllarda, yeni emperyalizme karşı devletler arası düzeyde ilk büyük meydan okuma ortaya çıktı. 2003’te, gelişmekte olan devletler Cancun’daki [Meksika] DTÖ toplantısında Küresel Kuzey’in fikri mülkiyetle ilgili gündemini bloke ederken, BM’de pek çok devlet ABD’nin Irak’taki savaşını uzatma isteğini sorguladı. Bu iki gelişme -diğerleri arasında- BRICS (Brezilya-Rusya-Çin-Hindistan-Güney Afrika) projesinin ortaya çıkışına temel sağladı.

BRICS bloğu ilk safhasında neydi? Anti-emperyalist bir platform değildi. Anti-emperyalist platform, emperyalizme hem kurumsal hem de ideolojik düzeyde meydan okuyabilmek için BRICS bloğuna ihtiyaç duyacaktı. Çok kutuplu bir dünya inşa etmek için önde gelen devletlerin başını çektiği bir hareket olarak BRICS gruplaşması, “tek kutupluluk” karşısında salt kurumsal bir meydan okumaydı.

BRICS, Küresel Kuzey'inkinin yanında kesinlikle yeni bir kurumsal temel -DB’ye karşı yeni bir Kalkınma Bankası; IMF’ye karşı bir Acil Durum Rezervi Anlaşması; BRICS ülkelerine BM güvenlik konseyinde daimi üyelik talebi- oluşturma girişimde bulundu. Fitch, Moody’s ve Standard & Poors’un hegemonyasına karşı Güneyli bir reyting kuruluşu üzerinde konuşulmaktadır. Devletler arası ticarette diğer ülke paralarının kullanılması da konuşulan konulardandır. Çok ikna edici olmasa da BRICS yeni bir güvenlik mimarisi oluşturulmasına yönelik bir iletişim başlattı.

Ancak BRICS bloğu -kendi iktidarının doğası göz önüne alındığında (ve özellikle şu anda Brezilya ve Hindistan'daki itibarı dikkate alındığında)- emperyalizme karşı ideolojik bir alternatife sahip değildir. BRICS devletleri tarafından benimsenen iç politikalar, ürünlerin satışına, Kuzey’e sadakat olarak dönen geri dönüştürülmüş üretim fazlaları yanında işçilere ödenen düşük ücretlere, kendi yurttaşlarının geçimini bile riske atmalarına, hatta daha kırılgan ve bir zamanlar Üçüncü Dünya blokunun parçası olan diğer ülkelerde yeni pazarlar geliştirmiş olmalarına bakılırsa Güney karakterli neoliberal olarak tanımlanabilir. Gıda güvenliğini ya da gıda hakkını savunma yahut saklanan servete karşı uygun işler yaratma ve bankacıların gücüne karşı mücadele etme konularında BRICS içinde çok az tartışma vardır. Aslında BRICS’in bu yeni kurumları -Kuzey düzeninden ayrı olarak yeni bir ticaret ve kalkınma platformu yaratmaya istekli olmayıp- IMF ve Dolar için boyunduruğa koşulacaktır. Acil Durum Rezervi Anlaşması, kendi ikrazlarını ölçmenin bir yolu olarak IMF gözetimine ve IMF anlaşmalarına bağımlı olmayı sürdürecektir. Dolar, bu mekanizmaların her yerinde hazır ve nazır durumdadır. Batı pazarlarına olan isteklilik, BRICS devletlerinin büyüme gündemini egemenliği altında tutmaya devam etmektedir. Kendi halklarının uçsuz bucaksız ihtiyaçları bu ülkelerin politika tercihlerini yönlendirmekten uzaktır.

Son olarak, BRICS projesi ABD ve NATO’nun askeri üstünlüğüne karşı koyabilecek bir kabiliyette değildir. Libya konusundaki 1973 sayılı kararında olduğu gibi, BM üye ülkelere “bütün gerekli önlemleri alma” izni verdiğinde askeri güce başvurma konusunda Atlantik dünyasına tam yetki vermişti. Bu gibi BM kararlarını uygulama kapasitesine sahip bölgesel alternatifler yoktur. Rusya’nın 2014 yılında Kırım’a, 2015 yılında Suriye’ye yönelik askeri müdahaleleri, tek kutuplu ABD askeri gücünün az da olsa zayıflatılabileceğinin fakat sonlandırılamayacağının göstergeleridir.

ABD, her kıtadaki üsleriyle ve nerdeyse her yeri vurma kabiliyetiyle küresel bir güçtür. Barış ve çatışma çözümü için bölgesel mekanizmalar, NATO ve ABD’nin savaş makinasının küresel varlığı tarafından zayıflatılmış durumdadır. Ezici askeri güç siyasal güce dönüşür. Hâlihazırda BRICS ülkeleri bu güce meydan okumak için fazla araca sahip değildir.

Rus ve Çin’in Avrasya’da güvenlik ve ekonomi hattında geliştirdiği ittifaklarda, Batı emperyalizmine karşı alternatif bir kutup yaratma emaresi yoktur. Bu ittifaklar, Çin’in üretim fazlalarında sığınak arayan Rusya’nın desteklediği ve Rus güveninin bazı iteklemelerinin verdiği Çin tedbiriyle sadece emperyalist saldırganlığa karşı direnme işaretleridir. 2017 yılındaki Rus-Çin deniz tatbikatları, ABD-Kuzey Kore soğukluğu ve Çin tarafından da desteklenen Rus güçlerinin Batı Asya’ya girişi, bu iki ülkenin -1991’den günümüze kadar olduğu gibi- ABD’nin kesin bir tahakkümüne izin vermeyeceklerinin işaretidir. Yapmaya çalıştıkları şey, dünya çapındaki ABD emperyalist gücüne karşı rekabet etmek değil kendi egemenliklerini ve ülkelerinin çevresindeki nüfuz bölgelerini korumaktır.

Emperyalistler arası bir çatışmadan ziyade dünya üzerindeki pazar payı için bastıran BRICS, bilhassa Çin ile buna karşı koyan zayıflamış bir Batı ekonomik bloğu arasındaki kapitalistler arası bir çatışma ile karşı karşıyayız. Trump’ın “Önce Amerika” politikası ile 1990’dan buyana kapitalist yörüngeye taşınan geniş emek havuzlarına bağımlı hale gelmiş sosyoekonomik düzen arasındaki gerilim, kapitalistler arası krizi devletler arası boyutlara taşıdı. Çin hegemonyasına dair Batı fantezileri, Çin’in ve diğerlerinin üretim fazlaları Batı finansal düzenini çöküşten kurtardığında, en azından bir on yıl geriye gider. Ancak bu fanteziler, her zaman retorikten politikaya aktarılmadı.

Bugünkü tehlike, sistemi çalışırken şaşkınlığa uğratacak politikaların ortaya çıkmasıdır. Çin lideri XI jinping 2017’deki Davos toplantısında açıkça ortaya koydu ki “ticaret savaşından kimse muzaffer olarak çıkmayacak.” XI jinping’in demek istediği, sadece bir ticaret savaşı değil, şaşkınlık verici sonuçlara sahip bir devletler arası çatışmadır. Kapitalistler arası rekabet hızlandıkça devletler arası ve aynı zamanda emperyalistler arası çatışma eğilimi hafife alınmamalıdır.

Emperyalizm, dünya düzenini yapılandırmaya devam ediyor, ancak kaba sömürgecilik ya da 20. yüzyıl ortasındaki tarzda bir yeni-sömürgecilik de artık görünmüyor. Sorunlar daha karmaşık. İşte 21. yüzyıl emperyalizminin altı köşesi:

1) İttifak sistemini, ABD merkezde, ikincil müttefikler ise (İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya) onun tekerlek parmakları (spokes) olacak şekilde koruyup güçlendirmek. Tekerlek parmaklarının dış tarafında kalanlar ise Kolombiya, Hindistan, İsrail ve Suudi Arabistan gibi yan müttefiklerdir. Bu müttefikler, ABD gücünün küresel erişim imkanları için gereklidir. Müttefiklere yönelik herhangi bir meydan okuma, Birleşik Devletler ordusunun tüm gücüyle ve Atlantik güçlerinin erişime açık durumdaki askeri ekipman ve eğitim desteği ile keskin biçimde bastırılacaktır.

2) İttifak sistemine karşı hiçbir meydan okumanın ortaya çıkmamasını temin etmek. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, ittifaka yönelik başlıca tehdidin, Sovyetler ve onun uydularının ölümünün işaretiydi. O günden beri ABD ve onun bağlaşıkları sisteme yönelik meydan okumaları kurutasıya sıkmayı başardı. NATO’nun Doğu Avrupa yönünde genişlemesi ve ABD güçlerinin Pasifik Kenarı[18] bölgesinde konuşlanması üzerinden Çin ve Rusya üzerinde baskı kuruldu. Güney Amerika’nın yükselişi, eski moda darbelerle (Honduras’ta olduğu gibi) ya da postmodern darbeler (Brezilya’daki gibi) üzerinden durdurulmalıydı. BRICS, ALBA [Amerika Halkları Bolivarcı İttifak] ya da alternatif bir güç arayışına işaret eden başka herhangi bir alfabe çorbası ayrıştırılmalıydı.

3) ABD’ye olan güvenin en üst düzeyde kalmasını temin etmek. 1990-91 yıllarındaki birinci Körfez Savaşı sırasında ABD Başkanı G. H. W. Bush “Vietnam Sendromu”nun bastırılmış olduğunu söyledi. ABD, bugün dünya çağında büyük bir güç olarak hareket etme konusunda, tüm gücünü uygulamaktan korkmama anlamında, daha fazla kendine güvenmektedir. 1980’lerin vekalet savaşları bir kenara atılabilir. Bugün ABD, karşıtlarına karşı tam bir tahakküm ile hareket edebilir durumdadır. “Başka bir Amerikan yüzyılı” için yapılan çağrılar 2003’teki Irak savaşından sonra tekrar seslendirildi. Irak’taki utanç verici durumun ABD gücü konusunda şüpheleri artıracağı korkusu vardı. Bu korku bastırılmalıydı. ABD’nin “eşitler arasında birinci”, [eski] dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın “vazgeçilmez güç” (indispensable power) olarak ifade ettiği öz imajını yeniden canlandırmak önemliydi. İran ve Kuzey Kore’ye yönelik tehditler bu yaygaranın görünürdeki betimlemeleridir.

4) Yararları Küresel Kuzey’de yerleşik çokuluslu firmalarca güvenceye alınan endüstriyel üretim için temel teşkil eden küresel emtia zincirini korumak. Ayrıştırılmış üretim alanları (ülkeler boyunca yayılmış fabrikalarla) ve sıkı fikri mülkiyet yasaları, bu firmaları söz konusu küresel meta zinciri üzerinde işçi örgütlerinden ve ulus-devletlerden daha fazla güç sahibi kılmaktadır. Küresel Kuzey’in ittifak sisteminin diplomatik ve askeri gücü millileştirme politikalarına ve fikri müştereklere karşı kullanılır. İş disiplininin taşere edilmesine (subcontracting) dair mekanizmalar, toplumsal ilişkileri toksik hale getiren acımasız çalışma koşullarına tümüyle bağımlı hale gelirken Küresel Kuzey’in yüksek moral standartlar kurmasına imkân verirler.

5) Maden ve kuyulardan çıkarılan hammaddelerin, bu zenginliğin bekçisi olan halklara ödenebilecek oranların altında güvenli geçişini garantiye almak. Terörle savaş ya da uyuşturucu ile savaş ya da çıkarma işleminin tehdit olmaksızın yapılmasını mümkün kılan bir tür savaş adı altında protestolarla mücadele edilirken çevresel açıdan zararlı ve insani olmayan çıkarma teknikleri orman ve çöllerin derinliklerine gizlenir. Hem Küresel Kuzey’in yan ortakları, hem de gelişmekte olan devletler, karanlıktaki -kendi doğrudan kontrollerinin dışındaki- kötü koşullardan kendilerini temize çıkarmaya imkan verecek şekilde, büyüme gündemleri için hammadde ithaline bağımlıdırlar.

6) İster petro-dolarların Kuzey’in bankalarına akışını güvenceye almak için Suudi kraliyet ailesini koruyarak, ister yoksul ülkelerce alınan borçların tamamen ödenmesini temin ederek Küresel Kuzey’in finansal gücünü emniyete almak. Finansal kriz Atlantik dünyasını vurduğunda, Küresel Kuzey sisteme likidite sağlamak için Asya’nın büyük devletlerine (Çin, Hindistan ve Endonezya) yalvardı. Karşılığında, Küresel Kuzey kendi yürütmesini -Yediler Grubu (G7)- kapatmaya ve yerine Yirmiler Grubu’nu koymaya (G20) söz verdi. Ardından bankalar kurtarıldı, bu söz unutuldu. Finansal güç yeniden tesis edilmeliydi; asıl önemlisi buydu.

BRICS’ten gelen meydan okuma büyük ölçüde susturuldu. Bu gelişmenin, Güney Afrika’daki sağa sürükleniş ve BRICS ekonomik gücünü kalbinden vuran emtia fiyatlarındaki düşüş yanında BRICS’in kendi iç çelişkileriyle, Brezilya ve Hindistan’da sağın iktidara gelişiyle de yakın ilgisi vardı. BRICS -bugün için dünya düzenini yeniden dengelemekte başarısız oldu; Batı emperyalizmine karşı ılımlı bir meydan okuma geliştirme işi üyelerden ikisine, Rusya ve Çin’e bırakıldı. Kırım’a müdahalesinden dolayı Rusya’ya uygulanan yaptırımlar yanında askeri manevralar ve İran ve Kuzey Kore’ye yönelik Batılı tehditlerle Avrasya’nın iki yanından sıkıştırılmış durumdaki Ruslar ve Çinliler, askeri ve stratejik anlaşmaların yanısıra ekonomik ve ticari anlaşmalar da imzaladılar. Ekonomik ve ticari bağlar, bilhassa enerji satışı, yine de mütevazı kaldı.

Çin ve Rus donanmasının Kuzey Kore kıyılarındaki deniz tatbikatları ve Çin savaş gemilerinin Rus gemilerinin yanında Akdeniz’e girmesi, Batının gücünü dünyayı kendi çıkarına göre biçimlendirmek için kullanmasına kolayca izin vermeyeceklerinin işaretidir. Ancak bunlar, dünya düzenini bu düzene bir alternatif sağlayacak denli yeniden dengelemeye kadir olmayan savunmacı tavırlardır. Neofaşizmin bu çağında savunmacı girişimlerini kalıcı kılmaya yatkın olup olmadıklarını söylemek çok zordur: Rusya ve Çin uçakları, Avrasya’nın iki sınırdaş devletindeki rejim değişikliğini engellemek için Tahran ve Pyongyang’a iniş yapabilecek midir?

BÖLÜM - 2: ÖZNELİK (AGENCY)
TARİHİN ÖZNESİNİN AYRIŞMASI

General, tankınız çok güçlü bir araç.
Bir ormanı yıkar, yüzlerce insanı ezip geçer.
Fakat bu tankın bir eksiği var:
Bir sürücüye ihtiyaç duyar.

[Bertolt Brecht]

Önümüzde kalan nedir? Gezegen boyunca pek çok güçlü kuvvetli halk hareketleri -emek ve saygınlık mücadeleleri, doğal kaynaklara ve bireyin bedenine dair hakları savunmak için verilen kavgalar- var. Bunlar, güçlüye karşı direnişin ana caddeleridir.

Bir asırdır fabrikalar ve ofisler çok büyük sayıda çalışanı yoğun bir gözetim ve üretkenlik ortamına çekti. Sermaye ve kar hırsı, büyük fabrika ve ofisler yaratmanın avantajlarını gördü. Üretim ölçeği -sermaye korkunç miktarlarda emtia üretimini mümkün kılarak hammadde fiyatlarını aşağı çekebildi ve piyasayı doyurdu- sermayeyi nemalandırdı. Daha küçük firmalar yarış dışı kaldı. İşçiler, enerjilerini gittikçe ürünü - kendi kontrolleri dışında- oluşturan daha küçük işlere harcayarak üretimin sonsuz hatlarında yerlerini almak zorunda kaldıkça emeğin marifeti yavaş yavaş ortadan kayboldu. Hiçbir işçi ürünün tamamını yapmadı fakat bütün işçiler ürünü birlikte ürettiler. Bu da Marx’ın Kapital’de (1867) yazdığı gibi, bireysel işçileri “makinenin bir uzantısı” haline getirdi. Zanaatkârlar becerilerinin üretim hattı ve makine tarafından üstlenildiğini gördükçe işçiler hakkındaki entelektüel talepler çöktü. İşçilerin yaşamı fabrikaya borçlu hale geldi ve çalışan sınıflar kendilerini -Marx’ın yazdığı gibi- “[Hint tanrısı] Juggernaut’un tekerlekleri altına” sürüklenmiş halde buldu.

Sermayenin avantajı çok geçmeden kendi dezavantajına dönüştü. Bir fabrikada toplanmış çok sayıda işçiye sahip olmak, onların birbirleriyle konuşmasını da mümkün kıldı. İşçiler kendi sorunları hakkında bilinçlenecekler ve saygınlıklarının çöküşünü nasıl anlayabileceklerini değerlendireceklerdi. Bu sohbet ve eylem ortamı sayesindedir ki modern sendika hareketinin gelişimi mümkün olmuştur. Fabrikalar işçilerin yoğun olarak bulunduğu yerler olduğu için bu hareketlerin merkezi idi. Fabrikalar, kendilerine yapılan sermaye-para yatırımı için de birer tuzaktı ve cüzi bir israf bile patronlar için kayıp demekti. Bu demektir ki eğer işçiler greve gidebilirse sermayeyi baskı altına alabilirlerdi. Bu dönemde [Sanayi Devrimi’nin başlarında], örneğin İngiltere’de ücretli işçilerin çoğunluğu fabrikalarda istihdam edilmemişti; ev hizmetlerinde çalışıyorlardı. Fakat ev hizmetçileri, birlikte örgütlenebilecekleri ve grevlerle sermaye üzerinde baskı kurabilecekleri fabrikada olmanın avantajlarına sahip değillerdi. Ev halkından bir hizmetçi protesto etse öldürülürdü. Bir fabrikadaki bütün bir iş gücüne ateş açmaksa çok zordur. Fabrikaların sendika hareketinin kuluçkası haline gelmesi, Marksistler ve sosyalistlerin sendikaları sosyalist geleceğin merkezi olarak görmesi bundandır. Bu durum sendika hareketinin parçalarının cinsiyetçiliğinin endüstriyel sendikacılığın stratejisinde nasıl yeniden üretildiğini de ortaya koymaktadır: Özel mülkiyetteki hanelere dağılmış olmasından dolayı örgütlenmesi zor olan çalışan sınıfın çoğunluğu, çalışan sınıf örgütlerinin egemenlik alanı dışında idi.

Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren, sendika hareketi ve onun kazanımlarından yüzyıl sonra sermaye yeni sömürü yöntemlerine başvurdu. Parçalı üretim çağına -gördüğümüz gibi- girdik. Küçük fabrikalar, artık büyük bir fabrikanınki kadar işçi yoğunluğuna sahip değillerdi. Eğer bir mal çeşitli ülkelerdeki üretim hatlarında üretiliyorsa bu durum uluslar karşısında sermayeyi avantajlı kılar -ülkelerin hükümetleri, üretim zincirinin ancak bir parçasını kamulaştırabilir durumda olduklarından bir fabrikayı [tümden] millileştirmeleri çok zordur. Üretim zinciri millileştirme stratejisini iptal etmiştir. Üretimin parçalara ayrılması sendikacılığı zorlaştırır, çünkü bugün sermaye eğer fabrikada grev yaparsanız işyerini kapatacağını ve üretimi başka yere taşıyacağını söylemektedir. Onların yatırımı artık eskiden olduğu gibi kapana kısılmış değildir. Üretimin büyük kısmı uzak ülkelerdeki küçük kapitalistlere outsource edildiğinden tekelci firmalar bir tedarikçiyi farklı bir ülkedeki tedarikçi için terk etme konusunda hiç düşünmezler; tedarikçilere sadakat sıfırdır. Bir başka deyişle, yeni üretim teknikleri sendikacılığı dezavantajlı duruma düşürdü. Modern kapitalizmin atık ürünleri de kadın işçilerin öylesine çok önemli bir varlık -yaşamlarının on yıldan daha az bir süresi için getirilir, fabrika zemininin hızıyla aşınır ve sonra geldikleri kırsal yaşama geri gönderilirler- haline geldiği bu yeni, daha küçük ve dağınık fabrikalardadır.

İşgünü sorunu, güvencesiz işleri dolaşan işçilerle, boş zamanın yok olmamışsa da asgariye düştüğü şekilde uzatıldı ve böylece çalışan sınıflar ve köylülüğün korunaklarını inşa etmek için gereken zaman tümüyle tüketildi. Bu işe gidiş-geliş zamanı topluluğun ve birliğin zamanını yavaş yavaş yedi. İnsanların zamanı sadece işverenler tarafından değil güvensizlik yapısı ve kısmi-zamanlı çalışma tarafından çalındıkça toplumsal yaşam yıpratıldı. İş ararken işin kendisinden daha fazla zaman harcanır oldu.

Dahası, metalar kültürü karşısında sendikacılık kültürü bir mağlubiyet aldı. İnsanlar medyadan, reklam endüstrisinden ve eğitim kurumlarından gelen şiddetli bir patlama tarafından gittikçe artan biçimde işçiden tüketiciye dönüştürüldü. Bu -neoliberalizmin psişik yaşamı tarafından yıpratılan- bir yeni varlıktır ki birinin işyeriyle değil tüketim örüntüleriyle ilişkili olarak görülür. AVM’ler ve reklamlar, kendilerini başka herhangi biri gibi hayal etmek için pek çok sınıftan insanı çeker. AVM’ler değilse, o zaman dinsel mekanlar, -tapınaklar, camiler, kiliseler- dövülmüş bedenleri ve bilinçleri farklı inançların vaizleri tarafından vadedilen kurtuluş üzerinden şimdi yeniden kurtarılan yerlerinden edilmiş kayıtdışı işçiler için daha çok merhem haline geldi. Latin Amerika’daki Pentecostalism, Çin’deki Protestan Hıristiyanlığı ve benzerleri sendika ve sosyalist kültürünün bir kez savrulduğu yerlerde inatçı biçimde varlıklarını hissettirdiler. Topluluklar meta arzusu ve inanç etrafında yaratıldı. Bunlar, çoğu yerde sendika kültüründen ve sosyalist toplumların kültüründen daha cazip hale geldiler.

Sendikacılık bu bağlamda anakronik gibi görünmektedir; AVM’lerin ve reklamların olmadığı günlerin kalıntısı olarak gösterilen sloganlarıyla ana akımda geçmişin kültürü olarak tasvir edilmektedir. Fakat hepsi bu değildir, hatta sendikacılığın -milliyetçilik ve yurtseverlik gibi- daha genel duyguları bile aşındırılmıştır. Bu duygular anlamlı kültürel nitelikler değil, salt yaşam tarzları haline gelmektedir. Birisi, ulusu oluşturan insanlara herhangi bir bağlılık göstermeksizin milliyetçi olduğunu iddia edebilir. Milliyetçiliğin keskin ağzı muhaliflere karşı sertçe bilenir.

Çığlık fitnesi günün düzeni haline geldi. Öğrenciler, gazeteciler, işçiler, köylüler, kadınlar -ulusal “uzlaşma”da sorunlar bulunduğunu öne sürmek isteyen herhangi biri- ulusa yabancı olarak görülür. Kabul edilebilir olan “milliyetçilik”, toplumu inşa çalışması gerektirmeyen, bunun yerine şiddet ve antisosyal faaliyete dayalı toplumsal uyumun nefret dolu, düşüncesiz bir formudur.

Yapısal işsizlik ve genişleyen kayıtdışı sektör, yakınmaya yol açan sorunları işyerinin dışına ve sokaklara taşıdı. Bu sokaklarda hayatta kalabilmek, yasadışı -ister uyuşturucu ve seks, ister silah ticareti hatta takas olsun- olarak görülen faaliyetlere yol açar. Bu faaliyetlerin varlığı, devlete halka karşı savaş açma fırsatı sunar. Devletin karakteri refahtan çok güvenliğe, nüfusun korunmasından ziyade polisiye hale getirilmesine (policing) eğilimlidir. Daha küçük bir devleti öneren ideolojilerin (neoliberalizm) güvenlik için genişleyen bir devlet aygıtı ile sorunu yoktur. Umutsuzluk ve devrim arasındaki hesap elitler için açıktır. Bank of America’dan Tom Clausen’in sözleri buna örnektir:

“İnsanlar umutsuz olduğunda devrimlerle karşılaşırsınız. Onların buna zorlanmadığını görmek için bizim kendi kanıtımız öz-çıkardır. Hastayı canlı tutmalısınız, çünkü aksi takdirde tedaviyi etkileyemezsiniz.”

Devrime gidişi önlemek için elitlerin önünde yalnız iki yol açık durumdadır (liberalizmin karakteri olan) neoliberal politikanın en kötü etkilerini önlemek için ayrıcalıklar sunmak ya da (faşizmin karakteri olan) devrim ruhunu ezmek için sert güvenlik önlemlerine başvurmak. Fakat aslında, neoliberalizm ve neofaşizm ortak bir hedef -karışıklığı polise havale etmek- buldukları için günümüzde yalnız tek yol açıktır. “Serbest ticaret” ve “insani müdahale”nin gücü arasındaki fark, dünyayı sarıp sarmalayan küresel meta zinciri ve kargaşa yaratmak için devletleri bölen rejim değişikliği savaşları arasındaki fark daralmaktadır. Marx’ın 1867’de yazdığı gibi, “gücün kendisi bir ekonomik güçtür.”

TARİHİN ÖZNESİNİN YENİDEN TOPARLANMASI

Onlardan korkmadığımız için bizden korkuyorlar.
[Berta Cáceres]

Günümüzde Sol hareket parçalı üretim, tüketimci kültür ve Güvenlik Devleti’nin yükselişi karşısında ne yapmaktadır? Kolay yanıtlar yoktur ancak temel sorular vardır. İşçilerin kültürü yeniden canlandırılmadan sendika gücünün tümüyle yeniden canlandırılması imkansızdır. Parçalı üretim teyit edilmeden ve dolayısıyla işçilerin, her zaman mümkün değilse bile, çalıştıkları yerde kendilerini örgütlemek için yaşadıkları işçi gücünü inşa etme ihtiyacı olmadan sendika gücünü yeniden canlandırmanın kolay bir yolu yoktur. Asıl sorun, sadece fabrika gücünü değil işçi gücünü inşa etmektir. İşçiler arasındaki hayal kırıklığı ve öfkeyi yönlendirecek olan büyük toplumsal ve ekonomik değişimler bizim ayağımızın altında planlanır. İşçilerin gözcülerinin, sendikalar ve partilerin rolü, bu dalgalar gelip çarptığında, gerilimin nesnel koşulları protestonun öznel patlamasına yol açtığında hazırlıklı bulunmaktır. Bu nedenledir ki çalışan sınıfın ve köylülüğün yeniden toparlanması işin özüdür.

Sendikacılığın vaadi bir “işçi gücü” inşa etmektir. İşçi gücü inşa etmek, sadece işyerlerinde, bilhassa fabrikalarda ve sahalarda sendikalar kurmak anlamına gelmez. İşçileri sendikalarda örgütlemenin önemli olduğu konusunda kuşku yoktur. Ancak pek çok sektördeki -bilhassa Serbest Ticaret Bölgelerinde üretim yapan küçük işletmeler ve evde üretim- zorluklar, işçileri örgütlemek için başka yaratıcı araçlar planlanması gerektiği anlamına gelir. Örneğin dünyadaki en dinamik iş örgütleme yöntemlerinin bazısı, işçiler su dahil olmak üzere temel maddelerdeki fiyat artışlarına karşı ayakta kalma mücadelesi verdikleri ve ailelerine güven alanları oluşturmak için mücadele ettiklerinden dolayı işçilerin yaşadığı yerlerde gerçekleşti. Su ya da diğer kamusal haklar üzerindeki bu gibi mücadeleler işçi ve köylüleri “topluluk” ya da “komşuluk” düşüncesi etrafında harekete geçirdi -ki bunlar görünüşte bir sınıf çağrışımı yapmayan ancak materyalist perspektiften yaklaşıldığında öyle olan terimlerdir. Bununla birlikte, sendikacılar tarafından örgütlenen Cochabamba (Bolivya) işçilerinin “su savaşları” sırasında savunduğu “topluluk”, bir soyutlama değil yaşamları özelleştirme eliyle mahvedilen işçilerin somut bir topluluğu idi. Bu işçiler, kurdukları topluluğun yaşamlarındaki görünür bir gerçekliği, suyun özelleştirilmesine karşı mücadele ederken ihtiyaç duydukları dayanışmayı ve mücadelenin ileri doğru taşınmasını kalıcı kılmak için sıkı tutmaya ihtiyaç duydukları toplumsal bağları temsil ettiğini görmüşlerdi.

Hindistan Demokratik Gençlik Federasyonu (DYFI) ve Tüm Hindistan Demokratik Kadınlar Derneği’nin (AIDWA) -her ikisi de Hint komünist hareketinin kitle örgütleridir- deneyimlerinin yanısıra, Güney Afrika’nın Abahlali baseMjondolo (AbM ya da Shack Yerleşimcileri) ve Brezilya’nın Movement dos Trabalhadores See Terra (MST ya da Topraksız İşçiler Hareketi) deneyimleri, işçi ve köylülerin yaşadığı alanlardaki işçi ve köylü gücü inşasının etkililiğini gösterir. Yoksul semtler günümüz işçi ve köylülerinin yaşam alanıdır. Buralar, asgari devlet desteğine sahip aşırı kalabalık alanlardır. BM İnsan Yerleşimleri (Habitat), dünya nüfusunun dörtte birinin bu gibi gecekondu semtlerinde (slum) yaşadığı tahmininde bulunmaktadır. Küresel Güney’in bazı kentlerinde, nüfusun yarısı barınma koşullarının uygun olmadığı, temiz suyun bulunmadığı, hijyen açısından yetersiz, sağlık ve eğitim kolaylıklarının ya hiç olmadığı ya da çok az bulunduğu yoksul semtlerde yaşar. Uluslararası kuruluşların rakamları düşük tutulmuş gibi görünmektedir. Örneğin Cape Town’daki (Güney Afrika) Khayelitsha semtinde, 400.000 yerleşimci bulunduğu söylenmiştir –ki semtte çalışanlar fiili nüfusun bu rakamın en az üç katı olduğunu söylemektedir. Mumbai’daki (Hindistan) Dharavi semti, 1 ila 1,5 milyon arasında bir nüfus barındırırken, Mexico City’deki (Meksika) Ciudad Neza’da bir milyon insan yaşamaktadır. Dünyadaki en büyük yoksul semtinin 2,5 milyon insanı barındıran Karaçi’deki (Pakistan) Orangi olduğu söylenmektedir. Bu semtlerde kayıtdışı sektörlerde -sektörün toplam işgücüne yakınlığını ölçen bazı ülkelerde (örneğin Hindistan’ın kayıtdışı sektörü işgücünün %90’ına tekabül etmektedir)- çalışan insanlar yaşar. Buralardaki çalışan-sınıf nüfusu, devlet destekli çalışma politikasının ve -sıklıkla- sendika ağının dışındadır.

Toplumsal refah bu mekanlara uğramaz. Buralarda devletin iyi tarafı nerdeyse hiç yoktur. Sonuç olarak, buralardaki işçiler (a) kendi becerilerine ve öz-örgütlenmelerine; (b) dinsel kuruluşlar ya da STK’ların yanısıra şu ya da bu türden gangster örgütlerince üretilen pazarlara; (c) işçiler arasındaki kadınların görünmeyen kalbine ki kadınların aile bütünlüğünü korumak için yaptıkları mücadele, aileleri büyük toplumsal yeniden üretim çabalarına taşır, bağımlı durumdadırlar. İlk uygulama sosyalizmin mümkün olduğunu göstermektedir. Burada kooperatif oluşumunu ya da çalışan-sınıf tarafından çalışan-sınıf için oluşturulan kendi kendine yardım (self-help) gruplarını görmek mümkündür. İkincisi, kendi dokunaçlarını çalışan-sınıfın yaşamına derinlemesine batıran dinsel örgütlenmeler ve mafyaya karşı en büyük meydan okumadır. Bunlar -STK’lar dahil- Solun büyümesinin önündeki yapısal engellerdir. Fakat Sol sadece bu yapılara cepheden meydan okumakla büyüyemeyeceğini öğrenmiş bulunuyor. Küresel Güney’deki deneyimler, Solun, mafyanın yanısıra dinsel ve yardımsever örgütlere karşı kendisinin aslında daha iyi bir seçenek olduğunu toplumsal yeniden üretim arenasında kendi çalışmasıyla kanıtlamak zorunda kalacağını bizlere gösterdi. Sol örgütlenmeler, su ve elektrik, barınma ve sokak hizmetleri, okullar ve sağlık için verdikleri mücadelede çalışan-sınıfı desteklemeye yönelik platformlar yaratıyorlar, fakat aynı zamanda bu hizmetleri görece özerk biçimde sağlamaya başladıkça çalışan-sınıfla birlikte çalışarak sunuyorlar. Bu tehlikeli bir faaliyettir; -hepsi de bu tür işlerde büyük paya sahip olan gangster şebekelerini, dinsel grupları ve STK’ları zayıflatmak, hafife almak anlamına gelir. Aynı zamanda, Solun bu alanlara müdahalesi büyük ölçüde kadınlar tarafından yapılan toplumsal yeniden üretimin özelleştirilmiş emeğini toplumsallaştırır. Köylüler ve işçiler arasında toplumsal yeniden üretim kurumlarının inşası için bir hayli çalışma yapılmasına ihtiyaç vardır. Keza, bu girişimler üzerinde çalışmak, farklı ortamlarda paylaşmak ve bu popüler enerjiden ortaya çıkan en iyi deneyim ve sonuçları birbirine aktarmak amacıyla onlar hakkında yazmak için entelektüellerce yapılacak çok iş vardır.

Dahası, zamanımızda çalışan-sınıfın gücü, cinsiyet, din ve diğer ayrımcılık ve hiyerarşi türlerinin dayattığı toplumsal bölünmeye karşı büyük bir enerji ile inşa ediliyor. Marksistler, sıklıkla bu toplumsal hiyerarşi bölünmelerinin çalışan-sınıfı çatlatabileceğinden endişe ederek hareketlerden gelen iyi uygulamaların dört başı mamur bir gelecek kuramı içine inşa edilmesini önermişlerdir. Günümüzde sosyalist entelektüellerin bu tutumu artık o kadar aşikâr değildir. Çoğu sosyalist entelektüel, çeşitli nedenlerle kendilerini hareketlerden uzakta bulmuşlardır. Bunun için bir sürü neden vardır: Entelektüel sınıfların (hem medya entelektüelleri hem de akademisyenler) burjuvalaşması, hareketlerin ayrışması, büyük değişikliklerin basitçe mümkün olmadığı fikrinin benimsenmesi ve postmodern çağda temelsiz ve duruma bağlı görülen değerler lehine güçlü bir duruş takınmanın getirdiği mahcubiyet.

Yine de dünyada bu gelişmelerden etkilenmeyen ancak hareketlerle güçlü bağlar kurmayı ve hareketler içinde hayati roller oynamayı sürdüren milyonlarca entelektüel var. Tricontinental Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nün (Institute for Social Research) görevlerinden biri şudur: Bu entelektüelleri ulusal sınırların ötesinde bir araya getirmek ve –onların çalışmalarıyla- özgürlükçü amaçlara yönelen toplumsal ve siyasal hareketlerle yakın işbirliği içinde yapılan projelere katılma konusunda başkalarına ilham vermek.

Hareketlere yakından bakacak olursak, makroekonomik politikayı demokratik kontrol altında taşımak istediklerini, toplumsal ücretleri artırmak istediklerini, toplumsal ihtiyaçlara hizmet için altyapı inşa etmek istediklerini, şirketlerin ve elitlerin vergi grevini kırmak istediklerini, bankaları özel varlıklardan kamusal varlıklara çevirmek istediklerini, herkes için bir geçim yolu ve barınma imkanını güvenceye almak istediklerini görürüz. Bunlar bir geleceğin öğeleridir; bu fikirleri almak ve etrafında tartışmayı teşvik etmek entelektüellere kalmıştır. Hareketlerin kendi deneyimlerinden süzülüp gelmiş alternatif bir toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal düzen için entelektüel bir platformu beslememiz önemlidir. Burjuva ideolojisinin hücumuyla aşındırılmış durumdaki iki düşünceyi -insanlığın ve geleceğin sosyalist düşünceleri- kurtarmak da aynı derecede önemlidir.

Meta kültürü ve insanları tüketiciler olarak gören düşünce insanlık düşüncesini kuruttu. Bolivyalı sosyalistler kendi geleneklerine derinlemesine baktılar ve insan karakteri üzerinde konuşmak için, kapitalist toplumsal normlar tarafından boyun eğdirilmemiş bir insan toplumunun lügatini geliştirdiler. “Bizim Amerika Halkları için Bolivya İttifakı”nın (ALBA) yürütme sekreteri David Choquehuanca, “iyi yaşamın yolu” anlamındaki Qhapag ñan sözcüğünden, tüketiciler ve sahipler değil sahibi olmayan bir insan yaratma ihtiyacıyla İyambae sözcüğünden bahseder. Choquehuanca’nın dediği gibi, sahibi olmayan bir insan “gelecek” demektir, “iyi yaşam arayan insanların yolu” demektir. İnsanlık düşüncesinin ve bir insanlık toplumu yaratmaya eğilim ihtiyacı düşüncesinin yeniden canlandırılması, insanın karar alma kabiliyetinin muhasebe defterine çift kayıt yapma mantığına indirgenmesine karşı mücadele veren kitle hareketlerinde çoktan görünür hale gelen çok büyük bir çaba gerektirir.

Sosyalist entelektüeller olarak, bugünün ebedi olmadığı ve dönüşümün mümkün olduğu düşüncesini yeniden kurmamız önemlidir. Böylesi bir dönüşümün mümkün oluşu, gelecek düşüncesinden başka bir şey değildir. Bir geçmişin ve bugünün varlığı konusunda aramızda tartışma yoktur. Bunlar aşikâr terimlerdir. Fakat gelecek hakkında bir tartışma vardır. Yarının ve ertesi günün, gelecek ayın ve gelecek yılın geleceğini biliyoruz. Fakat bu, bugünün görünüşteki germesinden dolayı, salt ardışık sıralı bir zaman gibi görünüyor. Ancak bu gelecek düşüncesi değil. Eğer ortada ortak bir gelecek duygusu varsa o da teknoloji tarafından zaptedildi. İnsan değil, teknoloji gelecek düşüncesi haline geldi.

Zamanımızda yeni teknolojik buluşların toplumsal krizlerimizi çözebileceği tahayyül edilir oldu. Bizi iklim değişikliğinden yeşil teknolojiler kurtaracak, ekonomik durgunluktan ise yeni dijital ve nano-teknolojiler azade kılacaktı. Teknolojik belirlenimcilik, milyarlarca insanın rüyasına mani olan sorunların toplumsal ya da siyasal bariyerlere sahip olmadığı; bu sorunların tümüyle teknik olduğu anlamına gelir. Bu, tarihe ve geleceğe dair dar bir görüştür. Bazı teknolojik gelişmeler daha iyi bir dünya için kesinlikle elzemdir, ancak teknolojinin kendisi tarihi biçimlendiremez. Büyük teknolojik buluşlar olumlu bir toplumsal etki yapmadan ve tevarüs edilen hiyerarşilerin tepesindekilere gittikçe daha büyük servet ve iktidar sağlamadan önce daha eski, kalıtsal servet ve iktidar hiyerarşilerine meydan okunması gerekiyor.

Zengin bir gelecek düşüncesi, bugünün ebedi olmayacağını hayal etmemizi gerektirir. Dönüşümler mümkündür, mevcut sorunlara yeni çözümler gereklidir, yeni ufuklar inşa edilmelidir. Bu çözümler, toplumumuzun sosyal örgütlenmesinin umutlarımız ve hayallerimiz için uygun olmadığını bilen insanlardan gelecektir. Hareketlerimiz bize bu ufukların bir göstergesini verir. Sosyal bilimlerimizin imkansızın kötümserliğine kapılmadığından emin olmak zorundayız.

***

Gıdanın insanlardan esirgenişi ve ancak kıt kamu kaynaklarına sahip uluslara isteklice satılan silahlarla karakterize edilen zamanımızın organize kabalığı çok az kınama ile karşılanmıştır. Kötümserlik ve nihilizm günün düzenidir. Bu, insanlık düşüncesine, insan özgürlüğünü üretmek için çaba gösterilmesi gerektiği düşüncesine yönelik bezgin bir tutuma kapı açar. İnsanlığın bilinen bütün gelenekleri büyük tehdit altındaymış gibi görünmektedir. Demokrasi, barış ve kültür gibi kavramlar zayıf yerlerinden yırtılmıştır. Bu kavramlar çok az şey ifade etmekte olup, çoğu kez gerçekleşebilir durumdaki güçlü fikirlerin kırılgan bir kabuğu durumundadır. Dünyamızdaki bir şeyin ölmekte olduğu bizim için kesindir. O kadar kesin olmayan şey ise eskinin yerini almak üzere neyin doğmakta olduğudur.

Otuz milyon insan hâlihazırda açlık sınırındadır. Bu insanlar gıdaya doğru kaçmak ve kıtlıktan, orman yangınlarından ve savaştan uzaklaşmak istiyorlar. Geçim imkânlarının sonu ile göç taleplerinin reddi arasında sıkışmış durumdaki dünyanın fakirleri, bilinmeyen bir suçtan dolayı cezalandırılıyorlar. Bu kaderi hak etmek için ne yaptılar? Bir suç işlemedikleri halde neden cezalandırılıyorlar?

Vijay Prashad
Çeviri: Muhsin Altun
İştirakî Sayı 12 s. 63-101

Bu yazının İngilizce orijinali, Mart 2018’de, www.thetricontinental.org sitesinde, In the Ruins of the Present (Working Document, no.1) başlığıyla yayınlanmıştır. Çevirideki vurgular ve [köşeli parantez] içindeki ifade ve dipnotlar çevirmene aittir.

Vijay Prashad, Tricontinental Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nün icra direktörüdür. The Poorer Nations: A Possible History of the Global South ve The Darker Nations: A People’s History of the Third World adlı yapıtlar başta olmak üzere yirmi beş kitabın yazarı olup, yirmi kitabın da editörlüğünü yapmıştır. Frontline, The Hindu (Hindistan), Alternet (ABD) ve BirGün (Türkiye) için düzenli olarak yazan V. Prashad, LeftWord Books’un (Yeni Delhi) başeditörüdür.

Dipnotlar:
[1] Junot Diaz, “Apocalypse”, 19 Mayıs 2012, JD.

[2] Kimberly Amadeo, “Paul Volcker”, 30 Ekim 2021, Balance.

[3] “The Uruguay Round”, WTO.

[4] Prabir Purkayastha, “Net Neutrality in the Age of Internet Monopolies”, The Marxist, Sayı 31 (Ocak-Mart 2015), Cpim.

[5] Morten Bennedsen ve Christian Schultz, “Arm’s Length Outsourcing”, 26 Mart 2007, Cite.

[6] Martin Murray, “Expert Processing Zones”, 6 Ocak 2019, Balance.

[7] “An Economy fort he 99%”, Ocak 2017, Oxfam.

[8] Annette Alstadsæter, Niels Johannesen ve Gabriel Zucman, “Who Owns the Wealth in Tax Heavens?”, Eylül 2017, Nber.

[9] Sandeep Dahiya vd., “Fed Put in Equity Options Markets”, 28 Haziran 2017, Papers.

[10] “The Buyer Of Last Resort”, 23 Ağustos 1998, Newsweek.

[11] Global Financial Integrity, “Illicit Financial Flows to and from Developing Countries: 2005-2014”, Nisan 2017, GFI.

[12] “Trade Misinvoicing”, GFI.

[13] “Global Review of Solid Waste Management”, Mart 2012, Worldbank.

[14] “The Psychic Life of Neoliberalism”, Theory, Culture and Society, 20 Şubat 2016, Cite.

[15] “Net ODA”, OECD.

[16] “How will the Global Economic Order Change by 2050?”, Şubat 2017, PWC.

[17] “World Intellectual Property Indicators 2016”, Wipo.

[18] “Pacific Rim”, 19 Temmuz 2022, Invest.

KAYNAKÇA
Annette Alstadsaeter, Niels Johannesen ve Gabriel Zucman, ‘Who Owns the Wealth in Tax Havens? Macro Evidence and Implications for Global Inequality’ (National Bureau of Economic Research, 2017).

African Development Bank, African Development Report 2015 – Growth, Poverty and Inequality Nexus: Overcoming Barriers to Sustainable Development (African Development Bank, 2016).

Christina Scharff, ‘The Psychic Life of Neoliberalism: Mapping the Contours of Entrepreneurial Subjectivity’, Theory, Culture and Society (2015).

Corina Rodríguez Enríquez, ‘Economía feminista y economía del cuidado’, Nueva Sociedad (2015).

Daniel Hoornweg ve Perinaz Bhada-Tata, What a Waste. A Global Review of Solid Waste Management (World Bank, 2012).

Deborah James, ‘Twelve Reasons to Oppose Rules on Digital Commerce in the WTO’ (CEPR, 2017).

Elisabeth Armstrong, Gender and Globalisation: The All-India Democratic Women’s Association and Globalisation Politics (Tulika, 2013).

Global Financial Integrity, Illicit Financial Flows to and from Developing Countries: 2005-2014, (Global Financial Integrity, 2017).

John Smith, Imperialism in the Twenty-First Century: Globalisation, Super-Exploitation and Capitalism’s Final Crisis (Monthly Review, 2016).

Junot Diaz, ‘Apocalypse’, Boston Review, 2011.

Yayına Hz. Jorge Máttar y Luis Mauricio Cuervo, Planificación para el desarrollo en América Latina y el Caribe: Enfoques, experiencias y perspectivas (CEPAL, 2016).

Yayına Hz. Jürgen Weller, Brechas y transformaciones. La evolución del empleo agropecuario en América Latina (CEPAL, 2016).

Melissa Wright, Disposable Women and Other Myths of Global Capitalism (Routledge, 2006).

Michihiko Hachiya, Hiroshima Diary (University of North Carolina Press, 1995).

Omar Dahi ve Firat Demir, South-South Trade and Finance in the Twenty-first Century: Rise of the South or the Second Great Divergence (Anthem, 2016).

Prabir Purkayastha, ‘Net Neutrality in the Age of Internet Monopolies’, The Marxist (2015).

Spotlight on Sustainable Development 2017: Reclaiming Policies for the Public (Civil Society Reflection Group, 2017).

Strongmen: Trump-Modi-Erdogan-Duterte, Yayına Hz.: Vijay Prashad (LeftWord, 2018).

The Economic Value of Peace 2016 (Institute for Economics and Peace, 2016). The Long View: How will the global economic order change by 2050? (PricewaterhouseCoopers, 2017).

UNCTAD, Trade and Development Report (UNCTAD, 2017).

UNCTAD, World Investment Report (UNCTAD, 2017).

UNICEF, The State of the World’s Children 2016: A Fair Chance for Every Child (UNICEF, 2016).

Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik, A Theory of Imperialism (Tulika, 2016).

Vijay Prashad, The Poorer Nations: A Possible History of the Global South (Verso, 2013).

Vijay Prashad, No Free Left: the Futures of Indian Communism (LeftWord, 2015).

Wendy Wolford, This Land is Ours Now: Social Mobilisation and the Meaning of Land in Brazil (Duke, 2010).

World Intellectual Property Indicators - 2016 (World Intellectual Property Organisation, 2016).

0 Yorum: