“Sorun” [Neşet Günal -1964]
“Yaşamımın bir parçası olarak sanata merak duyuyorum,
yaşamımı idame ettirmek için değil.”
[Robert Henri]
Sanatın
bağımsız ve görevsiz olduğuna inanmış ve sanatı; hedonist yaşamının, salt
bireysel duygularının, filtreli düşüncelerinin, ticari amaçlarının oyun sahası
alanı gören egoist şov yıldızlarına, sanatın gerçek manada ne olduğunu, ölümsüz
sanatçıların hangi anlayışla sanat hafızasına yerleştiğini hatırlatmak
gayesiyle, yakın tarihe giderek, Toplumcu Gerçekçilik anlayışını anlatmaya
çalışacağız.
Sanatta
toplumsal gerçekçilik, ilk olarak plastik sanatlarda, özellikle resim dalında
ortaya çıkmıştır. Yüceltilmiş idealizme ve özellikle de bireyci/egosantrik
gördüğü Romantizm’in sanat anlayışına tepki olarak doğmuştur. Döneme ve
koşullarına baktığımızda, bu akımın ortaya çıkışında tetikleyici asıl sebep
Sanayi Devrimi’nin sonuçlarıdır. Küresel pazarın hızla kurulduğu bu dönemde
kent merkezleri büyümüş, gecekondu mahalleleri oluşmuştu. Burjuva sınıfının
zengin, hoyrat yaşamı yoksulun gözü önünde yaşanıyor, bu haksız toplumsal
zıtlık emekçilerin sinesinde büyüyordu. Aynı toplumda yaşayan, toplumun tüm
sinir uçlarını ruhunda hisseden dönemin sosyal realistleri, bu tezatlığı yıkmak
adına; “Sanatla Savaşma” sözü vermişti.
Toplumcu
realist manifesto, ilk olarak Amerika’da on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci
yüzyıl başlarında Robert Henri ve Edward Hopper’in öncülüğünde Aschan Okulu, The
Eight (Sekizler) diye de anılan bir grup ressamın “Sanat için sanat
ilkesine karşın yaşam için sanat” manifestosuyla zemini atmıştır. 1929’da
Amerika’da yaşanan büyük buhran, bu akımın ressamlarını şüphesiz etkilemişti.
Sekizler grubu, Avrupa estetiğini ve yaşamın öz damarlarından uzak konu
tasvirlerini reddederek çizimlerini oluşturuyorlardı. Konularında New York’un
hareketli hâlini, doğal yaşamını, gecekondularını ve sıradan insanlarını
idealize etmeden, realist bir bakışla eserlerinde yansıtıyorlardı. Mücadele ve
devrim, her emekçinin kendi sahasında, deyim yerindeyse elinden ne geliyorsa,
tüm gayretiyle ilerliyordu. Sanatını ölümsüz kılmış, bugün dahi duygularını
okuyucusuna hissettiren, bir dizesiyle devrim ateşini yakan şairler, bugünün
karanlığını renkleriyle yok edip umut olan ressamlar, acının ve sömürünün
filtresiz fotoğraflarını aktaran sinemacılar, müziğiyle haklı mücadeleye ses
olmuş müzisyenler işte bu anlayışla sanatını oluşturuyorlardı.
Yapıtlarını
toplumcu anlayışla oluşturan tüm sanatçılar; insanı, sorumlulukları olan bir
varlık olarak ele alıyorlar, bu sorumluluğu ise bir bayrak yarışı ruhuyla
sanatına yansıtıyorlardı. Bu sanatçılar, gerek sosyal atmosferi, gerek çağın
yeni dinamiklerini sanatına yansıtarak, kendinden sonra gelecek olan nesillere
aktarmayı bir borç olarak görüyordu.
Bugünün
sanatçı geçineni ise, sanat diye sunulan “piyasalarında” yalnız kendi tezgâhını
kuruyor. Dili, dini, ırkı, mezhebi ayırmadan, “insanı saf olarak insan” olarak
ele alamadığından, yüzyılın en vahşi anlarını yaşadığımız Filistin katliamlarına
tek yorum yapmıyor, yalnız kesesini düşünüyor, hiçbir şey yokmuş edasıyla,
patolojik bir sevinçle yaşıyor.
Bir
yerde, onları da anlamak, haklarını da teslim etmek gerekir! Onlar ki çok
değerli, bu sebeple halkına mesafeli, seçkin sanatçılar! Nasıl diğerleriyle bir
olsun “O”! Yetenekleriyle diğerlerinden ayrılmıştır ne de olsa. Haklı bir
kibrin içindedir. Okuyucuyu hayran bırakan keskin zekâsının güçlü bir kalemi
vardır belki. Dinleyicisini hipnotize eden billur gibi bir sesi de olabilir. Ne
bilelim, izleyici mermer gibi bir vücut, ya da Venüs’ün güzelliğini
görebilirler onda. Az şey mi bunlar! Ya ne olacaktı!
İzleyicisine,
dinleyicisine, okuyucusuna yabancı, sadece işini yapan bir sirk maymunudur
artık “O”! Yeteneklerini gösterir, alkışını toplar, sevinçle kafesine döner… Ama
bir dakika, durun! Hemen çıkmayalım sirkten. İzleyiciye hizmet henüz bitmemiş!
Gösteri sonunda gökten üç elma düşecek. Biri sirk sahibine, biri maymuna, biri
de alkış tutan kalabalık izleyicilere… -“Bir elmaa?”, “-Eeee, artık elmayı da
bölüşsünler canım…”
İdil Mevsim
30 Ocak 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder